Kant'ın Kritik der reinen
Vermıft'unun yayınlandığı yıl olan 1781'de Londra'ya yerleşmiş İsviçreli ressam
Johann Heinrich Füssli, ismini duyurmasını sağlayacak olan Kâbus tablosunu çiziyordu, bir yıl sonra da Royal Academy'de
sergileyecekti. O günlerde Horace Walpole "şok edici" bulduysa da
tablo gene de büyük bir başarı kazandı, çeşit çeşit kopyalarının, gravürlerinin
bir anda bütün Avrupa'yı sarmış olması da bunun kanıtıdır. Son derece kişisel
bir çalışma olan tablo, ileride göreceğimiz gibi aslında o çağın insanının akıl
dışı olana, rüyaya, özellikle kâbuslara olan büyük ilgisine cevap veriyor;
çağın özünü ortaya koyan rüyanın biri bilimsel, biri şiirsel iki yorumunu sıkı
sıkıya birbirine bağlıyordu. 18. yüzyılın aydınlanmış bilimi, rüyalara gece
cinlerinin sebep olduğuna dair halk inançlarını da, meleklerin ya da
şeytanların insanları ziyaretinden kaynaklandığı yolundaki Hıristiyan yorumunu
da reddederek, konuya genellikle kültürlü elitten kabul gören duru bir açıklama
getirdi. Rüyalar, en başta da kâbuslar, fizyolojik olarak uyuyan bedenin
pozisyonundan kaynaklanıyordu, özellikle sırtüstü yatıldığında kan dolaşımında
bozukluklar oluyor, bu da insana darlık hissi veriyordu - aybaşı döneminde
kadınlarda sık görülen bir durumdu bu. Doktorlar artık akılcı olduğu kadar da
rahatlatıcı bir sonuca varabilirlerdi: "Korkunç rüyalar",
pozisyonunu değiştirsin, tehlikeleri başından atsın diye uyumakta olan kadını
ya da erkeği uyandıran "uyarıcılar" olarak kabul edilebilirdi.
Kant'ın 1798'de, Anthropologie in pragrnatischer'de benimsediği açıklama buydu,
çok büyük ihtimalle Füssli'nin Kabus'unun
arka planında da aynı fikir vardı; Füssli kâbusun nesnel gerçekliğinden çok,
uyuyan kadında uyandırdığı hissi tasvir etmeye çalışmıştı.
Fakat "korkunç
rüyaların" karanlık haşmeti direniyor, daha doğrusu farklı bir noktaya
kayıyordu; madem, düşte görülen yaratıklar uyuyanı ziyarete gelen, dışarıdan
varlıklar olmaktan çıkmıştı ve gerçek bir tecrübenin ürünü değillerdi, rüyadaki
imgeleri ve düşünceleri doğuran şey neydi? Bunlar bedenin kendi faaliyetinden
kaynaklanıyorsa, beden hayal üretme işlevine sahip demekti, yani psişik
faaliyetin büyüleyici bir parçasıydı. Füssli'yle aynı çağda yaşayan Georg
Christoph Lichtenberg, hiç çekinmeden rüyaların "insana ayna
tuttuğunu" belirtiyor ve pek de gizlemeye gerek görmeden Lavater'i ima
ederek ekliyordu: "İnsanlar rüyalarını gerçekten anlatsalar, rüyalar,
yüzlerinden çok daha iyi yansıtırdı karakterlerini." Füssli,
Lavater'in arkadaşıydı ve büyük olasılıkla Lichtenberg'in pre-romantik
görüşünden çok, rüyalar hakkındaki tıbbi ve fizyolojik yoruma yakındı. Fakat
tablosu sadece tıbbi bir kuramı resmetmekle kalmıyordu. Bir dişi şeytan figürü
kullanması ve bunu işleyiş tarzı, resim sanatının kendine has görsel gerçekliğini
kullanarak canavarın fiili olarak varolduğunu, bize baktığını hissetmemize
neden olacak bir gerçeklik etkisi yaratmaya çalıştığına işaret eder - tablonun
başarısı tabii bu hesaplanmış, bir o kadar da kaygı verici muğlaklıktan ileri
geliyordu. En önemlisi; tablo, Aklın gündüze ait yargılarının silindiği daha
derin, mahrem bir alanda iş görüyordu. Füssli, Kâbus'un arka yüzüne, genç bir kadının portresini çizmişti, büyük
bir olasılıkla 1779'da umutsuzca, deliler gibi âşık olduğu Lavater'in yeğeni Anna
Landolt'tur bu kadın. İki yüzlü bir tablo olan Kâbus, karmaşık bir yoğunluğun ürünüdür: Bilimsel argüman, kişinin
içindekini dışa vurmasına vesile ve ayna olmuştur, ve bu dışa vurum her haliyle
ulaşılmaz arzu nesnesine büyü yapmaya benzemektedir.
Her ne olursa olsun, Kâbus'un Avrupa çapındaki başarısı,
tarihsel kapsamının, ressamın libidinal dürtülerinin çok ötesine geçtiğini
kanıtlıyor. Tablo, Goya'nın meşhur Kapris'iyle (o da "aydınlanmış bir
sanatçıdır"), Akıl Uyuduğunda
Canavarlar Doğar’la (1796-1798) uyum içinde, Aydınlanma Çağı'nın
akılcılığının karanlık yönünü nasıl da koruduğunu gösterir; ve en önemlisi
bedenin bilimsel açıdan tasvirinin direnişlerle karşılaştıkça, hayal dünyasının
huzursuzluğunun su yüzüne çıktığı yeni resimlere zemin hazırladığını ortaya
koyar.
Freud yazılarında Füssli'nin
tablosunu hiç anmasa da, neye işaret ettiğini herhalde sezmişti. 1926'da bir
misafirinin fark ettiği gibi, Aydınlanma Çağı'nda teşekkül ettiğini gördüğümüz
kutuplaşmayı açığa vuran iki gravürün bir duvara birlikte asılmış olması bir
tesadüf değildir: Psikanalizin babası, Bergasse 19 numaradaki evinde Rembrandt'ın Anatomi Dersi’yle Füssli'nin
Kabus'unu yan yana koymuştu. Yüzyılı aşkın bir süredir modern bedenin
"sırrını" ya da "gizemini" temeline yerleştirmekte olan iki
yönlü yaklaşımı görsel olarak özetlemek ve göğüslemek için bundan daha iyi bir
seçim yapamazdı.
Aklın Amblemleri
Aklın Amblemleri
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder