"Öteki, yani derinlerdeki Leonardo, tablolarındaki uçucu melankoliden, kadınlarının... müphem ve hafifçe şeytani gülümsemesinden sezebildiğimiz kadarıyla, büyük bir meçhuldü."
Otoportre, 1512 dolayları
"... Ve ruh, kendine özgü yazgı uyarınca
işte bu tende böylece ortaya koyar kendini; hem kendi hapishanesi, hem de
yegâne varolma imkânı olan bu tende... ”
İnsanlara ilişkin olarak kullanıldığında hiçbir kelime
“tanımak” fiili kadar aldatıcı olamaz. Günlük yaşantımız tanıdık simalarla
dolup taşar da, içlerinde en saydam görüneni bile düşlerinin anlaşılmaz derinlikleri ve ucubeleriyle bizi şaşkınlıktan
aptala çeviriverir. Bu şartlarda, erdemleriyle de kusurlarıyla da bunları kat
be kat aşan bir dahiden ne bekleyebiliriz?
Leonardo güzel bir delikanlıydı,
zarif kadife elbiseler giyer, toplantılarda konuşmayı severdi:
"fu nel
par iare eloquentissimo”; flöreyi mükemmele varan bir ustalıkla kullanırdı; en
azından o çılgın gençlik yılları boyunca da müthiş kibirliydi, gösterileriyle
çevresindekileri şaşkına çevirmeye bayılırdı.
Herkesin tanıdığı Leonardo böyle
biriydi işte.
Öteki, yani derinlerdeki adamsa,
tablolarındaki uçucu melankoliden, kadınlarının ve azizlerinin müphem ve
hafifçe şeytani gülümsemelerinden, Günlük’ünde yüksek sosyete mensuplarına ve
onların toplantılarına ilişkin kimi gözlemlerinden fışkıran derin aşağılamadan
belli belirsiz sezebildiğimiz kadarıyla, büyük bir meçhuldü. Kierkegaard'ın
bir gece, dehasıyla ortalığı ışıl ışıl aydınlattığı bir şölenden dönerken
içinden geçirdiği şeyi, yani intihar isteğini, o kim bilir kaç kez duydu yüreğinde?
O, yalnızlığına gömüldüğünde,
çehresi nasıl olurdu acaba? Yalnızlığı içinde korkunç, hatta biraz da trajik
bir çehreye büründüğünü düşünebiliriz. Çünkü hepimiz her zaman bir maske
taşırız yüzümüzde; günlük hayatta oynamak zorunda olduğumuz rollerin her biri
için ayrı bir maske: Şerefli aile babasının, gizli âşığın, baston yutmuş
öğretmenin ya da her türlü alçaklığı yapmaya hazır aşağılık herifin maskeleri.
Ama, günün sonunda, nihayet yapayalnız kaldığımızda, son maskeyi de çıkarıp
attığımızda hangi ifade kalacaktır peki yüzümüzde? Kimsenin ama hiç kimsenin
sorgusuna, sualine, baskısına ya da saldırısına hedef olmadığımız zaman?
Kara Ludovico’nun hizmetinde
çalıştığı dönemde atölyesine ayak bastığınızda, avlunun üslubu konusunda her
türlü bayağı yoruma karşı ziyaretçiyi daha baştan uyaran iki pano karşılardı
sizi; soldakinin üzerinde bir ejderha görülürdü; sağdakinin üzerinde ise
İsa’nın kırbaçlanması sahnesi. Ve bir kez içeri girip onu çalışırken
seyretmeye koyulduğunuzda da karmaşık bir ikilem çıkardı ortaya: Bilim adamı
aklın ışığını kullanırken, sanatçı da karanlık ve açıklanamaz bir evreni yoklamaktaydı
yalnızca şiirsel bir sezgiyle yoklanabilen bir evreni; girişteki iki simgeyle
bildirilen bir evrendi bu: Ölümlü insanların yalnızca düşlerinde
keşfedebileceği görüntüleri onun gündüz-körü gözlerinin anında yakalayıverdiği
bir ülke. Bu ülkede Leonardo’ya ıstırap çektiren şeyler kötülük ve onun metaforlarıydı:
Tüm efsanelerde kahramanın yere sermek zorunda olduğu ejderha; ve işkence
çekenlerden bir başkası olan Baudelaire’in "Ce qu'il ya d’etrange dans la
femme-predestination, c’est Qu’elle est â lafois le peehe et l’Enfer” diyen
anlamlı cümleciğini hatıra getiren kızgın yılan saçlı Meduza.
Leonardo da Vinci’yi tanımak
gerçekten çok zordur ama onun şifresini çözme konusunda gene de bize en çok
yardımcı olabilecek şey, onun o muğlak hiyeroglif vari işaretleridir şüphesiz.
Morgların ve kabul salonlarının
gediklisi olan bu adamın muamması, daha fizik öğrencisi olduğum yıllarda
büyülemişti beni; çünkü bana öyle geliyordu ki, bu muamma, zifiri
karanlıklardan en parlak ışıklara, düşlerin gece âleminden aydınlık
düşünceler diyarına, metafizikten fiziğe, ya da vice versa, geçip duran insanın
paralanmasını ortaya koyuyordu. Düşünüyordum ki ister iyiye doğru olsun, ister
kötüye, bir çağın kapanışıyla bir başka çağın açılışını aynı anda yaşamaya
yazgılı olan insanların (özellikle de dahilerin) başına gelen o ıstıraplı kopuş,
hiç kimsede olmadığı ölçüde Leonardo'da ortaya koyuyordu kendini. O’nun
varlığının Ortaçağ'da kalan bölümünde büyücülüğe ilişkin bir şeyler, bir
cehennemi mucize duyusu, İyi ile Kötü konusunda da şiddetli bir takınak göze
çarparken, kişiliğinin öteki bölümü Modern Çağ’ın ilk bilimsel ve teknolojik
zihniyetini ortaya koyar.
Arka ayakları üzerine dikilen
tuhaf hayvan, metafizik mutsuzluk âleminin açılışını yapmak üzere zoolojik
mutluluğu ebediyen terkeder. Ölüme adanmış zavallı bedenin içindeki gülünç
sonsuzluk özlemidir bu. Sadece kendi sonlarının farkında olmayanlar
kurtulacaklardır bundan: Yani biricik ölümsüzler olan çocuklar.
Dünya üstündeki herşey zamanın
acımasızlığına boyun eğer. Binlerce kölenin kanıyla inşa edilmiş o kibirli
firavun piramitleri bile, sonunda çölün fırtınasıyla kumuyla aşınıp giderler
ve sonsuzluğun birer taslağından başka birşey olmadıklarını gösterirler. Bu
yıkıcı güçler karşısında sapasağlam ayakta kalan, ağırlığı olmayan geometrik
şekildir yalnızca, o firavun piramitlerine matematik iskeletini veren de odur.
Calabria’nın berrak gökyüzü altında. sanatların en gayri maddi olanının
armonilerini dinleyen Kroton'lu Pytagoras üçgenlerin, beşgenlerin ve
çokgenlerin ebedi evrenini sezen ilk insan oldu.
Bundan birkaç yüzyıl sonra da
kötü kalpli bir dahi, bedeninin geçici oluşundan derin (ve belki de dramatik)
bir ıstırap duyan bir adam, kendi payına bu kusursuz evreni düşler, ve
öğrencilerine, bu evrene geometri yoluyla ulaşmaları için baskı uygular. Onun
en ünlü öğrencisi de, ölümlülerin bu 'topos uranos ’a varma yolunu bir
eğretilemeyle açıklamayı dener: Bir başka zaman diliminde, kanatlı iki at, ruhu
Mükemmel Biçimler Ülkesi'ne götüren bir arabayı çekmekteydi tanrıların
eşliğinde; ne var ki ruh, bu görkemli parlaklığı farketmeye başladığı anda, ve
belki de bu yüzden, atların denetimini yitirdi ve kendini yerde buldu; o gün
bugündür, zamana boyun eğmiş evrenin çalkantılarıyla oradan oraya itilip
kakılan bu biçimlerin kaba saba maddeleşmelerinden başka birşey görmemeye
mahkumdur. Buna karşılık, tanrılarla yoldaşlığından da birşeyler kalmıştır ona:
Zekâ ve zekânın en mükemmel başarısı olan geometri kasırgaların öfkesinin,
birbirini seven ve yok eden varlıkların, gururla yükselip rezilce yıkılan
imparatorlukların ötesinde sonsuz ve yıkılmaz bir evrenin var olduğunu olanca
sessizliğiyle gösterir ona.
Bundan bin yıl sonra da bir başka
dahi (ki, tıpkı öbür insanlar gibi, ama dâhîlere özgü bir şiddetle, aşkın ve
dostluğun geçici mutluluklarını tadıp zamanın kaçınılmaz mutsuzluğunun
acısını çekmişti), gene matematiğin yardımıyla, yalnızca gücü değil,
sonsuzluğu da aradı; ve matematiğin yeterli olmadığı noktada, üzerinde zamanın
geçmediği sanata başvurdu. Melankoli anlarında şöyle konuşacaktı bu adam: “ O,
tempo consunıatore delle cose; o, invidiosa antichita, per la quale tut te le
cose sono c onsuma t o dai dur i den t i de ıl a vecchiezza, poco apoco, con lenta morte!”
Kayalıklar Bakiresi
Bu narin imgelerin altına nasıl
olur da geometri'nin ebedi şekillerini yerleştirmezdi? Kayalıklar Bakiresine
bir göz atalım: Buğulu maviliği ve yeşilliği içinde, dünyanın
korkunçluklarından usulca uzaklaşmış bu gizli dolomit mağarada giysilerin
zarafeti ve davranışların dilsiz inceliği altında sade, süssüz üçgenleri,
ebediyetin iskeletini bulup çıkarırız.
To the Lighthouse başlıklı
romanda bir kadın ressam “herşeyin hafif ve en ufak bir esintide sallanmaya
hazır görünmesini, ama altta demirden bir yapı bulunmasını” ister.
Virginia Woolf'un uyguladığı
estetiktir bu; ve Leonardo’nunkinin aynıdır.
Olağanlıkların bu reddiyesi ile,
notlarında gönderme yaptığı bu necessita: Meleğin uzattığı gizemli işaret
parmağı, gereksiz ya da sadece süs için oraya konmuş bir öğe değildir;
tablonun öğrencileri ya da taklitçileri tarafından yapılmış olan ve- National
Gallery’de bulunan kopyasında bu jest kaldırılmıştır ve tablo da bu yüzden
garip bir şekilde niteliğinden birşeyler yitirmektedir.
Bilime saygı duyan, Platon'cu
fikirler üzerine yapılan büyük tartışmaların içinde yaşayan Leonardo, aslında
üçgenler, daireler ve beşgenler üzerinde resim yapıyordu; yalnızca şu vardı: Onun
meleklerinin ve madonnalarının titreşen teni bu matematik katılıktan usulca
ama tartışma götürmez biçimde sıyrılıveriyordu; tıpkı, morgda geçirdiği uzun
gecelerden sonra yürekleri ve sesleri taklit etmek üzere yaptığı o hantal
âletlerden sıyrıldığı gibi.
Hayatla ölümün gizemini saran
örtüyü kaldırmak için boşuna teşrihler yapan, bu gizemi robotlarında yeniden
yaratmak için beceriksizce uğraş veren Leonardo, bu gizeme resimde ulaşacaktı.
Bilimi niteleyen nesnellik arzusu
ile sanatta kendini gösteren o kaçınılmaz öznellik arasındaki mücadele
Leonardo’da dramatik bir biçimde ortaya çıkar. Muğlak simaların barındığı şu
sessiz mağaralar, Leonardo’nun dolaylı birer portresi değillerse, nedirler
peki?
Benedetto Croce, belki de
sofuluğuna sinir olduğundan, Leonardo’ya herhangi bir felsefi değer vermeyi
reddeder: Filozof derken bir düşünce sistemi geliştirmiş birini kastediyorsak,
Croce bunda haklıdır da. Ama hem bilim adamının zihinsel, hem de sanatçının
duyumsal sezgisi aracılığıyla Mutlak olanın peşinde koşmaktan söz ediliyorsa, o
zaman Leonardo’yu, Alman romantizminin akılcılıkla akıldışını uzlaştırmak
üzere yarattığı arketip’in bir öncüsü olarak görmek pek de yersiz olmaz.
Paul Valery (Leonardo için) "c'est le pouvoir
quiimporte" diyor. Valery’ye göre Leonardo herşeyden önce modern teknolojinin vanalarını açan
bir mühendis. Ama bu “herşeyden önce” bana çok doğru gibi gelmiyor; çünkü bu
Floransalı sadece fiziğin doğrularını araştırmakla kalmamış, zihinsel ve
duyumsal yetilerinin tümüyle o 'Mutlak’ın ardına düşmüştü; gerçek şu ki,
mitosların ve düşlerin kilidini açma konusunda kıyaslamalar ve teoremler
adamakıllı yetersiz kalıyor. Bu iki başlı yaratıklar, kelimenin dar anlamındaki
filozoflardan- ki Croce o ağır yargısını verdiğinde sadece bunları tutuyordu
göz önünde- işte bu noktada ayrılırlar. Leonardo’yu Hegel’le karşılaştırmak elbette
saçma olurdu; ama Leonardo’da Alman romantizminin önerdiği o Kraft- menseh ’i
de, Nietzsche’nin ortaya koyduğu üstinsan’ın habercisini de görebiliriz.
Bütün insanlar gibi ölümlülüğe mahkum olan Leonardo’da neredeyse yürek daralmasına
varan bir sonsuzluk özlemi vardır. Peki bu. Alman şairleriyle düşünürlerinin
Sehnsucht ’u değil midir? Leonardo gibi eksiksiz sanatçıları yaratan da
son’dan Sonsuzluğa bu sıçrayış değil midir zaten? Schelling sanat
biçimlerinin, nesnelerin bizatihi kendi biçimleri olduğunu haykırırken
abartıyor muydu?
Öte yandan gerçeğe yalnızca
filozofların saf düşüncesiyle varılabileceğini varsaymak, Batı dünyasına iki
bin yıldır egemen olan bu akılcı (rasyonalist) kültürün böbürlenmesinden başka
birşey değildir. Peki ama neden filozoflar da Laonardo gibi çok yönlü bireyler
değil? En büyük düşünürler de. Mutlak olana ulaşmaya çabaladıklarında mitoslara
başvurmak zorunda kalmamışlar mıdır?
İnsanoğlu, çağdaş zihniyeti
doğuran bu zavallı bölünmüş, parçalanmış varlık olmazdan önce, bütünsel bir
varlık iken, şiir ile düşünce ruhun yegâne tezahürünü oluşturmaktaydı. Jaspers'ın
da belirtiği gibi, dinsel törenlerde söylenen sözlerin büyüsünden insan
yazgısının anlatımına, tanrılara yapılan yakarışlardan dualara kadar,
insanoğlunun her türlü ifade biçimine mührünü vuran, şiirdir. Başlangıçtaki
felsefe, kozmos’un bu ilk araştırılması da, şiirsel faaliyetin güzel ve derin
bir ifadesinden başka birşey değildir.
XVIII. yüzyılda Napolili Giambattista Vico, şiirle mitosu
birleştiren akrabalık bağını keşfetti; sanat eserlerinin, kendilerine özgü
muammalı bir biçimde de olsa, insanlık durumunun nihaî gerçeklerini ortaya
koyan birer mitoloji olduğu tartışma götürmez. Kafka’nın o devâsâ simgeler
dünyasıyla tam olarak ne anlatmak istediğini “bilmiyoruz” (kendisi de bilmiyordu
zaten), ama bizi allak bullak ediyorsa eğer, bu, derinlemesine gerçek ve
açıklayıcı birşey sayesinde olmaktadır; işte bu “birşey” de, Pascal’in “raisons
du coeur ’ ünden başka hiçbir muhakeme tarzına indirgenemeyen, sanatın
gizemidir. Pascal: On bir yaşından itibaren büyük uzmanları şaşkınlığa düşüren
matematik dehası; böyle kesin bir nitelemeyi basit bir kızgınlık sonucu
geliştirmesi sözkonusu olamazdı.
Leonardo yalnızca derinlemesine
değil, aynı zamanda enlemesine de Sonsuzluğun peşinde koşuyordu; belki de en
büyük yanlışı da bu oldu; çünkü fazlaca engin bir girişimdi bu. Düşüncelerini
döktüğü beş bin sayfa boyunca bu yanlış doğrulanır. Leonardo bu sayfalarda
adetâ nevrotik bir telaşla ejderhalardan uçaklara aorta’lardan Kilise
törenlerine, ermişlerden savaş arabalarına koşturur durur. Üstelik, mükemmellik
arzusu ona her noktada hükmeder: "voler cercare sempre eccelenza sopra
eccelenze e perfe- zione, sopra perfezione," der :Vasari. Ve,
beklenebileceği gibi, kıskançlık ya da düpedüz aptallık yüzünden. Sonsuza
yaptığı çağrının belirtileri onda ölümcül bir kusur olarak yorumlanır: Lorenzo
di Medici onun Floransa’yı terketmesine ses çıkarmadığı gibi, Ludovico için
bir tavsiye mektubunu güçbela verir ona. Ludovico da onun gerçekliği muazzam
ölçüde engin bir alana yayabilecek tasarılarını, gerçekçi insanların klasik
alaycılığıyla dinler; Papa X. Leo, özellikle kardeşi Giuliano’yu hoşnut etmek
için bir tablo ısmarlar ona, ama Leonardo’nun yeni bir cila yapmak amacıyla
bitkileri incelemeye koyulduğunu duyunca omuz silker ve “ Costui non e per
famulla,” der, “ costui norf-e per far nulla si non l’infinito,” diyecek
yerde. Haydi, haksızlık etmeyelim; Bir miktar hakkı da yok değildi hani, çünkü
sonsuzluğu yapabilmek için, en azından ebediyet gerekliydi Leonardo’ya.
Roma’da neredeyse bir münzevi
hayatı yaşayan Leonardo botanik konusundaki araştırmalarını sürdürür, yaprak
dizilimi [phylloiaxie] günedoğrulum yasalarını bulur, özsuyun kılcal damarlarla
yükselmesi olayını açıklar, Papalık devletlerinin sınır haritalarını çizer,
bölgedeki bataklıkları kurutma planlarını yapar, paralelkenar yasasını bulur,
para basmak için ilk mekanik aygıtı icat eder, cisimlerin düşüşünü inceler,
denge çarkını [gyroseope] tasarlar, kuşların anatomisi ve uçuş fizyolojisi
üzerinde araştırmalar yapar, rüzgârların gücünü hesaplar, yoğunluk problemleri
üzerine eğilir, ve ses üzerine yazmakta olduğu el kitabını ilerletir.
Yaşlandığını hissetmeye
başlamıştır; ölüm düşüncesi zihnini sürekli meşgul eder; not defterine karınca
duası gibi harflerle şöyle yazar: “imkansızı istememeli.”
Derken, I. François, bu amacın
peşinde koşmayı sürdürsün diye onu ülkesine çağırır: Leonardo da âletlerini,
taslaklarını, maketlerini, robotlarını, elyazmalarını ve boyalarını toplar,
Fransa’ya gider. Burada, ömrünün geri kalan her dakikasını değerlendirebilmek
için büyük bir coşkuyla sürdürür araştırmalarını; ama yapacak çok fazla şeyi
vardır, zamansa baş döndürücü bir hızla akıp gitmektedir ve Leonardo da korkunç
yavaş çalıştığı duygusuna kapılır. Son Yemek tablosunu yapmak için on yıl
harcadığı halde İsa’nın yüzünü tamamlamayı başaramaz-belki de buna yalnız tanrı
muktedirdir de ondan. Leonardo her bakımdan huzursuzdur artık; sorunlar bir
labirent gibi sarar onu, surlardan fiziğe, fizikten anatomiye geçer durur;
dahası, o yorgun ve yaşlı haliyle saray için gösteriler düzenlemek zorundadır;
bunları gizli ama acılı bir istihzayla yürütür: Ona bunun için para ödenmektedir.
Neden sonra, Cloux’daki evine döner ve kendini yeniden çalışmaya verir. Mona
Lisa’sını ve Ermiş Voftizci Yahya ’sını da beraberinde getirmiştir; bunları
rötuşlamak isteğindedir, çünkü yüzleri yıllar yılı düşlediği ifadelere tam
tekabül etmemektedir bir türlü. Sağ eli öylece aşağıya sarkmıştır, hareketsiz;
artık sol eliyle çalışmak zorundadır. Umutsuzlukla dolu kapkara geceler boyunca,
darmadağın olmuş eserlerini,-Sforza’nın atı gibi- talihsiz çalışmalarını,
gitgide harabolan Son Yemek tablosunu ve son şeklini almayı bekleyen o
muazzam elyazmaları yığınını- anatomi, hidrolik, optik, resim, mimarî elkitapları,
uçuş ve tahkimat üzerine etüdler- düşünür durur.
Tümü de tamamlanmamış olarak kalacaktır.
Karakalemiyle çizdiği kendi
portresine bir göz atalım şimdi: O güçlü alnın altında, ulaşılmaz bir zekânın
derinliklerinden gelen iki delici göz Evreni inceden inceye tarar; buruk bir
ağız, bastırılmış bir tiksintiyle canlı bir melankoliyi açığa vurur.
Ser Piero'nun elinden tutup
Verrocchio’nun atölyesine götürdüğü bu ışıl ışıl ve narin delikanlıdan o kadar
uzaktayız ki artık! Bu otoportrede zamanın ve bahtsızlıkların izi seçiliyor!
Andrea del Verrocchio’nun genç Dâvud’u için kullandığı yüz çizgileriyle bu yüz
arasında, düş kırıklığının ve acıların açtığı ne büyük bir uçurum var şimdi!
Bu yaşlı yüzde inançla düş kırıklığı, aşkla nefret, yaşanmış ya da önceden
sezilmiş ölümler, onu hüzünlendiren ya da yılgınlığa sürükleyen güz mevsimleri,
düşlerinde onu ziyarete gelen hayaletler (yavaş yavaş fakat amansızca) bırakmışlar
izlerini. Çekilen acılardan ağlayan, uyumak için olduğu kadar utanç duygusuyla
ya da kurnazlıkla kapanan bu gözlerde, inatçılıkla olduğu kadar zalimlikle de
büzülen bu dudaklarda, kaygıyla ya da şaşkınlıkla çatılan, sorgularken ya da
kuşkuya düşünce de hemen düzeliveren o kaşlarda çizilmiş ruhun değişken
coğrafyası; yüzün o narin ve işlenebilir maddesine hakkedilmiş. Ve ruh,
kendine özgü yazgı uyarınca (ete kemiğe bürünmeden var olamayacağı için) işte
bu tende böylece ortaya koyar kendini; aynı zamanda hem kendi hapishanesi hem
de yegâne var olma imkanı olan bu tende...
Evet, burada elimizde kalan,
Leonardo’nun ruhunun Evreni gözlemlediği (ve acı çekerek duyumsadığı) yüzdür
işte. Tıpkı, demir parmaklıkların ardındaki idam mahkumu gibi.
Kralının Veliaht prens ve Lorenzo
onuruna düzenlediği debdebeli kutlama törenlerinin ardında Leonardo küçük evine
kapandı ve “Artık çalışmaya devam edeceğim”, diye yazdı. Ne var ki, 1519 yılının
çetin kışı ve kader, bu konuda başka bir karar almışlardı. Leonardo son saatinin
geldiğini anlayınca ruhu, Albani sıradağlarının bir kolu üzerinde kurulmuş
küçük bir köye uçup gitti. Orada, yazları birbaşına yapılmış siesta’lar
sırasında gölgesinde uyukladığı yaşlı zeytin ağacını, hem ürkerek hem de
kendinden geçerek keşfettiği mağarayı gördüğü kesin; derenin şırıltısını da
duymuş olmalı. Çünkü ölüme yaklaştığımız ölçüde, toprağa da yaklaşırız: Ama
genel anlamda toprağa değil de, çocukluğumuzun geçtiği, oyun oynayıp büyümüzü
kurduğumuz o (öylesine değerli, öylesine özlenen) gizli köşeye. Ve oracıkta
bir ağacı, bir dostun yüzünü, yanıbaşımızda koşuşturmuş bir köpeği, mahmur
yazın içinde tozlu, gizli bir patikayı, cırcır böceklerinin uğultusunu, o küçük
dereyi, böyle şeyleri hatırlarız işte. Hiç de büyük olmayan, hatta adamakıllı
mütevazi şeylerdir, böyle anlarda hüzünlü bir ihtişama bürünen.
Leonardo, dostu messer Francesko
di Melzi'yi çağırıp elyazmalarını ona teslim eder, son isteklerini bildirir ve
bu acımasız dünyada kendi payına düşen haksızlıklarla acıları unuttuğunu
belirtir.
2 Mayıs 1519 günü, ruhunu en yüce
ve gerçek Yaradan olarak hayranlık beslediği Tanrı’ya havale ederek yurdundan
uzakta ölür.
Kemikleri, daha önceden ve her
zaman olduğu gibi, yeryüzünün o bölgesini tıpkı öteki bölgeleri gibi tarumar
eden savaşlar esnasında kayboldu. Romantik dönemden bir Fransız şairi, Arşene
Housaye, onları barındırmaya elverişli yerlerin hepsinde aradı ondan arta
kalanları. Sonunda, boylu boslu bir bedene, güçlü bir kafaya sahip olmuş bir
insanı belirleyen kemikler seçti. Bunları Saint-Blaise kilisesine gömüp mezarın
üstüne de küçük bir taş dikti. Nietzsche'nin, iyi’nin ve kötü’nün engin
ülkesini görmüş bir adamın sessizliğine sahip olduğunu söylediği bu adamdan
arta kalanlar belki de orada gömülü şimdi. Birkaç kemik ya da birkaç kemiğin
tozu: Sayısız yönü bulunan bu dahinin bedeninden arta kalan bunlar işte.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder