ROBERT M. SATOSİCY
Elli Yıl Sonra
Hâlâ Hüzünlü Olacak mıyız?
Yeni yüzyılın ilk turuna girdiğimiz şu sıralarda karşı konulmaz
iki eğilim var. Birincisi döküm yapmak, yani bir anlamda geçen yüzyılın en
önemli olayına ya da başarısına zafer tacı vermek; İkincisi ise ileriye
bakmak. Benim uğraş alanımda olan biri için, görev yirminci yüzyılın hastalığını
seçmek ve önümüzdeki yüzyılda izleyeceği yörüngeyi saptamak.
Adaylar üzerinde düşünürken,
1900’den bu yana alt edilmiş olan hastalıklara odaklanabilir insan. Bu
alandaki mantıklı seçim çiçek hastalığıdır, çünkü ortadan kaldırılması tıbbın
büyük zaferlerinden biridir; ama duygusal tercih çocuk felci olacaktır
-dünyanın gelişmekte olan birçok kesiminde hâlâ kol gezmesinin rahatsız edici
bir gerçek olmasına karşın. Batı dünyasında bile birçok kişi çocuk felcinin
bir musibet olmaya devam ettiği geçen yüzyılın ilk yarısındaki “çelik ciğer”
dehşetini hâlâ hatırlar. Bundan sağ kurtulmuş, ellili ya da daha yüksek
yaşlardaki birçok kişi bu hastalığın son yankısı olan çocuk felci sonrası
sendromu yüzünden yatağa bağlanmış durumda. Bu sendromda çocuk felcinin zayıflattığı,
ama yok etmediği sinir-kas sistemlerinin aradan geçen yıllarda yaşlanması kas
zayıflığına ve dumuruna yol açar. Dahası, konunun Sabin/Saik aşıları
çekişmesinden dolayı insanların ilgisini çeken bir açısı var. Yoksa, yapılacak
seçim tarihteki seyriyle aşağı yukarı aynı hızda ilerleyen, yani modern
bilimce alt edilememesi açısından haber değeri taşıyan bir hastalığı mı esas
almalı? Bu durumda, sıtma yarışmaya uygun bir aday sayılır. Bir de geçen
yüzyılda nam salarak öne çıkmış hastalıklar var —kanser, kalp hastalığı,
yetişkin tipi diyabet ve Alzheimer hastalığının yanısıra, besbelli ki AIDS.
Fakat ödül insanı yıkıma uğratan,
şaşırtıcı biçimde modern tıbba dirençli kalan ve salgına dönüşmüş olan bir hastalığa
verilecekse, benim adayım majör
depresyon olacak. Bu terimle başımızdaki dert her neyse, dünyanın sonu olmadığını
kavrayana kadar bizi günlerce bedbaht durumda bırakan bir kötüleşmeyi
kastetmiyorum. Majör depresyon, pençesine kapılanları aylarca, yıllarca aciz
bırakır; bu kişiler bir keder kuyusuna batar, iş hayatında, aşkta, sosyal ilişkilerde,
uyku ve yemek düzeninde güçlükler çeker. Hayatı sürdürme gücünü bile
bulamayabilir; majör depresyon geçiren insanların yaklaşık yarısı Ömürlerinin
bir aşamasında intihar girişiminde bulunur. Depresyon klasikleşmiş modern
psikiyatrik hastalıktır: Genetik, sinirsel-kimyasal ve hormonsal yönler taşıyan
ve zihinsel “rahatsızlığa” yol açan bir biyolojik bozukluktur; çaresizlik
duyguları üreten bir ortama son derece duyarlı bir bozukluktur.
Majör depresyon içler acısı
düzeyde yaygındır; gelişmiş dünyada insanların yaklaşık yüzde 15'ine
ömürlerinin şu ya da bu aşamasında acı çektiriyor. Üstelik, gittikçe daha yaygın
hale geliyor: Batılı ülkelerde depresyon oranları son elli yılda muntazaman
yükselmiştir. Günümüzde depresyonlu insanların geçmişe oranla tıbbi yardım
istemeye daha yatkın olması ve sağlık görevlilerinin 1950’lerdeki doktorlara
oranla daha rahatlıkla depresyon teşhisi koyması nedeniyle, bazıları bu
bulguyu muhtemelen düzmece sayarak sorgulayabilir; ama söz konusu incelemeler
psikiyatride şimdiye kadar yapılmış ve böyle karışıklıkları hesaba katmak
anacıyla dikkatlice kontrol edilmiş en titiz epidemiyolojik incelemeler
arasındadır. Depresyon oranı gerçekten de sürekli artmaktadır.
Peki, majör depresyonun
önümüzdeki elli yılda izleyeceği seyir konusundaki görüşüm ne? Ne yazık ki, bu
tıbbi afetin yok olmaya doğru gitmediğini ve pekala daha yaygın hale
gelebileceğini sanıyorum.
Niçin bu sonuca varıyorum?
Öncelikle, stres ile depresyon arasındaki bağlantıları ve ayrıca hayatımızı
daha stresli hale getiren belirli durumları anlamak can alıcı bir konu. Bizi
(ve bedenimizi) bir dışsal güçlüğü katlanılmaz ölçüde stresli saymaya yatkın
kılan koşullar var: Bunu denetim altına alma duyusundan yoksun olmak. Ne zaman
ortaya çıktığım ve ne kadar kötüye gideceğini kestirmeyi sağlayacak bilgilerden
yoksun olmak. Güçlüğün bir sonucu olarak ortaya çıkan asabiyetler için çıkış
noktaları da dahil olmak üzere sosyal destekten yoksun olmak. Psikolog Martin
Seligman ve Pennsylvania Üniversitesinden meslektaşları 1970’lerde son derece
yararlı bir depresyon modeli geliştirmişlerdir. “Öğrenilen çaresizlik” adlı bu
model, yukarıda sayılan değişkenlere dayanıyor. Bir psikolojik stres etkeniyle
karşılaştığımızda, çoğumuz bunu gerekli bağlama oturtabilir, bir çember içine
alabilir ve dünyanın bundan ibaret olmadığını kavrayabiliriz. Yani, stres
etkeniyle başa çıkarız. Depresyon böyle bir çembere almada yetersiz kalmak,
yaşanan durumu genelleştirmek ve şöyle bir çarpık sonuca varmaktır: “Bu gelişme
sırf denetim altına alamadığım berbat bir şey değil. Herşey berbat ve hayatımda
şimdiye kadar denetim altına alabildiğim hiçbir şey yok.” Bu ıstırabı çeken
kişi çaresiz olmayı öğrenmiştir. Her ne kadar yeterli ağırlıkta bir stres neredeyse
herkesi böyle bir sonuca iterse de, depresyon bakımından biyolojik olarak
riskli bireylerin daha düşük bir eşiği vardır. Belirli bir biyolojik düzeyde,
majör depresyon bir stres etkeninden sonra yeniden dengeyi sağlayamamak ve
bunun yerine zamanla içe işleyerek başlı başına bir varlık kazanan bir
çaresizlik duygusuna yenik düşmektir.
Neden gittikçe artan bir oranda
depresyona kapılıyoruz? Neden bu oranın yükselmeye devam edeceğini düşünüyorum?
Umutlar boşa çıkmazsa, bu salgına karşı tampon işlevini görmesi gereken epeyce
şey var. Sözgelimi, elli yıl sonrasının bir genç kızı, geçmişteki kadınlara
oranla, yetişkinlik çağında bir sinir cerrahı, bir genel müdür, bir futbol yıldızı
vs. olarak meslek seçimini denetleme şansını daha fazla elde edecek.
Kurumlaşmış ayrımcılık, Yahudi kotaları, “İrlandalıların Başvurmasına Gerek
Yok” tabelaları tarihe karışacak. Geleneksel olarak dışlanmış insanların
birçoğu, çaresizliğe itici ağır terbiyeye bir bakıma daha az maruz kalacak. Ve
de bazı bakımlardan, gezegenimiz aslında daha az acımasız olacak: İyimser bir
yaklaşımla en azından kendini idare etmeye yakın koşullarda yaşayan insanların
yüzdesinin artacağı tahmin edilebilir. Dünya genelinde kölelik, dul kadınları
yakma ve tecavüz oranlarında pekala düşüşler olabilir -bu belki de insan
soyundan çok fazla şey ummak olsa bile.
Dahası, bilim bu hastalıkla
mücadelede gittikçe ustalıklı yollar buluyor. Depresyonda muhtemelen işlemez
hale gelen bazı sinir ileticilerini, yani beyindeki kimyasal ulakları öğrenmiş
durumdayız. En dikkat çekici örnek, depresyonla ilgisi olabilecek duygusal
düzenlemedeki rolleri de kapsamak üzere geniş çapta işlevleri bulunan
serotonindir. Halihazırda en geçerli tahmin depresyonun ya serotoninin bir
ulak olarak gereğinden az kullanılmasıyla ya da hedef nöronların serotonin
iletisine gereğinden az duyarlılık göstermesiyle ilgili olduğudur. Bunu
destekler nitelikteki en güçlü kanıt, nöronlar arasında sinyal iletimi için
kullanılabilecek serotonin miktarını oldukça seçici bir şekilde arttıran meşhur
antidepresan Prozac’ın etkinliğidir. Piyasaya çıkmak üzere olan sonraki kuşak
Prozac daha çabuk ve daha güçlü etki gösterecek; erkek hastalarda ara sıra
cinsel işlev bozukluğu ve hafızada veya yoğunlaşmada sorunlar gibi, öncelinin
sebep olduğu yan etkileri daha az yaratacak. Stresin, çaresizlik duygusunun ve
böyle durumlarda salgılanan hormonlardan bazılarının depresyona bağlı bazı
sinirsel-kimyasal değişimlere nasıl yol açabileceği hakkında da bazı şeyler
öğrenmiş bulunuyoruz. Bunun bir sonucu olarak, depresyonu hormon düzeyinde
tedavi edecek yeni terapiler yönünde öncü çalışmalar yürütülüyor.
Depresyona ilişkin diğer bölük
pörçük bilgilerimiz de yerli yerine oturuyor. Uzun süreli depresif hastalardan
birçoğunun beyninde anormal ölçüde küçükmüş gibi görünen alanlar vardır
-özellikle belli bellek tiplerinin oluşumunda kilit bir rol oynayan hipokampus.
Uzun süreli ve ağır depresyon öyküsü olan kişilerde böyle bir hipokampus dumuruyla
bağlantılı bellek noksanlıkları görülür. Depresyona açık olmaya yol açan
genetik katkılar -örneğin, beyindeki serotonin kaçağının ya da stres-hormon
sentezinin işleyişinde genetik farklılıklar -hakkında bazı şeyler öğreniyoruz.
Böyle bulguların yeni terapi
ufukları açması kaçınılmazdır ve bu yönde ipuçları daha şimdiden ortaya
çıkıyor. Belki de en heyecan verici ilerleme, bizi birey kılan biyolojiyi daha
iyi anlamada yaşanacak. Bu bilgiler depresyonun bireysel tetikleyicileri
konusunda daha kapsamlı bir anlayışı getirecek.
Sağladığımız bilimsel ilerlemeler
ve çaresizlik duygumuzu azaltan faktörler göz önünde tutulduğunda, daha hüzünlü
hale geleceğimizi neden varsayıyorum? Bunun sebebi esas olarak mevcut
uygarlığımızda depresyon yaratıcı epeyce şeyin hâlâ bulunmasının bende
uyandırdığı etki. Yöneldiğim sonuca dönük belli bir kızgın eleştiriyi şimdiden
tahmin edebiliyorum. “Günümüzde herşeyin ne kadar zorlu olduğundan yakınmaya
mı başlayacaksın? Peki, Barbara Tuchman’ın
Avrupa’sı için ne demeli? Veya Büyük Ekonomik Bunalım? İkinci Dünya Savaşı’nı
hiç duydun mu?”
Tuchman’ın uzak aynasındaki on
dördüncü yüzyıl yaşamını bildiğim kadarıyla, o dönemde herkesin depresyonlu
olması, ortaçağ Batı dünyasındaki insanların ruh halinin bizimkinden temelde
farklı olması bana gayet akla yakın görünüyor. Ama günümüzde son elli yılın
zorlayıcı özellikleri depresyon yaratmaya özellikle yatkındır -bunun sebebi büyük
ölçüde hayatın iç karartıcı özelliklerinin gittikçe artan bir sıklıkla sosyal
destek bağlamının dışında ortaya çıkmasıdır. Geleneksel avuntu kaynaklarımız
önümüzdeki yıllarda hiç kuşkusuz gittikçe dumura uğrayacak. “Aile” yapısı
düşmesi pek beklenmeyen boşanma oranıyla bağdaşmak zorunda kalacak; kararlı
toplulukların bağlantılılığı çok değer verdiğimiz hareketlilik ve anonimlik
özgürlükleriyle bağdaşmak zorunda kalacak. Ömrünü akrabalarla ve arkadaşlarla
çevrili olarak küçük bir kasabada geçiren kişilere kültürümüzde artık nadiren rastlanıyor.
Dahası, bu yöndeki beklentimize
rağmen ve belki de ondan dolayı, teknolojimizin yaşadığımız stresi azaltması
uzak bir ihtimal. Bize zaman tasarrufu kazandıran icatlar geliştirmeye devam
edeceğiz ve ardından alışılagelmiş biçimde, yapılacak işlere dair beklentimizi
yeniden ayarlayarak yukarıya çıkaracağız. Yeni maddi lüksler yaratacağız, ama
ardından kazanım anlayışımızın taban çizgisini yeniden belirleyeceğiz.
Zilyonlarca zımbırtımız ve boş zamanla dolu hayat tarzlarımız var; ama hangi kahvaltı
gevreğinin, plastik cerrahinin, yeni model arabanın ya da yeni model eşin bizi
sonunda mutlu kılacağına karar vermek için uğraşıp durduğumuzdan, çoğu kez bu
seçeneklerin içi boş.
Yaşadığımız stres etkenlerinin
birçoğu genelleşmiş çaresizlik duygusu için tam biçilmiş kaftan. Belki daha
uygar geleceğimizde acımasızlığa karşı daha fazla kısıtlamalar olsa bile, bu
kısıtlamaları çiğneyenler daha büyük bir teknolojik erişime sahip olacak. Silah
deposu ya da milis gücü yerine sopa kullanan şehir zorbaları türeyecek. Küresel
medya köyümüz beş yüze yakın mevcut kablolu kanallarından ne herzeler saçarsa
saçsın, ilgi alanı içindeki her dehşetin kabalığını boğucu bir keskinlikle
yakından yaşatacak: Komşu şehirde hareket halindeki arabadan açılan ateş, komşu
kıtada soykırım, ölmekte olan bir çocuğun ya da ölmekte olan bir ekosistemin
trajedisi.
Fakat depresyon oranlarının neden
artıyormuş gibi göründüğünü açıklama açısından, başlı başına kritik önem taşıyan
istatistiksel bir sebep var. Bizler geçen yüzyılın sonlarında etnik
toplulukların temizlenebileceğini, liselerin mezbahaya çevrilebileceğini ve
ABD başkanlarının aile yaşamlarının sefilce bozulabileceğini öğrendiğimiz
şeffaflıktan sonra toparlanmaya çalışırken, yanı başımızda çocuklarımız
oturuyor. İşte size hayati iki olgu: Depresyonun görülme sıklığındaki artış
belirgin olarak gençler ve genç yetişkinler arasında görülüyor; hayatın ilk
evrelerindeki başlıca stres etkenleri yetişkinlik döneminde depresyon riskini
kesinkes arttırıyor. Çocukluk kişinin dışsal koşulları üzerindeki denetim
gücünün erimini ve etkisini, ayrıca güvenilebilecek avuntu kaynaklarını
öğrendiği dönemdir. Çocuklarımıza gittikçe daha küçük yaşlarda zehirli bir
sırrı, yani dünyanın acı ve hüzünle dolu olduğunu ve bu konuda pek de yapılabilecek
bir şey bulunmadığını öğrenme fırsatını vermiş bulunuyoruz. Hiçbir çocuk bu
keşif karşısında kuşatıcı çemberler kurmaya bir yetişkin kadar alışkın olamaz.
Gösterilecek tepkilerden biri kayıtsız bir kazanım duygusu edinmek ve böylece
rahat yaşamayı en iyi intikam olarak görmektir; bu eğilim başlı başına bir
salgın halini almış bulunuyor. Kendi insani durumunu düşünmeyi empatiyle
birleştirenler arasında daha yaygın görülen diğer tepki, kederi öğrenme eşiğini
aşağıya çekmektir. Bu kederin tohumları daha şimdiden sonraki kuşağa ekilmiş
durumda.
Peki, kimya sayesinde daha iyi
yaşama çabasına, kendimizi olduğumuzdan daha iyi hissetmemizi ve acıdan kurtulmamızı
sağlayacak yeni haplar arayışına ne demeli? Halihazırda kullanılabilen antidepresanlar
genelde çok etkili değil. Birçok depresif hasta dayanılmaz yan etkiler
yüzünden ilaç almayı kesmek zorunda kalıyor. Diğer depresyon mağdurları bir
ölçüde rahatlık bulana kadar yıllarca farklı ilaçlarla deneyler yapıyor
mecburen. Ama zamanla yere serici bir yumruk vurulacağını, yani depresyona
defol diyerek bu bozukluğu arşivlere gönderecek bir ilaç atılımını niçin varsaymalıyım
ki? Böyle bir şeyin olmayacağı apaçık ve bilim uzmanları da bunu biliyor. Bu
makaleyi yazarken, “Depresyon mu? Çok kolay iş, yirmi yılda üstesinden
gelinir,” mealindeki sözlerini alıntı olarak verebileceğim bir ilaç şirketi
pazarlama müdürü bulmaya çalıştım. Ama hiçbiri bunu söylemedi. Hastalığı alt
etme konusunda iyimser olmaları için tutulmuş insanlar bile bu yönde bir vaatte
bulunmadı.
Hiç de şaşırtıcı bir durum değil.
Tıpta ilerleme çeşitli yollardan sağlanabilir -sivrisineklerden kurtulmak için
bataklıkları kurutmak, bir Afrika köyünde dünyanın son çiçek hastalığı
vakasının izini sürmek, bir hücrenin nasıl kanserli hale geldiğini ya da bazı
Makyavelist virüslerin kendilerini yok etmesi öngörülen bağışıklık sistemini
nasıl yok ettiklerini anlamak. Ancak depresyon bu tür yaklaşımlara boyun
eğdiren bir tıbbi sorundur; hayatın cilvelerine karşı asla bir aşı bulunamayacak.
Sonuç olarak, bu hastalığı araştıran bilimcilere, klinik uzmanlarına ve evrimci
psikologlara yöneltilmesi gereken soru neden birçoğumuzun depresyona yenik
düşeceği değil, çoğumuzun bundan kaçınmayı nasıl başaracağıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder