Melankoli





 Yazı: Julıa Kristeva, Kara Güneş


Bu kara güneşin kaynağı nerededir? Görünmez ve ağır ışınları hangi yolunu yitirmiş galaksiden gelip beni yere, yatağa, dilsizliğe, vazgeçişe çiviler?

Canlı bir ölümü yaşarım, kesilmiş, kanayan, cesetleşen et, yavaşlayan ya da askıya alınan ritim, acının içinde silinen ya da şişen, tükenen zaman... Ötekilerin anlamında mevcut olmayarak, naif mutluluğa yabancı, eğreti bir halde, çöküntüm sayesinde üstün, metafizik bir zihin açıklığı kazanırım. Zaman zaman, yaşamın ve ölümün sınırlarında, Varlığın anlamsızlığına tanık olmanın, bağların ve varlıkların saçmalığını açığa çıkarmanın kibirli duygusunu yaşarım.

Acım felsefenin saklı yüzüdür, dilsiz kız kardeşidir. Buna koşut olarak, "felsefe yapmak ölmeyi öğrenmektir"(Montaigne) saptaması, -Heidegger'in tasasında ve "ölüm için-varlığımızın" sergilenişinde doruğa ulaşan- melankolik bir acı ya da nefret derlemesi olmaksızın kavranamaz. Melankoliye bir eğilim olmaksızın, ruhsallık yoktur, yalnızca eyleme ya da oyuna geçiş vardır.

Çöküntü içindeki kişi radikal ve kasvetli bir ateisttir.

Depresyon Narkissos'un gizli yüzüdür, onu ölüme sürükleyecek olandır, ama bir serap içinde kendine hayran olduğu sırada fark etmediği yüzüdür.

Depresyonda, eğer varoluşum çöküşün eşiğindeyse, anlamsızlığı trajik değildir: Bana apaçık görünür, çarpıcı ve kaçınılmaz.




Çöküntü içindeki kişinin sözünü anımsayın: Yinelenen ve tekdüze. Zincir oluşturmanın imkansızlığına çarpan cümle kesintiye uğrar, tükenir, durur. Söz dizimleri bile dile getirilemez. Yinelenen bir ritim, tekdüze bir melankoli kopuk mantıksal sekansları egemenliği altına alır ve yinelenen takıntılı dualara dönüştürür. Bu yavan müzik de tükendiği ya da basitçe sessizlik nedeniyle tutunmayı başaramadığı zaman, melankolik kişi, simge kaybının boşluğuna ya da aşırılığına batarak söylemeyi askıya alırken, her türlü düşünce üretimini de askıya almış gibidir.

Çok sayıda yazar,  melankolik depresif bütünün ayırt edici niteliği olan motor, duygusal ve düşünsel yavaşlama üzerinde durmuştur. Psikomotor ajitasyon ve hezeyanlı depresyon genel olarak depresif ruh hali yavaşlama olgusundan ayrılmaz gibi görünmektedir. Sözel yavaşlama da aynı tabloya eklenir: Konuşma tarzı yavaştır, sessizlikler uzun ve sıktır, ritimler ağırlaşır, tonlamalar tekdüzedir, bizzat sözdizimi yapıları bile, şizofrenlerde gözlemlenebilen huzursuzluklara ve zihin bulanıklığına tanıklık etmeksizin, çoğunlukla geri alınamaz atlamalarla ayırt edilir (bağlamdan yola çıkılarak yeniden kurulması olanaksız nesnelerin ve yüklemlerin unutulması)

Depresif yavaşlama durumunun altında yatan süreçleri düşünmek için önerilen modellerden biri olan "learned helplessness (öğrenilmiş çaresizlik) şu gözlemden yola çıkar: Tüm çıkışlar kapatıldığında, hayvanlar kadar insanlar da kaçmak ya da savaşmak yerine geri çekilmeyi öğrenirler. Dolayısıyla, depresif olarak adlandırabileceğimiz yavaşlama ya da eylemsizlik, çıkışsız bir duruma ya da kaçınılmaz şoklara karşı öğrenilmiş bir savunma tepkisi oluşturur. 

Konuşan varlık için yaşam anlamı olan bir yaşamdır. Hatta yaşam anlamın doruğunu oluşturur. Bu yüzden, yaşamın anlamı yitirildiğinde, hayatını kaybetmek güç değildir: Anlam koptuğunda yaşam tehlikededir.

Dile inancı olmayan depresif kişi duygusal biridir, kuşkusuz yaralı ama duygunun tutsağı. Duygu, onun şeyidir.



Umutsuz kişi olumsuzlamanın ortadan kalkmasıyla aşırı bir zihin açıklığı kazanır. Mecburen keyfi olan anlamlı bir sekans ona ağır, şiddetli bir biçimde keyfi görünür: Onun saçma olduğunu düşünür, anlamı yoktur. Hiçbir sözcük, yaşamın hiçbir nesnesi, bir anlam ya da göndergeyle tutarlı ve aynı zamanda ona uygun bir zincirleme bulmak için elverişli değildir.

Depresif kişi tarafından saçma olarak algılanan keyfi sekans bir gönderme kaybıyla aynı kapsamdadır. Çöküntü içindeki kişi hiçbir şeyden söz etmez, konuşacak bir şeyi yoktur. Şeye (Res) yapışmış bir haldedir. Nesnesizdir. bu bütünsel Şey imlenemez ve imleyemez: Bir hiçtir, onun Hiçidir, Ölümdür. Özne ile imlenebilir nesneler arasına yerleşen uçurum, ifadesine anlamlı zincirlemelerin imkansızlığında bulur. Ama böyle bir sürgün, öznenin kendi içinde bir uçurumu açığa çıkarır. Bir yandan, yaşamla özdeşleştirildikleri ölçüde yadsınan nesneler ve gösterenler bir anlam-dışılık değeri kazanırlar: Dilin ve yaşamın anlamı yoktur. Öte yandan, bölünme yoluyla, Şeye, Hiçe -imlenemez olana ve ölüme- yoğun ve makul olmayan bir değer atfedilir. Saçma göstergelerden, yavaşlamış, dağınık, tutuk sekanslardan çatılan depresif söylem, anlamın adlandırılamaz olan içinde çöküşünü ve orada, Şeye perçinlenen duygusal değer lehine, ulaşılmaz ve naif biçimde yitip gitmesini ifade eder.  

  

Melancholia (2011, Lars von Trier)

Yineleyen, tekdüze ya da anlamı boşaltılmış, dilsizliğe dalmanın öncesinde söyleyen kişi için bile işitilmez olan depresif sözü birkaç saniye için yeniden dinleyelim. Melankolik kişide anlamın... keyfi göründüğünü ya da büyük miktarda bilginin ve hâkimiyet istencinin yardımıyla kurulduğunu, ama ikincil göründüğünü, sizinle konuşan kişinin kafasının ve bedeninin biraz dışında donduğunu saptayacaksınız; ya da hatta, daha ilk anda kaçamak, belirsiz, boşluklarla dolu, yarı dilsiz olduğunu: "Biri" sizinle, sözün yanlış olduğuna baştan ikna olmuş olarak konuşmaktadır ve dolayısıyla "biri" sizinle baştan savma konuşmaktadır, "biri" konuşmaya inanmaksızın konuşmaktadır.

Konuşan varlık -kendi söylemiyle birdir: Söz "ikinci doğamız" değil midir? Tersine, depresif kişinin söylediği şey onun için yabancı bir deri gibidir: Melankolik, ana dili içinde bir yabancıdır. Annesini yitirmediği için ana dilinin anlamını -değerini- yitirmiştir. Konuştuğu ve intiharını bildiren ölü dil, diri diri gömülmüş olan bir Şeyi gizler. Ama bu Şeye ihanet etmemek için onu tercüme etmeyecektir: Anlatılmaz duygunun "mahzen mezar"ında duvarlarla çevrili, anal olarak yakalanmış, çıkışsız kalacaktır.


Melankolinin tükettiği sanatçı, aynı zamanda, onu kuşatan simgesel vazgeçişle savaşmak konusunda en inatçı kişidir... Ölüm darbesini indirene dek, ya da bazıları için, kayıp nesnenin hiçliği karşısında nihai zafer olarak intihar kendini dayatana dek...

İçinde yaşadığımız zamanın söylemimizin zamanı olduğu göz önüne alınırsa, melankolik kişinin yabancı, yavaşlayan ya da dağılan sözü, onun merkezsiz bir zamansallık içinde yaşamasına yol açar. Bu zamansallık akmaz, önce / sonra vektörü  tarafından yönetilmez, bir geçmişten bir amaca doğru yönlendirilmez. Yoğun, ağır, ve kuşkusuz fazla acı ya da fazla sevinçle yüklü olduğu için travmatik bir an, depresif zamansallığın ufkunu kapatır ya da daha doğrusu, her türlü ufku ve perspektifi ortadan kaldırır. Geçmişe saplanmış, aşılmaz bir deneyimin cennetine ya da cehennemine gerileyen melankolik kişi tuhaf bir bellektir: Her şey geçip gitti, der gibidir, ama ben o geçip giden şeye sadığım, ona çivilenmişim, bir devrim olanağı yok, gelecek yok... Aşırı şişmiş, abartılı bir geçmiş ruhsal sürekliliğin tüm boyutlarını işgal eder. Ve yarınsız bir belleğe bu bağlılık, kuşkusuz aynı zamanda narsistik nesneyi biriktirmenin, çıkışsız bir kişisel mahzen mezarın kapalı odasında ona üstüne titreyerek bakmanın da bir aracıdır...

*

Resim: Hunters in the Snow, 1565, Bruegel - (filmden bir sahnede)

KARA GÜNEŞ

Depresyon ve Melankoli

JULIA KRISTEVA

Türkçesi: NESRİN DEMİRYONTAN



"Neden ey ruhum, bu kadar hüzünlüsün? Ve neden huzursuz edersin beni?"
Davut'un mezmuru XLII, 6-12.

"İnsanın büyüklüğü sefil olduğunu bilmesinden gelir."
Pascal,
Düşünceler (165) IPensees (165)].

"Belki de yaşam boyu aradığımız şey, ve aradığımız tek şey, ölmeden önce kendimiz olabilmek için mümkün olan
en büyük kederdir."
Celine,
Gecenin Sonuna Yolculuk [Voyage aıı bout de la nuit.]



 I

Depresyona karşı bir deva: psikanaliz


Melankolinin pençesindekiler için melankoli üzerine yazmak, ancak yazı melankolinin içinden çıkıyorsa anlamlı olabilir. Bazen ve sık sık da kalıcı olarak, her türlü sözün, edimin, hayatın kendisinin tadını yitirmesine yol açana dek bizi içine çeken anlatılamaz bir hüzün, bir acı girdabından söz etmeye çalışacağım size. Bu umutsuzluk, olumsuz nite­lik taşıdığı, kuşkusuz olmakla birlikte yine de var olan arzu ve yaratıcılığa dair bir kapasiteye sahip olduğumun varsayılmasını gerektirecek bir tiksinti değildir. Depresyonda, eğer varoluşum çöküşün eşiğindeyse, anlamsızlığı trajik değildir: Bana apaçık görünür, çarpıcı ve kaçınılmaz.

Bu kara güneşin kaynağı nerededir? Görünmez ve ağır ışınları hangi yolunu yitirmiş galaksiden gelip beni yere, yatağa, dilsizliğe, vazgeçişe çiviler?

Çoğunlukla, henüz almış olduğum bir yara, herhangi bir duygusal ya da mesleki başarısızlık, yakınlarımla ilişkileri­mi etkileyen şu ya da bu acı veya yas, umutsuzluğumun kolaylıkla saptanabilir açıklamasını oluşturur. Normal in­sanların oluşturduğu normal kategori olarak gördüğüm kategoriden beni aniden koparan ya da sevdiğim bir varlığı aynı derin etkiyle yere vuran bir ihanet, ölümcül bir hasta­lık, şu ya da bu kaza ya da güçlük ya da... daha ne bileyim... Her gün üstümüze çöken talihsizliklerin listesi tükenmez. Bütün bunlar bana aniden başka bir yaşam sunar. Gündelik acılarla, içe akıtılan ya da dökülen gözyaşlarıyla, bazen ya­kıcı bazen renksiz ve boş olan paylaşılamaz bir umutsuzluk­la dolu, yaşanamaz bir yaşam.

Özetle, onu sürdürmek için gösterdiğim çabayla bazen kıpırdansa da her an ölüme kaymaya hazır, sinirleri alınmış bir yaşam. İntikam ölümü ya da kurtuluş ölümü bundan böyle çöküşümün içsel eşiği­dir; yıkımla yüzleşmek üzere kıpırdandığım anlar dışında, ağırlığı bana her an daha katlanılmaz görünen bu yaşamın imkânsız anlamıdır. Canlı bir ölümü yaşarım, kesilmiş, ka­nayan, cesetleşen et, yavaşlayan ya da askıya alınan ritim, acının içinde silinen ya da şişen, tükenen zaman... Ötekilerin anlamında mevcut olmayarak, naif mutluluğa yabancı, eğre­ti bir halde, çöküntüm sayesinde üstün, metafizik bir zihin açıklığı kazanırım. Zaman zaman, yaşamın ve ölümün sınır­larında, Varlığın anlamsızlığına tanık olmanın, bağların ve varlıkların saçmalığını açığa çıkarmanın kibirli duygusunu yaşarım.

Acım felsefemin saklı yüzüdür, dilsiz kız kardeşidir. Bu­na koşut olarak, "felsefe yapmak ölmeyi öğrenmektir"" sap­taması, -Heidegger'in tasasında ve "ölüm-için-varlığımızın" sergilenişinde doruğa ulaşan- melankolik bir acı ya da nef­ret derlemesi olmaksızın kavranamaz. Melankoliye bir eği­lim olmaksızın, ruhsallık yoktur, yalnızca eyleme ya da oyuna geçiş vardır.

Bununla birlikte, çoğunlukla, depresyonumu kışkırtan olayların ağırlığı aniden üstüme çöken yıkımla orantılı değildir. Dahası, burada ve şimdi maruz kaldığım büyü bo­zumu, acımasız da olsa, incelendiğinde, hiçbir zaman yasını tutmayı becerememiş olduğumu fark ettiğim eski travma­larla rezonansa geçmiş görünür. Böylece bugünkü çöküşümün öncellerini, bir zamanlar sevmiş olduğum birinin ya da bir şeyin kaybında, ölümünde ya da yasında bulabilirim. Bu vazgeçilmez varlığın yok oluşu, beni kendimin en makbul parçasından yoksun bırakmaya devam etmektedir: Yine de, acımın bana ihanet etmiş ya da beni terk etmiş olan erkek ya da kadına karşı beslediğim nefretin ya da nüfuz arzusunun ertelenmiş hali olduğunu keşfederek, bu yok oluşu bir yara ya da yoksun bırakılma olarak yaşarım. Depresyonum bana kaybetmeyi bilmediğimi gösterir: Kayıp için geçerli bir ödün bulmayı becerememiş olabilir miyim? Bundan, her kaybın, beraberinde varlığımın -ve Varlığın kendisinin- kaybını getirdiği sonucu çıkar. Çöküntü içindeki kişi radikal ve kasvetli bir ateisttir.

Melankoli: Aşk Tutkusunun Karanlık Yüzü

İki kişiyi birbirine bağlayan aşk hipnozunu yırtan o geçi­ci zihin açıklığı anlamına gelmedikleri zaman, hüzünlü bir şehvet ve kederli bir sarhoşluk, çoğu zaman ideallerimizin ya da coşkularımızın kopup geldikleri sıradan zemini oluş­turur. Aşklarımızı kaybetmeye yazgılı olduğumuzun bilin­ciyle, sevgilide, eskiden yitirilmiş sevilen bir nesnenin göl­gesini seçmek bizi belki de daha çok yasa gömer. Depresyon Narkissos'un gizli yüzüdür, onu ölüme sürükleyecek olan­dır, ama bir serap içinde kendine hayran olduğu sırada fark etmediği yüzüdür. Depresyondan söz etmek bizi yeniden Narkissos mitinin bataklık diyarına götürecek.

Ama bu kez orada göz alıcı ve kırılgan aşk idealleştirme­sini değil, tersine, tam da o vazgeçilmez ötekinin kaybı nede­niyle ötekinden henüz ayrışmış olan kırılgan benliğin üzeri­ne atılmış olan gölgeyi göreceğiz. Umutsuzluğun gölgesini.

Umutsuzluğun anlamını (ya apaçıktır ya da metafizik) aramaktansa, umutsuzluktan başka anlam olmadığını itiraf edelim. Kral çocuk ilk sözcüklerini söylemeden önce umar­sız bir biçimde hüzünlenir: Annesini ve onun yanı sıra baş­ka aşk nesnelerini önce imgeleminde, sonra da sözcüklerde yeniden bulmaya çalışmasının nedeni, annesinden geri dönü­şü olmayan biçimde, umutsuzca ayrılmasıdır. Simgeciliğin sıfır noktasıyla ilgilenen göstergebilim, yalnızca aşk durumu değil, onun tatsız doğal sonucu olan melankoli konusunda da kaçınılmaz biçimde sorgulama noktasına gelmiş ve âşık olmayan yazı yoksa, açıkça ya da gizlice melankolik olma­yan imgelem de olmadığını aynı anda saptamıştır.

Düşünce-Kriz-Melankoli

Bununla birlikte melankoli Fransız değildir. Protestanlı­ğın katılığı ya da Ortodoksluğun anaerkil ağırlığı, yaslı bi­reyi kasvetli bir zevke davet etmediği zaman, onunla suç ortaklığını daha kolay kabullenir. Fransız Orta Çağı'nın, hüznü zarif figürlerle temsil ettiği doğru olsa da, Galli, yeniden doğan [renaissant] ve aydınlanmış tonu, nihilizmden çok hafifliğe, erotiğe ve retoriğe yaklaşır. Pascal, Rousseau ve Nerval'in yüzleri hüzünlüdür... ve istisna oluştururlar.

Konuşan varlık için yaşam anlamı olan bir yaşamdır. Hatta yaşam anlamın doruğunu oluşturur. Bu yüzden, ya­şamın anlamı yitirildiğinde, hayatını kaybetmek güç değil­dir: Anlam koptuğunda yaşam tehlikededir. Depresif kişi kuşkucu anlarında felsefecidir ve Varlığın anlamına ya da anlamsızlığına ilişkin en rahatsız edici sayfaları Heraklitos'a Sokrates'e ve daha yakınımızdaki Kierkegaard'a borçluyuz.

Bununla birlikte, felsefecilerin melankoliyle sürdürdükleri ilişkiler üzerine tam bir fikir edinebilmek için Aristoteles'e kadar uzanmamız gerekir. Aristoteles'e atfedilen Problemata'da (30, I), siyah safra (melaina kole) büyük insan­ları belirler. (Sözde) Aristotelesçi düşünce, ayırt edici niteliği melankoli olan ethos peritton'la, yani istisnai kişilikle ilgilidir. Hippokrates'in kavramlarını (dört ruh hali ve dört mizaç) ödünç alan Aristoteles, melankoliyi patolojiden ayrıştırarak ve doğaya yerleştirerek ama aynı zamanda ve öncelikle, organizmanın düzenleyici ilkesi olarak kabul edilen ısının ve karşıt enerjilerin denetlenmiş etkileşiminin (mesotes) so­nucu sayarak yeni bir yol açar. Bu Yunanlı melankoli kav­ramı bugün bize yabancıdır. Metaforik ifadesini, siyah saf­ranın coşkulu kontrpuanı olan köpükte (aphros) bulan "do­zajı iyi ayarlanmış bir çeşitliliği" (eukratos anomalia) varsa­yar. Bu beyaz hava (pneuma) ve sıvı karışımı, erkeğin spermi kadar, denizi ve şarabı da köpürtür. Nitekim, Aristoteles melankoliyi sperm köpüğüne ve erotizme bağlayarak ve Dionysos ve Aphrodite'e belirtik bir biçimde göndermede bulunarak (953b31-32), bilimsel açıklama ile mitsel gönder­meleri bir araya getirir. Onun söz ettiği melankoli, felsefeci­nin bir hastalığı değil, bizzat doğasıdır, egosudur. İlyada'da (VI 200-203) tanıştırıldığımız ilk melankolik Yunanlıyı, Bellerophon'u çarpan şey değildir: "Tanrıların nefret nesne­si olan o, yüreği acıyla parçalanarak, insanların izlerinden kaçarak Aleian ovasında tek başına dolaşıyordu." Tanrılar tarafından terk edildiği, ilahi takdirle sürgün edildiği için kendi kendini yiyen bu umutsuz, maniye değil, uzaklaşma­ya, yokluğa, boşluğa mahkûm edilmişti...

  Aristoteles'le bir­likte, dehayla dengelenen melankoli, insanın Varlık içindeki endişesiyle aynı kapsamda yer alır. Burada, Heidegger'in, düşüncenin stimmung'u* olarak kaygı düşüncesinin haberci­sini görebiliriz. Benzer bir biçimde, Schelling melankolide "insan özgürlüğünün özü"nü, "insanın doğayla yakınlı­ğının göstergesini keşfediyordu. Böylece, felsefecinin "Aşırı insanlıktan dolayı melankolik" olduğu düşünülüyordu."

Sınır durum olarak ve Varlığın gerçek doğasını ortaya koyan kural dışılık olarak bu melankoli görüşü Orta Çağ'da derin bir değişime uğrar. Bir yandan, Orta Çağ düşüncesi, İlk Çağ'ın geç dönem evren bilimlerine geri döner ve me­lankoliyi, akıl ve düşünce gezegeni Satürn'e bağlar. Dürer'in Melankoli'si (1514), Marsile Ficin'de doruk noktasına ulaşan bu kuramsal spekülasyonları plastik sanatlar bağla­mına ustalıkla taşımayı başaracaktır. Öte yandan, Hıristiyan tanrıbilimi hüznü bir günah haline getirir. Dante, "kavrayı­şın hayrını yitirmiş olan kederli delileri", "sızlananlar ken­tine yerleştirir (Cehennem, kanto III). "Tasalı bir yürek" Tanrı'nın yitirildiği anlamına gelir ve melankolikler "Tanrı'nın da onun düşmanlarının da hoşlanmadığı bir perişan­lar mezhebi" oluştururlar: Cezaları, "ölüm umutlarının" olmamasıdır. Umutsuzluğun kendi kendilerine karşı şidde­te yönelttiği kişiler, intihar edenler ve savurganlar da esir­genmez: Hepsi birer ağaca dönüşmeye hüküm giymiştir (kanto XIII). Bununla birlikte, Orta Çağ keşişleri hüznü besle­yeceklerdir: Mistik çilecilik (acedia) biçimindeki hüzün, ilahi hakikatin paradoksal bilgisine yönelik araç olarak kendini kabul ettirecek ve inancın en önemli sınavını oluşturacaktır.

Melankoli, dinsel iklimlere göre değişken bir biçimde, belki dinsel kuşku olarak adlandırabileceğimiz şeyde öne çıkar. Ölü bir Tanrı'dan daha hüzünlü bir şey olamaz ve bizzat Dostoyevski de Holbein'ın tablosundaki ölü İsa'nın, "yeniden diriliş gerçeği"yle karşıtlık içindeki üzücü imge­sinden rahatsız olacaktır. Dinsel ve siyasal idollerin çöktü­ğüne tanıklık eden dönemler, kriz dönemleri, karanlık ruh haline özellikle elverişlidir. Bir işsizin terk edilmiş bir âşık­tan daha az intihara eğilimli olduğu doğru olsa da, melan­koli kriz zamanlarında kendini dayatır, konuşulur, arkeolo­jisini oluşturur, temsillerini ve bilgisini üretir. Yazılı bir melankolinin, aynı adı taşıyan klinik uyuşukluk haliyle pek ortak noktası olmadığına kuşku yoktur. Şu ana dek sürdürdüğümüz terminoloji karışıklığının ötesinde (bir melankoli nedir? bir depresyon nedir?), burada, bizi sorgulamaktan vazgeçmeyecek olan bilmecemsi bir paradoksla karşı karşıyayız: Kayıp, yas, yokluk, imgesel edimi tetikliyor ve onu tehdit ettiği ve yıprattığı oranda sürekli olarak besliyorsa da, yapıt fetişini kuran şeyin, bu harekete geçirici kederin yadsınması olduğu da kayda değer. Melankolinin tükettiği sanatçı, aynı zamanda, onu kuşatan simgesel vazgeçişle savaşmak konusunda en inatçı kişidir... Ölüm darbesini indirene dek, ya da bazıları için, kayıp nesnenin hiçliği kar­şısında nihai zafer olarak intihar kendini dayatana dek...


Bir bireyde bazı anlarda ya da kronik biçimde, çoğunluk­la manik coşkunluk aşaması denen aşamayla dönüşümlü olarak ortaya çıkan, ketlenmeye ve simge kaybına ilişkin klinik belirtilerin toplamına melankoli adını vereceğiz. İki görüngü, yani düşüş ve uyarılma daha az şiddetli ve sık olduğunda, o zaman nevrotik depresyondan söz edebiliriz. Freudcu kuram, melankoli ve depresyon arasındaki farkı tanımakla birlikte, her durumda aynı yası, annesel nesnenin imkânsız yasını saptar. Soru: Babaya ilişkin hangi yetersizlik nedeniyle imkânsız? Ya da hangi biyolojik kırılganlık nede­niyle? Melankoli -psikotik ve nevrotik belirtiler bütününü ayırt ettikten sonra yine jenerik terime dönelim-, analistin sorgulamasını biyolojik olanla simgesel olanın kavşağına yerleştirmek konusunda ürkütücü bir ayrıcalığa sahiptir. Paralel diziler mi? Art arda gelen sekanslar mı? Açıklığa kavuşturulması gereken tehlikeli bir kesişme mi, keşfedil­mesi gereken başka bir ilişki mi?

İki terim, melankoli ve depresyon, melankolik- depresyon adını verebileceğimiz, aslında sınırları belirsiz olan bir bütün anlamına gelir ve psikiyatri "melankoli" kav­ramını hastalığın kendiliğinden geri döndürülemez olan (sadece antidepresan uygulamasına yanıt veren) türü için kullanır. Çeşitli depresyon türlerinin ayrıntısına ("psikotik" ya da "nevrotik" veya başka bir sınıflandırmaya göre, "kay­gılı", "ajite", "yavaşlamalı", "düşmanca") ve antidepresanların (IMAO, trisiklikler, heterosiklikler) ya da mizaç düzenleyicilerin (lityum tuzları) tam etkilerinin umut verici ama henüz pek belirsiz alanına girmeden, kendimizi Freudcu bir perspektife yerleştireceğiz. Şu andan başlayarak, sınırları ne denli belirsiz olsa da melankolik-depresif bütünün bağrın­da, ortak bir nesne kaybı deneyimine ve anlamlı bağlarda bir değişime ilişkin olan şeyi açığa çıkartmayı deneyeceğiz. Bu bağların, özellikle de dilin, melankolik-depresif bütün için­de bazı yanıtları başlatmak için zorunlu olan öz uyarılmayı sağlamakta yetersiz olduğu anlaşılmaktadır. Dil, bir "ödül sistemi" olarak işleyeceği yerde, tersine kaygı-ceza çiftini aşırı etkinleştirir ve böylece depresyonun ayırt edici niteliği olan davranış ve düşünce yavaşlamasına katılır. Geçici hü­zün ya da yas bir yanda, melankolik uyuşukluk öte yanda, klinik ve hastalık bilimi açısından farklılık gösterseler de, her ikisi de nesne kaybı karşısında bir tolerans eksikliğine ve gösterenin, öznenin eylemsizliğe, ölümü taklit etmeye hatta ölümün kendisine sığındığı geri çekilme durumlarını telafi edecek bir çıkış sağlamadaki başarısızlığına dayanır. Bu du­rumda depresyon ve melankoliden, bu iki duygulanımın özelliklerini her zaman ayırt etmeksizin, ortak yapılarını göz önünde tutarak söz edeceğiz.

Depresif: Nefret dolu ya da yaralı
Yasın "nesne”si ve yasın "şey"i

Klasik psikanaliz kuramına göre (Abraham4, Freud5, M. Klein6), yas gibi depresyon da kayıp nesneye yönelik bir saldırganlığı gizler ve böylece çöküntü içindeki kişinin yas nesnesi karşısındaki çiftdeğerliliğini sergiler. "Onu seviyorum (depresif kişi yitirilmiş bir varlık ya da nesne hakkında bunu söyler gibi görünür) ama ona karşı duyduğum nefret daha fazla; sevdiğim için, kaybetmemek amacıyla, onu ken­di içime yerleştiriyorum; ama ondan nefret ettiğim için,
berideki bu öteki, kötü bir benliktir, ben kötüyüm, hiçim, kendimi öldürüyorum." Dolayısıyla, kendini hedef alan yakınma, ötekini hedef alan bir yakınmadır ve kendini öl­dürmek, bir başkasının katlinin trajik bir maskelenişidir. Tahmin edilebileceği gibi, böyle bir mantık, katı bir üstbenliği ve kendinin ve ötekinin idealleştirilmesini ve değersizleştirilmesini (bu hareketlerin tümü özdeşleşme mekanizmasına dayanır) içeren bütün bir karmaşık diyalektiği varsayar. Çünkü sevilen-nefret edilen ötekiyle içe alma-içe yansıtma-yansıtma yoluyla özdeşleşerek, onun zorba ve zorunlu yargıcım haline gelen yüce parçasının yanı sıra, beni alçaltan ve tasfiye etmeyi arzuladığım iğrenç parçasını da kendi içime yerleştiririm. Buna bağlı olarak, depresyon analizi, kendinden yakınmanın ötekine yönelik bir nefret olduğu ve kuşkusuz bu nefretin de akla getirilmeyen bir cinsel arzunun taşıyıcı dalgası olduğu gerçeğinin açıklığa kavuşturulmasından geçer. Aktarımda bu tür bir nefret çıkışının, analist için olduğu gibi analizan için de riskler taşıdığı ve depresyon terapisinin (nevrotik olarak adlandırı­lan depresyon terapisinin bile) şizoid parçalanmaya yaklaş­tığı tahmin edilebilir.

Freud ve Abraham tarafından altı çizilen ve çöküntü içindeki kişilerin çok sayıda rüyasında ve fantezisinde ken­dini gösteren melankolik yamyamlık, canlı olarak daha iyi sahip olabilmek için yok etmeye can attığım katlanılmaz ötekini ağzımın (ama vajina ve anüs de bu denetim için elverişli olabilir) içinde tutma tutkusunu ifade eder. Yitirilmesindense... parçalanmış, yırtılmış, kesilmiş, yutulmuş, sindirilmiş olması daha iyidir. Melankolik yamyamlık imge­lemi, kayıp gerçeğinin ve aynı zamanda da ölümün yadsınmasıdır. Benliğin hayatta kalmasını sağlayarak ötekini yitir­me kaygısını gösterir; kuşkusuz bu terk edilmiş bir benliktir, ama kendisini hâlâ ve her zaman besleyen ve yutularak ona dönüşen -kendisi de dirilen- şeyden ayrılmamış bir benlik.

Bununla birlikte, narsisistik kişiliklerin tedavisi modern analistlerin başka bir depresyon kipini anlamalarını sağlamıştır. Bu anlayışa göre, düş kırıklığı yarattığı için düşman olarak imgelenen bir ötekine karşı gizli bir saldırı olmaktan uzak olan hüzün, yaralı, tamamlanmamış, boş bir ilkel ben­liğin işaretidir. Böyle bir birey kendini incinmiş olarak değil, temel bir kusurdan, doğuştan gelen bir eksiklikten mustarip olarak düşünür. Kederi, çiftdeğerli nesneye karşı gizlice tezgâhlanan bir intikamın suçluluk duygusunu ya da güna­hını gizliyor değildir. Hüznü, daha çok, simgelenebilir ol­mayan, adlandırılamaz, hiçbir dış faile göndermede bulunamayacak kadar erken bir narsisistik yaranın en arkaik ifadesidir. Narsisistik depresyonun bu türünü yaşayan kişi için gerçekte hüzün tek nesnedir: Daha tam bir ifadeyle, başka bir nesnenin yokluğu nedeniyle, bağlandığı, evcilleş­tirdiği ve gönül verdiği bir nesne ikamesidir. Bu durumda, intihar bir örtülü savaş edimi değil, hüzünle, ve hüznün ötesinde, -hiçliğin, ölümün vaatleri gibi- hiçbir zaman do­kunulmayan, hep başka yerdeki o imkânsız aşkla bir bir­leşme edimidir.

Şey ve Nesne

Narsisistik depresif kişi, bir Nesnenin değil, bir Şeyin* yasını tutar. Anlamlandırılmaya direnen gerçeği, çekim ve itim kutbunu, cinselliğin barınağı olan ve arzu nesnesinin kopacağı yeri "Şey" olarak adlandıralım.

Nerval bu konuda, varlığı olmayan bir ısrarı, temsili olmayan bir ışığı ima eden göz kamaştırıcı bir metafor sunar: Şey düşlenen bir güneştir, aynı anda hem aydınlık hem de kara. "Rüyalarda sık sık çok daha keskin bir aydınlık algısı yaşan­dığı halde, güneşin asla görülmediğini herkes bilir."

Depresif kişi, o arkaik bağlanmadan itibaren, adlandırılamaz üstün bir iyilikten, belki yalnızca bir yutma ediminin şekillendirebileceği, bir yakarmanın işaret edebileceği ama hiçbir sözcüğün imleyemeyeceği temsil edilemez bir şeyden yoksun bırakıldığı izlenimini taşır. Buna bağlı olarak, bu kişi için hiçbir erotik nesne, libidoyu hapseden ve arzunun bağ­larını kesen, yeri doldurulamaz bir yer ya da ön-nesne algı sının yerini alamaz.

* Yunan felsefesinin şafağından bu yana, şeyin kavranışının, bir önerme­nin ve onun doğruluğunun dile getirilişine dayandığını saptayan Heidegger, yine de şeyin "tarihsel" niteliği sorusunu ortaya atar: "Şeye ilişkin soru, başlangıç zemininden hareket eder (Qu'est ce qu'ııne chose? -Bir Şey Nedir?-, Fr. çev., Gallimard, Paris, 1965, s. 57). Heidegger bu şey düşüncesinin başlangıç öyküsüne girmez ama onu insan ile şey arasında uzanan aralığa açarak ve Kant'ı katederek şuna dikkat çeker "Önceden kavranmış olarak bu / insan-şey / aralığı etkisini şeyin ötesine uzatır ve aynı zamanda geriye doğru bir hareketle ardımızda etki oluşturur." Heidegger'in sorusuyla açılan gedikte ama Freud'un akılcı kesinlikleri sarsmasının ardından, Şeyden söz ederken, çoktan kurulmuş özne ta­rafından geriye bakıldığında, cinsel şeyi belirleyişinde bile belirlen­memiş, ayrılmamış, erişilemez görünen "bir şey"i kastedeceğiz. Nesne terimini, sözüne hâkim bir öznenin dile getirdiği bir önerme tarafın­dan doğrulanan uzay-zaman sürekliliğine ayırıyoruz.

Depresif kişi, Şeyinden yoksun bırakıl­dığını bilerek, daima düş kırıklığı yaratan serüvenlerin ve aşkların peşinde koşar ya da avutulamaz ve afazik bir halde, kendini adlandırılmamış Şeyle baş başa hapseder. "Kişisel tarih öncesinin babası"yla "birincil özdeşleşme"nin, Şeyin yasını tutmayı sağlayacak araç, köprü olduğu düşünülür. Birincil özdeşleşme Şeyin telafisini başlatır ve aynı zamanda öznenin bir başka boyuta, tam da depresif kişinin içinde çözülen şeyi, yani inanç bağını anımsatan imgesel katılım boyutuna yerleşmesini sağlar.

Melankolik kişide, birincil özdeşleşmenin, diğer özdeşleşmeleri, simgesel özdeşleşmeleri sağlamak konusunda kırılgan ve yetersiz olduğu anlaşılmaktadır; oysa erotik Şeyin, bu özdeşleşmelerden yola çıkarak, bir haz metonomisinin sürekliliğini sağlayan çekici bir arzu Nesnesi haline gelebilme­si beklenir. Melankolik Şey, kaybın içruhsal işlemine karşı koyduğu için arzulayan metonimiyi kesintiye uğratır.

Bu yere nasıl yaklaşılır? Yüceltme bu yönde bir girişim­dir: Melodiler, ritimler ve anlamsal çokdeğerlilik yoluyla göstergeleri ayrıştırıp yeniden birleştiren ve şiirsel olarak adlandırılan biçim, Şey üzerinde belirsiz ama yeterli bir nüfuzu sağlar gibi görünen tek "içeren"dir.

Depresif kişinin ateist -anlamdan yoksun, değerden yoksun- olduğunu varsaydık. Ateist için Öteki Taraftan korkmak ya da onu yadsımak, kendini alçaltmak olurdu. Bununla birlikte, bir bakıma ateist olsa da umutsuz kişi bir mistiktir: Sen'e inanarak değil, ama kendi ifade edilemez içereninin dilsiz ve sarsılmaz yandaşı olarak, ön-nesnesine katılır. Gözyaşlarını ve hazzını yabancılığın bu sınırına adar. Duygularının, kaslarının, mukozalarının ve derisinin geri­limi içinde, hâlâ temsilden ve adlandırılmadan kaçan ama bedensel boşalmalarındaki ve bunların otomatizmindeki damgasını taşımaya devam ettiği bir arkaik ötekine aynı anda hem aidiyetini hisseder hem de ondan mesafesini yaşar. Dile inancı olmayan depresif kişi duygusal biridir, kuş­kusuz yaralı ama duygunun tutsağı. Duygu, onun şeyidir.

Şey anısız olarak içimizde kayıtlıdır, ifade edilemez kaygılarımızın yeraltındaki suç ortağıdır. Gerilemeli bir gündüz düşünün kendi kendine vadettiği ve intihar evliliğiyle ger­çekleşecek bir yeniden kavuşmanın hazlarını hayal edebiliriz.

Şeyin ortaya çıkışı, kuruluş yolundaki öznenin yaşamsal atılımını harekete geçirir: Erken doğmuş çocuklar olarak hepimiz, ancak bir ek, protez, koruyucu zar olarak algıladığımız bir ötekine tutunarak hayatta kalabiliriz. Bununla birlikte, söz konusu yaşam dürtüsü, aynı zamanda, tam ola­rak beni reddedendir, beni yalıtandır, onu (erkek ya da kadın) reddedendir. Dürtünün çiftdeğerliliği, hiçbir zaman ötekiliğin bu başlangıcında olduğu kadar korkutucu değil­dir; dilin filtresinden yoksun olduğum için öfkemi "hayır"a ya da herhangi bir başka göstergeye kaydedemediğim bu başlangıçta olduğu kadar. Yapabildiğim tek şey, onu jestler­le, spazmlarla, çığlıklarla dışarı atmaktır. Onu ileri iterim, yansıtırım. Vazgeçilmezim olan Şey, aynı zamanda mutlak olarak düşmanımdır, karşıtlığıyla bana değer kazandıran­dır, nefretimin tatlı odağıdır. Şeyim, Sözün henüz Varlığım olmadığı, anlamlılığın o ileri karakolları boyunca benlikten düşer. Bir neden olan bir hiç olarak, ama aynı zamanda, bir Öteki olmasından önceki bir düşüş olarak Şey, dışkılarımı ve cadere'nin sonucu olan her şeyi içeren kaptır: Hüzün, içinde içine karıştığım artıktır. Kitabı Mukaddes'teki Eyüb'ün kül çukurudur.

Analite, bize ait olduğu kadar da bize ait olmayan bu Şeyin yerleşme sürecinde harekete geçer. Benliğinin içinden çıktığı ama aynı zamanda değer kaybına uğradığı bu sınırı kutlayan melankolik; analitesini, ayrılıkların ve sınırların bir kurucusunu oluşturmak üzere seferber etmeyi başaramaz (takıntılı kişide bu kurucu normal olarak ya da ödül biçimin­de işlevini yerine getirir). Tersine, depresif kişinin tüm benliği, anlamlı nesne olarak değil ama benliğin sınır öğesi olarak algılanan arkaik Şeyle bütünleşme zevkinin vektörü haline geldiği için erotizmden arınmış olan ama yine de sevinç ve­ren bir analiteye gömülür. Depresif kişi için, tıpkı benlik gibi Şey de, görülemez ve adlandırılamaz olana sürüklenmesine yol açan düşüşlerdir. Cadere. Hepsi artık, hepsi kadavra.
Süreksizliğin birincil kaydı olarak ölüm dürtüsü (travma ya da kayıp)

Freud'un öne sürdüğü bir birincil mazoşizmin varlığına ilişkin postüla, narsisistik melankolinin bazı yönleriyle uyumludur: Narsisistik melankolide, tüm libidinal bağların tükenişi, basit bir biçimde nesneye yönelik saldırganlığın kendine karşı düşmanlığa dönmesi meselesi gibi görünmez, ama tüm nesne konumu olanaklarından önce kendini dayatır.

Freud'un 1915'te öne sürdüğü "birincil mazoşizm" dü­şüncesi, Freud'un yapıtında "ölüm dürtüsü"nün ortaya çıkışının ardından ve özellikle "Mazoşizmin Ekonomik So­runu"nda (1924) gündeme getirilir. Canlı varlığın canlı olmayandan sonra ortaya çıktığını gözlemleyen Freud, canlı varlığın "daha önceki bir duruma dönüş eğilimi gösteren" öz­gül bir dürtüyü barındırıyor olması gerektiğini düşünür. Erotik boşalma ve bağ kurma ilkesine karşıt biçimde, inor­ganik olana ve homeostaza dönüş eğilimi olarak ölüm dür­tüsü düşüncesini öne sürdüğü "Haz İlkesinin Ötesinde"den (1920) sonra, Freud bu ölüm ya da yıkım dürtüsünün bir bölümünün, özellikle kas sistemi aracılığıyla dış dünyaya yöneldiğini ve yıkım dürtüsüne, nüfuz ve güçlü irade dür­tüsüne dönüştüğünü ortaya atar. Bu dürtü cinselliğin hiz­metine girdiğinde, sadizmi oluşturur. Bununla birlikte Freud şu saptamada da bulunur: "Bir başka bölüm bu dışa doğru yer değiştirmeye katılmaz: Organizmanın içinde kalıp orada libidinal olarak bağlanır [...] erojen kökensel mazoşizmi tespit etmemiz gereken yer bu bölümdür". Ötekine yönelik nefretin zaten "aşktan daha eski" olarak kabul edildiğini düşünecek olursak, nefretin bu mazoşist geri çekilişi daha da arkaik bir nefretin varlığına işaret ediyor olabilir mi? Freud'un varsayımı bu gibi görünüyor: Nitekim, ölüm dür­tüsünü, inorganik maddeye dek gerilere uzanan soyoluşsal bir kalıtın içruhsal tezahürü olarak düşünüyor. Yine de Freud'dan sonra analistlerin çoğunun izlemediği bu spekü­lasyonlar bir yana, çok sayıda ruhsal yapı ve tezahür içinde, bağların çözülüşünün önceliğini değilse de en azından gü­cünü saptamamız mümkündür. Öte yandan, mazoşizmin görülme sıklığı, olumsuz terapi tepkisi, ama aynı zamanda, nesne ilişkisi öncesinde yer alır gibi görünen çeşitli bebeklik patolojileri (çocukluk anoreksileri, merisizm, bazı otizm türleri), ruhsal enerji ve kayıtların iletiminde biyolojik ve mantıksal bir yetersizlik biçiminde ortaya çıkarak dolaşım­ları ve bağları yıkan bir ölüm dürtüsü fikrini kabul etmemi­ze yol açar. Freud bu konuya şöyle göndermede bulunur: "Bu denli çok kişide görülen içkin mazoşizm tezahürlerinin bir araya geldiği tablonun bütününü, nevrotiklerin olumsuz terapi tepkisini ve suçluluk bilincini göz önüne alacak olursak, ruhsal olayların sadece haz isteğinin egemenliğinde seyrettiği inancına bağlı kalmayı sürdüremeyiz. Bu görüngüler, amaçlarından yola çıkarak saldırganlık ya da yıkım dürtüsü olarak adlandırdığımız ve canlı maddenin kökensel ölüm dürtüsünden türettiğimiz bir gücün ruhsal yaşamdaki varlığının yadsınamaz göstergeleridir."

Narsisistik melankoli, bu dürtüyü yaşam dürtüsünden kopukluk biçiminde sergiler. Melankoliğin üstbenliği Freud'a "bir ölüm dürtüsü kültürü"olarak görünür. Yine de sorun hâlâ şudur: Bu melankolik erotizmden arındırma edimi haz ilkesine karşıt mıdır? Yoksa tersine, örtük olarak erotik midir? Ki bu, melankolik geri çekilişin, her zaman nesne ilişkisinin bir tersine dönüşü, ötekine yönelik nefretin bir başkalaşımı olduğu anlamına gelecektir. Ölüm dürtüsü­ne en büyük önemi atfeden Melanie Klein'ın yapıtının çoğu yerinde, bu erotizmden arındırma edimi nesne ilişkisine bağlıdır ve bu durumda mazoşizm ve melankoli kötü nes­nenin içe yansıtılmasının çeşitli görünümleri olarak ortaya çıkar. Bununla birlikte, Kleincı us yürütme, erotik bağların hiçbir zaman mı var olmadıklarını, yoksa bir kopuşa mı maruz kaldıklarını (bu son durumda, yansıtmanın içe yansı­tılmasının, erotik yatırımın geri çekilmesiyle sonuçlanması söz konusudur) açıkça belirtmeksizin, söz konusu bağların kesilmiş olduğu bazı durumların varlığını kabul eder.

Burada, 1946'da ortaya atılan Kleincı bölünme tanımına özellikle dikkat çekeceğiz. Bu tanım, bir yandan, depresif konumdan geriye doğru, daha arkaik bir paranoid şizoid konuma doğru yer değiştirir. Öte yandan, ikili bir bölün­meyle (benliğin birliğini güvence altına alan, "iyi" ve "kötü" nesne ayrımı) parçalayıcı bir bölünmeyi birbirinden ayırt eder; bu sonuncusu yalnızca nesneyi etkilemekle kalmaz ama. Karşılık olarak, tam anlamıyla "parçalara ayrılan" (falling into pieces) benliğin kendisini de etkiler.


Konumuz açısından, bu parçalanmanın ya benliğin tutarlılığını engelleyen dürtüsel bir bütünleşmeme durumuna, ya da kaygıların eşlik ettiği ve şizoid parçalanmaya yol açan bir çözülmeye bağlı olduğunu kaydetmek büyük önem ta­şır. Winnicott'a borçlu göründüğümüz ilk varsayıma göre, bütünleşmeme biyolojik bir olgunlaşmamışlığın sonucudur: Bu durumda Thanatos'tan söz etmek mümkünse, ölüm dür­tüsü, sekans ardışıklığında ve bütünleşmede biyolojik bir yetersizlik olarak ortaya çıkar (bellek yoktur). İkinci varsayımda, yani benliğin, ölüm dürtüsünün tersine dönüşüne bağlı olarak çözülüşü varsayımında, "kendisi de Thanatos'la ilgili bir tehdide karşı bir Thanatos tepkisi" gözlemleriz. Ferenzci'nin düşüncesine oldukça yakın olan bu anlayış, insanın, ölüm dürtüsünün bir ifadesi olarak parçalanma ve çözülme eğilimini vurgular. "Arkaik benlik tutarlılıktan büyük ölçüde yoksundur ve bir bütünleşme eğilimi ile bir çözülme, parça­lara ayrılma eğilimi birbiriyle nöbetleşir [...] İçeriden yıkılma kaygı­sı etkin olarak kalır. Bana öyle geliyor ki bu, kaygının baskısı altında benliğin parçalara ayrılmaya eğilim göstermesi, tutarlılık eksikliği­nin sonucudur." Eğer şizoid parçalanma, parçalara ayrılma­nın radikal ve en üst tezahürüyse, melankolik ketlerime (ya­vaşlama, sekans ardışıklığının eksikliği) bağların çözülüşü­nün bir başka tezahürü olarak görülebilir. Nasıl?

Ölüm dürtüsünün yön değiştirmesini takiben, depresif duygu, parçalara ayrılmaya karşı bir savunma olarak yorum­lanabilir. Gerçekten de hüzün, duygu zarı içinde birliğine yeniden kavuşan benliğin duygusal tutarlılığını yeniden oluşturur. Depresif ruh hali narsisistik bir destek olarak oluşur, kuşkusuz olumsuz, ama yine de benliğe, sözel olmasa da bir bütünlük sunan bir destek. Bu nedenle, depresif duygu simgeselin geçersizleşmesini ve kesintiye uğramasını (depresif kişinin "bunun anlamı yok" duygusu­nu) telafi eder ve aynı zamanda benliği intihar edimine ge­çişten korur. Yine de söz konusu koruma kırılgandır. Sim­geselin anlamını yok eden depresif yadsıma edimin anlamı­nı da yok eder ve özneyi, sevinç verici olduğu kadar ölüm­cül olan o arkaik bütünleşmeme durumuyla, o "okyanus" duygusuyla, çözülme kaygısı olmadan yeniden buluşma olarak yaşanan intihara sürükler.

Dolayısıyla, şizoid parçalanma, ölüm karşısında - bedenselleştirme ya da intihar karşısında- bir savunmadır. Tersine depresyon, şizoid parçalanma kaygısı olmadan işler. Ama eğer depresyon acının belli bir erotizasyonundan destek alma şansından yoksunsa, ölüm dürtüsüne karşı savunma işlevini göremez. Bazı intiharlardan önce gelen yatışma duygusu, yadsınan ya da uyuşmuş bir bilincin ediminin Thanatos'u benliğe doğru çevirmesini ve bütünleşmemiş benliğin, ötekilerin ve sınırların olmadığı yitik cennetini, dokunulmaz tamlık fantezisini yeniden bulmasını sağlayan o arkaik gerilemeyi ifade ediyor olabilir.

Böylece, konuşan öznenin sıkıntılara karşı yalnızca savunmacı parçalanma yoluyla değil, aynı şekilde ketlenme- yavaşlama, sekans ardışıklığının yadsınması, gösterenin etkisiz hale getirilmesi yoluyla da tepki vermesi mümkün olur. Bir tür olgunlaşmamıştık ya da bütünleşmeme eğilimi gösteren başka bazı nörobiyolojik özellikler bu tür bir dav­ranışı koşullandırıyor olabilir. Bu savunmacı bir davranış mıdır? Depresif kişi kendini ölüme karşı değil, erotik nes­nenin yol açtığı kaygıya karşı savunur. Depresif kişi Eros'a katlanamaz, kendisini Thanatos'a sürükleyen olumsuz nar­sisizmin sınırına dek Şey'le birlikte olmayı tercih eder. Ke­deri onu Eros'a karşı savunur ama Thanatos karşısında sa­vunmasızdır çünkü Şey'e kayıtsız şartsız bağlıdır. Thanatos'un elçisi olan melankolik kişi, gösterenin kırılgan­lığının, canlının faniliğinin suç ortağı-tanığıdır.

Dürtülerin ve özellikle de ölüm dürtüsünün dramaturjisini sahneye koymak konusunda Melanie Klein kadar bece­rikli olmayan Freud, buna karşın radikal görünmektedir. Freud'a göre, konuşan varlık iktidarın ötesinde ölümü arzu­lar. Bu mantıksal uçta artık arzu yoktur. Arzunun kendisi de iletimin çözülüşünde ve bağların çözülüşünde erir. İster nes­ne öncesi narsisistik travmaları takiben biyolojik olarak belir­lenmiş olsun, ister daha basit bir biçimde saldırganlığın tersi­ne dönüşüne bağlı olsun, biyolojik ve mantıksal sekans ardışıklığının çöküşü olarak betimleyebileceğimiz bu görüngü, radikal tezahürünü melankolide bulur. Ölüm dürtüsü bu çöküşün birincil kaydı (mantık ve zamandizin açısından) olabilir mi?

Gerçekte "ölüm dürtüsü" kuramsal bir spekülasyon ola­rak kalsa da, depresyon deneyimi hasta kadar gözlemciyi de ruh hali bilmecesiyle karşı karşıya bırakır.

Ruh hali bir dil midir?

Hüzün depresyonun temel ruh halidir ve bu hastalığın iki kutuplu biçimlerinde manik coşkuyla nöbetleşse de, keder, umutsuz kişiyi ele veren en önemli belirtidir. Hüzün bizi duyguların, kaygı, korku ya da sevincin bilmecemsi alanına götürür. Sözel ya da göstergesel ifadelerine indir­genemez olan hüzün (her duygu gibi), dışsal ya da içsel trav­maların yol açtığı enerji yer değiştirmelerinin ruhsal temsilidir. Enerjinin yer değiştirmesinin bu ruhsal temsillerinin tam
statüsü, psikanaliz ve göstergebilim kuramlarının bugün geldiği noktada hâlâ son derece belirsizdir. Konuyla ilgili bilimlerin (özellikle dilbilim). sunduğu hiçbir kavramsal çerçeve, görünüşe göre çok kabataslak, gösterge öncesi ve dil öncesi olan bu temsil olgusunu açıklamak için uygun değildir. Psikosomatik bir organizmada bir enerji uyarılma­sının, geriliminin ya da çatışmasının tetiklediği "hüzünlü" ruh hali, bir tetikleyiciye verilen özgül bir yanıt değildir (X'e ve yalnızca X'e bir yanıt ya da X için bir gösterge olarak hüzünlü değilim). Ruh hali, bütün davranışa ve gösterge sistemlerine (motor işlevlerden konuşma tarzına ve idealleştirmeye dek), onlarla özdeşleşmeksizin ve örgütlenmelerini bozmaksızın damgasını vuran "genelleşmiş bir aktarım"dır (E. Jacobson). Burada arkaik bir enerji sinyalinin, soyoluşsal bir kalıtın söz konusu olduğunu, ama bunun, insanın ruhsal uzayında derhal sözel temsil ve bilinç tarafından üstlenildi­ğini düşünmek için temelimiz var. Yine de bu "üstlenme"nin, Freud'un "bağlı" olarak tanımladığı, sözelleştirmeye, çağrışıma ve yargılamaya elverişli enerjilerle ilgisi yok­tur. Duygulara ve özellikle de hüzne özgü temsillerin karar­sız enerji yatırımları olduğunu söyleyelim: Sözel ya da başka nitelikte» göstergelerde donmak için yeterince istikrarlı ol­mayan, birincil yer değiştirme ve yoğunlaşma süreçleri tara­fından harekete geçirilen, yine de benlik düzeyine bağımlı olan bu yatırımlar, benlik aracılığıyla üstbenliğin tehditleri­ni, talimatlarını, buyruklarını kaydederler. Bu nedenle ruh halleri, yalnızca brüt enerjilerin değil, enerji kopuşlarının da kayıtlarıdır. Bizi, biyoenerjik dengelerin eşiğinde, imgeselin ve simgeselin ön koşullarını sağlayan (ya da çözülüşlerini gösteren) bir anlamlılık kipliğine götürürler. Hayvanlığın ve simge oluşumunun sınırlarında, ruh halleri -ve özellikle hüzün- travmalarımıza, homeostaziye ilişkin temel çare arayışlarımıza nihai bir tepkidir. Çünkü ruh hallerinin tut­sağı olan bir insanın, kendi hüznünde boğulan bir varlığın bazı ruhsal ya da düşünsel kırılganlıklar sergilediği doğru olsa da, ruh hallerinde bir çeşitlenmenin, farklı renkler içe­ren bir hüznün, kederde ya da yasta incelmişliğin, kuşkusuz muzaffer olmayan ama ince, mücadeleci ve yaratıcı bir in­sanlığın işareti olduğu da aynı ölçüde doğrudur...

Yazınsal yaratıcılık, bedenin ve göstergelerin duyguya tanıklık eden bu serüvenidir: Ayrılığın ve simge boyutunun başlangıç işareti olarak hüzne; gerçeklik deneyimlerime olabilecek en iyi biçimde denk düşürmeye çalıştığım yapıntı ve simge evrenine beni yerleştiren zaferin bir işareti olarak sevince tanıklık eden serüven. Ama yazınsal yaratıcılık bu tanıklığı ruh halinden tamamen farklı bir malzeme içinde üretir. Duyguyu ritimlere, göstergelere, biçimlere taşır. "Göstergesel" olan ve "simgesel" olan, okurun algılayabile­ceği (bu kitabı seviyorum çünkü bana hüznü, kaygıyı ya da sevinci iletiyor) ve yine de egemenlik altına alınmış, uzak­laştırılmış ve yenilmiş bir mevcut duygusal gerçekliğin ileti­lebilir işaretleri haline gelirler.

Simgesel eşdeğerler/simgeler

Duygunun içsel ve dışsal olayların en arkaik kaydı oldu­ğunu varsayarak, buradan göstergelere nasıl varabiliriz? Hanna Segal'in, ayrılıktan itibaren (göstergenin ortaya çık­ması için bir "eksiğin" zorunlu olduğunu kaydedelim), ek­sik olan şeyin simgesel eşdeğerleri olan nesnelerin ya da sesleştirmelerin çocuk tarafından üretildiği ya da kullanıldığı varsayımını izleyeceğiz. Çocuk, daha sonra ve depresif ola­rak adlandırılan konumdan başlayarak, onu kuşatan hüznü, kendi benliği içinde dış dünyaya yabancı öğeler üreterek, yitirilmiş ya da yerinden oynamış olan o dışsallığa karşılık düşürdüğü öğeler üreterek göstermeye çalışır: Dolayısıyla artık eşdeğerlerle değil, tam anlamıyla simgelerle karşı kar­şıya kalırız.

Hanna Segal'in konumuna şunu ekleyelim: Hüzün karşı­sında böyle bir zaferi mümkün kılan şey, benliğin bu kez artık yitik nesneyle değil, ama bir üçüncü düzeyle -baba, biçim, şema- özdeşleşme kapasitesidir. Bir yadsıma konu­munun ya da manik bir konumun koşulu olan ("hayır, yi­tirmedim; benden ayrılanı göstergelerin yapıntısı sayesinde anımsıyorum, gösteriyorum ve kendim için var ediyorum), fallik ya da simgesel olarak adlandırabileceğimiz bu özdeş­leşme, öznenin, göstergelerin ve yaratıcılığın evrenine giri­şini sağlar. Bu simgesel zaferin destek-babası Ödipal baba değil, ama birincil özdeşleşmeyi güvence altına alan o "im­gesel baba"dır, Freud'a göre, "bireysel tarih öncesindeki baba"dır. Bununla birlikte, bu bireysel tarih öncesi babanın, simgesel Yasa içinde Ödipal baba rolünü yerine getirmesi de zorunludur çünkü iletişimin soyut ve keyfi göstergeleri­nin, tarih öncesi özdeşleşmelerin duygusal anlamına bağ­lanma şansını yakalayabilmeleri ve potansiyel depresif kişi­nin ölü dilinin ötekilerle ilişki içinde canlı bir anlam elde etme olanağını bulabilmesi, ancak babalığın iki yüzünün bu uyumlu alaşımı temelinde mümkündür.

Örneğin, yazınsal yaratıcılığın tamamen farklı koşulla­rında, depresyonun yedeğindeki manik konumu oluşturan’ temel önemdeki bu simge oluşumu anı, simgesel bir soy zincirinin kuruluşuyla kendini gösterebilir (dolayısıyla, öznenin gerçek ya da imgesel tarihine ilişkin olan, kendini mirasçısı ya da eşiti olarak sunduğu ve aslında, babanın yetersizliğinin ötesinde, yitik anneye nostaljik bağlılığı anan özel isimlere başvurulduğunu görürüz).

Nesneye ilişkin depresyon (örtük olarak saldırgan), narsisistik depresyon (mantıksal olarak, libidinal nesne ilişkisinden önce). Göstergelerle savaşan, onları aşan, tehdit eden ya da değiştiren duygusallık. Bu tablodan başlayarak, yürüteceğimiz sorgulama şöyle özetlenebilir: Estetik ve özellikle yazınsal yaratma edimi, ama aynı zamanda, imge­sel, kurgusal özüyle dinsel söylem bir düzenek önerir; bu düzeneğin prozodik ekonomisi, karakter dramaturjisi ve örtük simgeciliği, öznenin simgesel düşüşle mücadelesinin çok sadık bir göstergesel temsilini oluşturur. Bu yazınsal temsil, manevi acının ruhlar arası ve içruhsal nedenlerinin "bilincine varılması" anlamında bir işlem değildir; bu açı­dan, söz konusu belirtinin çözülmesini önüne koyan psikanalitik yoldan farklılaşır. Bununla birlikte, bu yazınsal (ve dinsel) temsil, işlemden çok duygusal boşalıma bağlı gerçek ve imgesel bir etkileme gücüne sahiptir; çağlar bo­yunca tüm toplumlarda kullanılan bir terapi aracıdır. Psika­naliz, özellikle öznenin düşünsel olanaklarını güçlendirerek, etkililik açısından bu aracı aştığını düşünse de, etkisizleştirici bir antidepresan değil ama depresyona karşı zihni açık bir deva olabilmek için, krizlerimizin bu yüceltici çözümlerine daha fazla dikkat yönelterek kendini zenginleştirmeyi görev bilmelidir.

Ölüm temsil edilemez mi?

Bilinçdışının haz ilkesine göre yönetildiğini öne süren Freud, çok mantıksal bir biçimde bilinçdışında ölümün tem­sili olmadığını varsayar. Bilinçdışı, olumsuzlamanın farkın­da olmadığı gibi ölümün de farkında değildir. Haz yoklu­ğuyla eşanlamlı olan, fallik yoksunlaşmanın imgesel eşde­ğeri olan ölüm/ görülemez. Belki tam da bu nedenle spekü­lasyonun yolunu da açar.

Yine de klinik deneyim Freud'u ölüm dürtüsünün keş­fiyle ve ikinci topikle sonuçlanan narsisizme götürdü­ğünde, Freud, Eros'un Thanatos'un egemenliğine girme tehdidi altında olduğu ve buna bağlı olarak, ölümün bir temsili olanağının başka terimlerle gündeme geldiği bir ruhsal aygıt görüşünü bize kabul ettirir.

O ana dek bilinçli ölüm kaygısının altında yattığı sezilen hadım edilme korkusu ortadan kalkmaz ama nesneyi yitirme korkusunun ya da kendini nesne olarak yitirme korkusunun gölgesinde kalır (melankolinin ve narsisistik psikozların etiyolojisi).

Freud'un düşüncesindeki bu evrim, Andre Green tara­fından altı çizilen iki soruyla karşı karşıya kalmamıza yol açar.

Öncelikle, bu ölüm dürtüsünün temsili hakkında ne söylenebilir? "İkinci Freud"a göre, bilinçdışının farkında olma­dığı bu temsil, Freud'un ifadesini tersine çevirecek olursak, bir "üstbenlik kültürü"dür. Benliğin kendisini, ondan etki­lendiği halde onu bilmeyen bir kısım (bilinçdışı kısım) ve onunla savaşan bir başka kısım (hadım edilme ve ölümü yadsıyan, ölümsüzlük fantezisi kuran megaloman benlik) olarak böler.

Ama, daha temel olarak, böyle bir bölünme tüm söylemi boydan boya kat etmez mi? Simge, kaybın olumsuzlanmasına (Verneinımg) bağlı olarak kurulur, ama simgenin yad­sınması (Verleugnung) yitik nesneden nefrete ve onun üze­rinde nüfuz kurmaya olabildiğince yakın bir ruhsal kayıt üretir. Söylemin boşluklarında, sözleştirmelerde, ritimler­de ve kavranan depresyon temelinde analist tarafından yeniden düzenlenmesi gereken hayatiyetini yitirmiş sözcük­lerin hecelerinde şifresi çözülen şey budur.

O halde, eğer ölüm dürtüsü bilinçdışında temsil edilmi­yorsa, bu dürtünün yokluğunun varlığının kaydedildiği (zevkle aynı zamanda) başka bir ruhsal aygıt düzeyi icat etmek gerekir mi? Bilinçdışı için ölüm anlamına gelen bu kopukluğa, boşluğa ya da aralığa tanıklık eden şey, aslında bölünmüş benliğin bir ürünüdür, fantezi ve kurgu oluşu­mudur -kısacası imgelem düzeyi, yazı düzeyidir.

Biçimlerin ayrışması

İmgesel yapılar, ölüm dürtüsünü babaya karşı erotize edilmiş saldırganlığa ya da anne bedenine karşı korkulu tiksintiye dönüştürür. Ölüm dürtüsünün ağırlığını keşfettiği anda, Freud'un ilgisinin birinci topiğe (bi­linç/önbilinç/bilinçdışı) ilişkin kuramsal modelden İkinciye doğru yer değiştirmekle kalmayıp, özellikle ve bu ikinci topik sayesinde, imgesel ürünlerin (dinler, sanatlar, edebi­yat) analizine daha fazla yöneldiği bilinir. Freud orada ölüm kaygısının belirli bir temsilini bulur. Bu, -bundan böyle hadım edilme korkusu olarak özetlenmeyen ama onu da içine alan ve ona bedenin ve benliğin bütünlüğünün aldığı yarayı hatta bu bütünlüğün kaybını da ekleyen- ölüm kay­gısının, kendi temsillerini "bilinç aşırı" olarak adlandıraca­ğımız oluşumlarda (Lacan'a göre bölünmüş öznenin imge­sel yapılarında) bulduğu anlamına gelir mi? Hiç kuşkusuz.

Yine de, bazı rüyaların bize gösterdiği gibi, ölüm dürtüsünün göstergesi değil, belirtisi olan ve temsil etmeyen bu temsil aralığının, bizzat bilinçdışının başka türlü bir okunu­şunun kendi dokusu içinde saptanabileceği de doğrudur.

Sınır hastaların, şizoid kişiliklerin ya da psikedelik deneyimin etkisi altındaki kişilerin rüyaları, çoğunlukla "soyut resimler" ya da ses çağlayanları, çizgi ve doku karmaşaları­dır; analist, ruhsal ve bedensel birliğin ayrışmasını -ya da bütünleşmemişliğini- bu malzemede deşifre eder. Bu belirti­leri ölüm dürtüsünün nihai damgası olarak yorumlamak mümkündür. Ölüm dürtüsünün, erotize edildikleri için zo­runlu olarak yer değiştiren imgeye dökülmüş temsilleri bir yana, ruhsallığın sıfır derecesinde, biçim biçimsizleştiği, soyutlaştığı, şekilsizleştiği, koflaştığı zaman, tam anlamıyla ölüm çalışması bizzat biçimin ayrışmasında net biçimde sap­tanabilir: Kaydedilebilir dağılmanın ve zevkin nihai eşikleri...

Öte yandan, ölümün temsil edilemezliği o öteki temsil edilemezlikle -kökensel barınak, ama aynı zamanda, öte taraftaki ruhların son istirahatgâhı-, yani mitik düşünce için kadın bedeni anlamına gelen temsil edilemezlikle bağlantılandırılır. Ölüm kaygısının altında yatan hadım edilme korkusu, kuşkusuz, penisten yoksun kadınsı ile ölüm arasındaki o evrensel bağlantının önemli bir bölümü­nü açıklar. Bununla birlikte, bir ölüm dürtüsü varsayımı başka bir akıl yürütmeyi dayatır.

Öldürücü kadın

Erkek ve kadın için annenin kaybı, biyolojik ve ruhsal bir zorunluluktur, özerkleşme yolunda ilk adımdır. En uygun koşullarda gerçekleştiği ve erotize edilebildiği takdirde, ana katli yaşamsal zorunluluğumuzdur, bireyleşmemizin olmaz­sa olmaz koşuludur: İster kayıp nesne, erotik nesne olarak yeniden bulunsun (erkek heteroseksüelliğinde ve kadın eşcinselliğinde durum budur), ister kayıp nesne, ötekini erotize eden (heteroseksüel kadının durumunda öteki cins) ya da kültürel oluşumları "yüceltilmiş" erotik nesne olarak başkalaştıran (erkeklerin ve kadınların toplumsal bağlara, düşünsel ve estetik ürünlere v.b. yaptıkları yatırımlar akla geliyor) inanılmaz bir simgesel çabayla, ortaya çıkışına an­cak hayranlık duyabildiğimiz bir simgesel çabayla, başka yere taşınsın. Ana katli dürtüsünün şiddeti, bireylere ve farklı çevrelerin hoşgörü düzeyine bağlı olarak az ya da çok olabilir ve bu şiddet, engellendiği zaman, tersine dönerek benliğe yönelir: Bunun ardından, annesel nesne içe yansı­tılmış olduğu için, ana katli yerine, benliğin depresif ya da melankolik öldürülüşü gelir. Anneyi korumak için, bunun ondan, öldürücü Cehennem-kadın'dan geldiğini bildiğim halde -fantezi düzeyinde yer alan koruyucu bilgi-, kendimi öldürüyorum... Böylece nefretim tehlikesizleşiyor ve ana katline ilişkin suçluluk duygum siliniyor. Onunla özdeşleş­tiğimde kendime karşı duyduğum nefretin beni paramparça etmesini engellemek için, Ondan bir Ölüm imgesi yaratıyo­rum çünkü ilke olarak, bu kin, sınırların karıştığı aşka karşı bireyleştirici bir baraj olarak ona yöneliyor. Bu durumda, kadınsı ölüm imgesi yalnızca hadım edilme korkumun bir perdesi değil, aynı zamanda, bu temsil olmasa, beni eğer suça itmezse melankoliyle un ufak edecek olan ana katli dürtüsü­ne karşı bir emniyet kilidi. Hayır, öldürücü olan O, dolayı­sıyla onu öldürmek için kendimi öldürmüyorum ama ona saldırıyorum, onu taciz ediyorum, onu temsil ediyorum...


Anneyle ayna özdeşleşmesini ve aynı zamanda anne be­deninin ve anne benliğinin içe yansıtılmasını en dolaysız biçimiyle yaşamış bir kadın için, ana katli dürtüsünün bir tersine dönüşle öldürücü anne figürüne dönüşmesi, eğer imkânsız değilse daha zordur. Gerçekten de, ben O oldu­ğuma (cinsel ve narsisistik olarak), O ben olduğuna göre, O nasıl kana susamış bir Erinys olabilir ki? Sonuç olarak, ona karşı duyduğum nefret dışarıya yönelmez, benim içime hapsolur. Nefret yoktur, sadece çevresine duvarlar ören ve beni gizlice, sürekli bir buruklukla, hüzün nöbetleriyle yavaş yavaş öldüren iç patlamalı bir ruh hali vardır; ya da hatta, hiç kimseye değil... ama gerçekleşmemi sağlayan ölümümün arttırdığı kendi imgesel tamlığıma yeniden kavuşacağıma dair kara bir umutla, artan ya da azalan dozlarda kullandı­ğım ölümcül uyku ilacıyla beni öldüren ruh hali. Eşcinsel kişi aynı depresif ekonomiyi paylaşır: Başka bir erkekle sadistik bir tutkuya teslim olmadığı zaman, muhteşem bir melankoliktir.

Kadınsı ölümsüzlük fantezisinin temeli, belki de, döllenmeden üreme kapasitesine sahip dişi tohum naklidir. Üstelik, yeni yapay üreme teknikleri kadın bedenini akıl almaz üreme olanaklarıyla donatıyor. Türün hayatta kalma­sına ilişkin bu kadınsı "tümgüçlülüğün", erkeğin de gebe kalmasını sağlayacak gibi görünen başka teknik olanaklar tarafından kemirilmesi mümkünse de, bu son olasılığın, çoğunluğun androjen fantezilerini doyurmakla birlikte an­cak küçük bir azınlığı çekebilmesi mümkündür. Bununla birlikte, ölümde ve ölümün ötesinde ölümsüz olmaya ilişkin kadınsı inancın (Bakire Meryem'in mükemmel biçimde cisimleştirdiği) esas öğesinin kökleri, ruhsallıkla aralarında­ki "köprü"yü pek anlamadığımız bu biyolojik olanaklardan çok "olumsuz narsisizm"de yatar.

Doruk noktasında, olumsuz narsisizm, ötekine yönelik saldırgan duygunun (ana katli) yanı sıra, bizzat kendinin içindeki keder duygusunu da zayıflatır ve bir "okyanus boşluğu" olarak adlandırılabilecek duyguyla ikame eder. Söz konusu olan, acıya, ama uyuşturulmuş bir acıya, zevke, ama askıya alınmış bir zevke, karşılanmış olduğu ölçüde boş bir beklentiye ve suskunluğa ilişkin bir duygu ve fante­zidir. Ölümcül okyanusunun bağrındaki melankolik kadın, kendi'içinde her zaman terk edilmiş olan, kendi dışında ise asla öldüremeyecek olan o ölü kadındır. Edepli ve dilsiz, ötekilerle söz ya da arzu bağı olmadan, kendine yönelttiği ahlaki ve fiziksel darbelerle tükenir; yine de ona yeterli haz­zı vermeyen darbeler. Ta ki ölümcül darbe -Ölü Kadın'ın, öldürmemiş olduğu Aynı'yla nihai düğünü- gelene dek.

Bir kadının erotik nesne olarak öteki cinsi bulabilmek için harcaması gereken devasa ruhsal, düşünsel ve duygusal çabayı ne kadar vurgulasak azdır. Soyoluşa ilişkin kurgula­rında, Freud'un, geçmişte (ve hâlen) kadından yoksun kalan erkeğin (buzullaşma ya da ilkel kabile babasının zorbalığı, v.b. nedeniyle) gerçekleştirdiği düşünsel başarılar karşısın­da sık sık hayranlığa kapıldığı görülür. Görünmez vajinası­nın keşfi kadından zaten müthiş bir duyusal, spekülatif ve düşünsel çaba talep ederken, simgesel düzene geçişle aynı zamanda temel annesel nesneden farklı bir cinsiyet taşıyan bir cinsel nesneye geçiş, bir kadının, erkek cinsi için gere­kenden daha üstün bir ruhsal potansiyel yatırdığı devasa bir işlemi temsil eder. Küçük kızların erken uyanışı, okul ça­ğında çoğunlukla daha parlak olan düşünsel performansla­rı, süregiden kadınsı olgunluk, bu sürecin uygun koşullarda gerçekleştiğine tanıklık eder. Ama kadınlar bunu, kayıp nesnenin sorunlu yasını aralıksız anma eğilimiyle öderler... bu nesne o kadar da kayıp değildir ve kadınsı rahatlığın ve olgunluğun "mahzen"inde gömülü olarak zonklamayı sür­dürür: İdealin yoğun bir biçimde içe yansıtılması, aynı za­manda hem olumsuz yanıyla birlikte narsisizmi hem de dünya iktidarının bahis konusu olduğu arenada var olma hevesini doyurmayı başaramadıkça.




Sözün yaşamı ve ölümü

I



Çöküntü içindeki kişinin sözünü anımsayın: Yinelenen ve tekdüze. Zincir oluşturmanın imkânsızlığına çarpan cümle kesintiye uğrar, tükenir, durur. Söz dizimleri bile dile getirilemez. Yineleyen bir ritim, tekdüze bir melodi kopuk mantıksal sekansları egemenliği altına alır ve yinelenen takıntılı dualara dönüştürür. Bu yavan müzik de tükendiği ya da basitçe sessizlik nedeniyle tutunmayı başaramadığı zaman, melankolik kişi, simge kaybının boşluğuna ya da düzenlenemez bir düşünsel kaosun aşırılığına batarak söy­lemeyi askıya alırken, her türlü düşünce üretimini de askıya almış gibidir.

Zincirlemenin kırılması: Biyolojik bir varsayım

Çoğunlukla, bu avutulamaz hüzün umutsuzluğa tam bir yatkınlığı gizler. Belki kısmen biyolojiktir: Sinirsel akışın aşırı hızlı ya da aşırı yavaş dolaşımı, bireylere göre farklıla­şan derecelerde sahip olduğumuz bazı kimyasal maddelere tartışılmaz biçimde bağlıdır.

 İlaçbilimin bu alandaki ilerlemelerini anımsayalım:  1952'de, nöroleptiklerin uyarılma durumları üzerindeki etkisinin Delaye ve Deniker tarafından keşfedilmesi; 1957'de temel önemdeki ilk antidepresanların Kuhn ve Kline tarafından kullanılması; 60'lı yılla­rın başında lityum tuzlarının Schou tarafından denetimli olarak kul­lanılması.


Tıbbi söylem, heyecanların, hareketlerin, edimlerin ya da sözlerin, istatistik olarak yaygın olduğu için normal kabul edilen art arda geliş biçiminin depresyonda engellendiği gözlemini yapar: Bütünsel davranış ritmi parçalanmıştır, edimin ve sekansın gerçekleşmesi için ne zaman ne de yer vardır. Eğer depresif olmayan durum, zincirleme ("birbirine bağlama") kapasitesiyse, tersine, acısına sabitlenen depresif kişi artık zincir oluşturmaz ve buna bağlı olarak, ne davra­nır ne de konuşur.

"Yavaşlayanlar": iki model

Çok sayıda yazar, melankolik-depresif bütünün ayırt edici niteliği olan motor, duygusal ve düşünsel yavaşlama üzerinde durmuştur. Psikomotor ajitasyon ve hezeyanlı depresyon ya da genel olarak depresif ruh hali yavaşlama olgusundan ayrılamaz gibi görünmektedir. Sözel yavaşla­ma da aynı tabloya eklenir: Konuşma tarzı yavaştır, sessiz­likler uzun ve sıktır, ritimler ağırlaşır, tonlamalar tekdüze­dir, bizzat söz dizimi yapıları bile, şizofrenlerde gözlemlenebilen huzursuzluklara ve zihin bulanıklığına tanıklık et­meksizin, çoğunlukla geri alınamaz atlamalarla ayırt edilir (bağlamdan yola çıkılarak yeniden kurulması olanaksız nesnelerin ve yüklemlerin unutulması).

 (P.U.F., Paris, 1983) başlıklı ortak ça­lışmayı anmalıyız. Bu anlayışa göre "Çöküntü içinde olmak, ayırt edici niteliği yavaşlama olan bir eylem sistemine hapsolmak, bu niteliği ta­şıyan kiplere göre hareket etmek, düşünmek ve konuşmaktır" (aynı yerde, s. 9).

Depresif yavaşlama durumunun altında yatan süreçleri düşünmek için önerilen modellerden biri olan "learned helplessness" (öğrenilmiş çaresizlik) şu gözlemden yola çıkar: Tüm çıkışlar kapatıldığında, hayvanlar kadar insanlar da kaçmak ya da savaşmak yerine geri çekilmeyi öğrenirler. Dolayısıyla, depresif olarak adlandırabileceğimiz yavaşlama ya da eylemsizlik, çıkışsız bir duruma ya da kaçınılmaz şoklara karşı öğrenilmiş bir savunma tepkisi oluşturur. Trisiklik antidepresanlar görünürde kaçma kapasitesini yeniden oluştururlar; bu da öğrenilmiş eylemsizliğin noradrenerjik bir azalma ya da kolinerjik bir hiperaktiviteye bağlı olduğunu varsaymamıza izin verir.

Bir başka modele göre, tüm davranışlar, yanıtların başlamasını koşullandıran, ödüle dayalı bir öz uyarma sistemi tarafından yönetilir. Buradan, "olumlu ya da olumsuz tak­viye sistemleri"ne varılır ve bu sistemlerin depresif durum­da bozuldukları varsayılarak, ilgili yapılar ve aracılar incelenir. Sonunda bu bozukluğa ilişkin olarak ikili bir açıklama önerilir. Telensefalin orta demeti, noradrenerjik aracı rolü oynayan pekiştirme yapısı, yanıttan sorumlu olduğuna gö­re, depresif yavaşlama ve geri çekilme onun bir işlev bozuk­luğundan kaynaklanıyor olmalıdır. Buna koşut olarak, kolinerjik aracı rolü oynayan önleyici önventrikül (preventriculaire) "ceza" sistemlerinin aşırı işleyişi kaygının temelini oluşturur. Telensefalin orta demetinin locus coereleus'u, kendi kendini uyarmada ve noradrenerjik aracılıkta temel bir role sahiptir. Ceza beklentisiyle bir yanıtın bastırılması deneyimlerinde, tersine, artan serotonindir.

 Bkz. Y.Lecrubier, "Depresif Durumlarda Biyolojik Bir Sınır", aynı yerde, s. 85.

Dolayısıyla, antidepresan tedavisi bir noradrenerjik artışı ve serotoninerjik azalışı gerektirir.

"Normal korku ya da kaygıya yol açan 'alarm sistemi' için bir vardiya üssü" olarak Locus coereleus'un bu temel rolü birçok yazar tarafından vurgulanmıştır: "[...] LC, sinir yolları boyunca gerçekleşen enerji iletimini, bedendeki acı yol­larından dolaysız olarak alır ve uyuşturulmuş hayvanlarda bile, yinelenen biçimde ortaya çıkan zararlı uyaranlara karşı kalıcı yanıtlara tanıklık eder. [...] Ek olarak, beyin korteksine gidip gelen, geri beslenme halkaları oluşturan ve uyaranla­rın anlamının ve yerindeliğinin yanıt üzerinde oluşturabilece­ği etkiyi açıklayan yollar vardır. Aynı geri beslenme halka­ları, duygusal durum ya da durumların bilişsel deneyiminin altında yatıyor olması mümkün bölgelere girişi sağlar".

"Uyarma" ve "takviye" olarak dil

Duyguların -ruhsal ve biyolojik- iki kanalı üzerine gün­cel düşünme denemelerinin geldiği noktada, insan için dilin merkezi önemi sorusunu yeniden ortaya atabiliriz. Çözümsüz ayrılık, kaçınılmaz şoklar ya da hatta sonuç­suz arayış deneyimi karşısında, davranışa başvurmak dı­şında seçeneği olmayan hayvanların tersine, çocuk, mücade­le etmek ya da kaçmak biçiminde bir çözümü ruhsal temsil­de ve dilde bulabilir. Çocuk, mücadeleyi ya da kaçışı ve tüm bir ara seçenekler yelpazesini imgelere döker, düşünür, söze döker ve bu da onun, onarılmaz zararlar ve düş kırıklıkla­rıyla yaralanmış olarak eylemsizliğe çekilmesini ya da ölü taklidi yapmasını önleyebilir. Bununla birlikte, kaçmak-savaşmak: ölü taklidi yapmak (flight/fight: learned helplessness) biçimindeki melankolik ikilemin bu depresif olmayan çö­zümünün işlenebilmesi için, çocuğun simgesel ve imgesel koda sağlam bir katılımı gerekir; söz konusu kod yalnızca bu koşulla uyarma ve takviye haline gelir. O zaman çocuk, kendisi de örtük olarak simgesel olan ve dil tarafından ya da yalnızca dilin eylemi içinde bilgiyle donatılmış olan belli bir eyleme verilen yanıtları başlatır. Eğer tersine, simgesel boyut yetersiz kalırsa, özne kendini yeniden eylemsizliğe ve ölüme açılan çaresizlik durumunun çıkmazında bulur. Baş­ka bir deyişle, heterojenliği içinde dil (birincil ve ikincil süreçler, arzunun, nefretin, çatışmaların düşünsel ve duygusal vektörleri), bilinmeyen dolayımlarla nörobiyolojik devreler üzerinde bir etkinleştirme (ya da tersine, ketlenme) etkisi uygulayan çok önemli bir etkendir. Bu bakış açısı içinde birçok soru hâlâ yanıt beklemektedir.

Depresif kişide saptanan simgesel düşüş, klinik olarak gözlemlenebilir diğer öğeler gibi bir yavaşlama öğesi midir, yoksa yavaşlamanın temel ön koşulları arasında mı yer alır? Ruhsal temsillerin ve özellikle sözcük temsillerinin, aynı zamanda da bunları hipotalamus çekirdeğine bağlayan yol­ların temelinde yatan (ama hangi biçimde?) nöron ve en­dokrin devresinin işlevindeki bir bozukluk tarafından mı koşullandırılır? Yoksa, yalnızca aile ve toplum ortamından kaynaklanan bir simgesel etki yetersizliği midir söz konusu olan?

Psikanalist ilk varsayımı dışlamaksızın, İkincisini aydınlatmaya çalışacaktır. Dolayısıyla, çoğunlukla toplumsal norma uygun, hatta bazen çok başarılı gibi görünen, yeterli simgesel kapasiteyi kazanmış bir öznede, simgesel etkiyi silen mekanizmaların hangileri olduğunu kendimize soracağız. Tedavi dinamiğinden ve özgül bir yorum ekonomisinden yararlanarak, konuşan organizmayı oluşturan o heterojen bütünlüğün imgesel ve simgesel boyutuna, optimal gücünü geri vermeyi deneyeceğiz. Bu bizi, çöküntü içindeki kişide gösterenin yadsınmasını ve, depresif sözde, ama aynı zaman­da, birincil süreçler yoluyla "imge ve simge aşısı" olarak yorum sözünde birincil süreçlerin rolünü de sorgulamaya götürecek. Nihayet, hastada simgesel boyutun demir atma­sını (çoğu durumda, arzu ve çatışmanın, hatta nefretin pa­rametresi olarak iletişimin yeniden kazanılması anlamına gelir) kolaylaştırma amacı açısından narsisistik onayın ve idealleştirmenin önemini sorgulayacağız.

Bundan böyle bir kenara bırakacağımız "biyolojik sınır" sorununa son bir kez değinecek olursak, ruhsal ve özellikle dilsel temsil düzeyinin, son kertede hipotalamusun çoklu devreleri tarafından, nörolojik olarak, beynin fizyolojik olay­larına çevrildiğini söyleyelim (hipotalamus çekirdekleri, işleyişi anlamın temelini oluşturan -ama nasıl?- beyin korteksinin yanı sıra, işleyişi duyguların temelini oluşturan beyin sapının limbik sistemine bağlıdır). Bugün bu çevirinin nasıl gerçekleştiğini bilmiyoruz ama klinik deneyim fiilen gerçekleştiğini düşünmemiz için temel sağlıyor (örnek ola­rak, bazı sözlerin uyarıcı ya da yatıştırıcı, "afyonlu" etkileri­ni anımsatalım). Nihayet, kökeni, simgesel düşüşlerin etkinleştirdiği nörofizyolojik rahatsızlıklar olarak saptanabilen çok sayıda hastalık -ve depresyon- dilin etkilerinin nüfuz edemediği düzeylerde sabitlenmiş olarak kalmaktadır. Bu durumda, simgesel boşluk ve düğümleri analiz eden ve yeni bir simgeselliği kuran bir psikoterapi çalışmasının başlatıla­bilmesi için gereken asgari nörofizyolojik temeli yeniden oluşturmak için antidepresanların destekleyici etkisine ge­reksinim vardır.


Anlam ve beyin işleyişi arasındaki diğer olası iletimler

Depresif söylemde, dilsel sekans ardışıklığındaki kesinti­ler ve dahası, yerlerine parçaüstü işlemlerin (ritimler, melodiler) geçirilmesi, dilsel kuruluşu yöneten sol hemisferde bir eksiklik olarak yorumlanabilir; duyguların ve heyecanların yanı sıra, bunların dilsel olmayan, "birincil", "müzikal" kayıtlarını da yöneten sağ hemisferin -geçici de olsa- egemenliği lehine bir eksiklik. Öte yandan, ikili bir beyin işle­yişi modelini bu gözlemlere ekleyeceğiz: Nöronal, elektrikli ya da kablolu ve dijital işleyiş; öte yandan, endokrinal, be­den sıvılarına ilişkin, dalgalanan ve analojik işleyiş. Beyin­deki bazı kimyasal maddeler, hatta bazı nörotransmiterler ikili bir işleyişe sahip görünürler: Bazen "nöronal", bazen "endokrinal". Sonuç olarak ve tutkuların temelde beden sıvılarına demir attıkları bu beyin ikiliğini göz önüne alarak, "dalgalanan merkezi durum"dan söz edebiliriz. Kendine özgü düzeyde, dilin bu "dalgalanan durum"u da tercüme etmesi gerektiği kabul ediliyorsa, dilin işleyişi içinde "nöronal beyin"e daha yakın görünen bölgelerle (dilbilgisi ve mantıkta sekans ardışıklığı gibi) "guddebeyin'e (cerveau-glande") daha yakın görünen bölgelerin (söylemin parçaüstü bileşenleri) saptanması zorunlu hale gelir. Böylece, anlamlılığın "simgesel kipliği"nin sol hemisfer ve nöronal beyinle ilgili olduğunu, anlamlılığın "göstergesel kipliği"nin ise sağ hemisfer ve gudde-beyinle ilgili olduğu­nu düşünebiliriz.

Bununla birlikte, bugün, biyolojik alt katman ile temsiller düzeyi arasında -bir sıçrama dışında- herhangi bir karşılıklılık ilişkisi kurmamıza izin veren hiçbir şey yoktur; tonla­mayla ya da söz dizimle ilgili temsiller, duygusal ya da bi­lişsel, göstergesel ya da simgesel tüm temsiller için bu geçerlidir. Yine de bu iki düzey arasında kurulması mümkün bağlantılar, birinin diğeri üzerindeki yankıları (rastlantısal ve öngörülmez olsalar da) ve elbette, birinin diğerinde yarattığı değişimler ihmal edilmemelidir.

Sonuç olarak, noradrenaline ve serotonine ya da bunla­rın alımlanmasına ilişkin bir işlev bozukluğu sinapsların iletkenliğini engelliyor ve depresif durumu belki koşullandırıyorsa da, beynin yıldızsı yapısında bu birkaç sinapsın rolü mutlak olamaz. Bu tür bir yetersizlik, başka kimyasal gö­rüngülerle ve aynı zamanda başka dışsal eylemlerle (simge­sel eylemler dahil), biyolojik değişimler sayesinde kendini bunlara uyarlayan beyinde telafi edilebilir. Nitekim, ötekiy­le ilişki deneyimi, bunun zorlu yanları ve keyifleri, bu biyo­lojik alana kesin olarak damgasını vurur ve iyi bilinen depresif davranış tablosunu tamamlar. Analist, melankoliye karşı savaşta kimyasal eylemden vazgeçmeksizin, bu du­ruma ilişkin ve onu aşan geniş bir sözleştirme yelpazesin­den yararlanır (ya da yararlanabilir). Bu tür müdahaleler konusunda dikkatli olmayı sürdürürken, kendisini, depresif söylemin özgül başkalaşımlarının yanı sıra, bunun sonucu olan kendi yorum sözünün kuruluşuyla sınırlayacaktır.

Dolayısıyla, depresyonla karşılaşması, psikanalisti, öz­nenin anlam karşısındaki konumunu ve aynı zamanda dilin farklı ruhsal kayıtlara elverişli heterojen boyutlarını sorgu­lamaya götürür; bu çeşitlilik nedeniyle, söz konusu kayıtlar beyin işleyişinin çoklu görünümlerine ve buna bağlı olarak organizmanın etkinliklerine artan sayıda olası giriş yolu içerir. Nihayet, bu açıdan bakıldığında, imgesel deneyim bize aynı anda hem insanın depresyon içindeki simgesel iflasa karşı verdiği mücadelenin tanığı olarak, hem de yo­rum söylemini zenginleştirmeye elverişli bir araçlar yelpa­zesi olarak görünecektir.

Psikanalitik sıçrama: Zincirleme ve aktarma

Analistin bakış açısından, gösterenleri (sözler ya da edimler) zincirleme olanağı, arkaik ve vazgeçilmez bir nesnenin ardından gerçekleşen bir yasa ve bu yasla bağlantılı duygulara bağlıdır. Şey için yas: Bu olanağın kaynağı, ötekiyle bir etkileşimin belli bir düzene göre eklemlenen damgalarının kaybın ötesine ve imgesel ve simgesel bir alana aktarılmasıdır.

Kökensel nesneden kurtulan göstergesel damgalar, önce birincil süreçlere (yer değiştirme ve yoğunlaştırma) göre, diziler halinde, sonra dilbilgisi ve mantığın ikincil süreçleri­ne göre, dizimler ve cümleler halinde düzenlenirler. Bugün dille ilgili tüm bilimler, söylemin diyalog olduğunu kabul etmek konusunda anlaşmaktadır: Söylemin hem söz dizimsel, hem de ritmik ve tonlamaya ilişkin örgütlenmesinin gerçekleşmesi iki muhatap gerektirir. Yine de, şimdiden bir özne ile diğerinin ayrılığını ima eden bu temel koşula şu olguyu da eklemek gerekir: Sözel sekanslar ancak, az ya da çok sembiyotik olan kökensel nesne bir aktarmayla [transposition] ikame edilirse ortaya çıkabilir; bu aktarma, köken­sel Şey serabına geriye etkili olarak biçim ve anlam veren tam bir yeniden-kuruluştur [re-construction]. Bu belirleyici aktarma hareketinin iki yüzü vardır: Nesnenin tamamlanmış yası (ve onun gölgesinde, arkaik Şeyin yası) ve aynı zaman­da öznenin, yalnızca bu şekilde diziler halinde düzenlen­meye açık olan bir göstergeler (tam da nesnenin yokluğu nedeniyle imleyen göstergeler) alanına katılımı. Temsiller krallığında annesini yeniden bulmak için yatağını terk eden çocuğun, o gözüpek gezginin dili öğrenmesi buna tanıklık eder. İmlemekten vazgeçtiğinde ve Şeyle yeniden buluşma­yı kutlayan acının sessizliğine ya da hıçkırıklara boğuldu­ğunda, depresif kişi de bunun tersinden tanığıdır.

Aktarma [trans-poser], Yunanca metaphorien, yani taşıma sözcüğüne tekabül eder; dil daha ilk anda bir çeviridir, ama duygusal kaybın, vazgeçişin, kırılmanın gerçekleştiği düze­ye göre heterojen bir düzeyde yer alır. Eğer annemi yitirme­ye razı olmazsam, onu ne imgeleyebilir ne de adlandırabili­rim. Psikotik çocuk bu dramla tanışır: Yeteneksiz bir çevir­mendir, metaforu bilmez. Depresif söyleme gelince, psikotik bir riskin "normal" yüzeyidir: Bizi kuşatan hüzün ve felç eden yavaşlama da deliliğe karşı bir -bazen de son- siperdir.

Bu dizi ya da cümle aktarımının, temel bir yası ve birbi­rini izleyen yasları işleme kapasitemize tanıklık ettiğini düşünecek olursak, konuşan varlığın yazgısı, durmaksızın hep daha ileriye ya da daha yakına aktarmak olabilir mi? Ko­nuşma yeteneğimiz, kendimizi bir öteki için zaman içine yerleştirme yeteneğimiz, başka hiçbir yerde değil, ancak bir uçurumun ötesinde var olabilirdi. Zaman içinde kalıcı olma kapasitesinden başlayarak, şevkli, bilgili ya da basitçe eğlenceli söz kuruluşlarına dek, konuşan varlık temelde bir kopuşu, terk edişi, huzursuzluğu gerektirir.

Bu temel kaybın olumsuzlanması bize göstergeler âlemi­nin kapılarını açar, ama çoğu zaman yas tamamlanmamıştır. Yas olumsuzlamayı sarsar ve göstergeleri, gösteren olarak tarafsızlıklarından çıkartarak, gösterge belleğine kendini hatırlatır. Onlara duygular yükler, bu da sonunda onları, muğlak, yineleyici, sadece sesleri yineleyici, müzikal ya da bazen saçma kılar. Bu durumda, çeviri -konuşan varlık olarak yazgımız-, acının olduğu yere aynı oranda uzak gös­terge sistemleri olan üst dillere ve yabancı dillere doğru baş döndürücü gidişini durdurur. Adlandırılamaz olanı yaka­lamak amacıyla, ana dilinde "tam, yeni, dile yabancı bir söz­cük" (Mallarme) bulmak için, kendi kendine yabancılaşmaya çalışır. Dolayısıyla, duygu fazlasının kendini göstermek için yeni diller -tuhaf zincirlemeler, kişisel diller, poetikalar- üretmekten başka yolu yoktur. Kökensel şeyin ağırlığı onu alıp götürene ve her türlü çeviri olanaksız hale gelene dek. O zaman melankoli simge kaybına, anlam kaybına varır: Eğer artık çevirme ve metaforlaştırma kapasitem yoksa, susuyorum ve ölüyorum.

Olumsuzlamanın yadsınması

Yineleyen, tekdüze ya da anlamı boşaltılmış, dilsizliğe dalmanın öncesinde söyleyen kişi için bile işitilmez olan depresif sözü birkaç saniye için yeniden dinleyelim. Melankolik kişide anlamın... keyfi göründüğünü ya da büyük miktarda bilginin ve hâkimiyet istencinin yardımıyla kurulduğunu, ama ikincil göründüğünü, sizinle konuşan kişinin kafasının ve bedeninin biraz dışında donduğunu saptayacaksınız; ya da hatta, daha ilk anda kaçamak, belirsiz, boş­luklarla dolu, yarı dilsiz olduğunu: "Biri" sizinle, sözün yanlış olduğuna baştan ikna olmuş olarak konuşmaktadır ve dolayısıyla "biri" sizinle baştan savma konuşmaktadır, "biri" konuşmaya inanmaksızın konuşmaktadır.

Buna karşın, dilbilim bütün sözel göstergeler için ve bü­tün söylemler için anlamın keyfi olduğunu bildirir. GÜLMEK göstereni, "gülme"nin anlamı açısından tamamen nedensiz değil midir, ama aynı zamanda ve özellikle de, gülme edimi açısından, onun fiziksel gerçekleşmesi, içruhsal ve etkileşimsel değeri açısından? Kanıt: Aynı anlamı ve edimi İngilizce "to laugh", Rusça "smeiatsia", v.b. olarak adlandırırım. Ve her "normal" muhatap bu yapıntıyı ciddiye almayı, ona yatırım yapmayı ya da onu unutmayı öğrenir.

Göstergeler keyfidir çünkü dil kaybın bir olumsuzlanmasıyla (Verneinung) ve aynı zamanda yasın yol açtığı depres­yonla başlar. Konuşan varlık, "son tahlilde annem olduğu ortaya çıkan vazgeçilmez bir nesneyi yitirdim" der gibidir. "Ama hayır, onu göstergelerde yeniden buldum ya da daha doğrusu, onu yitirmeyi kabullendiğim için, onu yitirmedim (işte olumsuzlama), onu dilde geri alabilirim."

Tersine, çöküntü içindeki kişi olumsuzlamayı yadsır. Onu iptal eder, askıya alır, tam da yitirmeyi başaramadığı şey olan, acılı bir biçimde perçinlenmiş olduğu kaybının gerçek nesnesinin (Şey) üstüne nostaljik biçimde katlanır. Böylece olumsuzlamanın yadsınması [Verleugnung) imkânsız bir yas mekanizması olur, temel bir hüznün ve yapay bir dilin, hiçbir gösterenin ulaşamadığı ve yalnızca tonlamayla kesin­tili olarak uyarlanabilen o acılı zeminden kopmuş inanılmaz bir dilin yerleşmesi anlamına gelir.

Yadsıma ve olumsuzlamadan ne anlaşılmalı?

Yadsımadan, gösterenin ve aynı zamanda dürtülerin ve duyguların göstergesel temsillerinin reddini anlayacağız. Olumsuzlama terimi, bastırılmış olanı yadsınması koşuluyla temsile götüren ve bu nedenle gösterenin gelişine katılan düşünsel bir işlem olarak anlaşılacak.

Freud'a göre, yadsıma ya da inkâr (Verleugnung), algıla­ma düzeyinde yer aldığını düşündüğü ruhsal gerçekliğe denk düşer. Bu yadsıma çocukta sıradan bir olgudur ama dış gerçeklikle ilgili olduğu ölçüde, erişkin insanda psiko­zun başlangıç noktası haline gelir. Buna karşın daha sonra, hadım edilmenin yadsınması yadsımanın prototipi olarak düşünülür ve yadsıma fetişizmin kurucu bir öğesi olarak özgülleştirilir.

Freud'un Verleugnung kavramının alanını genişletme­miz, onun öznede bir bölünme yaratma işlevini değiştirmez: Verleugnung bir yandan travmatik algıların arkaik temsille­rini yadsır, öte yandan bunların etkisini simgesel olarak tanır ve bundan sonuçlar çıkarmaya çalışır.

Bununla birlikte, bu anlayışımız yadsımanın nesnesini değiştirir. Yadsıma, kaybın içruhsal (göstergesel ve simge­sel) kaydına dayanır; söz konusu kayıp, ister temelde bir nesne kaybı olsun, isterse daha sonra kadının hadım edil­mesi olarak erotize edilmiş olsun. Başka bir deyişle, yadsı­ma, göstergesel izleri kaydetmeye ve öznede bir başka özne için anlam yaratmak üzere bunları aktarmaya elverişli gös­terenlerle ilgilidir.

Depresif gösterenin bu yadsınmış değerinin, nesnenin yasını tutmak konusunda bir imkânsızlığı ifade ettiğini ve çoğu zaman bir fallik anne fantezisine eşlik ettiğini kayde­delim. Fetişizm, depresyonun ve onun göstereni yadsıması­nın bir çözümü olarak ortaya çıkar: Fetişist, nesne kaybının yol açtığı biyopsişik denge kaybının ardından gelen ruhsal acının (acının ruhsal temsilleri) yadsınmasının yerine fanteziyi ve eyleme koymayı geçirir.

Gösterenin yadsınması, tam da gösterenin dayatılmasını güvence altına alan baba işlevinin yadsınmasına yaslanır. Depresif kişinin, ideal baba ya da imgesel baba işlevi koru­nan babası, anneye atfedilen fallik güçten yoksun bırakıl­mıştır. Çekici ya da baştan çıkarıcı, kırılgan ve bağlı olan bu baba, özneyi tutkunun içinde tutar ama ona, simgeselin idealleştirilmesi yoluyla bir çıkış olanağı sağlamaz. Bu olanak gerçekleştiği zaman, annenin babasından destek alarak yüceltme yoluna girer.

Freud'un Die Verneinung başlıklı incelemesinde muğlak noktalarını koruduğu ve çoğalttığı olumsuzlama (Verneinung), bilince bir arzu ve bilinçdışı düşünce yönünü dahil eden bir süreçtir. "Bastırma esas olarak korunmaya devam ettiği halde, bastırılanın bir tür düşünsel kabulüyle sonuçlanır." "Simgenin olumsuzlanması aracılığıyla, düşünce bastırmanın sınırlarını aşar." Olumsuzlama yoluyla, "bastırılmış bir tem­sil ya da düşünce içeriği bilince dek yol alabilir". Hastaların bilinçdışı arzularına karşı savunmalarında gözlemlenebilen bu ruhsal süreç ("hayır, onu sevmiyorum", söz konusu sev­ginin tam da yadsınmış bir biçim altında itirafı anlamına gelir), mantıksal ve dilsel simgeyi üreten süreçle aynıdır.

Olumsuzluğun, konuşan varlığın ruhsal etkinliğiyle aynı kapsamda olduğunu düşünüyoruz. Olumsuzlama, yadsıma ve dışta bırakma gibi çeşitli olumsuzluk kiplikleri (bastır­mayı, direnci, savunmayı ya da sansürü üretebilen ya da değiştirebilen), birbirlerinden ne denli farklı olurlarsa olsun­lar, birbirlerini karşılıklı olarak etkiler ve koşullandırırlar. Bölünmenin söz konusu olmadığı bir "simgesel yetenek" yoktur ve sözel kapasite fetişizmin (yalnızca simgelerin kendilerinin fetişizmi de olsa) yanı sıra psikozun da (kontrol altına alınmış olsa bile) potansiyel taşıyıcısıdır.

Bununla birlikte, bu olumsuzluk süreci çeşitli ruhsal yapıları farklı biçimlerde egemenliği altına alır. Eğer dışta bırakma (Verzverfung) olumsuzlamaya üstün gelirse, simgesel çerçeve gerçekliğin kendisini de silerek çökecektir: Bu, psikozun eko­nomisidir. Hastalığın selim gelişmesinde, dışta bırakma nok­tasına dek gidebilen melankolik kişinin (melankolik psikoz) ayırt edici niteliği, yadsımanın olumsuzlama üzerindeki ege­menliğidir. Dilsel göstergelerin temelindeki göstergesel da­yanaklar (kaybın ve hadım edilmenin duygusal ve dürtüsel temsilleri) yadsınır ve bunların, özne için anlam yaratmak olan içruhsal değerleri, bunun sonucu olarak ortadan kalkar. Olumsuzlamanın yadsınması bastırma çalışmasını, ya da en azından bu çalışmanın temsile ilişkin kısmını engellediği için, bu durum travmatik anıların (çocuklukta sevilen bir yakının kaybı, buna benzer daha yakın tarihli bir yara) bastırılmamasıyla ve sürekli olarak anılmasıyla sonuçlanır. Öyle ki, bu anma, bastırılmış olanın bu temsili, kaybın simgesel bir işleni­şine varmaz, çünkü göstergeler kaybın birincil içruhsal kayıt­larını yakalama ve onu bizzat bu işlemle çözme kapasitesine sahip değildir: Tersine, çaresizlik içinde evirip çevirirler. Çö­küntü içindeki kişi, ruh hallerinin onu tepeden tırnağa belir­lediğini bilir ama söyleme geçmelerine izin vermez. Narsisistik anne zarından ayrıldığı için acı çektiğini bilir ama yitirilmemesi gereken o cehennem üzerindeki tümgüçlülüğüne sarılmaktan vazgeçmez. Annesinin penisi olmadığını bilir ama yine de, yalnızca gündüz düşlerinde değil, aslında yansız olan "liberal", "edepsiz" söyleminde de (ve bu fallik iktidarla çoğu zaman ölümcül bir rekabete gire­rek) o penisin sergilenmesini sağlar. Gösterge düzeyinde, bölünme, göstereni hem göndergeden hem de dürtüsel (göstergesel) kayıtlardan ayırır ve üçünü de değersizleştirir.

Narsisizm düzeyinde, bölünme, tümgüçlülükle aynı an­da yıkıcılığı ve yok olma kaygısını da korur.

Ödipal arzu düzeyinde, bölünme, hadım edilme korkusu ile hem anne hem kendisi için fallik tümgüçlülük fantezisi arasında salınır.

Yadsıma her yerde bölünmeler gerçekleştirir ve temsille­rin olduğu kadar davranışların da hayatiyetini yok eder.

Bununla birlikte, psikotik kişinin tersine, çöküntü için­deki kişi, yadsınmış, zayıflatılmış, muğlak, değersizleştirilmiş, ama yine de simge kaybının ortaya çıkışına dek varlı­ğını sürdüren bir baba gösterenini korur. O kefen babayı ve özneyi dilsizliğin yalnızlığına sürükleyerek onu sarmadan önce, çöküntü içindeki kişi gösterge kullanma yeteneğini yitirmez. Göstergeleri korur ama, göstergenin kendisine varana dek gerçekleşen bölünme nedeniyle, bu göstergeler saçma, yavaşlamış, tükenmeye hazır halde korunur. Çünkü depresif gösterge, kaybın yol açtığı duyguyu bağlamak ye­rine, gösteren kadar duyguyu da inkâr eder ve böylece çö­küntü içindeki öznenin, yitirilmemiş nesnenin (Şey) tutsağı olarak kaldığını itiraf eder.

Depresif kişinin duygusal sapkınlığı

Depresif kişide gösterenin yadsınması sapkınlık mekanizmasını anımsatıyorsa da, iki saptamada bulunmak zorunludur.

Öncelikle, depresyonda yadsıma sapkın yadsımaya oran­la daha üstün bir güce sahiptir ve yalnızca tersine döndür­menin (eşcinsellik) ya da sapkınlığın (fetişizm, teşhircilik, v.b.) tartışma konusu haline getirdiği cinsel kimliği değil, öznel kimliğin kendisini etkiler. Yadsıma depresif kişinin içe yansıtmalarını bile yok eder ve onu değersiz, "boş" olduğu duygusuyla baş başa bırakır. Kişi kendini değersizleştirerek ve yıkarak, her türlü nesne olanağını tüketir; bu, aynı zamanda nesneyi korumanın... başka yerde ve dokunulmaz biçimde korumanın da dolaylı bir aracıdır. Depresif kişinin koruduğu son nesne ilişkisi izleri duygulardır. Duygu depresif kişinin kısmi nesnesidir. Nesnesel olmayan bir Şey üzerindeki o adlandırılamaz, sözel olmayan (hatta bu ne­denle dokunulmaz ve tümgüçlü) nüfuz yoluyla narsisistik bir homeostaz elde etmesini sağlayan bir ilaç anlamında "sapkınlığı"dır. Bu nedenle, depresif duygu -ve bu duygu­nun tedavilerde ama aynı zamanda sanat yapıtlarında sözel­leştirilmesi- depresif kişinin, özneyi psikotik nöbet kadar intihardan da koruyarak boşluğu dolduran ve ölümü berta­raf eden sapkın silah takımı, muğlak haz kaynağıdır.

Benzer biçimde, bu bakış açısından çeşitli sapkınlıklar depresif yadsımanın öteki yüzü olarak görünür. Melanie Klein'a göre, her ikisi de -depresyon ve sapkınlık- "depresif konum"un işlenmesini önler. Yine de, tersine çevirmeler ve sapkınlıklar, cinsel kimliği alt üst etmekle birlikte öznel kimliği etkilemeyen ve otoerotizme, eşcinselliğe, teşhirciliğe, v.b. başvuru sayesinde narsisistik bir libidinal homeostazm yaratılmasına (kurgusal bir üretimle karşılaştırılabilir) alan tanıyan bir yadsıma tarafından taşınır gibi görünmektedirler. Bu edimler ve kısmi nesne ilişkileri, öz­neyi ve nesnesini tam bir yıkımdan korur ve narsisistik homeostazla birlikte, Thanatos'a karşı duran bir yaşamsallık sağlarlar. Böylece depresyon paranteze alınır, ama çoğu zaman dayanılmaz bir şey olarak yaşanan bir sapkın tiyatro bağımlılığı pahasına; hadım edilmeyle yüzleşmeyi engelle­yen ve Oedipus öncesi ayrılık acısına perde oluşturan tümgüçlü nesneler ve ilişkiler bu tiyatronun sahnesinde geçit yapar. Eyleme koyma yoluyla bertaraf edilen fantezi­nin zayıflığı, sapkınlıklarda, zihinsel işleyiş düzeyinde gösterenin yadsınmasının sürekliliğine tanıklık eder. Bu özellik, depresif kişi tarafından yaşanan simgesel istikrarsızlığa ve ancak anlamsız sayılmaları koşuluyla dizginsiz hale gelen edimlerle gerçekleşen manik uyarılmaya yakındır.

Melankolik-depresif bütünlüğün nevrotik tarafında, sapkın ve depresif davranışların nöbetleşmesine sık rastla­nır. Bu, söz konusu iki yapının, öznel yapının farklı öğeleri­ne bağlı olarak çeşitli şiddet dereceleri içeren aynı meka­nizma (yadsıma) etrafında eklemlenmesine işaret eder. Sap­kın yadsıma otoerotizmi ve narsisizmi etkilememiştir. Dola­yısıyla bu ikisi, boşluğa ve nefrete karşı bir baraj oluşturmak üzere harekete geçebilir. Buna karşılık, depresif yadsıma narsisistik bir uyumun temsil olanaklarını bile etkiler ve buna bağlı olarak özneyi otoerotik sevinçten, kendi "coşku­lu mirac"ından* yoksun bırakır. Bu durumda, geriye yalnız­ca, duyguyu kısmi nesneden bile yoksun kalmaya ve bilinç­te ancak dul, yaslı, acılı olarak temsil edilmeye mahkûm eden dolayımsız bir üstbenlik aracılığıyla narsisistik içe kapanışların mazoşist egemenliği kalır. Yadsımanın sonucu olan bu duygusal acı, anlamı olmayan bir anlamdır ama ölüme karşı perde olarak kullanılır. Bu perde de düştüğü zaman, olanaklı tek zincirleme ya da edim olarak geriye yalnızca ölümün anlam dişiliğini dayatan kopuş edimi, zincirlerin­den boşalma [desenchainement] edimi kalır: Böylece reddedi­lenler olarak yeniden bulunan ötekilere meydan okuma; ya da ölümcül edime geçiş yoluyla, kendini ebeveyne ilişkin sim­gesel sözleşmenin, yani yadsıma (ebeveynin ya da kendinin) tarafından bloke edildiği yerin her zaman dışındaymış gibi kabul ettiren öznenin narsisistik sağlamlaşması.

Böylece, çöküntü içindeki kişide "depresif konum"un önlenmesinin merkezinde yer aldığını saptadığımız olumsuzlamanın yadsınması, bu duyguya ille de sapkın bir renk vermez. Çöküntü içindeki kişi kendini bilmeyen bir sapkın­dır: Hatta kendini bilmemekten çıkarı vardır çünkü hiçbir simgeleştirmenin tatmin eder gibi görünmediği eyleme koymaları son derece uç noktalara varabilir. Acının verdiği zevklerin, birçok keşişin tattığı ve zamansal olarak daha yakınımızdaki Dostoyevski'nin yücelttiği kasvetli bir do­yuma götürebildiği doğrudur.

Yadsıma, özellikle depresyonun çift kutuplu biçimlerine özgü manik evrede tüm gücünü kazanır ve gün ışığına çı­kar. Kuşkusuz hep orada olmuştur, ama gizlice: Kederin sinsi ve avutucu arkadaşı olarak olumsuzlamanın yadsın­ması, kuşkulu bir anlam kurmuş ve kasvetli dilden inanıl­maz bir görünüş yaratmıştır. Elinin altında oynamayı bil­mediği bir yapıntı bulunan depresif kişinin kopuk söyle­minde, kendi varlığına dikkat çekmiştir: Fazla uslu çocuk ve durgun su karşısında uyanık olun...

Bununla birlikte, manik kişide yadsıma hüznün yaslandığı ikili reddi aşar: Sahneye çıkar ve kayba karşı bir perde yapının aracı haline gelir. Sahte bir dil kurmakla yetinmekten uzak olan yadsıma bundan böyle ikame erotik nesnelerden oluşan değişik do­nanımlardan bir yığınak yapar: Erkek ya da kadın dulların erotomanisi, hastalıklara ya da sakatlıklara bağlı narsisistik yaraların sefih telafileri, v.b. bilinen şeylerdir. İdeal ve ya­pıntı yoluyla doğal dilin ve bayağılaşmış toplumsal yasanın normlarına özgü sıradan yapının üstüne çıkan estetik coşku, bu manik etkinliğe katılabilir. Eğer bu düzeyde kalırsa, ya­pıtın sahteliği kendini belli eder: İkame, kopya, taklit. Tersi­ne, yaratıcısına ve muhatabına bir yeniden doğuş sağlayan yapıt, yaygın toplumsal ve dilsel kullanımın hep biraz yaslı ve öksüz bıraktığı tümgüçlü bir benliğin adlandırılmamış heyecanlarını, önerdiği yapay dilin (yeni tarz, yeni düzen­leme, şaşırtıcı imgelem) içinde bütünleştirmeyi başaran yapıttır. Dolayısıyla böyle bir kurgu, eğer bir antidepresan değilse, en azından bir hayatta kalma edimi, bir diriliştir...

Keyfi ya da boş

Umutsuz kişi olumsuzlamanın ortadan kalkmasıyla aşırı bir zihin açıklığı kazanır. Mecburen keyfi olan anlamlı bir sekans ona ağır, şiddetli bir biçimde keyfi görünür: Onun saçma olduğunu düşünür, anlamı yoktur. Hiçbir sözcük, yaşamın hiçbir nesnesi, bir anlam ya da göndergeyle tutarlı ve aynı zamanda ona uygun bir zincirleme bulmak için elverişli değildir.

Depresif kişi tarafından saçma olarak algılanan keyfi se­kans bir gönderme kaybıyla aynı kapsamdadır. Çöküntü içindeki kişi hiçbir şeyden söz etmez, konuşacak bir şeyi yoktur: Şeye (Res) yapışmış bir haldedir, nesnesizdir. Bu bütünsel Şey imlenemez ve imleyemez: Bir Hiçtir, onun Hiçidir, Ölümdür, özne ile imlenebilir nesneler arasına yerleşen uçurum, ifadesini anlamlı zincirlemelerin imkân­sızlığında bulur. Ama böyle bir sürgün, öznenin kendi için­de bir uçurumu açığa çıkarır. Bir yandan, yaşamla özdeşleş­tirildikten ölçüde yadsınan nesneler ve gösterenler’ bir an-lam-dışılık değeri kazanırlar: Dilin ve yaşamın anlamı yok­tur. Öte yandan, bölünme yoluyla, Şeye, Hiçe -imlenemez olana ve ölüme- yoğun ve makul olmayan bir değer atfedi­lir. Saçma göstergelerden, yavaşlamış, dağınık, tutuk se­kanslardan çatılan depresif söylem, anlamın adlandırılamaz olan içinde çöküşünü ve orada, Şeye perçinlenen duygusal değer lehine, ulaşılmaz ve nefis biçimde yitip gitmesini ifa­de eder.

Olumsuzlamanın yadsınması, dilsel gösterenleri özne için anlam yaratma işlevinden yoksun bırakır. Kendi içle­rinde bir anlam taşımakla birlikte, bu gösterenler özne tara­fından boş olarak algılanır. Bu olgu, göstergelerin göstergesel izlere (dürtü temsilleri ve duygu temsilleri) bağlanmış olmamalarından kaynaklanır. Bunun ardından, serbest bıra­kılan bu arkaik ruhsal kayıtlar yansıtmalı özdeşleşmede nesne benzerleri olarak kullanılabilir hale gelirler. Depresif kişide dilin yerini alan eyleme koyma edimlerinin yolunu açarlar. Ruh halinin bedeni teslim alan bir kendinden geçiş noktasına dek taşması, eyleme koymanın öznenin kendisine geri dönmesi anlamına gelir: Ezici ruh hali, gösterenle ilgili yadsıma nedeniyle gerçekleşmeyen bir edimdir. Öte yan­dan, çok sayıda depresif kişinin avutulmaz hüznünü örten bu ateşli savunmacı etkinlik, cinayet ya da intihar öncesinde ve bu edimler dahil, simgeleştirme kalıntılarının bir yansıtılmasıdır: Depresif kişinin yadsıma tarafından anlamından kurtarılan edimleri, kendi de yadsıma tarafından uyuştu­rulmuş bir öznenin büyük kayıtsızlığı içinde dışarıya atılan ya da kendine geri dönen nesne benzerleri olarak muamele görür.

Depresif kişide gösterenin yadsınmasına ilişkin olan ve nörolojik yetersizlikleri gidermek için biyokimyasal araçlara başvurmayı dışlamayan psikanalitik varsayım, öznenin düşünsel kapasitelerini güçlendirme olanağını korur. Anali­tik tedavi, depresif kişinin kıskıvrak yakalandığı yadsıma mekanizmasını analiz ederek -yani çözerek-, tam bir simge­sel potansiyel "aşısı" gerçekleştirebilir ve duygusal kayıtlar ile dilsel kayıtların, göstergesel ile simgeselin kesiştiği yerde işleyen karma söylemsel stratejileri öznenin kullanımına sunabilir. Bu tür stratejiler, analiz çerçevesinde optimal yo­rum tarafından depresif hastanın kullanımına sunulan ger­çek depresyon karşıtı rezervlerdir. Buna koşut olarak, ana­list ve çöküntü içindeki hasta arasında büyük bir empati gerekir. Bu empati temelinde, ünlüler, ünsüzler, heceler gösteren zincirinden çıkartılabilir ve söylemin, hastayla özdeşleşmesi sayesinde analist tarafından saptanan bütün­sel anlamına uygun olarak yeniden düzenlenebilir. Bu, depresif kişinin "gizli" ve adlandırılmamış duygusuna gön­dermede bulunularak sık sık dikkate alınması gereken dil- ötesi, dil-aşırı bir düzeydir.

Ölü dil ve diri diri gömülen Şey

Bu durumda, depresif kişide anlamın -ve uç noktada, yaşamın anlamının- şaşırtıcı çöküşü, bu kişinin, evrensel gösteren zincirini, yani dili bütünleştirmekte zorluk çektiği­ni varsaymamıza izin verir. İdeal durumda, konuşan varlık -kendi söylemiyle birdir: Söz "ikinci doğamız" değil midir? Tersine, depresif kişinin söylediği şey onun için yabancı bir deri gibidir: Melankolik, ana dili içinde bir yabancıdır. An­nesini yitirmediği için ana dilinin anlamını -değerini- yitir­miştir. Konuştuğu ve intiharını bildiren ölü dil, diri diri gömülmüş olan bir Şeyi gizler. Ama bu Şeye ihanet etme­mek için onu tercüme etmeyecektir: Anlatılmaz duygunun "mahzen mezar"ında duvarlarla çevrili, anal olarak yaka­lanmış, çıkışsız kalacaktır.

Sık sık mekankoli nöbetleri geçiren bir kadın hasta, ilk görüş­memize üzerine sayısız "ev" sözcüğü basılmış parlak kırmızı bir gömlekle geldi. Bana, yaşadığı daireyle ilgili kaygılarından, olağan dışı malzemelerle inşa edilen yapılarla ve ailesinin dramatik koşullarda yitirdiği, çocukluğunun cenneti olan bir Afrika eviyle ilgili rüyalarından söz etti. Ona, "bir evin yasını tutuyorsunuz" diyorum. "Ev mi? Ne demek istediğinizi anlamıyorum, görmüyorum, sözcüklerim eksik kalıyor!", diye yanıtlıyor.

Ağzı kalabalık, konuşması hızlı ve hararetli, ama soğuk ve soyut bir heyecanın gerginliğini taşıyor. Dilden yararlanmaktan vazgeçmiyor: "Öğretmen olarak mesleğim beni durmaksızın konuşmak zorunda bırakıyor ama başkalarının yaşamını anla­tıyorum, benimle ilgisi yok; ve kendi yaşamımdan söz ederken bile, bir yabancıdan söz edermişim gibi oluyor", diyor. Hüz­nünün nesnesini, derisinin ve etinin acısına, hatta bedenine yapışan gömleğinin ipek kumaşına dek kazınmış olarak taşıyor. Yine de bu hüzün zihinsel yaşamına geçmiyor, sözcüklerinden kaçıyor ya da daha doğrusu, Anne'ın sözü, kendi mantığını ve duygudan arınmış, bölünmüş tutarlılığını kurmak için hüznü ve Şeyini terk etmiş. Tıpkı birinin kendini tümüyle, ne kadar başarılı olursa o kadar tatminsiz olan bir işe vererek acıdan kaçması gibi.

Depresif kişide dili duygusal deneyimden ayıran bu uçurum, erken bir narsisistik travmayı düşündürür. Psikoza götürebilecekken, gerçekte bir üstbenlik savunması tarafın­dan stabilize edilmiştir. Sıra dışı bir zekâ ve bir baba düze­yiyle ya da simgesel bir düzeyle ikincil özdeşleşme bu stabilizasyona katkıda bulunur. Bu yüzden, depresif kişi üzüntü­lerine ve huzursuzluklarına gece gündüz bekçilik eden açık zihinli bir gözlemcidir; bu teftiş takıntısı, melankoli nöbetle­rinin arasında yer alan "normal" dönemlerde onu duygusal yaşamından sürekli olarak koparır. Yine de depresif kişi, simgesel zırhının bütünleşmemiş, savunmacı kabuğunun içe yansıtılmamış olduğu izlenimini verir. Depresif kişinin sözü bir maskedir, yabancı bir dilde yontulmuş hoş bir ön cephedir.

Şarkıyı yapan ton

Bununla birlikte, depresif söz cümleye ilişkin anlamlandırmayı engelliyorsa da, anlamı tamamen tükenmiş değildir. Anlam, bazen duygunun anlamını çözmek için dinlemeyi bilmek zorunda olduğumuz ses tonunda gizlenir (aşağıdaki örnekte göreceğimiz gibi). Depresif sözün ton kiplemesi üzerine çalışmalardan, söylemlerinde duygusuz görünen ama tersine tonlamalarında güçlü ve değişken bir heyecanı gizleyen bazı depresifler üzerine, ya da "duygusal körelme"nin yavan ve sessizliklerle ağırlaşmış olarak kalan ton düzeyine ulaştığı ("giderilemez eksiltiler" halinde kopuklaşan cümle dizisine koşut olarak) diğer depresifler üzerine çok şey öğreniyoruz ve daha da öğreneceğiz.

Analiz tedavisinde, parçaüstü söz düzeyinin (tonlama, ritim) bu önemi, analisti bir yandan sesi yorumlamaya, öte yandan sözcük birimi kırıntılarında, her şeye karşın tuhaf bir biçimde anlamlandırılmış olan hecelerde ve ses grupla­rında gizlenen depresif söylemin gösteren ötesi gizli anla­mını çıkartmak için, sıradanlaşmış ve hayatiyetini yitirmiş gösteren zincirini eklemlerine ayırmaya götürmelidir. Analiz sırasında Anne sık sık, günler boyunca konuşmayı ve yemeyi reddederek (anoreksi ve buliminin nöbetleşebildiği bir biçimde) odasına kapanmasına yol açan bitkinlik, umutsuzluk, hayattan zevk almama durumlarından yakınıyor: Çoğu zaman kendini bir tüp uyku hapını yutmaya hazır hissediyor ama yi­ne de bu ölümcül eşiği asla geçmemiş. Antropologlardan olu­şan bir ekipte mükemmel bir uyumla yer almasına karşın, bu entelektüel kadın kendisinin "yeteneksiz", "boş", "değersiz", v.b. olduğunu söyleyerek mesleğini ve başarılarını her zaman küçümsüyor. Tedavinin hemen başlangıcında, annesiyle sürdürdüğü çatışmalı ilişkiyi analiz ettik ve hastanın, nefret edi­len ama bu haliyle hastanın iç derinliklerinde korunan ve ken­dine karşı bir öfke ve içsel boşluk kaynağı haline gelmiş olan annesel nesneyi tam anlamıyla yutmuş olduğunu saptadık. Bununla birlikte, sözel alışverişin belirtilerin işlenmesine (Durcharbeitung) değil, akılcılaştırılmasına yol açtığına ilişkin karşı aktarımsal bir izlenim, ya da Freud'un dediği gibi, bir kanı taşıyordum. Anne bu kanımı doğruluyor ve sık sık şöyle diyordu: "Sözcüklerin kıyısındaymışım gibi konuşuyorum ve derimin kıyısında olma duygusu yaşıyorum, ama kederimin derindeki kısmı dokunulmaz olarak kalıyor."

Bu sözleri, benimle hadım edici bir alışverişin histerik bir reddi olarak yorumlayabilirdim. Yine de depresif yakınmanın yo­ğunluğu veya söylemine yerleşen ya da söylemini "şiirsel" bi­çimde parçalayan, bazı anlarda çözülmesi olanaksız olan ses­sizliğin önemini göz önüne alınca, bu yorum bana yeterli gö­rünmüyordu. Şöyle söylüyorum: "Sözcüklerin kıyısında ama sesin bağrında, çünkü bana bu anlatılmaz hüzünden söz eder­ken sesiniz rahatsız." Baştan çıkarıcı değeri açık olan bu yo­rum, depresif bir hastanın içinde bulunduğu durumda, dilsel gösterenin savunmacı ve boş görünüşünün içinden geçme ve ses kayıtları düzeyinde arkaik nesne (ön-nesne, Şey) üzerinde bir nüfuz (Bemcichtigung) arayışı anlamına gelebilir. Bu hasta, yaşamının ilk yıllarında ağır deri hastalıkları geçirmiş ve kuş­kusuz hem anne teniyle temastan hem de aynadaki anne yüzü imgesiyle özdeşleşmeden yoksun kalmış. Şöyle devam ediyo­rum: "Annenize dokunamadığınız için, derinizin altına, 'deri­nin kıyısına' saklanıyordunuz; ve gizlendiğiniz yerde, onun sesini uzaktan duyduğunuza göre, ona karşı hissettiğiniz arzu ve nefreti sesinizin tınısına hapsediyordunuz."

Burada, benlik imgesinin oluştuğu ve tam da geleceğin depresif kişisinin imgesinin sözel temsil içinde istikrar kazan­mayı başaramadığı birincil narsisizmin bölgesindeyiz. Bunun nedeni, bu temsil içinde nesnenin yasının tutulmamış olması­dır. Tersine, nesne, kıskançlıkla korunan ve sonunda sesleştirmeler içine gizlenen duygular tarafından gömülmüş -ve ege­menlik altına alınmış- gibidir. Analistin, müdahaleci olmaktan korkmaksızın, yorumuyla söylemin bu sessel düzeyine dek nü­fuz edebileceğini düşünüyorum. Yorum, arkaik ön-nesne üze­rindeki nüfuz nedeniyle gizli tutulan duygulara bir anlam ve­rerek, bu duyguyu, ama aynı zamanda depresif kişinin ona sunduğu gizli dili (burada, ses kiplemesi) tanır ve böylece söz­cükler ve ikincil süreçler düzeyine geçiş için duyguya bir kanal açmış olur. Duygusal ve sessel kayıtlardan kopuk oldukları için o ana dek boş olarak kabul edilen ikincil süreçler - dolayısıyla da dil- yeniden hayatiyet kazanır ve bir arzu, yani özne için bir anlam alanı haline gelmeleri mümkün olur.

Aynı hastanın söyleminden alınan başka bir örnek, gösteren zincirinin görünüşteki yıkımının, bu zinciri depresif hastanın içine kilitlendiği yadsımadan ne ölçüde kurtardığını ve depresif kadının gizli tutmak için öldüğü duygusal kayıtlarla ne ölçüde donattığını gösterecektir. İtalya tatilinden dönüşte Anne bana bir rüya anlatıyor: [Klaus]Barbie'nin duruşmasına benzer bir duruşma var: Ben suçlamada bulunuyorum, herkes ikna olu­yor, Barbie mahkûm oluyor. Sanki kendisi herhangi bir işken­cecinin olası işkencesinden kurtarılmış gibi bir rahatlama his­sediyor, ama kendisi orada değil, başka yerde, tüm bunlar ona kof görünüyor, her şeye karşın onu karşı konulmaz biçimde çe­ken, ",hiçbir imgenin olmadığı" acılı bir rüyanın içinde uyu­mayı, yitip gitmeyi, ölmeyi, hiçbir zaman uyanmamayı tercih ediyor... "Çöküntü" dönemlerinin aralarında, annesiyle ve ba­zen de partnerleriyle ilişkilerinde Anne'i teslim alan işkence çevresindeki manik uyarılmayı duyuyorum. Ama aynı zaman­da şunu da duyuyorum: "Başka yerdeyim, imgesiz bir acı- yumuşaklık rüyası"; ve hasta olmaya, kısır olmaya ilişkin depresif yakınmasını düşünüyorum. Şöyle diyorum: "Yüzey­de: İşkenceciler [tortionnaires] Ama daha uzakta ya da başka yerde, acınızın olduğu yerde, belki de şu var: torse-io- naître/pas naître.*"

"Torsionnaire" sözcüğünü bileşenlerine ayırıyorum: Sonuçta bu sözcüğe işkence ediyorum, Anne'in kendisinin, çoğunlukla hayatiyetini yitirmiş, tarafsız sözünde gömülü olduğunu duyduğum o şiddeti ona uyguluyorum. Bununla birlikte, sözcüklerle gün ışığına kavuşturduğum bu işkence, Anne'ın acısıyla suç ortaklığımdan kaynaklanıyor: Adlandırılmamış rahatsız­lıklarını, Anne'ın duygusal anlamını bildiği ama ne anlama geldiğini bilmediği acının o kara deliklerini dikkatli, güç verici, ödüllendirici biçimde dinleyişim olduğuna inandığım şeyden kaynaklanıyor. Gövde, kuşkusuz kendisininki, ama bilinçdışı fantezinin tutkusu içinde annesinin gövdesine dolanmış; Anne bebekken birbirine dokunmamış olan ve şimdi, iki kadının kav­gaları sırasında, sözlerin öfkesinde birbirinden kopan iki gövde. Anne -lo- analizle doğmak, kendine başka bir beden yapmak istiyor. Ama sözel temsil olmaksızın annesinin gövdesine ya­pıştığı için bu arzuyu adlandırmayı başaramıyor, bu arzunun anlamına vâkıf değil. Ve arzunun ne anlama geldiğini bilme­mek, arzunun kendisine sahip olmamak demektir. Duygunun, arkaik Şeyin, duyguların ve heyecanların birincil kayıtlarının tutsağı olmaktır. Çiftdeğerliliğin hüküm sürdüğü ve anne- Şeye duyulan nefretin derhal kendini değersizleştirmeye dö­nüştüğü yer tam da burasıdır... Anne yorumumu doğrulaya­rak devam ediyor: Bana depresyonunun kaynağından söz et­mek üzere manik işkence ve zulmedilme sorunsalını terk edi­yor. O anda kısır olma korkusuyla ve bunun altında yatan bir kız çocuk doğurma isteğiyle kuşatılmış durumda: "Rüyamda, bedenimden küçük bir kızın çıktığını gördüm, annemin sadık bir portresi, oysa size sık sık, gözlerimi kapadığımda onun yü­zünü kafamda canlandırmayı başaramadığımı söylemiştim, sanki ben doğmadan önce ölmüş ve beni de o ölüme sürüklüyormuş gibi. Ve işte şimdi doğuruyorum ve yeniden yaşayan da o..."

İvme ve çeşitlilik

Bununla birlikte, dürtü ve duygu temsillerinden ayrılmış olan dilsel temsiller zinciri, çöküntü içindeki kişide döngülerin hızına koşut büyük bir çağrışım özgünlüğünü gizliyor olabilir. Depresif kişinin motor yavaşlaması, bazı edilginlik ve motor yavaşlama görünümlerinin tersine, ivmeli ve yara­tıcı bir bilişsel sürece eşlik edebilir; depresif kişilerin, kendi­lerine sunulan sözcük listelerinden yola çıkarak ürettikleri benzersiz ve yaratıcı çağrışımlar konusunda yapılan incelemeler buna tanıklık etmektedir. Gösterene ilişkin bu tür bir aşırı hareketlilik, özellikle birbirinden uzak anlamsal alanlar arasında kurulan bağlantılarda kendini gösterir ve hipomaniklerin sözcük oyunlarını anımsatır. Söz konusu aşırı hareketlilik, depresif kişilerin bilişsel açıdan aşırı zihin açıklıklarıyla, ama aynı zamanda da manik-depresifin karar verme ya da seçme konusunda yaşadığı imkânsızlıkla aynı kapsamdadır.

Danois Schou'nun 60'lı yıllardan başlayarak hâkim ol­duğu lityum tedavisi, temel ruh haline ama aynı zamanda da sözel çağrışıma istikrar kazandırır ve -öyle görünüyor ki- yaratıcı sürecin özgünlüğünü tamamen koruyarak, onu yavaşlatır ve daha az üretken kılar. Bu gözlemleri yapmış olan araştırmacılarla birlikte şunu da söyleyebiliriz: Lityum çeşitlilik sürecini kesintiye uğratır ve özneyi bir sözcüğün anlamsal alanına sabitler, onu bir anlama bağlar ve belki de bir gönderen-nesne etrafında istikrarlı hale getirir. Öte yan­dan, söz konusu test (lityuma yanıt veren depresyonlarla sınırlı olduğunu kaydetmeliyiz), bazı depresyon biçimleri­nin, öznenin istikrarını bozan ve ona istikrarlı bir anlamla ya da sabit bir nesneyle yüzleşmekten kaçış olanağı sunan ivmeli çağrışım nöbetleri oldukları sonucunu çıkarmamızı mümkün kılar.

Geçmeyen bir geçmiş

İçinde yaşadığımız zamanın söylemimizin zamanı oldu­ğu göz önüne alınırsa, melankolik kişinin yabancı, yavaşlayan, ya da dağılan sözü, onun merkezsiz bir zamansallık içinde yaşamasına yol açar. Bu zamansallık akmaz, ön­ce/sonra vektörü tarafından yönetilmez, bir geçmişten bir amaca doğru yönlendirilmez. Yoğun, ağır, ve kuşkusuz fazla acı ya da fazla sevinçle yüklü olduğu için travmatik bir an, depresif zamansallığın ufkunu kapatır ya da daha doğ­rusu, her türlü ufku ve perspektifi ortadan kaldırır. Geçmişe saplanmış, aşılmaz bir deneyimin cennetine ya da cehen­nemine gerileyen melankolik kişi tuhaf bir bellektir: Her şey geçip gitti, der gibidir, ama ben o geçip giden şeye sadığım, ona çivilenmişim, bir devrim olanağı yok, gelecek yok... Aşırı şişmiş, abartılı bir geçmiş ruhsal sürekliliğin tüm bo­yutlarını işgal eder. Ve yarınsız bir belleğe bu bağlılık, kuş­kusuz aynı zamanda, narsisistik nesneyi biriktirmenin, çıkışsız bir kişisel mahzen mezarın kapalı odasında ona üstü­ne titreyerek bakmanın da bir aracıdır. Melankolik zaman­lamanın bu özelliği temel bir veridir; bu veriye bağlı olarak, yirmi dört saatlik ritimde somut bozukluklar gelişebilir ve verili bir öznede depresyon nöbetlerinin özgül biyolojik ritme tam bir bağımlılığı oluşabilir.

Depresyonu yerden çok zamana bağlı olarak tasarlama fikrinin Kant'a kadar gittiğini anımsayalım. Kant, nostaljinin oluşturduğu bu özgül depresyon biçimi üzerine düşünür­ken, nostaljik kişinin gençliğinin mekânını değil, kendisini arzuladığını, arzusunun şeyi değil zamanı yeniden bulmanın peşinde olduğunu öne sürer. Freud'un, depresif kişinin saplandığı ruhsal nesne kavramı aynı anlayışın parçasıdır: Ruhsal nesne bir bellek olgusudur, "Proust tarzı" yitik za­mana aittir. Öznel bir kurgudur ve bu sıfatla, kuşkusuz kavranamaz ve her güncel sözelleştirmede yeniden oluşan, ama fiziksel bir uzaya değil, daha baştan ruhsal aygıtın im­gesel ve simgesel uzayına yerleşen bir belleğin alanına da­hildir. Kederimin nesnesinin, burada ve şimdi eksikliğini duyduğum o köyden, o anneden, o sevgiliden çok, onlardan bana kalan o belirsiz temsil olduğunu, böylece ruhsal meza­rım haline gelen şeyin karanlık odasında saklayıp düzenle­diğim o belirsiz temsil olduğunu söylemek, huzursuzluğu­mu daha baştan imgesele yerleştirir. Bu budanmış zamanın sakini olan depresif kişi, zorunlu olarak imgeselin sakinidir.

Dile ve zamana ilişkin bu tür bir görüngübilim, birçok kez vurguladığımız gibi annesel nesnenin tamamlanmamış yasını açığa çıkarır.

Yansıtmalı özdeşleşme ya da tümgüçlülük

Bu noktayı daha iyi açıklamak için Melanie Klein tara­fından önerilen yansıtmalı özdeşleşme kavramına dönmemiz gerekiyor. Çok küçük yaştaki çocuklara ve aynı zamanda psikozun dinamiğine ilişkin gözlemler, en arkaik ruhsal işlemlerin, henüz-ben olmayanın iyi ve kötü bölümlerinin, ondan henüz ayrılmamış olan bir nesneye -ötekine bir saldı­rı yöneltmekten çok onun üzerinde bir nüfuz, tümgüçlü bir mülkiyet hakkı elde etmek amacıyla- yansıtıldığı işlemler olduklarını varsaymamıza izin verir. Bu oral ve anal tümgüçlülük, ideal olarak arzu edilen benliğin özerkliği bazı biyopsikolojik özellikler tarafından engellendiğinde belki daha da şiddetlidir (psikomotor güçlükler, işitme ya da görme bozuklukları, çeşitli hastalıklar, v.b.). Çocuğu narsisistik bir protez olarak seçmiş olan ve erişkin ruhsallı­ğını onaran bir öğe olarak içine almaktan vazgeçmeyen anne ya da babanın aşırı korumacı ve kaygılı tutumu, bebe­ğin tümgüçlülük eğilimini şiddetlendirir.

Ve bu tümgüçlülüğü ifade eden göstergesel araç, sözel öncesi bir göstergebilimdir: Jeste, harekete, sese, kokuya, dokunmaya, işitmeye dayalı bir göstergebilim. Arkaik egemenliğin bu ifadesi birincil süreçlerin egemenliği altındadır.

Tümgüçlü anlam

Bir anlamın öznesi çoktan oradadır, dilsel anlamlandırma­nın öznesi henüz kurulmamış ve ortaya çıkmak için depresif konumu bekliyor olsa da. Çoktan orada olan anlam (erken ve zorba bir üstbenliğe yaslandığını varsayabileceğimiz), arzunun hem uyarıcı hem tehdit edici olan Şeyden ve öz duyumsal bulanıklıktan ilk farklılaşmayı oluşturan duyusal diziler içinde eklemlendiği, jeste, akustiğe, ses çıkarmaya dayalı ritimler ve düzenlerden oluşur. Böylece "kendine ait bir beden"e dönüşme yolundaki bedenin sürekliliği, ön- nesneyle, annesel Şeyle birbirine karışan erojen bölgeler üzerinde akışkan ama güçlü, ilk ve erken bir hâkimiyet ku­rarak, örgütlü bir süreksizlik içinde eklemlenir. Psikolojik düzeyde bize bir tümgüçlülük olarak görünen şey, henüz anlamlandırma kapasitesinden yoksun olan bir ön-öznede anlamın yoğun varlığını ifade eden göstergesel ritimlerin gücüldür.

Anlam olarak adlandırdığımız şey, infans'ın, ebeveyne ilişkin arzunun gösterenini kaydetme ve kendine özgü bir tarzda ona dahil olma kapasitesidir; söz konusu tarzdan kasıt, gelişmesinin o anında sahip olduğu göstergesel kapasiteleri, yani göstergeleştiren bu infans'ın erojen bölgelerinde içerilen bir "henüz öteki olmayan"a (Şeye) birincil süreçler düzeyinde hâkim olmasını sağlayan göstergesel kapasiteleri ortaya koymasıdır. Bununla birlikte, söz konusu tümgüçlü anlam eğer anlamlandırmaya yatırılmazsa "ölü harf" olarak kalır. Bunu gerçekleştirmek, depresif anlamı nesnelerin ve arzuların anlamına bağlamak için, onu hüzün tarafından annesiyle birlikte kapatıldığı mahzen mezarda aramaya giden analitik yorumun işi olacaktır. Böyle bir yorum, an­lamın tümgüçlülüğünü tahtından indirir ve depresif yapıya sahip özne tarafından yadsınan depresif konumun işlenmesi anlamına gelir.

Nesneyle ayrılığın depresif olarak adlandırılan evreyi başlattığı anımsanacaktır. Annemi kaybederim ve olumsuzlamadan destek alarak onu işaret, imge, sözcük olarak geri alırım.

Oysa tümgüçlü çocuk, tüm ruhsal itkilerini ayrılmamış olan, bütünleşilebilir bir ötekine yerleştirdiği daha önceki bir yansıtmalı özdeşleşmenin paranoid-şizoid konumunun muğlak zevklerinden vazgeçmez. Ya da bu çocuk ayrılığı ve yası reddeder ve depresif konuma ve dile adım atmak yeri­ne, yansıtmalı özdeşleşmenin egemen olduğu edilgin, aslın­da şizo-paranoid bir konuma sığınır -dilde bazı gecikmele­rin altında yatan konuşmanın reddedilmesi, gerçekte, tümgüçlülüğün ve dolayısıyla nesne üzerinde birincil nüfu­zun dayatılmasıdır. Ya da çocuk, genelde simgesel bir sistemin kuruluşu yoluyla (özellikle dilin kuruluşu) yasın iş­lenmesine götüren olumsuzlamanın yadsınmasında, bir telafi bulur. O zaman özne, tüm diğer duygularıyla birlikte hoş olmayan duygularını dondurur ve böylece daha baştan acılı ve ulaşılmaz bir yer olarak oluşan ve hep öyle kalan bir ruhsal içeride korur. Göstergelerden değil ama göstergesel izlerden oluşan bu acılı içeri, Narkissos'un gizli yüzüdür, göz yaşlarının gizli kaynağıdır. O zaman olumsuzlamanın yadsınmasının oluşturduğu duvar, öznenin heyecanlarını, her şeye karşın ve hatta çoğu zaman parlak bir biçimde edindiği simgesel kurgulardan tam da bu iki katlı olumsuz­lama sayesinde ayırır. Melankolik, kederli ve gizli içiyle potansiyel sürgündür ama aynı zamanda, soyut da olsa parlak kurgulara yetenekli bir entelektüeldir. Depresif kişi­de olumsuzlamanın yadsınması tümgüçlülüğün mantıksal ifadesidir. Boş söylemiyle, arkaik bir nesne üzerinde- "sim­gesel" değil "göstergesel" olduğu için ulaşılmaz olan nüfu­zunu güvence altına alır (böylece bu nesne hem kendisi hem de herkes için bir bilmece ve giz olarak kalır).

Hüzün öfkeyi zapt eder -

Yeni ayrılık ya da yeni kayıp deneyimleri birincil yadsıma nesnesini yeniden canlandırdığı ve bu yadsıma pahasına korunmuş olan tümgüçlülüğü sarstığı zaman, bu biçimde kazanılmış bir simgesel kuruluş, böyle bir temele çatılmış bir öznellik kolayca çökebilir. O zaman, bir görünüş olan dilsel gösteren, okyanus dalgaları karşısında bir dalgakıran gibi heyecanlar tarafından sürüklenir. Kaybın yadsımanın öte­sinde sürüp giden birincil kaydı olarak duygu özneyi istila eder. Hüzün duygum, tümgüçlü nüfuzun arkaik Şeyini her şeye karşın yitirdiğimin nihai ama dilsiz tanığıdır. Bu hüzün saldırganlığın nihai filtresidir; yalnızca ahlaki ya da üstbenliğe ilişkin edep duygusu nedeniyle değil, ama hü­zünde benlik hâlâ ötekiyle karışmış durumda olduğu için, onu kendi içinde taşıdığı, kendi tümgüçlü yansıtmasını içe yansıttığı ve ondan keyif aldığı için itiraf edilmeyen nefretin narsisistik zaptıdır. Dolayısıyla, keder tümgüçlülüğün olumsuzudur, ötekinin benden kaçtığının ama yine de ben­liğin terk edildiğini kabul etmediğinin birinci ve birincil göstergesidir.

Depresif kişide bu duygu taşması ve birincil göstergesel süreçler, dilin yabancı ya da "ikincil" olarak tanımladığımız zırhıyla ve simgesel kurgularla (öğrenilenler, ideolojiler, inançlar) çatışmaya girer. Normal olarak denetim altında bulunan birincil süreçlerin ritmini ve kuşkusuz biyofizyolojik ritmi ifade eden yavaşlamalar ve ivmelenmeler kendini gösterir. Söylemin artık bu ritmi kıracak gücü yoktur; hele değiştirecek gücü hiç yoktur. Tersine, söylem, dilsizlikte tükendiği noktaya dek duygusal ritim tarafından değiştirilmeye izin verir (eylem seçeneğini olanaksız kılan aşırı yavaşlama ya da aşırı ivmelenme yoluyla). İmgesel yaratıcılığın (sanat, edebiyat) depresyonla savaşı, simgeselin ve biyolojiğin tam da bu eşiğiyle yüz yüze geldiği zaman, anlatının ya da akıl yürütmenin birincil süreçlerin egemen­liğinde olduğunu saptarız. Ritimler, ses yinelemeler, yoğun­laştırmalar, bir mesajın ve bir bilginin iletimini biçimlendi­rir. O halde, şiir ve daha genel olarak onun gizli işaretini taşıyan üslup, alt edilmiş (geçici olarak) bir depresyona tanıklık ediyor olabilir mi?

Böylece, ruhsal ve özellikle de depresif değişimleri betimlemek için en az üç parametreyi göz önüne almak duru­mundayız: Simgesel süreçler (söylemin dilbilgisi ve mantığı) ve göstergesel süreçler (yer değiştirme, yoğunlaştırma, ses yinelenmeleri, ses ve jest ritimleri, v.b.) ve bunların yaslan­ma noktasını oluşturan uyarılma iletiminin biyofizyolojik ritimleri. Biyofizyolojik ritimleri koşullandıran içsel etkenler hangileri olursa olsun ve sinirsel uyarılmanın optimal ileti­mini sağlamak için kullanılabilecek farmakolojik araçlar ne denli güçlü olursa olsun, uyarılmanın birincil ve özellikle de ikincil bütünleşmesi sorunu hâlâ gündemdedir.

Psikanalitik müdahale tam da bu noktaya yerleşir. Arzu ve hoşnutsuzluğu en ufak kıvrımlarına dek adlandırmak - ve bunu, tümgüçlülüğün ve nesneden taklit ayrılığın ilkel koşullarını yeniden oluşturan aktarım durumunun bağrında da yapmak- öznenin melankoli denen bu paradoksal yapı­sına ulaşmamızın tek aracı olmaya devam etmektedir. Ger­çekten de paradoksal, çünkü özne bir olumsuzlama pahasına kendisi için simgeselin kapılarını açmıştı, ama yalnızca, tümgüçlü bir duygunun adlandırılamaz sevincini kendine saklayarak, bu kapıları yadsıma yoluyla tekrar kapatmak için. O zaman belki de analiz, göstergesel heyecanların sim­gesel yapı içinde daha iyi bir biçimde bütünleşmelerini kolay­laştırarak, bu özneleşmeyi dönüştürme ve söylemi birincil süreçlerin çalkantıları ve hatta biyoenerjik iletimler üzerinde değiştirici etkisi olan bir güçle donatma şansına sahiptir.

Çevirinin batılı yazgısı

Tamamlanmış bir yasın içinden ve ötesine tercüme edilmesi gereken kökensel bir nesnenin, hatta bir Şeyin varlığını ortaya koymak melankolik kuramcının bir fantezisi değil midir?

Kökensel nesnenin, hep çevrilmesi gereken o "kendinde"nin, çevrilebilirliğin nihai nedeninin, ancak daha önce kurulmuş olan söylem ve özne için ve onlar aracılığıyla varolabildiği kesindir. Çevrilmiş olan zaten orada olduğu içindir ki çevrilebilir olan fazla ya da ölçüsüz olarak hayal edilebilir ve varsayılabilir. O öteki dilin, dilin bir ötekisinin, ve hatta bir dil dışının varlığını ortaya atmak, metafizik ya da tanrıbilim için zorunlu olarak bir çekince değildir. Bu postüla, belki de batılı metafizik ve kuramın temsil etme şansına ve cüretine sahip olduğu ruhsal bir gerekliliğe tekabül eder. Kesinlikle evrensel olmayan bir ruhsal gereklilik: Örneğin, Çin uygarlığı kendinde şeyin çevrilebilirliğinin değil, daha çok göstergelerin yinelenme ve çeşitliliğinin, yani çevriyazının uygarlığıdır.

Kökensel nesne, yani çevrilecek nesne takıntısı, gösterge ile gönderen arasında değil ama ötekiyle etkileşim içinde sözel olmayan gönderen deneyimi arasında belli bir denkli­ğin (kesinlikle mükemmel olmayan) mümkün olduğunun düşünülmesini varsayar. Doğru biçimde adlandırabilirim. Beni aşan Varlık -duygunun varlığı dahil- uygun ya da neredeyse uygun ifadesini bulabilir. Çevrilebilirlik bahsi aynı zamanda kökensel nesneye hâkim olma bahsidir ve bu anlamda, sevinç, korku ya da acı nesnesini ele geçirmeyi hedefleyen bir gösterge seli aracılığıyla depresyonla (yasını tutamadığım ve beni istila eden bir ön-nesneden kaynakla­nan) mücadele etme girişimidir. Çevrilebilirlik takıntısıyla birlikte metafizik, dile getirilen ve tam da bu adlandırma nedeniyle yatışan bir acının söylemidir. Kökensel Şey bil­mezden gelinebilir, yadsınabilir, yeniden kopyalanmış ya da neşe saçan, içi olmayan, hakikati olmayan göstergelerin hafifliği lehine, acı bilmezden gelinebilir. Bu modele göre işleyen uygarlıkların avantajı, bu sayede öznenin kozmosa dalışını, dünyaya mistik içkinliğini işaret etme yeteneğine sahip olmalarıdır. Ama Çinli bir arkadaşımın bana itiraf ettiği gibi, böyle bir kültür acının hücumu karşısında dona­nımsızdır. Bu eksiklik bir avantaj mıdır, yoksa bir zayıflık mı?

Tersine, batılı insan, annesini çevirebileceğine ikna ol­muş durumdadır -anneye inandığı kesindir; ama onu çevir­mek, yani ona ihanet etmek, onu başka yere aktarmak, on­dan özgürleşmek için. Söz konusu melankolik, göstergelere adlandırılamaz, travmatik, kökensel yaşantılara denk düş­melerini sağlayacak biçimde hâkim olmak için inanılmaz bir çaba göstererek, sevilen nesneden ayrılmanın hüznü karşı­sında zafer kazanır.

Üstelik ve nihayet, çevrilebilirliğe bu inanç ("anne adlandırılabilir, Tanrı adlandırılabilir"), basmakalıp, beylik sözleri önleyen, güçlü bir biçimde bireyselleşmiş bir söyle­me ve kişisel üslup bolluğuna yol açar. Ama yine buradan, biricik ve kendinde Şeye (Res Divina) ihanetin mükemmel örneğine varırız: Eğer onu adlandırmanın tüm biçimlerine izin varsa, kendinde olarak varsayılan Şey, onu adlandır­manın bin bir çeşidi içinde eriyip gitmez mi? Varsayılan çevrilebilirlik, mümkün çevirilerin çoğulluğuna varır. Po­tansiyel bir melankolik olan ve ateşli bir çevirmen haline gelen batılı öznenin sonunda vardığı nokta, kendini kanıt­lamış bir oyuncu ya da potansiyel ateist olmaktır. Başlangıç­taki çeviri inancı, üslubun başarısına duyulan inanca dönü­şür; bu inanca göre, kökensel de olsa, metnin berisi, ötekisi, metnin kendisinin başarısından daha az önem taşır.

IV

Güzellik:
Depresif kişinin öteki dünyası


Bu dünyada gerçekleşen öte dünya

Acıyı adlandırmak, onu övmek, en küçük bileşenlerine dek açımlamak kuşkusuz yasa hâkim olmanın bir aracıdır. Bazen acıdan zevk almak ama aynı zamanda onu geride bırakmak, daha az yakıcı, giderek daha duyarsız bir biçimi­ne geçmek... Oysa öyle görünüyor ki sanatlar, kendinden hoşnutluğun etrafından dolanan ve yası basit bir biçimde maniye çevirmeksizin sanatçıya ve sanat erbabına kayıp Şey üzerinde yüceltici bir nüfuz sağlayan bazı yöntemlere işaret ediyor; öncelikle prozodi, yani göstergesel süreçlerin ritmini ve ses yinelenmelerini göstergeye katan o dil ötesi dil aracı­lığıyla; adlandırmayı istikrarsızlaştırarak ve bir gösterge etrafına bir yan anlam çoğulluğu biriktirerek, özneye Şeyin anlam dışılığını ya da gerçek anlamını hayal etme şansı sunan çokdeğerlilik, göstergelerin ve aynı zamanda simge­lerin çokdeğerliği aracılığıyla; nihayet, bağışlamanın ruhsal ekonomisi aracılığıyla: Konuşmacının, depresif kişinin umutsuzluğunun temelinde yatan intikama ilişkin suçluluk duygusunu ya da narsisistik yaraya ilişkin aşağılanma duygusunu yok etme kapasitesine sahip, rahatlatıcı ve iyicil bir idealle özdeşleştirilmesi.

Güzel hüzünlü olabilir mi? Güzelliğin geçicilikten ve dolayısıyla yastan ayrılmaz bir tarafı var mıdır? Yoksa güzel nesne, ölümden sonra hayatta kalınabileceğine, ölümsüzlüğün mümkün olduğuna tanıklık etmek için yıkımlardan ve savaşlardan sonra bıkıp usanmadan geri gelen midir?

Freud, biri bir şair olan iki melankolik arkadaşıyla bir gezinti sırasında yaptıkları bir tartışmadan esinlenen Geçicilik Yazgısı (1915-1916) başlıklı kısa metinde bu sorunlara değinir. Geçiciliğe yazgılı olduğu gerekçesiyle güzeli değersizleştiren kötümser kişiye Freud şöyle itiraz eder: "Tam tersine, değer artışı" Yine de geçiciliğin içimizde kışkırttığı hüzün ona kavranamaz görünür. Şöyle der: "[...] psikolog için yas büyük bir bilmecedir [...] libidonun nesnelerinden ayrılışının neden bu denli acılı bir süreç olması gerektiğini anlamıyoruz ve bugün hiçbir varsayımdan bunu çıkartamıyoruz."

Bundan kısa bir süre sonra, Yas ve Melankoli'de (1917), yas modeline uygun olarak melankolinin, yukarıda değin­diğimiz gibi aynı anda hem sevilen hem nefret edilen nes­nenin içe yansıtılmasından kaynaklandığını öne süren bir açıklama önerecektir. Ama Geçicilik Yazgısı'nda Freud, yas, geçicilik ve güzellik temalarını birbirine bağlayarak, yü­celtmenin, libidonun bu kadar bilmecemsi bir biçimde bağ­landığı kaybı dengeleyen bir karşı ağırlık olabileceğini ima eder. Yas bilmecesi mi, yoksa güzellik bilmecesi mi? Ve aralarında ne tür bir akrabalık var?

Aşk nesnesi için tutulan yas gündeme gelmeden önce kesinlikle görünmez olan güzellik yine de varlığını sürdü­rür ve bizi daha da çok cezbeder: "Kültürel zenginliklere verdiğimiz büyük değer [...], kırılganlıklarını keşfetmemiz yüzünden eksilmiş değildir." Dolayısıyla, ölümün evrenselliğinin etkileyemediği bir şey vardır: Güzellik.

Güzel, libidoyu hiçbir zaman düş kırıklığına uğratmayan bir ideal nesne olabilir mi? Yoksa güzel nesne, "iyi" ve "kö­tü" nesne muğlaklığının sergilendiği, öylesine bilmecemsi biçimde yapışkan olan ve düş kırıklığına uğratan o libidinal alandan başka bir düzleme daha baştan yerleşerek, terk tehdidi içeren nesnenin mutlak ve yıkılmaz onarıcısı olarak mı ortaya çıkar? Ölümün yerine ve ötekinin ölümü yüzün­den ölmemek için, ruhsallığımın kendi dışına -ex-tasis- yer­leşmek amacıyla ürettiği bir yapıntı, bir ideal, bir "öte" yara­tıyorum -ya da en azından böyle bir yapıntıya değer yüklüyorum. Bütün fâni ruhsal değerlerin yerini doldurmayı ba­şarabilmek ne güzel.

Yine de o zamandan bu yana analistler kendilerine ek bir soru soruyorlar: Güzellik, hangi ruhsal süreçler, göstergelerin ve malzemelerin hangi değişimi aracılığıyla, kayıp ile kendi­nin yitirilmesi-değersizleştirilmesi-öldürülmesi üzerindeki hâkimiyet arasında oynanan dramın içinden geçmeyi başarır?

Yüceltmenin dinamiği, birincil süreçleri ve idealleştir­meyi seferber ederek, depresif boşluğun etrafına ve o boş­lukla birlikte bir hiper-gösterge dokur. Bu, artık varolmayanın görkem olarak alegorisidir; ama bu artık varolmayan, hiçliği bir üçüncü kişi uğruna, burada ve şimdi ve sonsuza dek, eskisinden daha iyi ve değişmez bir uyum içinde yeniden yaratabildiğim için, benim için daha üstün bir anlam kazanmıştır. Altta yatan ve örtük durumdaki varolmayanın yerine ve adına yüce anlam, geçiciliğin yerini alan yapıntı budur. Güzellik onunla aynı tözdendir. İnatçı depresyonları örten kadınsı süsler gibi, güzellik kaybın hayranlık yaratan yüzü olarak ortaya çıkar, kaybı yaşatmak için başkalaştırır.

Kaybın bir yadsınması mı? Olabilir: O zaman böyle bir güzellik fânidir ve ölümde tükenir, sanatçının intiharını dizginleyemez ya da tam göründüğü anda belleklerden silinir. Ama yalnızca bu değil.

Göstergelerin yaşamlarıyla ilgilenebilecek kadar melankolilerimizin içinden geçmeyi becerdiğimiz zaman, insanın ayrılık acısını aşmasını sağlayacak kral yolunu görkemli bir biçimde bulan birine tanıklık etmemiz için güzellik bizi de kavrayabilir: Acıya verilen sözün yolunu, hatta çığlığa, müziğe, sessizliğe ve kahkahaya dek. Görkem, depresif kişinin bu dünyada gerçekleşen imkânsız rüyası, öteki dünyası bile olabilir. Depresif uzayın dışında, görkem bir oyundan başka nedir ki?

Yalnızca yüceltme ölüme direnir. Kendi dünyasında bizi büyüleyebilen güzel nesneyi, yara ya da kederin sevilen ya da nefret edilen her türlü nedeninden daha fazla benim­senmeye değer olarak görürüz. Depresyon bu nesneyi tanır ve kendini onda ve onun için yaşamaya uyarlar ama yü­celtmenin bu biçimde benimsenmesi artık libidoyla ilgili değildir. Çoktan ayrıdır, kopuktur; kayıtsızlık, dalgınlık, hafiflik anlamına gelen ölümün izlerini çoktan kendine katmıştır. Güzellik yapıntıdır, imgeseldir.

İmgesel alegorik olabilir mi?

Batı geleneği (Eski Yunan ve Latin uygarlığının, Yahudi­liğin ve Hıristiyanlığın mirasçısı) içinde üretildiği biçimiyle imgesel söylemin özgül bir ekonomisi vardır; bileşim olarak depresyona yakındır, ama aynı zamanda, depresyondan olanaklı bir anlama doğru zorunlu bir yer değiştirme halin­dedir. Şey ile Anlam, adlandırılamaz olan ile göstergelerin bolluğu, dilsiz duygu ile onu gösteren ve aşan ideallik ara­sına gerilmiş bir köprü olarak imgesel, ne bilimde doruğuna ulaşacak nesnel betimlemedir ne de bir ötenin simgesel biricikliğine ulaşmakla yetinecek tanrıbilimsel idealizm. Adlan­dırılabilir melankoli deneyimi, saydamsızlığın ve idealin kar­şılıklı olarak zorunlu ve birlikte var olan iki kutbu arasında bocalayan, zorunlu olarak heterojen bir öznellik uzayına açılır. Şeylerin saydamsızlığı, tıpkı içinde anlam barındır­mayan bedeninki -intihara yatkın depresif bedeninki- gibi, yapıtın aynı anda hem mutlak hem de yozlaşmış, savunulamaz, imkânsız, tümüyle yeniden yaratılması gerekli oldu­ğu ortaya çıkan anlamına aktarılır. O zaman, anlam dışılığın ve anlamın, Şeytanın ve Tanrının, Düşüşün ve Dirilişin iki kıyısı arasında, konuşan varlığın ruhsal bir başkalaşımı olarak dolaysız bir biçimde yaşanan ince bir gösterge sim­yası kendini dayatır -gösterenlerin müzikselleşmesi, sözlükbirimlerin çoksesliliği, sözcüksel, sözdizimsel, anlatı- sal birimlerin çözülüşü...

Bununla birlikte, bu iki sınır temanın korunması, imgesel ekonomide baş döndürücü bir örgütlenmeyle sonuçlanır. İmgesel ekonomi için zorunlu olmalarına karşın, bu sınır temalar uygarlığın temellerine dek etkili olan değer bunalımı anlarında solup giderler ve melankolinin yayılabileceği biricik yer olarak, geride yalnızca gösterenin anlam yüklenme ve aynı zamanda hiçlikte şeyleşme kapasitesini bırakırlar.

Her ne kadar batılı metafiziğin ikilikçi kategorilerine (doğa/kültür, beden/ruh, aşağı/yukarı, uzay/zaman, nicelik/nitelik...) özsel olsa da, imlenen hüzün olarak imgesel evren ama aynı zamanda, tersinden, temel ve besleyici bir anlam dişiliğin nostaljik göstereni sevinç olarak imgesel evren, yine de bizzat olanaklının evrenidir. Sapkınlık olarak kötülük olanağı, nihai anlam dişilik olarak ölüm olanağı.

Dahası ve bu siliniş sırasında korunan anlam nedeniyle, çiftdeğerli, çokdeğerli sonsuz diriliş olanağı.

Walter Benjamin'e göre, melankolik gerilimi en iyi bi­çimde gerçekleştiren şey, barok ve özellikle Trauerspiel (düz anlamıyla: yas oyunu, yasla oynanan oyun; güncel olarak kullanılan biçimiyle: Alman barok sanatında trajik dram) tarafından güçlü biçimde kullanılan alegoridir.

Örneğin Antik uygarlık kalıntılarında her zaman var olan ama itiraf edilmeyen anlam ile (dolayısıyla, Venüs ya da "kraliyet tacı") tinselci Hıristiyan bağlamın her şeye atfettiği tam anlam arasında yer değiştirirken, alegori, anlamların depresyonu/değer yitirmesi ile imleyici coşku arasında bir gerilimdir (Venüs, Hıristiyan sevginin alegorisi haline gelir). Alegori, yitik göstereni imleyici bir hazla, taşa ve cesede varıncaya dek diriltici bir sevinçle donatır ve böylece adlan­dırılmış bir melankolinin (melankolik sevincin) öznel dene­yimiyle aynı kapsamda olduğunu ortaya koyar.

Bununla birlikte, iallegorese (alegorinin doğuşu), Calderon ve Shakespeare'den Goethe ve Hölderlin'e dek yazgısıyla, karşısav niteliğindeki özüyle, muğlaklık gücüyle ve sessizli­ğe ve dilsiz şeylere (antik ya da doğal daimon'lara) bir gösterilen verme maksadının ötesine yerleştirdiği anlamın istik­rarsızlığıyla, alegorinin basit figürünün, belki de daha geniş bir dinamiğin zamanda ve uzayda bölgesel bir sabitlenişi olduğunu açığa çıkarır: Söz konusu dinamik imgesel dina­miğin kendisidir. Geçici fetiş olarak alegorinin yaptığı, ba­rok imgelemin bazı tarihsel ve ideolojik bileşenlerini açıklı­ğa kavuşturmaktan ibarettir. Bununla birlikte, bu retorik figür, demir attığı somut şeyin ötesinde, batılı imgelemin esas olarak kayba (yasa) ve kaybın tehdit altında, kırılgan, yıpranmış bir şevke dönüşmesine borçlu olduğu şeyi keşfe­der. Olduğu gibi yeniden ortaya çıksa da, imgelemde orta­dan kalksa da, alegori, didaktik şematizmi sayesinde kaba bir biçimde açığa çıkarma avantajına sahip olduğu imgesel mantığın kendisinin içinde kayıtlıdır. Nitekim, imgesel de­neyimi, tanrıbilimsel bir simgecilik ya da laik bir bağlanma olarak değil, ölü anlamın bir anlam fazlası tarafından yeni­den tutuşturulması olarak yaşarız; konuşan özne bu anlam fazlasında öncelikle ideal için bir sığınak bulur ama özellikle yanılsama ve yanılsamadan kurtuluş içinde onu yeniden oynama şansını keşfeder

Batılı insanın Hıristiyanlıkla tamamlanan imgesel kapasitesi, anlamı, tam da ölümde ve/ya da anlam dışılıkta kay­bolduğu yere aktarma kapasitesidir. İdealleştirmenin hayatta kalışı: imgelem mucizedir ama aynı zamanda mucizenin tuzla buz olmasıdır: Bir öz yanılsamadır, rüyadan ve sözcüklerden, sözcüklerden, sözcüklerden... başka bir şey değildir. İmgelem geçici öznelliğin -ölüme dek söylemeyi bilenin- tümgüçlülüğünü onaylar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder