...Depresyon narsisist bir hastalıktır. Depresyona yol açan şey, aşırı abartılı, hastalıklı bir şekilde çarpıtılmış bir "kendini referans alma"dır. Narsisist-depresif özne kendinden bitap düşmüş, yıpranmıştır. Dünyasız kalmış, Başka tarafından terk edilmiştir. Eros ve depresyon birbirinin karşıtıdır. Eros özneyi kendinden çıkarıp Başka'ya yönlendirir. Depresyon ise onu kendine doğru fırlatır.
Lars von Trier’in Melancholia filmi kıyamet benzeri bir olayın, bir felaketin bildirilmesiyle başlar. Felaketin lafzi anlamı Unstern (Lat. Des-astrum) — kötü yıldızdır. Justine kız kardeşinin evinde gece gökyüzüne bakarken, daha sonra lanetli olduğu ortaya çıkan, kırmızı ışıklar saçan bir yıldız keşfeder. Melancholia, bütün uğursuzlukları harekete geçiren bir desastrum' dur. Bir yandan da iyileştirici, ıslah edici etkiye yol açan bir negatiftir. Melancholia bu bakımdan paradokslu bir addır çünkü gezegen, melankolinin özel bir türü olan depresyondan iyileşmeyi de beraberinde getirir. Justine’i narsisist bataklıktan çekip çıkaran atopik Başka olarak tezahür eder. Böylece ölüm getiren gezegenin etkisi altında serpilip gelişir Justine.
Eros depresyonu alt eder. Aşk ve depresyon arasındaki gerilimli ilişki başından itibaren Melancholia'nın film söylemine hâkimdir. Filmin müzikal çerçevesini oluşturan Tristan ve Isolde prelüdü aşkın gücünü çağırır. Depresyon kendini aşkın imkânsızlığı olarak sunar. Ya da, imkânsız aşk, depresyona yol açar. Justine’de erotik bir arzunun alevlenmesine yol açan atopik Başka da, Aynı’nın Cehennemine zorla giren “Melancholia” gezegenidir. Nehrin kenarındaki kayalıklardaki çıplak sahnede âşık insanın şehvetle parıldayan bedeni görülür. Justine ölüm getiren gezegenin mavi ışığı altında beklentiyle kıvranmaktadır. Bu sahne Justine’in aslında atopik gökcismiyle ölümcül bir çarpışmayı arzuladığı izlenimi uyandırır. Yaklaşmakta olan felaketi, âşığıyla mutlu bir birleşme gibi beklemektedir. Burada kaçınılmaz olarak Isolde’ nin Liebestod'u gelir akla. Yaklaşan ölüm karşısında Isolde de şevhetle “dünyanın soluğunu üfleyen evrene” vermiştir kendini. Filmin tek erotik sahnesinde tekrar Tristan ve Isolde prelüdünün çalması tesadüf değildir. Bu prelüdde Eros ile ölüm, kıyamet ile selamet büyülü bir şekilde yan yana gelir. Yaklaşan ölüm, paradokslu bir şekilde Justine’i canlandırır. Onu Başka’ya açar. Narsisistik esaretinden kurtulan Justine şefkatle Claire’e ve oğluna yönelir. Filmin gerçek büyüsü Justine’in bir depresiften seven bir insana mucizevi dönüşümüdür. Böylece Başka’nın atopisi Eros’un ütopyası olarak çıkar ortaya. Lars von Trier filmin söylemini yönlendirmek ve özgül bir semantikle beslemek için maksatlı olarak ünlü klasik tablolara başvurmaktadır. Filmin sürrealist jeneriğinde, izleyiciyi derin bir kış melankolisine sokan Pieter Bruegel’in Karda Avcılar tablosunu gösterir. Tablonun arka planında, tıpkı tablonun ön planındaki Claire’in arazisinde olduğu gibi, kara parçası suyla birleşir. İki sahnenin benzer topolojisi Karda Avcılar tablosundaki kış melankolisinin Claire’in arazisine yayılmasını sağlar. Koyu giysili avcılar iki büklüm halde eve dönmektedirler. Ağaçlardaki kara kuşlar kış manzarasına daha da kasvetli bir görünüm verir, “Zum Hirsehen" adlı hanın, üzerinde bir azizin resmi olan tabelası yamulmuş, neredeyse yere düşmek üzeredir. Bu kış- melankoli dünyası tamamen ıssız bir yer etkisi bırakır. Sonra Lars von Trier’in gökyüzünden yağdırdığı kara döküntüler tabloyu adeta kundaklayarak kül eder. Bu melankolik kış manzarasının ardından Justine’in John Everett Millais’nin Ophelia ’sı gibi göründüğü, insanda tablo etkisi bırakan bir sahne gelir. Elinde bir çiçek demeti, güzel Ophelia gibi suyun üzerinde süzülmektedir.
Justine Claire’le yaşadığı bir tartışmadan sonra bir kez daha ümitsizliğe kapılır ve çaresiz bakışlarını Malewitsch’in soyut tablolarına kaydırır. Sonra bir öfke krizi geçirerek açık duran kitapları raftan çekip atar ve yerlerine her biri insani ihtiraslara işaret eden gizemli resimler koyar. Tam bu anda Tristan ve Isolde prelüdü tekrar çalmaya başlar. Yani konu bir kez daha aşk, arzu ve ölümdür. Justine önce Bruegel'in Karda Avcılar tablosunun olduğu sayfayı açar, sonra hızla Millais’in Ophelia tablosunun olduğu kitabı alır, ardından Caravaggio’nun Goliath’ın Kesik Başını Tutan Davut tablosu, Bruegel'in Rahatlık ve Huzur Diyarı tablosu ve son olarak Carl Fredrik Hill’in tek başına bağıran geyik çizimi gelir.
Ağzı yarı açık, bir aziz veya âşık gibi boş bakan gözleriyle su üzerinde süzülen Ophelia bir kez daha Eros ve ölüm manzarasına işaret etmektedir. Shakespeare Hamlet’in sevgilisi Ophelia’nın, bir Siren misali şarkı söyleyerek, etrafı çiçeklerle çevrili halde öldüğünü yazmıştı. Ophelia’nınki güzel bir ölüm, bir aşk ölümüydü. Millais’nin Ophelia'sında ise Shakespeare’de adı geçmeyen bir çiçek, Eros’a, rüyaya ve coşkunluğa işaret eden kırmızı bir gelincik vardır. Caravaggio’nun Goliath’ın Kesik Başını Tutan Davut’u da bir arzu ve ölüm tablosudur. Bruegel’in Rahatlık ve Huzur Diyarı ise aşırı doymuş bir pozitiflik toplumunu, Aynı’nın Cehennemini tasvir etmektedir. İnsanlar doygunluktan tükenmiş tombul bedenleriyle kayıtsızca uzanmaktadır. Burada kaktüsün bile dikenleri yoktur. Ekmekten yapılmadır. Burada her şey, yenilebilir ve tadı çıkarılabilir olduğu ölçüde pozitiftir. Bu aşırı doygun toplum Melancholia'daki marazi düğün topluluğuna benzemektedir. Justine ilgi çekici bir biçimde Bruegel’in Rahatlık ve Huzur Diyarı tablosunu William Blake’in canlı canlı kaburgalarından darağacına asılmış bir köleyi tasvir eden çiziminin yanına yerleştirir. Bu sahnede pozitifliğin görünmez şiddeti negatifliğin sömürücü, gasp edici şiddetiyle tam bir tezat teşkil eder. Justine, Carl Fredrik Hill’in bağıran geyik çizimini kitap rafına yerleştirdikten hemen sonra kütüphaneyi terk eder. Bu çizim de. Justine’in içten içe hissettiği erotik arzuyu ya da aşk özlemini ifade etmektedir. Burada da depresyon aşkın imkânsızlığını temsil etmektedir. Lars von Trier’in Carl Fredrik Hill’in yaşamı boyunca ağır bir psikoz ve depresyondan mustarip olduğundan haberi olduğu açıktır. Tabloların bu şekilde sıralanması filmin bütün söylemini anlatmaktadır. Eros, erotik arzu, depresyonu yener. Aynının cehenneminden Atopi’ye, tamamen Başka olanın ütopyasına götürür.
Melancholia'daki kıyametin gökyüzü, Blanchot’nun çocukluğunun birincil sahnesi olan o boş gökyüzüne benzer. Bu gökyüzü, aynı olanı aniden kesintiye uğratarak Blanchot’ya tamamen Başka olanın atopisini haber vermişti: “Yedi ya da sekiz yaşındaydım, müstakil bir evde, kapalı pencerenin yanında dururken, dışarı baktım - ve gökyüzü birdenbire, hiç görülmemiş bir ânilikle,
kendini açtı, beni bu olağanüstü açılış ânına, sonsuzluğu, sonsuzca boş olan sonsuzluğu takdir etmeye davet eder gibi, sonsuz olana sonsuzca açtı kendini. Çok tuhaf bir etkisi oldu. Ne berrak ne de karanlık olan gökyüzünün ani ve mutlak boşluğu -Tanrı'dan geriye kalan boşluk: Gayet açıktı ve ilahi olana yapılan açık göndermeleri epey bir aşıyordu- çocuğu öyle bir hayranlıkla ve öyle bir hazla afallattı ki, bir anlığına gözleri doldu ve -hakikati söyleme kaygısıyla ekliyorum bunu- sanırım bunlar onun son gözyaşlarıydı.” Çocuk boş gökyüzünün sonsuzluğu karşısında vecde gelir. Kendinden kopar ve atopik bir dışarıya doğru kendi içinden çıkar, sınırlarından kurtulur ve içi boşaltılır. Bu felaket olay, dışarının, tamamen Başka olanın bu şekilde aniden çökmesi bir mülksüzleşme olarak, kendine ait olanın aşılarak iptal edilmesi ve içinin boşaltılması olarak, yani ölüm olarak gerçekleşir: "Gökyüzünün boşluğu, ertelenen ölüm: felaket”. Ancak bu felaket çocuğun içini “müthiş bir hazla”, evet, yok olanın mutluluğuyla doldurur. Melancholia filminin de yapısını belirleyen felaketin diyalektiği işte buradadır. Felaket getiren musibet hiç beklenmedik bir şekilde selamete dönüşür.
*
Byung Chul Han
Eros'un Istırabı
*
bak:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder