Yazı: Julıa Kristeva, Kara Güneş
Bu kara güneşin kaynağı nerededir? Görünmez ve ağır ışınları hangi yolunu yitirmiş galaksiden gelip beni yere, yatağa, dilsizliğe, vazgeçişe çiviler?
Canlı bir ölümü yaşarım, kesilmiş, kanayan, cesetleşen et, yavaşlayan ya da askıya alınan ritim, acının içinde silinen ya da şişen, tükenen zaman... Ötekilerin anlamında mevcut olmayarak, naif mutluluğa yabancı, eğreti bir halde, çöküntüm sayesinde üstün, metafizik bir zihin açıklığı kazanırım. Zaman zaman, yaşamın ve ölümün sınırlarında, Varlığın anlamsızlığına tanık olmanın, bağların ve varlıkların saçmalığını açığa çıkarmanın kibirli duygusunu yaşarım.
Acım felsefenin saklı yüzüdür, dilsiz kız kardeşidir. Buna koşut olarak, "felsefe yapmak ölmeyi öğrenmektir"(Montaigne) saptaması, -Heidegger'in tasasında ve "ölüm için-varlığımızın" sergilenişinde doruğa ulaşan- melankolik bir acı ya da nefret derlemesi olmaksızın kavranamaz. Melankoliye bir eğilim olmaksızın, ruhsallık yoktur, yalnızca eyleme ya da oyuna geçiş vardır.
Çöküntü içindeki kişi radikal ve kasvetli bir ateisttir.
Depresyon Narkissos'un gizli yüzüdür, onu ölüme sürükleyecek olandır, ama bir serap içinde kendine hayran olduğu sırada fark etmediği yüzüdür.
Depresyonda, eğer varoluşum çöküşün eşiğindeyse, anlamsızlığı trajik değildir: Bana apaçık görünür, çarpıcı ve kaçınılmaz.
Çöküntü içindeki kişinin sözünü anımsayın: Yinelenen ve tekdüze. Zincir oluşturmanın imkansızlığına çarpan cümle kesintiye uğrar, tükenir, durur. Söz dizimleri bile dile getirilemez. Yinelenen bir ritim, tekdüze bir melankoli kopuk mantıksal sekansları egemenliği altına alır ve yinelenen takıntılı dualara dönüştürür. Bu yavan müzik de tükendiği ya da basitçe sessizlik nedeniyle tutunmayı başaramadığı zaman, melankolik kişi, simge kaybının boşluğuna ya da aşırılığına batarak söylemeyi askıya alırken, her türlü düşünce üretimini de askıya almış gibidir.
Çok sayıda yazar, melankolik depresif bütünün ayırt edici niteliği olan motor, duygusal ve düşünsel yavaşlama üzerinde durmuştur. Psikomotor ajitasyon ve hezeyanlı depresyon genel olarak depresif ruh hali yavaşlama olgusundan ayrılmaz gibi görünmektedir. Sözel yavaşlama da aynı tabloya eklenir: Konuşma tarzı yavaştır, sessizlikler uzun ve sıktır, ritimler ağırlaşır, tonlamalar tekdüzedir, bizzat sözdizimi yapıları bile, şizofrenlerde gözlemlenebilen huzursuzluklara ve zihin bulanıklığına tanıklık etmeksizin, çoğunlukla geri alınamaz atlamalarla ayırt edilir (bağlamdan yola çıkılarak yeniden kurulması olanaksız nesnelerin ve yüklemlerin unutulması)
Depresif yavaşlama durumunun altında yatan süreçleri düşünmek için önerilen modellerden biri olan "learned helplessness (öğrenilmiş çaresizlik) şu gözlemden yola çıkar: Tüm çıkışlar kapatıldığında, hayvanlar kadar insanlar da kaçmak ya da savaşmak yerine geri çekilmeyi öğrenirler. Dolayısıyla, depresif olarak adlandırabileceğimiz yavaşlama ya da eylemsizlik, çıkışsız bir duruma ya da kaçınılmaz şoklara karşı öğrenilmiş bir savunma tepkisi oluşturur.
Konuşan varlık için yaşam anlamı olan bir yaşamdır. Hatta yaşam anlamın doruğunu oluşturur. Bu yüzden, yaşamın anlamı yitirildiğinde, hayatını kaybetmek güç değildir: Anlam koptuğunda yaşam tehlikededir.
Dile inancı olmayan depresif kişi duygusal biridir, kuşkusuz yaralı ama duygunun tutsağı. Duygu, onun şeyidir.
Konuşan varlık için yaşam anlamı olan bir yaşamdır. Hatta yaşam anlamın doruğunu oluşturur. Bu yüzden, yaşamın anlamı yitirildiğinde, hayatını kaybetmek güç değildir: Anlam koptuğunda yaşam tehlikededir.
Dile inancı olmayan depresif kişi duygusal biridir, kuşkusuz yaralı ama duygunun tutsağı. Duygu, onun şeyidir.
Umutsuz kişi olumsuzlamanın ortadan kalkmasıyla aşırı bir zihin açıklığı kazanır. Mecburen keyfi olan anlamlı bir sekans ona ağır, şiddetli bir biçimde keyfi görünür: Onun saçma olduğunu düşünür, anlamı yoktur. Hiçbir sözcük, yaşamın hiçbir nesnesi, bir anlam ya da göndergeyle tutarlı ve aynı zamanda ona uygun bir zincirleme bulmak için elverişli değildir.
Depresif kişi tarafından saçma olarak algılanan keyfi sekans bir gönderme kaybıyla aynı kapsamdadır. Çöküntü içindeki kişi hiçbir şeyden söz etmez, konuşacak bir şeyi yoktur. Şeye (Res) yapışmış bir haldedir. Nesnesizdir. bu bütünsel Şey imlenemez ve imleyemez: Bir hiçtir, onun Hiçidir, Ölümdür. Özne ile imlenebilir nesneler arasına yerleşen uçurum, ifadesine anlamlı zincirlemelerin imkansızlığında bulur. Ama böyle bir sürgün, öznenin kendi içinde bir uçurumu açığa çıkarır. Bir yandan, yaşamla özdeşleştirildikleri ölçüde yadsınan nesneler ve gösterenler bir anlam-dışılık değeri kazanırlar: Dilin ve yaşamın anlamı yoktur. Öte yandan, bölünme yoluyla, Şeye, Hiçe -imlenemez olana ve ölüme- yoğun ve makul olmayan bir değer atfedilir. Saçma göstergelerden, yavaşlamış, dağınık, tutuk sekanslardan çatılan depresif söylem, anlamın adlandırılamaz olan içinde çöküşünü ve orada, Şeye perçinlenen duygusal değer lehine, ulaşılmaz ve naif biçimde yitip gitmesini ifade eder.
Melancholia (2011, Lars von Trier)
Yineleyen, tekdüze ya da anlamı boşaltılmış, dilsizliğe dalmanın öncesinde söyleyen kişi için bile işitilmez olan depresif sözü birkaç saniye için yeniden dinleyelim. Melankolik kişide anlamın... keyfi göründüğünü ya da büyük miktarda bilginin ve hâkimiyet istencinin yardımıyla kurulduğunu, ama ikincil göründüğünü, sizinle konuşan kişinin kafasının ve bedeninin biraz dışında donduğunu saptayacaksınız; ya da hatta, daha ilk anda kaçamak, belirsiz, boşluklarla dolu, yarı dilsiz olduğunu: "Biri" sizinle, sözün yanlış olduğuna baştan ikna olmuş olarak konuşmaktadır ve dolayısıyla "biri" sizinle baştan savma konuşmaktadır, "biri" konuşmaya inanmaksızın konuşmaktadır.
Konuşan varlık -kendi söylemiyle birdir: Söz "ikinci doğamız" değil midir? Tersine, depresif kişinin söylediği şey onun için yabancı bir deri gibidir: Melankolik, ana dili içinde bir yabancıdır. Annesini yitirmediği için ana dilinin anlamını -değerini- yitirmiştir. Konuştuğu ve intiharını bildiren ölü dil, diri diri gömülmüş olan bir Şeyi gizler. Ama bu Şeye ihanet etmemek için onu tercüme etmeyecektir: Anlatılmaz duygunun "mahzen mezar"ında duvarlarla çevrili, anal olarak yakalanmış, çıkışsız kalacaktır.
Melankolinin tükettiği sanatçı, aynı zamanda, onu kuşatan simgesel vazgeçişle savaşmak konusunda en inatçı kişidir... Ölüm darbesini indirene dek, ya da bazıları için, kayıp nesnenin hiçliği karşısında nihai zafer olarak intihar kendini dayatana dek...
İçinde yaşadığımız zamanın söylemimizin zamanı olduğu göz önüne alınırsa, melankolik kişinin yabancı, yavaşlayan ya da dağılan sözü, onun merkezsiz bir zamansallık içinde yaşamasına yol açar. Bu zamansallık akmaz, önce / sonra vektörü tarafından yönetilmez, bir geçmişten bir amaca doğru yönlendirilmez. Yoğun, ağır, ve kuşkusuz fazla acı ya da fazla sevinçle yüklü olduğu için travmatik bir an, depresif zamansallığın ufkunu kapatır ya da daha doğrusu, her türlü ufku ve perspektifi ortadan kaldırır. Geçmişe saplanmış, aşılmaz bir deneyimin cennetine ya da cehennemine gerileyen melankolik kişi tuhaf bir bellektir: Her şey geçip gitti, der gibidir, ama ben o geçip giden şeye sadığım, ona çivilenmişim, bir devrim olanağı yok, gelecek yok... Aşırı şişmiş, abartılı bir geçmiş ruhsal sürekliliğin tüm boyutlarını işgal eder. Ve yarınsız bir belleğe bu bağlılık, kuşkusuz aynı zamanda narsistik nesneyi biriktirmenin, çıkışsız bir kişisel mahzen mezarın kapalı odasında ona üstüne titreyerek bakmanın da bir aracıdır...
Konuşan varlık -kendi söylemiyle birdir: Söz "ikinci doğamız" değil midir? Tersine, depresif kişinin söylediği şey onun için yabancı bir deri gibidir: Melankolik, ana dili içinde bir yabancıdır. Annesini yitirmediği için ana dilinin anlamını -değerini- yitirmiştir. Konuştuğu ve intiharını bildiren ölü dil, diri diri gömülmüş olan bir Şeyi gizler. Ama bu Şeye ihanet etmemek için onu tercüme etmeyecektir: Anlatılmaz duygunun "mahzen mezar"ında duvarlarla çevrili, anal olarak yakalanmış, çıkışsız kalacaktır.
Melankolinin tükettiği sanatçı, aynı zamanda, onu kuşatan simgesel vazgeçişle savaşmak konusunda en inatçı kişidir... Ölüm darbesini indirene dek, ya da bazıları için, kayıp nesnenin hiçliği karşısında nihai zafer olarak intihar kendini dayatana dek...
İçinde yaşadığımız zamanın söylemimizin zamanı olduğu göz önüne alınırsa, melankolik kişinin yabancı, yavaşlayan ya da dağılan sözü, onun merkezsiz bir zamansallık içinde yaşamasına yol açar. Bu zamansallık akmaz, önce / sonra vektörü tarafından yönetilmez, bir geçmişten bir amaca doğru yönlendirilmez. Yoğun, ağır, ve kuşkusuz fazla acı ya da fazla sevinçle yüklü olduğu için travmatik bir an, depresif zamansallığın ufkunu kapatır ya da daha doğrusu, her türlü ufku ve perspektifi ortadan kaldırır. Geçmişe saplanmış, aşılmaz bir deneyimin cennetine ya da cehennemine gerileyen melankolik kişi tuhaf bir bellektir: Her şey geçip gitti, der gibidir, ama ben o geçip giden şeye sadığım, ona çivilenmişim, bir devrim olanağı yok, gelecek yok... Aşırı şişmiş, abartılı bir geçmiş ruhsal sürekliliğin tüm boyutlarını işgal eder. Ve yarınsız bir belleğe bu bağlılık, kuşkusuz aynı zamanda narsistik nesneyi biriktirmenin, çıkışsız bir kişisel mahzen mezarın kapalı odasında ona üstüne titreyerek bakmanın da bir aracıdır...
*
Resim: Hunters in the Snow, 1565, Bruegel - (filmden bir sahnede) |
KARA GÜNEŞ
Depresyon ve Melankoli
JULIA KRISTEVA
Türkçesi: NESRİN DEMİRYONTAN
"Neden ey ruhum, bu kadar hüzünlüsün? Ve neden huzursuz
edersin beni?"
Davut'un mezmuru XLII, 6-12.
"İnsanın büyüklüğü sefil olduğunu bilmesinden
gelir."
Pascal,
Düşünceler (165) IPensees (165)].
"Belki de yaşam boyu aradığımız şey, ve aradığımız tek
şey, ölmeden önce kendimiz olabilmek için mümkün olan
en büyük kederdir."
Celine,
Gecenin Sonuna Yolculuk [Voyage aıı bout de la nuit.]
Depresyona karşı bir
deva: psikanaliz
Melankolinin pençesindekiler için
melankoli üzerine yazmak, ancak yazı melankolinin içinden çıkıyorsa anlamlı
olabilir. Bazen ve sık sık da kalıcı olarak, her türlü sözün, edimin, hayatın
kendisinin tadını yitirmesine yol açana dek bizi içine çeken anlatılamaz bir
hüzün, bir acı girdabından söz etmeye çalışacağım size. Bu umutsuzluk, olumsuz
nitelik taşıdığı, kuşkusuz olmakla birlikte yine de var olan arzu ve
yaratıcılığa dair bir kapasiteye sahip olduğumun varsayılmasını gerektirecek
bir tiksinti değildir. Depresyonda, eğer varoluşum çöküşün eşiğindeyse,
anlamsızlığı trajik değildir: Bana apaçık görünür, çarpıcı ve kaçınılmaz.
Bu kara güneşin kaynağı nerededir?
Görünmez ve ağır ışınları hangi yolunu yitirmiş galaksiden gelip beni yere,
yatağa, dilsizliğe, vazgeçişe çiviler?
Çoğunlukla, henüz almış olduğum
bir yara, herhangi bir duygusal ya da mesleki başarısızlık, yakınlarımla
ilişkilerimi etkileyen şu ya da bu acı veya yas, umutsuzluğumun kolaylıkla
saptanabilir açıklamasını oluşturur. Normal insanların oluşturduğu normal
kategori olarak gördüğüm kategoriden beni aniden koparan ya da sevdiğim bir
varlığı aynı derin etkiyle yere vuran bir ihanet, ölümcül bir hastalık, şu ya
da bu kaza ya da güçlük ya da... daha ne bileyim... Her gün üstümüze çöken
talihsizliklerin listesi tükenmez. Bütün bunlar bana aniden başka bir yaşam
sunar. Gündelik acılarla, içe akıtılan ya da dökülen gözyaşlarıyla, bazen yakıcı
bazen renksiz ve boş olan paylaşılamaz bir umutsuzlukla dolu, yaşanamaz bir
yaşam.
Özetle, onu sürdürmek için
gösterdiğim çabayla bazen kıpırdansa da her an ölüme kaymaya hazır, sinirleri
alınmış bir yaşam. İntikam ölümü ya da kurtuluş ölümü bundan böyle çöküşümün
içsel eşiğidir; yıkımla yüzleşmek üzere kıpırdandığım anlar dışında, ağırlığı
bana her an daha katlanılmaz görünen bu yaşamın imkânsız anlamıdır. Canlı bir
ölümü yaşarım, kesilmiş, kanayan, cesetleşen et, yavaşlayan ya da askıya
alınan ritim, acının içinde silinen ya da şişen, tükenen zaman... Ötekilerin
anlamında mevcut olmayarak, naif mutluluğa yabancı, eğreti bir halde, çöküntüm
sayesinde üstün, metafizik bir zihin açıklığı kazanırım. Zaman zaman, yaşamın
ve ölümün sınırlarında, Varlığın anlamsızlığına tanık olmanın, bağların ve
varlıkların saçmalığını açığa çıkarmanın kibirli duygusunu yaşarım.
Acım felsefemin saklı yüzüdür,
dilsiz kız kardeşidir. Buna koşut olarak, "felsefe yapmak ölmeyi
öğrenmektir"" saptaması, -Heidegger'in tasasında ve
"ölüm-için-varlığımızın" sergilenişinde doruğa ulaşan- melankolik bir
acı ya da nefret derlemesi olmaksızın kavranamaz. Melankoliye bir eğilim
olmaksızın, ruhsallık yoktur, yalnızca eyleme ya da oyuna geçiş vardır.
Bununla birlikte, çoğunlukla,
depresyonumu kışkırtan olayların ağırlığı aniden üstüme çöken yıkımla orantılı
değildir. Dahası, burada ve şimdi maruz kaldığım büyü bozumu, acımasız da
olsa, incelendiğinde, hiçbir zaman yasını tutmayı becerememiş olduğumu fark
ettiğim eski travmalarla rezonansa geçmiş görünür. Böylece bugünkü çöküşümün
öncellerini, bir zamanlar sevmiş olduğum birinin ya da bir şeyin kaybında,
ölümünde ya da yasında bulabilirim. Bu vazgeçilmez varlığın yok oluşu, beni
kendimin en makbul parçasından yoksun bırakmaya devam etmektedir: Yine de,
acımın bana ihanet etmiş ya da beni terk etmiş olan erkek ya da kadına karşı
beslediğim nefretin ya da nüfuz arzusunun ertelenmiş hali olduğunu keşfederek,
bu yok oluşu bir yara ya da yoksun bırakılma olarak yaşarım. Depresyonum bana
kaybetmeyi bilmediğimi gösterir: Kayıp için geçerli bir ödün bulmayı
becerememiş olabilir miyim? Bundan, her kaybın, beraberinde varlığımın -ve
Varlığın kendisinin- kaybını getirdiği sonucu çıkar. Çöküntü içindeki kişi
radikal ve kasvetli bir ateisttir.
Melankoli: Aşk
Tutkusunun Karanlık Yüzü
İki kişiyi birbirine bağlayan aşk
hipnozunu yırtan o geçici zihin açıklığı anlamına gelmedikleri zaman, hüzünlü
bir şehvet ve kederli bir sarhoşluk, çoğu zaman ideallerimizin ya da
coşkularımızın kopup geldikleri sıradan zemini oluşturur. Aşklarımızı
kaybetmeye yazgılı olduğumuzun bilinciyle, sevgilide, eskiden yitirilmiş
sevilen bir nesnenin gölgesini seçmek bizi belki de daha çok yasa gömer.
Depresyon Narkissos'un gizli yüzüdür, onu ölüme sürükleyecek olandır, ama bir
serap içinde kendine hayran olduğu sırada fark etmediği yüzüdür. Depresyondan
söz etmek bizi yeniden Narkissos mitinin bataklık diyarına götürecek.
Ama bu kez orada göz alıcı ve
kırılgan aşk idealleştirmesini değil, tersine, tam da o vazgeçilmez ötekinin
kaybı nedeniyle ötekinden henüz ayrışmış olan kırılgan benliğin üzerine
atılmış olan gölgeyi göreceğiz. Umutsuzluğun gölgesini.
Umutsuzluğun anlamını (ya
apaçıktır ya da metafizik) aramaktansa, umutsuzluktan başka anlam olmadığını
itiraf edelim. Kral çocuk ilk sözcüklerini söylemeden önce umarsız bir biçimde
hüzünlenir: Annesini ve onun yanı sıra başka aşk nesnelerini önce imgeleminde,
sonra da sözcüklerde yeniden bulmaya çalışmasının nedeni, annesinden geri dönüşü
olmayan biçimde, umutsuzca ayrılmasıdır. Simgeciliğin sıfır noktasıyla
ilgilenen göstergebilim, yalnızca aşk durumu değil, onun tatsız doğal sonucu
olan melankoli konusunda da kaçınılmaz biçimde sorgulama noktasına gelmiş ve
âşık olmayan yazı yoksa, açıkça ya da gizlice melankolik olmayan imgelem de
olmadığını aynı anda saptamıştır.
Düşünce-Kriz-Melankoli
Bununla birlikte melankoli
Fransız değildir. Protestanlığın katılığı ya da Ortodoksluğun anaerkil
ağırlığı, yaslı bireyi kasvetli bir zevke davet etmediği zaman, onunla suç
ortaklığını daha kolay kabullenir. Fransız Orta Çağı'nın, hüznü zarif
figürlerle temsil ettiği doğru olsa da, Galli, yeniden doğan [renaissant] ve
aydınlanmış tonu, nihilizmden çok hafifliğe, erotiğe ve retoriğe yaklaşır.
Pascal, Rousseau ve Nerval'in yüzleri hüzünlüdür... ve istisna oluştururlar.
Konuşan varlık için yaşam anlamı
olan bir yaşamdır. Hatta yaşam anlamın doruğunu oluşturur. Bu yüzden, yaşamın
anlamı yitirildiğinde, hayatını kaybetmek güç değildir: Anlam koptuğunda yaşam
tehlikededir. Depresif kişi kuşkucu anlarında felsefecidir ve Varlığın anlamına
ya da anlamsızlığına ilişkin en rahatsız edici sayfaları Heraklitos'a
Sokrates'e ve daha yakınımızdaki Kierkegaard'a borçluyuz.
Bununla birlikte, felsefecilerin melankoliyle sürdürdükleri
ilişkiler üzerine tam bir fikir edinebilmek için Aristoteles'e kadar uzanmamız
gerekir. Aristoteles'e atfedilen Problemata'da (30, I), siyah safra (melaina
kole) büyük insanları belirler. (Sözde) Aristotelesçi düşünce, ayırt edici
niteliği melankoli olan ethos peritton'la, yani istisnai kişilikle ilgilidir.
Hippokrates'in kavramlarını (dört ruh hali ve dört mizaç) ödünç alan
Aristoteles, melankoliyi patolojiden ayrıştırarak ve doğaya yerleştirerek ama
aynı zamanda ve öncelikle, organizmanın düzenleyici ilkesi olarak kabul edilen
ısının ve karşıt enerjilerin denetlenmiş etkileşiminin (mesotes) sonucu
sayarak yeni bir yol açar. Bu Yunanlı melankoli kavramı bugün bize yabancıdır.
Metaforik ifadesini, siyah safranın coşkulu kontrpuanı olan köpükte (aphros)
bulan "dozajı iyi ayarlanmış bir çeşitliliği" (eukratos anomalia)
varsayar. Bu beyaz hava (pneuma) ve sıvı karışımı, erkeğin spermi kadar,
denizi ve şarabı da köpürtür. Nitekim, Aristoteles melankoliyi sperm köpüğüne
ve erotizme bağlayarak ve Dionysos ve Aphrodite'e belirtik bir biçimde
göndermede bulunarak (953b31-32), bilimsel açıklama ile mitsel göndermeleri
bir araya getirir. Onun söz ettiği melankoli, felsefecinin bir hastalığı
değil, bizzat doğasıdır, egosudur. İlyada'da (VI 200-203) tanıştırıldığımız ilk
melankolik Yunanlıyı, Bellerophon'u çarpan şey değildir: "Tanrıların
nefret nesnesi olan o, yüreği acıyla parçalanarak, insanların izlerinden
kaçarak Aleian ovasında tek başına dolaşıyordu." Tanrılar tarafından terk
edildiği, ilahi takdirle sürgün edildiği için kendi kendini yiyen bu umutsuz,
maniye değil, uzaklaşmaya, yokluğa, boşluğa mahkûm edilmişti...
Aristoteles'le birlikte,
dehayla dengelenen melankoli, insanın Varlık içindeki endişesiyle aynı kapsamda
yer alır. Burada, Heidegger'in, düşüncenin stimmung'u* olarak kaygı düşüncesinin
habercisini görebiliriz. Benzer bir biçimde, Schelling melankolide "insan
özgürlüğünün özü"nü, "insanın doğayla yakınlığının göstergesini
keşfediyordu. Böylece, felsefecinin "Aşırı insanlıktan dolayı
melankolik" olduğu düşünülüyordu."
Sınır durum olarak ve Varlığın
gerçek doğasını ortaya koyan kural dışılık olarak bu melankoli görüşü Orta
Çağ'da derin bir değişime uğrar. Bir yandan, Orta Çağ düşüncesi, İlk Çağ'ın geç
dönem evren bilimlerine geri döner ve melankoliyi, akıl ve düşünce gezegeni
Satürn'e bağlar. Dürer'in Melankoli'si (1514), Marsile Ficin'de doruk noktasına
ulaşan bu kuramsal spekülasyonları plastik sanatlar bağlamına ustalıkla
taşımayı başaracaktır. Öte yandan, Hıristiyan tanrıbilimi hüznü bir günah
haline getirir. Dante, "kavrayışın hayrını yitirmiş olan kederli
delileri", "sızlananlar kentine yerleştirir (Cehennem, kanto III).
"Tasalı bir yürek" Tanrı'nın yitirildiği anlamına gelir ve
melankolikler "Tanrı'nın da onun düşmanlarının da hoşlanmadığı bir perişanlar
mezhebi" oluştururlar: Cezaları, "ölüm umutlarının" olmamasıdır.
Umutsuzluğun kendi kendilerine karşı şiddete yönelttiği kişiler, intihar
edenler ve savurganlar da esirgenmez: Hepsi birer ağaca dönüşmeye hüküm
giymiştir (kanto XIII). Bununla birlikte, Orta Çağ keşişleri hüznü besleyeceklerdir:
Mistik çilecilik (acedia) biçimindeki hüzün, ilahi hakikatin paradoksal
bilgisine yönelik araç olarak kendini kabul ettirecek ve inancın en önemli
sınavını oluşturacaktır.
Melankoli, dinsel iklimlere göre
değişken bir biçimde, belki dinsel kuşku olarak adlandırabileceğimiz şeyde öne
çıkar. Ölü bir Tanrı'dan daha hüzünlü bir şey olamaz ve bizzat Dostoyevski de
Holbein'ın tablosundaki ölü İsa'nın, "yeniden diriliş gerçeği"yle
karşıtlık içindeki üzücü imgesinden rahatsız olacaktır. Dinsel ve siyasal
idollerin çöktüğüne tanıklık eden dönemler, kriz dönemleri, karanlık ruh
haline özellikle elverişlidir. Bir işsizin terk edilmiş bir âşıktan daha az
intihara eğilimli olduğu doğru olsa da, melankoli kriz zamanlarında kendini
dayatır, konuşulur, arkeolojisini oluşturur, temsillerini ve bilgisini üretir.
Yazılı bir melankolinin, aynı adı taşıyan klinik uyuşukluk haliyle pek ortak
noktası olmadığına kuşku yoktur. Şu ana dek sürdürdüğümüz terminoloji
karışıklığının ötesinde (bir melankoli nedir? bir depresyon nedir?), burada,
bizi sorgulamaktan vazgeçmeyecek olan bilmecemsi bir paradoksla karşı karşıyayız:
Kayıp, yas, yokluk, imgesel edimi tetikliyor ve onu tehdit ettiği ve yıprattığı
oranda sürekli olarak besliyorsa da, yapıt fetişini kuran şeyin, bu harekete
geçirici kederin yadsınması olduğu da kayda değer. Melankolinin tükettiği
sanatçı, aynı zamanda, onu kuşatan simgesel vazgeçişle savaşmak konusunda en
inatçı kişidir... Ölüm darbesini indirene dek, ya da bazıları için, kayıp nesnenin
hiçliği karşısında nihai zafer olarak intihar kendini dayatana dek...
Bir bireyde bazı anlarda ya da
kronik biçimde, çoğunlukla manik coşkunluk aşaması denen aşamayla dönüşümlü
olarak ortaya çıkan, ketlenmeye ve simge kaybına ilişkin klinik belirtilerin
toplamına melankoli adını vereceğiz. İki görüngü, yani düşüş ve uyarılma daha
az şiddetli ve sık olduğunda, o zaman nevrotik depresyondan söz edebiliriz.
Freudcu kuram, melankoli ve depresyon arasındaki farkı tanımakla birlikte, her
durumda aynı yası, annesel nesnenin imkânsız yasını saptar. Soru: Babaya
ilişkin hangi yetersizlik nedeniyle imkânsız? Ya da hangi biyolojik kırılganlık
nedeniyle? Melankoli -psikotik ve nevrotik belirtiler bütününü ayırt ettikten
sonra yine jenerik terime dönelim-, analistin sorgulamasını biyolojik olanla
simgesel olanın kavşağına yerleştirmek konusunda ürkütücü bir ayrıcalığa
sahiptir. Paralel diziler mi? Art arda gelen sekanslar mı? Açıklığa
kavuşturulması gereken tehlikeli bir kesişme mi, keşfedilmesi gereken başka
bir ilişki mi?
İki terim, melankoli ve
depresyon, melankolik- depresyon adını verebileceğimiz, aslında sınırları
belirsiz olan bir bütün anlamına gelir ve psikiyatri "melankoli" kavramını
hastalığın kendiliğinden geri döndürülemez olan (sadece antidepresan
uygulamasına yanıt veren) türü için kullanır. Çeşitli depresyon türlerinin
ayrıntısına ("psikotik" ya da "nevrotik" veya başka bir
sınıflandırmaya göre, "kaygılı", "ajite",
"yavaşlamalı", "düşmanca") ve antidepresanların (IMAO, trisiklikler,
heterosiklikler) ya da mizaç düzenleyicilerin (lityum tuzları) tam etkilerinin
umut verici ama henüz pek belirsiz alanına girmeden, kendimizi Freudcu bir
perspektife yerleştireceğiz. Şu andan başlayarak, sınırları ne denli belirsiz
olsa da melankolik-depresif bütünün bağrında, ortak bir nesne kaybı deneyimine
ve anlamlı bağlarda bir değişime ilişkin olan şeyi açığa çıkartmayı
deneyeceğiz. Bu bağların, özellikle de dilin, melankolik-depresif bütün içinde
bazı yanıtları başlatmak için zorunlu olan öz uyarılmayı sağlamakta yetersiz
olduğu anlaşılmaktadır. Dil, bir "ödül sistemi" olarak işleyeceği
yerde, tersine kaygı-ceza çiftini aşırı etkinleştirir ve böylece depresyonun
ayırt edici niteliği olan davranış ve düşünce yavaşlamasına katılır. Geçici hüzün
ya da yas bir yanda, melankolik uyuşukluk öte yanda, klinik ve hastalık bilimi
açısından farklılık gösterseler de, her ikisi de nesne kaybı karşısında bir
tolerans eksikliğine ve gösterenin, öznenin eylemsizliğe, ölümü taklit etmeye
hatta ölümün kendisine sığındığı geri çekilme durumlarını telafi edecek bir
çıkış sağlamadaki başarısızlığına dayanır. Bu durumda depresyon ve
melankoliden, bu iki duygulanımın özelliklerini her zaman ayırt etmeksizin,
ortak yapılarını göz önünde tutarak söz edeceğiz.
Depresif: Nefret dolu ya da yaralı
Yasın "nesne”si ve yasın "şey"i
Klasik psikanaliz kuramına göre
(Abraham4, Freud5, M. Klein6), yas gibi
depresyon da kayıp nesneye yönelik bir saldırganlığı gizler ve böylece çöküntü
içindeki kişinin yas nesnesi karşısındaki çiftdeğerliliğini sergiler. "Onu
seviyorum (depresif kişi yitirilmiş bir varlık ya da nesne hakkında bunu söyler
gibi görünür) ama ona karşı duyduğum nefret daha fazla; sevdiğim için,
kaybetmemek amacıyla, onu kendi içime yerleştiriyorum; ama ondan nefret
ettiğim için,
berideki bu öteki, kötü bir benliktir, ben kötüyüm, hiçim,
kendimi öldürüyorum." Dolayısıyla, kendini hedef alan yakınma, ötekini
hedef alan bir yakınmadır ve kendini öldürmek, bir başkasının katlinin trajik
bir maskelenişidir. Tahmin edilebileceği gibi, böyle bir mantık, katı bir
üstbenliği ve kendinin ve ötekinin idealleştirilmesini ve
değersizleştirilmesini (bu hareketlerin tümü özdeşleşme mekanizmasına dayanır)
içeren bütün bir karmaşık diyalektiği varsayar. Çünkü sevilen-nefret edilen
ötekiyle içe alma-içe yansıtma-yansıtma yoluyla özdeşleşerek, onun zorba ve
zorunlu yargıcım haline gelen yüce parçasının yanı sıra, beni alçaltan ve
tasfiye etmeyi arzuladığım iğrenç parçasını da kendi içime yerleştiririm. Buna
bağlı olarak, depresyon analizi, kendinden yakınmanın ötekine yönelik bir
nefret olduğu ve kuşkusuz bu nefretin de akla getirilmeyen bir cinsel arzunun
taşıyıcı dalgası olduğu gerçeğinin açıklığa kavuşturulmasından geçer. Aktarımda
bu tür bir nefret çıkışının, analist için olduğu gibi analizan için de riskler
taşıdığı ve depresyon terapisinin (nevrotik olarak adlandırılan depresyon
terapisinin bile) şizoid parçalanmaya yaklaştığı tahmin edilebilir.
Freud ve Abraham tarafından altı
çizilen ve çöküntü içindeki kişilerin çok sayıda rüyasında ve fantezisinde kendini
gösteren melankolik yamyamlık, canlı
olarak daha iyi sahip olabilmek için yok etmeye can attığım katlanılmaz ötekini
ağzımın (ama vajina ve anüs de bu denetim için elverişli olabilir) içinde tutma
tutkusunu ifade eder. Yitirilmesindense... parçalanmış, yırtılmış, kesilmiş,
yutulmuş, sindirilmiş olması daha iyidir. Melankolik yamyamlık imgelemi, kayıp
gerçeğinin ve aynı zamanda da ölümün yadsınmasıdır. Benliğin hayatta kalmasını
sağlayarak ötekini yitirme kaygısını gösterir; kuşkusuz bu terk edilmiş bir
benliktir, ama kendisini hâlâ ve her zaman besleyen ve yutularak ona dönüşen
-kendisi de dirilen- şeyden ayrılmamış bir benlik.
Bununla birlikte, narsisistik
kişiliklerin tedavisi modern analistlerin başka bir depresyon kipini
anlamalarını sağlamıştır. Bu anlayışa göre, düş kırıklığı yarattığı için düşman
olarak imgelenen bir ötekine karşı gizli bir saldırı olmaktan uzak olan hüzün,
yaralı, tamamlanmamış, boş bir ilkel benliğin işaretidir. Böyle bir birey
kendini incinmiş olarak değil, temel bir kusurdan, doğuştan gelen bir
eksiklikten mustarip olarak düşünür. Kederi, çiftdeğerli nesneye karşı gizlice
tezgâhlanan bir intikamın suçluluk duygusunu ya da günahını gizliyor değildir.
Hüznü, daha çok, simgelenebilir olmayan, adlandırılamaz, hiçbir dış faile
göndermede bulunamayacak kadar erken bir narsisistik yaranın en arkaik
ifadesidir. Narsisistik depresyonun bu türünü yaşayan kişi için gerçekte hüzün
tek nesnedir: Daha tam bir ifadeyle, başka bir nesnenin yokluğu nedeniyle,
bağlandığı, evcilleştirdiği ve gönül verdiği bir nesne ikamesidir. Bu durumda,
intihar bir örtülü savaş edimi değil, hüzünle, ve hüznün ötesinde, -hiçliğin,
ölümün vaatleri gibi- hiçbir zaman dokunulmayan, hep başka yerdeki o imkânsız
aşkla bir birleşme edimidir.
Şey ve Nesne
Narsisistik depresif kişi, bir
Nesnenin değil, bir Şeyin* yasını tutar. Anlamlandırılmaya direnen
gerçeği, çekim ve itim kutbunu, cinselliğin barınağı olan ve arzu nesnesinin
kopacağı yeri "Şey" olarak adlandıralım.
Nerval bu konuda, varlığı olmayan
bir ısrarı, temsili olmayan bir ışığı ima eden göz kamaştırıcı bir metafor
sunar: Şey düşlenen bir güneştir, aynı anda hem aydınlık hem de kara.
"Rüyalarda sık sık çok daha keskin bir aydınlık algısı yaşandığı halde,
güneşin asla görülmediğini herkes bilir."
Depresif kişi, o arkaik bağlanmadan
itibaren, adlandırılamaz üstün bir iyilikten, belki yalnızca bir yutma ediminin
şekillendirebileceği, bir yakarmanın işaret edebileceği ama hiçbir sözcüğün
imleyemeyeceği temsil edilemez bir şeyden yoksun bırakıldığı izlenimini taşır.
Buna bağlı olarak, bu kişi için hiçbir erotik nesne, libidoyu hapseden ve
arzunun bağlarını kesen, yeri doldurulamaz bir yer ya da ön-nesne algı sının
yerini alamaz.
* Yunan felsefesinin
şafağından bu yana, şeyin kavranışının, bir önermenin ve onun doğruluğunun
dile getirilişine dayandığını saptayan Heidegger, yine de şeyin
"tarihsel" niteliği sorusunu ortaya atar: "Şeye ilişkin soru,
başlangıç zemininden hareket eder (Qu'est ce qu'ııne chose? -Bir Şey Nedir?-,
Fr. çev., Gallimard, Paris, 1965, s. 57). Heidegger bu şey düşüncesinin başlangıç
öyküsüne girmez ama onu insan ile şey arasında uzanan aralığa açarak ve Kant'ı
katederek şuna dikkat çeker "Önceden kavranmış olarak bu / insan-şey / aralığı
etkisini şeyin ötesine uzatır ve aynı zamanda geriye doğru bir hareketle
ardımızda etki oluşturur." Heidegger'in sorusuyla açılan gedikte ama
Freud'un akılcı kesinlikleri sarsmasının ardından, Şeyden söz ederken, çoktan
kurulmuş özne tarafından geriye bakıldığında, cinsel şeyi belirleyişinde bile
belirlenmemiş, ayrılmamış, erişilemez görünen "bir şey"i
kastedeceğiz. Nesne terimini, sözüne hâkim bir öznenin dile getirdiği bir
önerme tarafından doğrulanan uzay-zaman sürekliliğine ayırıyoruz.
Depresif kişi, Şeyinden yoksun bırakıldığını bilerek, daima
düş kırıklığı yaratan serüvenlerin ve aşkların peşinde koşar ya da avutulamaz
ve afazik bir halde, kendini adlandırılmamış Şeyle baş başa hapseder.
"Kişisel tarih öncesinin babası"yla "birincil
özdeşleşme"nin, Şeyin yasını tutmayı sağlayacak araç, köprü olduğu düşünülür.
Birincil özdeşleşme Şeyin telafisini başlatır ve aynı zamanda öznenin bir başka
boyuta, tam da depresif kişinin içinde çözülen şeyi, yani inanç bağını
anımsatan imgesel katılım boyutuna yerleşmesini sağlar.
Melankolik kişide, birincil
özdeşleşmenin, diğer özdeşleşmeleri, simgesel özdeşleşmeleri sağlamak konusunda
kırılgan ve yetersiz olduğu anlaşılmaktadır; oysa erotik Şeyin, bu
özdeşleşmelerden yola çıkarak, bir haz metonomisinin sürekliliğini sağlayan çekici
bir arzu Nesnesi haline gelebilmesi beklenir. Melankolik Şey, kaybın içruhsal
işlemine karşı koyduğu için arzulayan metonimiyi kesintiye uğratır.
Bu yere nasıl yaklaşılır?
Yüceltme bu yönde bir girişimdir: Melodiler, ritimler ve anlamsal çokdeğerlilik
yoluyla göstergeleri ayrıştırıp yeniden birleştiren ve şiirsel olarak
adlandırılan biçim, Şey üzerinde belirsiz ama yeterli bir nüfuzu sağlar gibi
görünen tek "içeren"dir.
Depresif kişinin ateist -anlamdan
yoksun, değerden yoksun- olduğunu varsaydık. Ateist için Öteki Taraftan korkmak
ya da onu yadsımak, kendini alçaltmak olurdu. Bununla birlikte, bir bakıma
ateist olsa da umutsuz kişi bir mistiktir: Sen'e inanarak değil, ama kendi
ifade edilemez içereninin dilsiz ve sarsılmaz yandaşı olarak, ön-nesnesine
katılır. Gözyaşlarını ve hazzını yabancılığın bu sınırına adar. Duygularının,
kaslarının, mukozalarının ve derisinin gerilimi içinde, hâlâ temsilden ve
adlandırılmadan kaçan ama bedensel boşalmalarındaki ve bunların otomatizmindeki
damgasını taşımaya devam ettiği bir arkaik ötekine aynı anda hem aidiyetini
hisseder hem de ondan mesafesini yaşar. Dile inancı olmayan depresif kişi
duygusal biridir, kuşkusuz yaralı ama duygunun tutsağı. Duygu, onun şeyidir.
Şey anısız olarak içimizde
kayıtlıdır, ifade edilemez kaygılarımızın yeraltındaki suç ortağıdır.
Gerilemeli bir gündüz düşünün kendi kendine vadettiği ve intihar evliliğiyle
gerçekleşecek bir yeniden kavuşmanın hazlarını hayal edebiliriz.
Şeyin ortaya çıkışı, kuruluş
yolundaki öznenin yaşamsal atılımını harekete geçirir: Erken doğmuş çocuklar
olarak hepimiz, ancak bir ek, protez, koruyucu zar olarak algıladığımız bir
ötekine tutunarak hayatta kalabiliriz. Bununla birlikte, söz konusu yaşam
dürtüsü, aynı zamanda, tam olarak beni reddedendir, beni yalıtandır, onu
(erkek ya da kadın) reddedendir. Dürtünün çiftdeğerliliği, hiçbir zaman
ötekiliğin bu başlangıcında olduğu kadar korkutucu değildir; dilin
filtresinden yoksun olduğum için öfkemi "hayır"a ya da herhangi bir
başka göstergeye kaydedemediğim bu başlangıçta olduğu kadar. Yapabildiğim tek
şey, onu jestlerle, spazmlarla, çığlıklarla dışarı atmaktır. Onu ileri iterim,
yansıtırım. Vazgeçilmezim olan Şey, aynı zamanda mutlak olarak düşmanımdır,
karşıtlığıyla bana değer kazandırandır, nefretimin tatlı odağıdır. Şeyim,
Sözün henüz Varlığım olmadığı, anlamlılığın o ileri karakolları boyunca
benlikten düşer. Bir neden olan bir hiç olarak, ama aynı zamanda, bir Öteki
olmasından önceki bir düşüş olarak Şey, dışkılarımı ve cadere'nin sonucu olan
her şeyi içeren kaptır: Hüzün, içinde içine karıştığım artıktır. Kitabı
Mukaddes'teki Eyüb'ün kül çukurudur.
Analite, bize ait olduğu kadar da
bize ait olmayan bu Şeyin yerleşme sürecinde harekete geçer. Benliğinin içinden
çıktığı ama aynı zamanda değer kaybına uğradığı bu sınırı kutlayan melankolik;
analitesini, ayrılıkların ve sınırların bir kurucusunu oluşturmak üzere
seferber etmeyi başaramaz (takıntılı kişide bu kurucu normal olarak ya da ödül
biçiminde işlevini yerine getirir). Tersine, depresif kişinin tüm benliği,
anlamlı nesne olarak değil ama benliğin sınır öğesi olarak algılanan arkaik
Şeyle bütünleşme zevkinin vektörü haline geldiği için erotizmden arınmış olan
ama yine de sevinç veren bir analiteye gömülür. Depresif kişi için, tıpkı
benlik gibi Şey de, görülemez ve adlandırılamaz olana sürüklenmesine yol açan
düşüşlerdir. Cadere. Hepsi artık, hepsi kadavra.
Süreksizliğin birincil kaydı olarak ölüm dürtüsü (travma ya
da kayıp)
Freud'un öne sürdüğü bir birincil
mazoşizmin varlığına ilişkin postüla, narsisistik melankolinin bazı yönleriyle
uyumludur: Narsisistik melankolide, tüm libidinal bağların tükenişi, basit bir
biçimde nesneye yönelik saldırganlığın kendine karşı düşmanlığa dönmesi
meselesi gibi görünmez, ama tüm nesne konumu olanaklarından önce kendini
dayatır.
Freud'un 1915'te öne sürdüğü
"birincil mazoşizm" düşüncesi, Freud'un yapıtında "ölüm dürtüsü"nün
ortaya çıkışının ardından ve özellikle "Mazoşizmin Ekonomik Sorunu"nda
(1924) gündeme getirilir. Canlı varlığın canlı olmayandan sonra ortaya çıktığını
gözlemleyen Freud, canlı varlığın "daha önceki bir duruma dönüş eğilimi
gösteren" özgül bir dürtüyü barındırıyor olması gerektiğini düşünür.
Erotik boşalma ve bağ kurma ilkesine karşıt biçimde, inorganik olana ve
homeostaza dönüş eğilimi olarak ölüm dürtüsü düşüncesini öne sürdüğü "Haz
İlkesinin Ötesinde"den (1920) sonra, Freud bu ölüm ya da yıkım dürtüsünün
bir bölümünün, özellikle kas sistemi aracılığıyla dış dünyaya yöneldiğini ve
yıkım dürtüsüne, nüfuz ve güçlü irade dürtüsüne dönüştüğünü ortaya atar. Bu
dürtü cinselliğin hizmetine girdiğinde, sadizmi oluşturur. Bununla birlikte
Freud şu saptamada da bulunur: "Bir başka bölüm bu dışa doğru yer
değiştirmeye katılmaz: Organizmanın içinde kalıp orada libidinal olarak
bağlanır [...] erojen kökensel mazoşizmi tespit etmemiz gereken yer bu
bölümdür". Ötekine yönelik nefretin zaten "aşktan daha eski"
olarak kabul edildiğini düşünecek olursak, nefretin bu mazoşist geri çekilişi
daha da arkaik bir nefretin varlığına işaret ediyor olabilir mi? Freud'un
varsayımı bu gibi görünüyor: Nitekim, ölüm dürtüsünü, inorganik maddeye dek
gerilere uzanan soyoluşsal bir kalıtın içruhsal tezahürü olarak düşünüyor. Yine
de Freud'dan sonra analistlerin çoğunun izlemediği bu spekülasyonlar bir yana,
çok sayıda ruhsal yapı ve tezahür içinde, bağların çözülüşünün önceliğini
değilse de en azından gücünü saptamamız mümkündür. Öte yandan, mazoşizmin
görülme sıklığı, olumsuz terapi tepkisi, ama aynı zamanda, nesne ilişkisi
öncesinde yer alır gibi görünen çeşitli bebeklik patolojileri (çocukluk
anoreksileri, merisizm, bazı otizm türleri), ruhsal enerji ve kayıtların
iletiminde biyolojik ve mantıksal bir yetersizlik biçiminde ortaya çıkarak
dolaşımları ve bağları yıkan bir ölüm dürtüsü fikrini kabul etmemize yol
açar. Freud bu konuya şöyle göndermede bulunur: "Bu denli çok kişide
görülen içkin mazoşizm tezahürlerinin bir araya geldiği tablonun bütününü,
nevrotiklerin olumsuz terapi tepkisini ve suçluluk bilincini göz önüne alacak
olursak, ruhsal olayların sadece haz isteğinin egemenliğinde seyrettiği
inancına bağlı kalmayı sürdüremeyiz. Bu görüngüler, amaçlarından yola çıkarak
saldırganlık ya da yıkım dürtüsü olarak adlandırdığımız ve canlı maddenin
kökensel ölüm dürtüsünden türettiğimiz bir gücün ruhsal yaşamdaki varlığının yadsınamaz
göstergeleridir."
Narsisistik melankoli, bu dürtüyü
yaşam dürtüsünden kopukluk biçiminde sergiler. Melankoliğin üstbenliği Freud'a
"bir ölüm dürtüsü kültürü"olarak görünür. Yine de sorun hâlâ şudur:
Bu melankolik erotizmden arındırma edimi haz ilkesine karşıt mıdır? Yoksa
tersine, örtük olarak erotik midir? Ki bu, melankolik geri çekilişin, her zaman
nesne ilişkisinin bir tersine dönüşü, ötekine yönelik nefretin bir başkalaşımı
olduğu anlamına gelecektir. Ölüm dürtüsüne en büyük önemi atfeden Melanie
Klein'ın yapıtının çoğu yerinde, bu erotizmden arındırma edimi nesne ilişkisine
bağlıdır ve bu durumda mazoşizm ve melankoli kötü nesnenin içe yansıtılmasının
çeşitli görünümleri olarak ortaya çıkar. Bununla birlikte, Kleincı us yürütme,
erotik bağların hiçbir zaman mı var olmadıklarını, yoksa bir kopuşa mı maruz
kaldıklarını (bu son durumda, yansıtmanın içe yansıtılmasının, erotik
yatırımın geri çekilmesiyle sonuçlanması söz konusudur) açıkça belirtmeksizin,
söz konusu bağların kesilmiş olduğu bazı durumların varlığını kabul eder.
Burada, 1946'da ortaya atılan
Kleincı bölünme tanımına özellikle dikkat çekeceğiz. Bu tanım, bir yandan,
depresif konumdan geriye doğru, daha arkaik bir paranoid şizoid konuma doğru
yer değiştirir. Öte yandan, ikili bir bölünmeyle (benliğin birliğini güvence
altına alan, "iyi" ve "kötü" nesne ayrımı) parçalayıcı bir
bölünmeyi birbirinden ayırt eder; bu sonuncusu yalnızca nesneyi etkilemekle
kalmaz ama. Karşılık olarak, tam anlamıyla "parçalara ayrılan"
(falling into pieces) benliğin kendisini de etkiler.
Konumuz açısından, bu
parçalanmanın ya benliğin tutarlılığını engelleyen dürtüsel bir bütünleşmeme
durumuna, ya da kaygıların eşlik ettiği ve şizoid parçalanmaya yol açan bir
çözülmeye bağlı olduğunu kaydetmek büyük önem taşır. Winnicott'a borçlu
göründüğümüz ilk varsayıma göre, bütünleşmeme biyolojik bir olgunlaşmamışlığın
sonucudur: Bu durumda Thanatos'tan söz etmek mümkünse, ölüm dürtüsü,
sekans ardışıklığında ve bütünleşmede biyolojik bir yetersizlik olarak ortaya
çıkar (bellek yoktur). İkinci varsayımda, yani benliğin, ölüm dürtüsünün
tersine dönüşüne bağlı olarak çözülüşü varsayımında, "kendisi de
Thanatos'la ilgili bir tehdide karşı bir Thanatos tepkisi" gözlemleriz.
Ferenzci'nin düşüncesine oldukça yakın olan bu anlayış, insanın, ölüm
dürtüsünün bir ifadesi olarak parçalanma ve çözülme eğilimini vurgular.
"Arkaik benlik tutarlılıktan büyük ölçüde yoksundur ve bir bütünleşme
eğilimi ile bir çözülme, parçalara ayrılma eğilimi birbiriyle nöbetleşir [...]
İçeriden yıkılma kaygısı etkin olarak kalır. Bana öyle geliyor ki bu, kaygının
baskısı altında benliğin parçalara ayrılmaya eğilim göstermesi, tutarlılık
eksikliğinin sonucudur." Eğer şizoid parçalanma, parçalara ayrılmanın
radikal ve en üst tezahürüyse, melankolik ketlerime (yavaşlama, sekans
ardışıklığının eksikliği) bağların çözülüşünün bir başka tezahürü olarak
görülebilir. Nasıl?
Ölüm dürtüsünün yön
değiştirmesini takiben, depresif duygu, parçalara ayrılmaya karşı bir savunma
olarak yorumlanabilir. Gerçekten de hüzün, duygu zarı içinde birliğine yeniden
kavuşan benliğin duygusal tutarlılığını yeniden oluşturur. Depresif ruh hali
narsisistik bir destek olarak oluşur, kuşkusuz olumsuz, ama yine de benliğe,
sözel olmasa da bir bütünlük sunan bir destek. Bu nedenle, depresif duygu
simgeselin geçersizleşmesini ve kesintiye uğramasını (depresif kişinin
"bunun anlamı yok" duygusunu) telafi eder ve aynı zamanda benliği
intihar edimine geçişten korur. Yine de söz konusu koruma kırılgandır. Simgeselin
anlamını yok eden depresif yadsıma edimin anlamını da yok eder ve özneyi,
sevinç verici olduğu kadar ölümcül olan o arkaik bütünleşmeme durumuyla, o
"okyanus" duygusuyla, çözülme kaygısı olmadan yeniden buluşma olarak
yaşanan intihara sürükler.
Dolayısıyla, şizoid parçalanma,
ölüm karşısında - bedenselleştirme ya da intihar karşısında- bir savunmadır.
Tersine depresyon, şizoid parçalanma kaygısı olmadan işler. Ama eğer depresyon
acının belli bir erotizasyonundan destek alma şansından yoksunsa, ölüm
dürtüsüne karşı savunma işlevini göremez. Bazı intiharlardan önce gelen yatışma
duygusu, yadsınan ya da uyuşmuş bir bilincin ediminin Thanatos'u benliğe doğru
çevirmesini ve bütünleşmemiş benliğin, ötekilerin ve sınırların olmadığı yitik
cennetini, dokunulmaz tamlık fantezisini yeniden bulmasını sağlayan o arkaik
gerilemeyi ifade ediyor olabilir.
Böylece, konuşan öznenin
sıkıntılara karşı yalnızca savunmacı parçalanma yoluyla değil, aynı şekilde
ketlenme- yavaşlama, sekans ardışıklığının yadsınması, gösterenin etkisiz hale
getirilmesi yoluyla da tepki vermesi mümkün olur. Bir tür olgunlaşmamıştık ya
da bütünleşmeme eğilimi gösteren başka bazı nörobiyolojik özellikler bu tür bir
davranışı koşullandırıyor olabilir. Bu savunmacı bir davranış mıdır? Depresif
kişi kendini ölüme karşı değil, erotik nesnenin yol açtığı kaygıya karşı
savunur. Depresif kişi Eros'a katlanamaz, kendisini Thanatos'a sürükleyen
olumsuz narsisizmin sınırına dek Şey'le birlikte olmayı tercih eder. Kederi
onu Eros'a karşı savunur ama Thanatos karşısında savunmasızdır çünkü Şey'e
kayıtsız şartsız bağlıdır. Thanatos'un elçisi olan melankolik kişi, gösterenin
kırılganlığının, canlının faniliğinin suç ortağı-tanığıdır.
Dürtülerin ve özellikle de ölüm
dürtüsünün dramaturjisini sahneye koymak konusunda Melanie Klein kadar becerikli
olmayan Freud, buna karşın radikal görünmektedir. Freud'a göre, konuşan varlık
iktidarın ötesinde ölümü arzular. Bu mantıksal uçta artık arzu yoktur. Arzunun
kendisi de iletimin çözülüşünde ve bağların çözülüşünde erir. İster nesne
öncesi narsisistik travmaları takiben biyolojik olarak belirlenmiş olsun,
ister daha basit bir biçimde saldırganlığın tersine dönüşüne bağlı olsun,
biyolojik ve mantıksal sekans ardışıklığının çöküşü olarak betimleyebileceğimiz
bu görüngü, radikal tezahürünü melankolide bulur. Ölüm dürtüsü bu çöküşün
birincil kaydı (mantık ve zamandizin açısından) olabilir mi?
Gerçekte "ölüm dürtüsü"
kuramsal bir spekülasyon olarak kalsa da, depresyon deneyimi hasta kadar
gözlemciyi de ruh hali bilmecesiyle karşı karşıya bırakır.
Ruh hali bir dil
midir?
Hüzün depresyonun temel ruh
halidir ve bu hastalığın iki kutuplu biçimlerinde manik coşkuyla nöbetleşse de,
keder, umutsuz kişiyi ele veren en önemli belirtidir. Hüzün bizi duyguların,
kaygı, korku ya da sevincin bilmecemsi alanına götürür. Sözel ya da göstergesel
ifadelerine indirgenemez olan hüzün (her duygu gibi), dışsal ya da içsel travmaların
yol açtığı enerji yer değiştirmelerinin ruhsal temsilidir. Enerjinin yer
değiştirmesinin bu ruhsal temsillerinin tam
statüsü, psikanaliz ve göstergebilim kuramlarının bugün
geldiği noktada hâlâ son derece belirsizdir. Konuyla ilgili bilimlerin
(özellikle dilbilim). sunduğu hiçbir kavramsal çerçeve, görünüşe göre çok
kabataslak, gösterge öncesi ve dil öncesi olan bu temsil olgusunu açıklamak
için uygun değildir. Psikosomatik bir organizmada bir enerji uyarılmasının,
geriliminin ya da çatışmasının tetiklediği "hüzünlü" ruh hali, bir
tetikleyiciye verilen özgül bir yanıt değildir (X'e ve yalnızca X'e bir yanıt
ya da X için bir gösterge olarak hüzünlü değilim). Ruh hali, bütün davranışa ve
gösterge sistemlerine (motor işlevlerden konuşma tarzına ve idealleştirmeye
dek), onlarla özdeşleşmeksizin ve örgütlenmelerini bozmaksızın damgasını vuran
"genelleşmiş bir aktarım"dır (E. Jacobson). Burada arkaik bir enerji
sinyalinin, soyoluşsal bir kalıtın söz konusu olduğunu, ama bunun, insanın
ruhsal uzayında derhal sözel temsil ve bilinç tarafından üstlenildiğini
düşünmek için temelimiz var. Yine de bu "üstlenme"nin, Freud'un
"bağlı" olarak tanımladığı, sözelleştirmeye, çağrışıma ve yargılamaya
elverişli enerjilerle ilgisi yoktur. Duygulara ve özellikle de hüzne özgü
temsillerin kararsız enerji yatırımları olduğunu söyleyelim: Sözel ya da başka
nitelikte» göstergelerde donmak için yeterince istikrarlı olmayan, birincil
yer değiştirme ve yoğunlaşma süreçleri tarafından harekete geçirilen, yine de
benlik düzeyine bağımlı olan bu yatırımlar, benlik aracılığıyla üstbenliğin
tehditlerini, talimatlarını, buyruklarını kaydederler. Bu nedenle ruh halleri,
yalnızca brüt enerjilerin değil, enerji kopuşlarının da kayıtlarıdır. Bizi,
biyoenerjik dengelerin eşiğinde, imgeselin ve simgeselin ön koşullarını
sağlayan (ya da çözülüşlerini gösteren) bir anlamlılık kipliğine götürürler.
Hayvanlığın ve simge oluşumunun sınırlarında, ruh halleri -ve özellikle hüzün-
travmalarımıza, homeostaziye ilişkin temel çare arayışlarımıza nihai bir
tepkidir. Çünkü ruh hallerinin tutsağı olan bir insanın, kendi hüznünde
boğulan bir varlığın bazı ruhsal ya da düşünsel kırılganlıklar sergilediği
doğru olsa da, ruh hallerinde bir çeşitlenmenin, farklı renkler içeren bir
hüznün, kederde ya da yasta incelmişliğin, kuşkusuz muzaffer olmayan ama ince,
mücadeleci ve yaratıcı bir insanlığın işareti olduğu da aynı ölçüde
doğrudur...
Yazınsal yaratıcılık, bedenin ve göstergelerin duyguya tanıklık
eden bu serüvenidir: Ayrılığın ve simge boyutunun başlangıç işareti olarak
hüzne; gerçeklik deneyimlerime olabilecek en iyi biçimde denk düşürmeye çalıştığım
yapıntı ve simge evrenine beni yerleştiren zaferin bir işareti olarak sevince
tanıklık eden serüven. Ama yazınsal yaratıcılık bu tanıklığı ruh halinden
tamamen farklı bir malzeme içinde üretir. Duyguyu ritimlere, göstergelere,
biçimlere taşır. "Göstergesel" olan ve "simgesel" olan,
okurun algılayabileceği (bu kitabı seviyorum çünkü bana hüznü, kaygıyı ya da
sevinci iletiyor) ve yine de egemenlik altına alınmış, uzaklaştırılmış ve
yenilmiş bir mevcut duygusal gerçekliğin iletilebilir işaretleri haline
gelirler.
Simgesel
eşdeğerler/simgeler
Duygunun içsel ve dışsal olayların
en arkaik kaydı olduğunu varsayarak, buradan göstergelere nasıl varabiliriz?
Hanna Segal'in, ayrılıktan itibaren (göstergenin ortaya çıkması için bir
"eksiğin" zorunlu olduğunu kaydedelim), eksik olan şeyin simgesel
eşdeğerleri olan nesnelerin ya da sesleştirmelerin çocuk tarafından üretildiği
ya da kullanıldığı varsayımını izleyeceğiz. Çocuk, daha sonra ve depresif olarak
adlandırılan konumdan başlayarak, onu kuşatan hüznü, kendi benliği içinde dış
dünyaya yabancı öğeler üreterek, yitirilmiş ya da yerinden oynamış olan o
dışsallığa karşılık düşürdüğü öğeler üreterek göstermeye çalışır: Dolayısıyla
artık eşdeğerlerle değil, tam anlamıyla simgelerle karşı karşıya kalırız.
Hanna Segal'in konumuna şunu
ekleyelim: Hüzün karşısında böyle bir zaferi mümkün kılan şey, benliğin bu kez
artık yitik nesneyle değil, ama bir üçüncü düzeyle -baba, biçim, şema-
özdeşleşme kapasitesidir. Bir yadsıma konumunun ya da manik bir konumun koşulu
olan ("hayır, yitirmedim; benden ayrılanı göstergelerin yapıntısı
sayesinde anımsıyorum, gösteriyorum ve kendim için var ediyorum), fallik ya da
simgesel olarak adlandırabileceğimiz bu özdeşleşme, öznenin, göstergelerin ve
yaratıcılığın evrenine girişini sağlar. Bu simgesel zaferin destek-babası
Ödipal baba değil, ama birincil özdeşleşmeyi güvence altına alan o "imgesel
baba"dır, Freud'a göre, "bireysel tarih öncesindeki baba"dır.
Bununla birlikte, bu bireysel tarih öncesi babanın, simgesel Yasa içinde Ödipal
baba rolünü yerine getirmesi de zorunludur çünkü iletişimin soyut ve keyfi
göstergelerinin, tarih öncesi özdeşleşmelerin duygusal anlamına bağlanma
şansını yakalayabilmeleri ve potansiyel depresif kişinin ölü dilinin
ötekilerle ilişki içinde canlı bir anlam elde etme olanağını bulabilmesi, ancak
babalığın iki yüzünün bu uyumlu alaşımı temelinde mümkündür.
Örneğin, yazınsal yaratıcılığın
tamamen farklı koşullarında, depresyonun yedeğindeki manik konumu oluşturan’
temel önemdeki bu simge oluşumu anı, simgesel bir soy zincirinin kuruluşuyla
kendini gösterebilir (dolayısıyla, öznenin gerçek ya da imgesel tarihine
ilişkin olan, kendini mirasçısı ya da eşiti olarak sunduğu ve aslında, babanın yetersizliğinin
ötesinde, yitik anneye nostaljik bağlılığı anan özel isimlere başvurulduğunu
görürüz).
Nesneye ilişkin depresyon (örtük
olarak saldırgan), narsisistik depresyon (mantıksal olarak, libidinal nesne
ilişkisinden önce). Göstergelerle savaşan, onları aşan, tehdit eden ya da
değiştiren duygusallık. Bu tablodan başlayarak, yürüteceğimiz sorgulama şöyle
özetlenebilir: Estetik ve özellikle yazınsal yaratma edimi, ama aynı zamanda,
imgesel, kurgusal özüyle dinsel söylem bir düzenek önerir; bu düzeneğin
prozodik ekonomisi, karakter dramaturjisi ve örtük simgeciliği, öznenin
simgesel düşüşle mücadelesinin çok sadık bir göstergesel temsilini oluşturur.
Bu yazınsal temsil, manevi acının ruhlar arası ve içruhsal nedenlerinin
"bilincine varılması" anlamında bir işlem değildir; bu açıdan, söz
konusu belirtinin çözülmesini önüne koyan psikanalitik yoldan farklılaşır.
Bununla birlikte, bu yazınsal (ve dinsel) temsil, işlemden çok duygusal
boşalıma bağlı gerçek ve imgesel bir etkileme gücüne sahiptir; çağlar boyunca
tüm toplumlarda kullanılan bir terapi aracıdır. Psikanaliz, özellikle öznenin
düşünsel olanaklarını güçlendirerek, etkililik açısından bu aracı aştığını
düşünse de, etkisizleştirici bir antidepresan değil ama depresyona karşı zihni
açık bir deva olabilmek için, krizlerimizin bu yüceltici çözümlerine daha fazla
dikkat yönelterek kendini zenginleştirmeyi görev bilmelidir.
Ölüm temsil edilemez
mi?
Bilinçdışının haz ilkesine göre
yönetildiğini öne süren Freud, çok mantıksal bir biçimde bilinçdışında ölümün
temsili olmadığını varsayar. Bilinçdışı, olumsuzlamanın farkında olmadığı
gibi ölümün de farkında değildir. Haz yokluğuyla eşanlamlı olan, fallik
yoksunlaşmanın imgesel eşdeğeri olan ölüm/ görülemez. Belki tam da bu nedenle
spekülasyonun yolunu da açar.
Yine de klinik deneyim Freud'u
ölüm dürtüsünün keşfiyle ve ikinci topikle sonuçlanan narsisizme götürdüğünde, Freud, Eros'un Thanatos'un
egemenliğine girme tehdidi altında olduğu ve buna bağlı olarak, ölümün bir
temsili olanağının başka terimlerle gündeme geldiği bir ruhsal aygıt görüşünü
bize kabul ettirir.
O ana dek bilinçli ölüm
kaygısının altında yattığı sezilen hadım edilme korkusu ortadan kalkmaz ama
nesneyi yitirme korkusunun ya da kendini nesne olarak yitirme korkusunun
gölgesinde kalır (melankolinin ve narsisistik psikozların etiyolojisi).
Freud'un düşüncesindeki bu evrim,
Andre Green tarafından altı çizilen iki soruyla karşı karşıya
kalmamıza yol açar.
Öncelikle, bu ölüm dürtüsünün
temsili hakkında ne söylenebilir? "İkinci Freud"a göre, bilinçdışının
farkında olmadığı bu temsil, Freud'un ifadesini tersine çevirecek olursak, bir
"üstbenlik kültürü"dür. Benliğin kendisini, ondan etkilendiği halde
onu bilmeyen bir kısım (bilinçdışı kısım) ve onunla savaşan bir başka kısım
(hadım edilme ve ölümü yadsıyan, ölümsüzlük fantezisi kuran megaloman benlik)
olarak böler.
Ama, daha temel olarak, böyle bir
bölünme tüm söylemi boydan boya kat etmez mi? Simge, kaybın olumsuzlanmasına
(Verneinımg) bağlı olarak kurulur, ama simgenin yadsınması (Verleugnung) yitik
nesneden nefrete ve onun üzerinde nüfuz kurmaya olabildiğince yakın bir ruhsal
kayıt üretir. Söylemin boşluklarında, sözleştirmelerde, ritimlerde ve kavranan
depresyon temelinde analist tarafından yeniden düzenlenmesi gereken hayatiyetini
yitirmiş sözcüklerin hecelerinde şifresi çözülen şey budur.
O halde, eğer ölüm dürtüsü
bilinçdışında temsil edilmiyorsa, bu dürtünün yokluğunun varlığının
kaydedildiği (zevkle aynı zamanda) başka bir ruhsal aygıt düzeyi icat etmek
gerekir mi? Bilinçdışı için ölüm anlamına gelen bu kopukluğa, boşluğa ya da
aralığa tanıklık eden şey, aslında bölünmüş benliğin bir ürünüdür, fantezi ve
kurgu oluşumudur -kısacası imgelem düzeyi, yazı düzeyidir.
Biçimlerin ayrışması
İmgesel yapılar, ölüm dürtüsünü babaya
karşı erotize edilmiş saldırganlığa ya da anne bedenine karşı korkulu
tiksintiye dönüştürür. Ölüm dürtüsünün ağırlığını keşfettiği anda, Freud'un ilgisinin
birinci topiğe (bilinç/önbilinç/bilinçdışı) ilişkin kuramsal modelden İkinciye
doğru yer değiştirmekle kalmayıp, özellikle ve bu ikinci topik sayesinde,
imgesel ürünlerin (dinler, sanatlar, edebiyat) analizine daha fazla yöneldiği
bilinir. Freud orada ölüm kaygısının belirli bir temsilini bulur. Bu, -bundan
böyle hadım edilme korkusu olarak özetlenmeyen ama onu da içine alan ve ona
bedenin ve benliğin bütünlüğünün aldığı yarayı hatta bu bütünlüğün kaybını da
ekleyen- ölüm kaygısının, kendi temsillerini "bilinç aşırı" olarak
adlandıracağımız oluşumlarda (Lacan'a göre bölünmüş öznenin imgesel yapılarında)
bulduğu anlamına gelir mi? Hiç kuşkusuz.
Yine de, bazı rüyaların bize
gösterdiği gibi, ölüm dürtüsünün göstergesi değil, belirtisi olan ve temsil
etmeyen bu temsil aralığının, bizzat bilinçdışının başka türlü bir okunuşunun
kendi dokusu içinde saptanabileceği de doğrudur.
Sınır hastaların, şizoid kişiliklerin
ya da psikedelik deneyimin etkisi altındaki kişilerin rüyaları, çoğunlukla
"soyut resimler" ya da ses çağlayanları, çizgi ve doku karmaşalarıdır;
analist, ruhsal ve bedensel birliğin ayrışmasını -ya da bütünleşmemişliğini- bu
malzemede deşifre eder. Bu belirtileri ölüm dürtüsünün nihai damgası olarak
yorumlamak mümkündür. Ölüm dürtüsünün, erotize edildikleri için zorunlu olarak
yer değiştiren imgeye dökülmüş temsilleri bir yana, ruhsallığın sıfır
derecesinde, biçim biçimsizleştiği, soyutlaştığı, şekilsizleştiği, koflaştığı
zaman, tam anlamıyla ölüm çalışması bizzat biçimin ayrışmasında net biçimde saptanabilir:
Kaydedilebilir dağılmanın ve zevkin nihai eşikleri...
Öte yandan, ölümün temsil
edilemezliği o öteki temsil edilemezlikle -kökensel barınak, ama aynı zamanda,
öte taraftaki ruhların son istirahatgâhı-, yani mitik düşünce için kadın bedeni
anlamına gelen temsil edilemezlikle bağlantılandırılır. Ölüm kaygısının altında
yatan hadım edilme korkusu, kuşkusuz, penisten yoksun kadınsı ile ölüm
arasındaki o evrensel bağlantının önemli bir bölümünü açıklar. Bununla
birlikte, bir ölüm dürtüsü varsayımı başka bir akıl yürütmeyi dayatır.
Öldürücü kadın
Erkek ve kadın için annenin kaybı, biyolojik ve ruhsal bir
zorunluluktur, özerkleşme yolunda ilk adımdır. En uygun koşullarda gerçekleştiği ve erotize edilebildiği takdirde,
ana katli yaşamsal zorunluluğumuzdur, bireyleşmemizin olmazsa olmaz koşuludur:
İster kayıp nesne, erotik nesne olarak yeniden bulunsun (erkek
heteroseksüelliğinde ve kadın eşcinselliğinde durum budur), ister kayıp nesne,
ötekini erotize eden (heteroseksüel kadının durumunda öteki cins) ya da
kültürel oluşumları "yüceltilmiş" erotik nesne olarak başkalaştıran
(erkeklerin ve kadınların toplumsal bağlara, düşünsel ve estetik ürünlere v.b.
yaptıkları yatırımlar akla geliyor) inanılmaz bir simgesel çabayla, ortaya
çıkışına ancak hayranlık duyabildiğimiz bir simgesel çabayla, başka yere taşınsın.
Ana katli dürtüsünün şiddeti, bireylere ve farklı çevrelerin hoşgörü düzeyine
bağlı olarak az ya da çok olabilir ve bu şiddet, engellendiği zaman, tersine
dönerek benliğe yönelir: Bunun ardından, annesel nesne içe yansıtılmış olduğu
için, ana katli yerine, benliğin depresif ya da melankolik öldürülüşü gelir.
Anneyi korumak için, bunun ondan, öldürücü Cehennem-kadın'dan geldiğini
bildiğim halde -fantezi düzeyinde yer alan koruyucu bilgi-, kendimi
öldürüyorum... Böylece nefretim tehlikesizleşiyor ve ana katline ilişkin
suçluluk duygum siliniyor. Onunla özdeşleştiğimde kendime karşı duyduğum
nefretin beni paramparça etmesini engellemek için, Ondan bir Ölüm imgesi
yaratıyorum çünkü ilke olarak, bu kin, sınırların karıştığı aşka karşı
bireyleştirici bir baraj olarak ona yöneliyor. Bu durumda, kadınsı ölüm imgesi
yalnızca hadım edilme korkumun bir perdesi değil, aynı zamanda, bu temsil
olmasa, beni eğer suça itmezse melankoliyle un ufak edecek olan ana katli
dürtüsüne karşı bir emniyet kilidi. Hayır, öldürücü olan O, dolayısıyla onu
öldürmek için kendimi öldürmüyorum ama ona saldırıyorum, onu taciz ediyorum,
onu temsil ediyorum...
Anneyle ayna özdeşleşmesini ve
aynı zamanda anne bedeninin ve anne benliğinin içe yansıtılmasını en dolaysız
biçimiyle yaşamış bir kadın için, ana katli dürtüsünün bir tersine dönüşle
öldürücü anne figürüne dönüşmesi, eğer imkânsız değilse daha zordur. Gerçekten
de, ben O olduğuma (cinsel ve narsisistik olarak), O ben olduğuna göre, O
nasıl kana susamış bir Erinys olabilir ki? Sonuç olarak, ona karşı duyduğum nefret
dışarıya yönelmez, benim içime hapsolur. Nefret yoktur, sadece çevresine
duvarlar ören ve beni gizlice, sürekli bir buruklukla, hüzün nöbetleriyle yavaş
yavaş öldüren iç patlamalı bir ruh hali vardır; ya da hatta, hiç kimseye
değil... ama gerçekleşmemi sağlayan ölümümün arttırdığı kendi imgesel tamlığıma
yeniden kavuşacağıma dair kara bir umutla, artan ya da azalan dozlarda kullandığım
ölümcül uyku ilacıyla beni öldüren ruh hali. Eşcinsel kişi aynı depresif
ekonomiyi paylaşır: Başka bir erkekle sadistik bir tutkuya teslim olmadığı
zaman, muhteşem bir melankoliktir.
Kadınsı ölümsüzlük fantezisinin
temeli, belki de, döllenmeden üreme kapasitesine sahip dişi tohum naklidir.
Üstelik, yeni yapay üreme teknikleri kadın bedenini akıl almaz üreme olanaklarıyla
donatıyor. Türün hayatta kalmasına ilişkin bu kadınsı "tümgüçlülüğün",
erkeğin de gebe kalmasını sağlayacak gibi görünen başka teknik olanaklar
tarafından kemirilmesi mümkünse de, bu son olasılığın, çoğunluğun androjen
fantezilerini doyurmakla birlikte ancak küçük bir azınlığı çekebilmesi
mümkündür. Bununla birlikte, ölümde ve ölümün ötesinde ölümsüz olmaya ilişkin
kadınsı inancın (Bakire Meryem'in mükemmel biçimde cisimleştirdiği) esas
öğesinin kökleri, ruhsallıkla aralarındaki "köprü"yü pek anlamadığımız
bu biyolojik olanaklardan çok "olumsuz narsisizm"de yatar.
Doruk noktasında, olumsuz
narsisizm, ötekine yönelik saldırgan duygunun (ana katli) yanı sıra, bizzat
kendinin içindeki keder duygusunu da zayıflatır ve bir "okyanus
boşluğu" olarak adlandırılabilecek duyguyla ikame eder. Söz konusu olan,
acıya, ama uyuşturulmuş bir acıya, zevke, ama askıya alınmış bir zevke,
karşılanmış olduğu ölçüde boş bir beklentiye ve suskunluğa ilişkin bir duygu ve
fantezidir. Ölümcül okyanusunun bağrındaki melankolik kadın, kendi'içinde her
zaman terk edilmiş olan, kendi dışında ise asla öldüremeyecek olan o ölü
kadındır. Edepli ve dilsiz, ötekilerle söz ya da arzu bağı olmadan, kendine
yönelttiği ahlaki ve fiziksel darbelerle tükenir; yine de ona yeterli hazzı
vermeyen darbeler. Ta ki ölümcül darbe -Ölü Kadın'ın, öldürmemiş olduğu
Aynı'yla nihai düğünü- gelene dek.
Bir kadının erotik nesne olarak
öteki cinsi bulabilmek için harcaması gereken devasa ruhsal, düşünsel ve
duygusal çabayı ne kadar vurgulasak azdır. Soyoluşa ilişkin kurgularında,
Freud'un, geçmişte (ve hâlen) kadından yoksun kalan erkeğin (buzullaşma ya da
ilkel kabile babasının zorbalığı, v.b. nedeniyle) gerçekleştirdiği düşünsel
başarılar karşısında sık sık hayranlığa kapıldığı görülür. Görünmez vajinasının
keşfi kadından zaten müthiş bir duyusal, spekülatif ve düşünsel çaba talep
ederken, simgesel düzene geçişle aynı zamanda temel annesel nesneden farklı bir
cinsiyet taşıyan bir cinsel nesneye geçiş, bir kadının, erkek cinsi için gerekenden
daha üstün bir ruhsal potansiyel yatırdığı devasa bir işlemi temsil eder. Küçük
kızların erken uyanışı, okul çağında çoğunlukla daha parlak olan düşünsel
performansları, süregiden kadınsı olgunluk, bu sürecin uygun koşullarda gerçekleştiğine
tanıklık eder. Ama kadınlar bunu, kayıp nesnenin sorunlu yasını aralıksız anma
eğilimiyle öderler... bu nesne o kadar da kayıp değildir ve kadınsı rahatlığın
ve olgunluğun "mahzen"inde gömülü olarak zonklamayı sürdürür:
İdealin yoğun bir biçimde içe yansıtılması, aynı zamanda hem olumsuz yanıyla
birlikte narsisizmi hem de dünya iktidarının bahis konusu olduğu arenada var
olma hevesini doyurmayı başaramadıkça.
Sözün yaşamı ve ölümü
I
Çöküntü içindeki kişinin sözünü
anımsayın: Yinelenen ve tekdüze. Zincir oluşturmanın imkânsızlığına çarpan
cümle kesintiye uğrar, tükenir, durur. Söz dizimleri bile dile getirilemez.
Yineleyen bir ritim, tekdüze bir melodi kopuk mantıksal sekansları egemenliği
altına alır ve yinelenen takıntılı dualara dönüştürür. Bu yavan müzik de tükendiği
ya da basitçe sessizlik nedeniyle tutunmayı başaramadığı zaman, melankolik
kişi, simge kaybının boşluğuna ya da düzenlenemez bir düşünsel kaosun
aşırılığına batarak söylemeyi askıya alırken, her türlü düşünce üretimini de
askıya almış gibidir.
Zincirlemenin
kırılması: Biyolojik bir varsayım
Çoğunlukla, bu avutulamaz hüzün
umutsuzluğa tam bir yatkınlığı gizler. Belki kısmen biyolojiktir: Sinirsel
akışın aşırı hızlı ya da aşırı yavaş dolaşımı, bireylere göre farklılaşan
derecelerde sahip olduğumuz bazı kimyasal maddelere tartışılmaz biçimde
bağlıdır.
İlaçbilimin bu alandaki ilerlemelerini
anımsayalım: 1952'de, nöroleptiklerin uyarılma durumları üzerindeki etkisinin
Delaye ve Deniker tarafından keşfedilmesi; 1957'de temel önemdeki ilk
antidepresanların Kuhn ve Kline tarafından kullanılması; 60'lı yılların başında
lityum tuzlarının Schou tarafından denetimli olarak kullanılması.
Tıbbi söylem, heyecanların,
hareketlerin, edimlerin ya da sözlerin, istatistik olarak yaygın olduğu için
normal kabul edilen art arda geliş biçiminin depresyonda engellendiği gözlemini
yapar: Bütünsel davranış ritmi parçalanmıştır, edimin ve sekansın gerçekleşmesi
için ne zaman ne de yer vardır. Eğer depresif olmayan durum, zincirleme
("birbirine bağlama") kapasitesiyse, tersine, acısına sabitlenen
depresif kişi artık zincir oluşturmaz ve buna bağlı olarak, ne davranır ne de
konuşur.
"Yavaşlayanlar":
iki model
Çok sayıda yazar,
melankolik-depresif bütünün ayırt edici niteliği olan motor, duygusal ve
düşünsel yavaşlama üzerinde durmuştur. Psikomotor ajitasyon ve hezeyanlı
depresyon ya da genel olarak depresif ruh hali yavaşlama olgusundan ayrılamaz
gibi görünmektedir. Sözel yavaşlama da aynı tabloya eklenir: Konuşma tarzı
yavaştır, sessizlikler uzun ve sıktır, ritimler ağırlaşır, tonlamalar tekdüzedir,
bizzat söz dizimi yapıları bile, şizofrenlerde gözlemlenebilen huzursuzluklara
ve zihin bulanıklığına tanıklık etmeksizin, çoğunlukla geri alınamaz
atlamalarla ayırt edilir (bağlamdan yola çıkılarak yeniden kurulması olanaksız
nesnelerin ve yüklemlerin unutulması).
(P.U.F., Paris, 1983) başlıklı ortak çalışmayı
anmalıyız. Bu anlayışa göre "Çöküntü içinde olmak, ayırt edici niteliği
yavaşlama olan bir eylem sistemine hapsolmak, bu niteliği taşıyan kiplere göre
hareket etmek, düşünmek ve konuşmaktır" (aynı yerde, s. 9).
Depresif yavaşlama durumunun
altında yatan süreçleri düşünmek için önerilen modellerden biri olan "learned
helplessness" (öğrenilmiş çaresizlik) şu gözlemden yola çıkar: Tüm
çıkışlar kapatıldığında, hayvanlar kadar insanlar da kaçmak ya da savaşmak
yerine geri çekilmeyi öğrenirler. Dolayısıyla, depresif olarak adlandırabileceğimiz
yavaşlama ya da eylemsizlik, çıkışsız bir duruma ya da kaçınılmaz şoklara karşı
öğrenilmiş bir savunma tepkisi oluşturur. Trisiklik antidepresanlar görünürde
kaçma kapasitesini yeniden oluştururlar; bu da öğrenilmiş eylemsizliğin
noradrenerjik bir azalma ya da kolinerjik bir hiperaktiviteye bağlı olduğunu
varsaymamıza izin verir.
Bir başka modele göre, tüm
davranışlar, yanıtların başlamasını koşullandıran, ödüle dayalı bir öz uyarma
sistemi tarafından yönetilir. Buradan, "olumlu ya da olumsuz takviye
sistemleri"ne varılır ve bu sistemlerin depresif durumda bozuldukları
varsayılarak, ilgili yapılar ve aracılar incelenir. Sonunda bu bozukluğa
ilişkin olarak ikili bir açıklama önerilir. Telensefalin orta demeti,
noradrenerjik aracı rolü oynayan pekiştirme yapısı, yanıttan sorumlu olduğuna
göre, depresif yavaşlama ve geri çekilme onun bir işlev bozukluğundan
kaynaklanıyor olmalıdır. Buna koşut olarak, kolinerjik aracı rolü oynayan
önleyici önventrikül (preventriculaire) "ceza" sistemlerinin aşırı
işleyişi kaygının temelini oluşturur. Telensefalin orta demetinin locus
coereleus'u, kendi kendini uyarmada ve noradrenerjik aracılıkta temel bir role
sahiptir. Ceza beklentisiyle bir yanıtın bastırılması deneyimlerinde, tersine,
artan serotonindir.
Bkz. Y.Lecrubier, "Depresif Durumlarda
Biyolojik Bir Sınır", aynı yerde, s. 85.
Dolayısıyla, antidepresan tedavisi bir noradrenerjik artışı
ve serotoninerjik azalışı gerektirir.
"Normal korku ya da kaygıya
yol açan 'alarm sistemi' için bir vardiya üssü" olarak Locus coereleus'un
bu temel rolü birçok yazar tarafından vurgulanmıştır: "[...] LC, sinir yolları
boyunca gerçekleşen enerji iletimini, bedendeki acı yollarından dolaysız
olarak alır ve uyuşturulmuş hayvanlarda bile, yinelenen biçimde ortaya çıkan zararlı
uyaranlara karşı kalıcı yanıtlara tanıklık eder. [...] Ek olarak, beyin
korteksine gidip gelen, geri beslenme halkaları oluşturan ve uyaranların
anlamının ve yerindeliğinin yanıt üzerinde oluşturabileceği etkiyi açıklayan
yollar vardır. Aynı geri beslenme halkaları, duygusal durum ya da durumların
bilişsel deneyiminin altında yatıyor olması mümkün bölgelere girişi
sağlar".
"Uyarma" ve
"takviye" olarak dil
Duyguların -ruhsal ve biyolojik-
iki kanalı üzerine güncel düşünme denemelerinin geldiği noktada, insan için
dilin merkezi önemi sorusunu yeniden ortaya atabiliriz. Çözümsüz ayrılık, kaçınılmaz şoklar ya da hatta sonuçsuz
arayış deneyimi karşısında, davranışa başvurmak dışında seçeneği olmayan
hayvanların tersine, çocuk, mücadele etmek ya da kaçmak biçiminde bir çözümü
ruhsal temsilde ve dilde bulabilir. Çocuk, mücadeleyi ya da kaçışı ve tüm bir
ara seçenekler yelpazesini imgelere döker, düşünür, söze döker ve bu da onun,
onarılmaz zararlar ve düş kırıklıklarıyla yaralanmış olarak eylemsizliğe
çekilmesini ya da ölü taklidi yapmasını önleyebilir. Bununla birlikte,
kaçmak-savaşmak: ölü taklidi yapmak (flight/fight: learned helplessness)
biçimindeki melankolik ikilemin bu depresif olmayan çözümünün işlenebilmesi
için, çocuğun simgesel ve imgesel koda sağlam bir katılımı gerekir; söz konusu
kod yalnızca bu koşulla uyarma ve takviye haline gelir. O zaman çocuk, kendisi
de örtük olarak simgesel olan ve dil tarafından ya da yalnızca dilin eylemi
içinde bilgiyle donatılmış olan belli bir eyleme verilen yanıtları başlatır.
Eğer tersine, simgesel boyut yetersiz kalırsa, özne kendini yeniden
eylemsizliğe ve ölüme açılan çaresizlik durumunun çıkmazında bulur. Başka bir
deyişle, heterojenliği içinde dil (birincil ve ikincil süreçler, arzunun,
nefretin, çatışmaların düşünsel ve duygusal vektörleri), bilinmeyen
dolayımlarla nörobiyolojik devreler üzerinde bir etkinleştirme (ya da tersine,
ketlenme) etkisi uygulayan çok önemli bir etkendir. Bu bakış açısı içinde
birçok soru hâlâ yanıt beklemektedir.
Depresif kişide saptanan simgesel
düşüş, klinik olarak gözlemlenebilir diğer öğeler gibi bir yavaşlama öğesi
midir, yoksa yavaşlamanın temel ön koşulları arasında mı yer alır? Ruhsal
temsillerin ve özellikle sözcük temsillerinin, aynı zamanda da bunları hipotalamus
çekirdeğine bağlayan yolların temelinde yatan (ama hangi biçimde?) nöron ve endokrin
devresinin işlevindeki bir bozukluk tarafından mı koşullandırılır? Yoksa,
yalnızca aile ve toplum ortamından kaynaklanan bir simgesel etki yetersizliği
midir söz konusu olan?
Psikanalist ilk varsayımı dışlamaksızın,
İkincisini aydınlatmaya çalışacaktır. Dolayısıyla, çoğunlukla toplumsal norma
uygun, hatta bazen çok başarılı gibi görünen, yeterli simgesel kapasiteyi
kazanmış bir öznede, simgesel etkiyi silen mekanizmaların hangileri olduğunu
kendimize soracağız. Tedavi dinamiğinden ve özgül bir yorum ekonomisinden yararlanarak,
konuşan organizmayı oluşturan o heterojen bütünlüğün imgesel ve simgesel
boyutuna, optimal gücünü geri vermeyi deneyeceğiz. Bu bizi, çöküntü içindeki
kişide gösterenin yadsınmasını ve, depresif sözde, ama aynı zamanda, birincil
süreçler yoluyla "imge ve simge aşısı" olarak yorum sözünde birincil
süreçlerin rolünü de sorgulamaya götürecek. Nihayet, hastada simgesel boyutun
demir atmasını (çoğu durumda, arzu ve çatışmanın, hatta nefretin parametresi
olarak iletişimin yeniden kazanılması anlamına gelir) kolaylaştırma amacı açısından
narsisistik onayın ve idealleştirmenin önemini sorgulayacağız.
Bundan böyle bir kenara
bırakacağımız "biyolojik sınır" sorununa son bir kez değinecek
olursak, ruhsal ve özellikle dilsel temsil düzeyinin, son kertede hipotalamusun
çoklu devreleri tarafından, nörolojik olarak, beynin fizyolojik olaylarına
çevrildiğini söyleyelim (hipotalamus çekirdekleri, işleyişi anlamın temelini oluşturan
-ama nasıl?- beyin korteksinin yanı sıra, işleyişi duyguların temelini
oluşturan beyin sapının limbik sistemine bağlıdır). Bugün bu çevirinin nasıl
gerçekleştiğini bilmiyoruz ama klinik deneyim fiilen gerçekleştiğini düşünmemiz
için temel sağlıyor (örnek olarak, bazı sözlerin uyarıcı ya da yatıştırıcı,
"afyonlu" etkilerini anımsatalım). Nihayet, kökeni, simgesel
düşüşlerin etkinleştirdiği nörofizyolojik rahatsızlıklar olarak saptanabilen
çok sayıda hastalık -ve depresyon- dilin etkilerinin nüfuz edemediği düzeylerde
sabitlenmiş olarak kalmaktadır. Bu durumda, simgesel boşluk ve düğümleri analiz
eden ve yeni bir simgeselliği kuran bir psikoterapi çalışmasının başlatılabilmesi
için gereken asgari nörofizyolojik temeli yeniden oluşturmak için
antidepresanların destekleyici etkisine gereksinim vardır.
Anlam ve beyin
işleyişi arasındaki diğer olası iletimler
Depresif söylemde, dilsel sekans
ardışıklığındaki kesintiler ve dahası, yerlerine parçaüstü işlemlerin
(ritimler, melodiler) geçirilmesi, dilsel kuruluşu yöneten sol hemisferde bir
eksiklik olarak yorumlanabilir; duyguların ve heyecanların yanı sıra, bunların
dilsel olmayan, "birincil", "müzikal" kayıtlarını da
yöneten sağ hemisferin -geçici de olsa- egemenliği lehine bir eksiklik. Öte
yandan, ikili bir beyin işleyişi modelini bu gözlemlere ekleyeceğiz: Nöronal,
elektrikli ya da kablolu ve dijital işleyiş; öte yandan, endokrinal, beden
sıvılarına ilişkin, dalgalanan ve analojik işleyiş. Beyindeki bazı kimyasal
maddeler, hatta bazı nörotransmiterler ikili bir işleyişe sahip görünürler:
Bazen "nöronal", bazen "endokrinal". Sonuç olarak ve
tutkuların temelde beden sıvılarına demir attıkları bu beyin ikiliğini göz
önüne alarak, "dalgalanan merkezi durum"dan söz edebiliriz. Kendine
özgü düzeyde, dilin bu "dalgalanan durum"u da tercüme etmesi
gerektiği kabul ediliyorsa, dilin işleyişi içinde "nöronal beyin"e
daha yakın görünen bölgelerle (dilbilgisi ve mantıkta sekans ardışıklığı gibi)
"guddebeyin'e (cerveau-glande") daha yakın görünen bölgelerin
(söylemin parçaüstü bileşenleri) saptanması zorunlu hale gelir. Böylece,
anlamlılığın "simgesel kipliği"nin sol hemisfer ve nöronal beyinle
ilgili olduğunu, anlamlılığın "göstergesel kipliği"nin ise sağ
hemisfer ve gudde-beyinle ilgili olduğunu düşünebiliriz.
Bununla birlikte, bugün,
biyolojik alt katman ile temsiller düzeyi arasında -bir sıçrama dışında- herhangi
bir karşılıklılık ilişkisi kurmamıza izin veren hiçbir şey yoktur; tonlamayla
ya da söz dizimle ilgili temsiller, duygusal ya da bilişsel, göstergesel ya da
simgesel tüm temsiller için bu geçerlidir. Yine de bu iki düzey arasında
kurulması mümkün bağlantılar, birinin diğeri üzerindeki yankıları (rastlantısal
ve öngörülmez olsalar da) ve elbette, birinin diğerinde yarattığı değişimler ihmal
edilmemelidir.
Sonuç olarak, noradrenaline ve
serotonine ya da bunların alımlanmasına ilişkin bir işlev bozukluğu
sinapsların iletkenliğini engelliyor ve depresif durumu belki koşullandırıyorsa
da, beynin yıldızsı yapısında bu birkaç sinapsın rolü mutlak olamaz. Bu tür bir
yetersizlik, başka kimyasal görüngülerle ve aynı zamanda başka dışsal
eylemlerle (simgesel eylemler dahil), biyolojik değişimler sayesinde kendini
bunlara uyarlayan beyinde telafi edilebilir. Nitekim, ötekiyle ilişki
deneyimi, bunun zorlu yanları ve keyifleri, bu biyolojik alana kesin olarak
damgasını vurur ve iyi bilinen depresif davranış tablosunu tamamlar. Analist,
melankoliye karşı savaşta kimyasal eylemden vazgeçmeksizin, bu duruma ilişkin
ve onu aşan geniş bir sözleştirme yelpazesinden yararlanır (ya da
yararlanabilir). Bu tür müdahaleler konusunda dikkatli olmayı sürdürürken,
kendisini, depresif söylemin özgül başkalaşımlarının yanı sıra, bunun sonucu
olan kendi yorum sözünün kuruluşuyla sınırlayacaktır.
Dolayısıyla, depresyonla
karşılaşması, psikanalisti, öznenin anlam karşısındaki konumunu ve aynı
zamanda dilin farklı ruhsal kayıtlara elverişli heterojen boyutlarını sorgulamaya
götürür; bu çeşitlilik nedeniyle, söz konusu kayıtlar beyin işleyişinin çoklu
görünümlerine ve buna bağlı olarak organizmanın etkinliklerine artan sayıda
olası giriş yolu içerir. Nihayet, bu açıdan bakıldığında, imgesel deneyim bize
aynı anda hem insanın depresyon içindeki simgesel iflasa karşı verdiği
mücadelenin tanığı olarak, hem de yorum söylemini zenginleştirmeye elverişli
bir araçlar yelpazesi olarak görünecektir.
Psikanalitik sıçrama:
Zincirleme ve aktarma
Analistin bakış açısından,
gösterenleri (sözler ya da edimler) zincirleme olanağı, arkaik ve vazgeçilmez
bir nesnenin ardından gerçekleşen bir yasa ve bu yasla bağlantılı duygulara
bağlıdır. Şey için yas: Bu olanağın kaynağı, ötekiyle bir etkileşimin belli bir
düzene göre eklemlenen damgalarının kaybın ötesine ve imgesel ve simgesel bir
alana aktarılmasıdır.
Kökensel nesneden kurtulan
göstergesel damgalar, önce birincil süreçlere (yer değiştirme ve yoğunlaştırma)
göre, diziler halinde, sonra dilbilgisi ve mantığın ikincil süreçlerine göre,
dizimler ve cümleler halinde düzenlenirler. Bugün dille ilgili tüm bilimler,
söylemin diyalog olduğunu kabul etmek konusunda anlaşmaktadır: Söylemin hem söz
dizimsel, hem de ritmik ve tonlamaya ilişkin örgütlenmesinin gerçekleşmesi iki
muhatap gerektirir. Yine de, şimdiden bir özne ile diğerinin ayrılığını ima
eden bu temel koşula şu olguyu da eklemek gerekir: Sözel sekanslar ancak, az ya
da çok sembiyotik olan kökensel nesne bir aktarmayla [transposition] ikame
edilirse ortaya çıkabilir; bu aktarma, kökensel Şey serabına geriye etkili
olarak biçim ve anlam veren tam bir yeniden-kuruluştur [re-construction]. Bu
belirleyici aktarma hareketinin iki yüzü vardır: Nesnenin tamamlanmış yası (ve
onun gölgesinde, arkaik Şeyin yası) ve aynı zamanda öznenin, yalnızca bu
şekilde diziler halinde düzenlenmeye açık olan bir göstergeler (tam da
nesnenin yokluğu nedeniyle imleyen göstergeler) alanına katılımı. Temsiller
krallığında annesini yeniden bulmak için yatağını terk eden çocuğun, o gözüpek
gezginin dili öğrenmesi buna tanıklık eder. İmlemekten vazgeçtiğinde ve Şeyle
yeniden buluşmayı kutlayan acının sessizliğine ya da hıçkırıklara boğulduğunda,
depresif kişi de bunun tersinden tanığıdır.
Aktarma [trans-poser], Yunanca
metaphorien, yani taşıma sözcüğüne tekabül eder; dil daha ilk anda bir
çeviridir, ama duygusal kaybın, vazgeçişin, kırılmanın gerçekleştiği düzeye
göre heterojen bir düzeyde yer alır. Eğer annemi yitirmeye razı olmazsam, onu
ne imgeleyebilir ne de adlandırabilirim. Psikotik çocuk bu dramla tanışır:
Yeteneksiz bir çevirmendir, metaforu bilmez. Depresif söyleme gelince,
psikotik bir riskin "normal" yüzeyidir: Bizi kuşatan hüzün ve felç
eden yavaşlama da deliliğe karşı bir -bazen de son- siperdir.
Bu dizi ya da cümle aktarımının,
temel bir yası ve birbirini izleyen yasları işleme kapasitemize tanıklık
ettiğini düşünecek olursak, konuşan varlığın yazgısı, durmaksızın hep daha
ileriye ya da daha yakına aktarmak olabilir mi? Konuşma yeteneğimiz, kendimizi
bir öteki için zaman içine yerleştirme yeteneğimiz, başka hiçbir yerde değil,
ancak bir uçurumun ötesinde var olabilirdi. Zaman içinde kalıcı olma
kapasitesinden başlayarak, şevkli, bilgili ya da basitçe eğlenceli söz
kuruluşlarına dek, konuşan varlık temelde bir kopuşu, terk edişi, huzursuzluğu
gerektirir.
Bu temel kaybın olumsuzlanması
bize göstergeler âleminin kapılarını açar, ama çoğu zaman yas
tamamlanmamıştır. Yas olumsuzlamayı sarsar ve göstergeleri, gösteren olarak
tarafsızlıklarından çıkartarak, gösterge belleğine kendini hatırlatır. Onlara duygular yükler, bu da sonunda onları,
muğlak, yineleyici, sadece sesleri yineleyici, müzikal ya da bazen saçma kılar.
Bu durumda, çeviri -konuşan varlık olarak yazgımız-, acının olduğu yere aynı
oranda uzak gösterge sistemleri olan üst dillere ve yabancı dillere doğru baş
döndürücü gidişini durdurur. Adlandırılamaz olanı yakalamak amacıyla, ana
dilinde "tam, yeni, dile yabancı bir sözcük" (Mallarme) bulmak için,
kendi kendine yabancılaşmaya çalışır. Dolayısıyla, duygu fazlasının kendini
göstermek için yeni diller -tuhaf zincirlemeler, kişisel diller, poetikalar-
üretmekten başka yolu yoktur. Kökensel şeyin ağırlığı onu alıp götürene ve her
türlü çeviri olanaksız hale gelene dek. O zaman melankoli simge kaybına, anlam
kaybına varır: Eğer artık çevirme ve metaforlaştırma kapasitem yoksa, susuyorum
ve ölüyorum.
Olumsuzlamanın
yadsınması
Yineleyen, tekdüze ya da anlamı
boşaltılmış, dilsizliğe dalmanın öncesinde söyleyen kişi için bile işitilmez
olan depresif sözü birkaç saniye için yeniden dinleyelim. Melankolik kişide
anlamın... keyfi göründüğünü ya da büyük miktarda bilginin ve hâkimiyet
istencinin yardımıyla kurulduğunu, ama ikincil göründüğünü, sizinle konuşan
kişinin kafasının ve bedeninin biraz dışında donduğunu saptayacaksınız; ya da
hatta, daha ilk anda kaçamak, belirsiz, boşluklarla dolu, yarı dilsiz
olduğunu: "Biri" sizinle, sözün yanlış olduğuna baştan ikna olmuş
olarak konuşmaktadır ve dolayısıyla "biri" sizinle baştan savma
konuşmaktadır, "biri" konuşmaya inanmaksızın konuşmaktadır.
Buna karşın, dilbilim bütün sözel
göstergeler için ve bütün söylemler için anlamın keyfi olduğunu bildirir. GÜLMEK
göstereni, "gülme"nin anlamı açısından tamamen nedensiz değil midir,
ama aynı zamanda ve özellikle de, gülme edimi açısından, onun fiziksel
gerçekleşmesi, içruhsal ve etkileşimsel değeri açısından? Kanıt: Aynı anlamı ve
edimi İngilizce "to laugh", Rusça "smeiatsia", v.b. olarak
adlandırırım. Ve her "normal" muhatap bu yapıntıyı ciddiye almayı,
ona yatırım yapmayı ya da onu unutmayı öğrenir.
Göstergeler keyfidir çünkü dil
kaybın bir olumsuzlanmasıyla (Verneinung) ve aynı zamanda yasın yol açtığı
depresyonla başlar. Konuşan varlık, "son tahlilde annem olduğu ortaya
çıkan vazgeçilmez bir nesneyi yitirdim" der gibidir. "Ama hayır, onu
göstergelerde yeniden buldum ya da daha doğrusu, onu yitirmeyi kabullendiğim
için, onu yitirmedim (işte olumsuzlama), onu dilde geri alabilirim."
Tersine, çöküntü içindeki kişi
olumsuzlamayı yadsır. Onu iptal eder, askıya alır, tam da yitirmeyi
başaramadığı şey olan, acılı bir biçimde perçinlenmiş olduğu kaybının gerçek
nesnesinin (Şey) üstüne nostaljik biçimde katlanır. Böylece olumsuzlamanın
yadsınması [Verleugnung) imkânsız bir yas mekanizması olur, temel bir hüznün ve
yapay bir dilin, hiçbir gösterenin ulaşamadığı ve yalnızca tonlamayla kesintili
olarak uyarlanabilen o acılı zeminden kopmuş inanılmaz bir dilin yerleşmesi
anlamına gelir.
Yadsıma ve
olumsuzlamadan ne anlaşılmalı?
Yadsımadan, gösterenin ve aynı
zamanda dürtülerin ve duyguların göstergesel temsillerinin reddini anlayacağız.
Olumsuzlama terimi, bastırılmış olanı yadsınması koşuluyla temsile götüren ve
bu nedenle gösterenin gelişine katılan düşünsel bir işlem olarak anlaşılacak.
Freud'a göre, yadsıma ya da inkâr
(Verleugnung), algılama düzeyinde yer aldığını düşündüğü ruhsal gerçekliğe
denk düşer. Bu yadsıma çocukta sıradan bir olgudur ama dış gerçeklikle ilgili
olduğu ölçüde, erişkin insanda psikozun başlangıç noktası haline gelir. Buna
karşın daha sonra, hadım edilmenin yadsınması yadsımanın prototipi olarak
düşünülür ve yadsıma fetişizmin kurucu bir öğesi olarak özgülleştirilir.
Freud'un Verleugnung kavramının
alanını genişletmemiz, onun öznede bir bölünme yaratma işlevini değiştirmez:
Verleugnung bir yandan travmatik algıların arkaik temsillerini yadsır, öte
yandan bunların etkisini simgesel olarak tanır ve bundan sonuçlar çıkarmaya çalışır.
Bununla birlikte, bu anlayışımız
yadsımanın nesnesini değiştirir. Yadsıma, kaybın içruhsal (göstergesel ve simgesel)
kaydına dayanır; söz konusu kayıp, ister temelde bir nesne kaybı olsun, isterse
daha sonra kadının hadım edilmesi olarak erotize edilmiş olsun. Başka bir
deyişle, yadsıma, göstergesel izleri kaydetmeye ve öznede bir başka özne için
anlam yaratmak üzere bunları aktarmaya elverişli gösterenlerle ilgilidir.
Depresif gösterenin bu yadsınmış
değerinin, nesnenin yasını tutmak konusunda bir imkânsızlığı ifade ettiğini ve
çoğu zaman bir fallik anne fantezisine eşlik ettiğini kaydedelim. Fetişizm,
depresyonun ve onun göstereni yadsımasının bir çözümü olarak ortaya çıkar:
Fetişist, nesne kaybının yol açtığı biyopsişik denge kaybının ardından gelen
ruhsal acının (acının ruhsal temsilleri) yadsınmasının yerine fanteziyi
ve eyleme koymayı geçirir.
Gösterenin yadsınması, tam da
gösterenin dayatılmasını güvence altına alan baba işlevinin yadsınmasına
yaslanır. Depresif kişinin, ideal baba ya da imgesel baba işlevi korunan
babası, anneye atfedilen fallik güçten yoksun bırakılmıştır. Çekici ya da
baştan çıkarıcı, kırılgan ve bağlı olan bu baba, özneyi tutkunun içinde tutar
ama ona, simgeselin idealleştirilmesi yoluyla bir çıkış olanağı sağlamaz. Bu
olanak gerçekleştiği zaman, annenin babasından destek alarak yüceltme yoluna
girer.
Freud'un Die Verneinung başlıklı
incelemesinde muğlak noktalarını koruduğu ve çoğalttığı olumsuzlama
(Verneinung), bilince bir arzu ve bilinçdışı düşünce yönünü dahil eden bir
süreçtir. "Bastırma esas olarak korunmaya devam ettiği halde, bastırılanın
bir tür düşünsel kabulüyle sonuçlanır." "Simgenin olumsuzlanması
aracılığıyla, düşünce bastırmanın sınırlarını aşar." Olumsuzlama yoluyla,
"bastırılmış bir temsil ya da düşünce içeriği bilince dek yol alabilir".
Hastaların bilinçdışı arzularına karşı savunmalarında gözlemlenebilen bu ruhsal
süreç ("hayır, onu sevmiyorum", söz konusu sevginin tam da yadsınmış
bir biçim altında itirafı anlamına gelir), mantıksal ve dilsel simgeyi üreten
süreçle aynıdır.
Olumsuzluğun, konuşan varlığın
ruhsal etkinliğiyle aynı kapsamda olduğunu düşünüyoruz. Olumsuzlama, yadsıma ve
dışta bırakma gibi çeşitli olumsuzluk kiplikleri (bastırmayı, direnci,
savunmayı ya da sansürü üretebilen ya da değiştirebilen), birbirlerinden ne
denli farklı olurlarsa olsunlar, birbirlerini karşılıklı olarak etkiler ve
koşullandırırlar. Bölünmenin söz konusu olmadığı bir "simgesel
yetenek" yoktur ve sözel kapasite fetişizmin (yalnızca simgelerin
kendilerinin fetişizmi de olsa) yanı sıra psikozun da (kontrol altına alınmış
olsa bile) potansiyel taşıyıcısıdır.
Bununla birlikte, bu olumsuzluk
süreci çeşitli ruhsal yapıları farklı biçimlerde egemenliği altına alır. Eğer
dışta bırakma (Verzverfung) olumsuzlamaya üstün gelirse, simgesel çerçeve
gerçekliğin kendisini de silerek çökecektir: Bu, psikozun ekonomisidir.
Hastalığın selim gelişmesinde, dışta bırakma noktasına dek gidebilen
melankolik kişinin (melankolik psikoz) ayırt edici niteliği, yadsımanın
olumsuzlama üzerindeki egemenliğidir. Dilsel göstergelerin temelindeki
göstergesel dayanaklar (kaybın ve hadım edilmenin duygusal ve dürtüsel
temsilleri) yadsınır ve bunların, özne için anlam yaratmak olan içruhsal
değerleri, bunun sonucu olarak ortadan kalkar. Olumsuzlamanın yadsınması
bastırma çalışmasını, ya da en azından bu çalışmanın temsile ilişkin kısmını
engellediği için, bu durum travmatik anıların (çocuklukta sevilen bir yakının
kaybı, buna benzer daha yakın tarihli bir yara) bastırılmamasıyla ve sürekli
olarak anılmasıyla sonuçlanır. Öyle ki, bu anma, bastırılmış olanın bu temsili,
kaybın simgesel bir işlenişine varmaz, çünkü göstergeler kaybın birincil
içruhsal kayıtlarını yakalama ve onu bizzat bu işlemle çözme kapasitesine
sahip değildir: Tersine, çaresizlik içinde evirip çevirirler. Çöküntü içindeki
kişi, ruh hallerinin onu tepeden tırnağa belirlediğini bilir ama söyleme
geçmelerine izin vermez. Narsisistik anne zarından ayrıldığı için acı çektiğini
bilir ama yitirilmemesi gereken o cehennem üzerindeki tümgüçlülüğüne
sarılmaktan vazgeçmez. Annesinin penisi olmadığını bilir ama yine de, yalnızca
gündüz düşlerinde değil, aslında yansız olan "liberal",
"edepsiz" söyleminde de (ve bu fallik iktidarla çoğu zaman ölümcül
bir rekabete girerek) o penisin sergilenmesini sağlar. Gösterge düzeyinde, bölünme,
göstereni hem göndergeden hem de dürtüsel (göstergesel) kayıtlardan ayırır ve
üçünü de değersizleştirir.
Narsisizm düzeyinde, bölünme,
tümgüçlülükle aynı anda yıkıcılığı ve yok olma kaygısını da korur.
Ödipal arzu düzeyinde, bölünme,
hadım edilme korkusu ile hem anne hem kendisi için fallik tümgüçlülük fantezisi
arasında salınır.
Yadsıma her yerde bölünmeler
gerçekleştirir ve temsillerin olduğu kadar davranışların da hayatiyetini yok
eder.
Bununla birlikte, psikotik
kişinin tersine, çöküntü içindeki kişi, yadsınmış, zayıflatılmış, muğlak,
değersizleştirilmiş, ama yine de simge kaybının ortaya çıkışına dek varlığını
sürdüren bir baba gösterenini korur. O kefen babayı ve özneyi dilsizliğin
yalnızlığına sürükleyerek onu sarmadan önce, çöküntü içindeki kişi gösterge
kullanma yeteneğini yitirmez. Göstergeleri korur ama, göstergenin kendisine
varana dek gerçekleşen bölünme nedeniyle, bu göstergeler saçma, yavaşlamış,
tükenmeye hazır halde korunur. Çünkü depresif gösterge, kaybın yol açtığı
duyguyu bağlamak yerine, gösteren kadar duyguyu da inkâr eder ve böylece çöküntü
içindeki öznenin, yitirilmemiş nesnenin (Şey) tutsağı olarak kaldığını itiraf
eder.
Depresif kişinin
duygusal sapkınlığı
Depresif kişide gösterenin
yadsınması sapkınlık mekanizmasını anımsatıyorsa da, iki saptamada bulunmak zorunludur.
Öncelikle, depresyonda yadsıma
sapkın yadsımaya oranla daha üstün bir güce sahiptir ve yalnızca tersine
döndürmenin (eşcinsellik) ya da sapkınlığın (fetişizm, teşhircilik, v.b.)
tartışma konusu haline getirdiği cinsel kimliği değil, öznel kimliğin kendisini
etkiler. Yadsıma depresif kişinin içe yansıtmalarını bile yok eder ve onu
değersiz, "boş" olduğu duygusuyla baş başa bırakır. Kişi kendini
değersizleştirerek ve yıkarak, her türlü nesne olanağını tüketir; bu, aynı zamanda
nesneyi korumanın... başka yerde ve dokunulmaz biçimde korumanın da dolaylı bir
aracıdır. Depresif kişinin koruduğu son nesne ilişkisi izleri duygulardır.
Duygu depresif kişinin kısmi nesnesidir. Nesnesel olmayan bir Şey üzerindeki o
adlandırılamaz, sözel olmayan (hatta bu nedenle dokunulmaz ve tümgüçlü) nüfuz
yoluyla narsisistik bir homeostaz elde etmesini sağlayan bir ilaç anlamında
"sapkınlığı"dır. Bu nedenle, depresif duygu -ve bu duygunun
tedavilerde ama aynı zamanda sanat yapıtlarında sözelleştirilmesi- depresif
kişinin, özneyi psikotik nöbet kadar intihardan da koruyarak boşluğu dolduran
ve ölümü bertaraf eden sapkın silah takımı, muğlak haz kaynağıdır.
Benzer biçimde, bu bakış
açısından çeşitli sapkınlıklar depresif yadsımanın öteki yüzü olarak görünür.
Melanie Klein'a göre, her ikisi de -depresyon ve sapkınlık- "depresif
konum"un işlenmesini önler. Yine de, tersine çevirmeler ve sapkınlıklar,
cinsel kimliği alt üst etmekle birlikte öznel kimliği etkilemeyen ve
otoerotizme, eşcinselliğe, teşhirciliğe, v.b. başvuru sayesinde narsisistik bir
libidinal homeostazm yaratılmasına (kurgusal bir üretimle karşılaştırılabilir)
alan tanıyan bir yadsıma tarafından taşınır gibi görünmektedirler. Bu edimler
ve kısmi nesne ilişkileri, özneyi ve nesnesini tam bir yıkımdan korur ve
narsisistik homeostazla birlikte, Thanatos'a karşı duran bir yaşamsallık
sağlarlar. Böylece depresyon paranteze alınır, ama çoğu zaman dayanılmaz bir
şey olarak yaşanan bir sapkın tiyatro bağımlılığı pahasına; hadım edilmeyle
yüzleşmeyi engelleyen ve Oedipus öncesi ayrılık acısına perde oluşturan
tümgüçlü nesneler ve ilişkiler bu tiyatronun sahnesinde geçit yapar. Eyleme
koyma yoluyla bertaraf edilen fantezinin zayıflığı, sapkınlıklarda, zihinsel
işleyiş düzeyinde gösterenin yadsınmasının sürekliliğine tanıklık eder. Bu
özellik, depresif kişi tarafından yaşanan simgesel istikrarsızlığa ve ancak
anlamsız sayılmaları koşuluyla dizginsiz hale gelen edimlerle gerçekleşen manik
uyarılmaya yakındır.
Melankolik-depresif bütünlüğün
nevrotik tarafında, sapkın ve depresif davranışların nöbetleşmesine sık rastlanır.
Bu, söz konusu iki yapının, öznel yapının farklı öğelerine bağlı olarak
çeşitli şiddet dereceleri içeren aynı mekanizma (yadsıma) etrafında
eklemlenmesine işaret eder. Sapkın yadsıma otoerotizmi ve narsisizmi
etkilememiştir. Dolayısıyla bu ikisi, boşluğa ve nefrete karşı bir baraj
oluşturmak üzere harekete geçebilir. Buna karşılık, depresif yadsıma
narsisistik bir uyumun temsil olanaklarını bile etkiler ve buna bağlı olarak
özneyi otoerotik sevinçten, kendi "coşkulu mirac"ından* yoksun
bırakır. Bu durumda, geriye yalnızca, duyguyu kısmi nesneden bile yoksun
kalmaya ve bilinçte ancak dul, yaslı, acılı olarak temsil edilmeye mahkûm eden
dolayımsız bir üstbenlik aracılığıyla narsisistik içe kapanışların mazoşist
egemenliği kalır. Yadsımanın sonucu olan bu duygusal acı, anlamı olmayan bir
anlamdır ama ölüme karşı perde olarak kullanılır. Bu perde de düştüğü zaman,
olanaklı tek zincirleme ya da edim olarak geriye yalnızca ölümün anlam
dişiliğini dayatan kopuş edimi, zincirlerinden boşalma [desenchainement] edimi
kalır: Böylece reddedilenler olarak yeniden bulunan ötekilere meydan okuma; ya
da ölümcül edime geçiş yoluyla, kendini ebeveyne ilişkin simgesel sözleşmenin,
yani yadsıma (ebeveynin ya da kendinin) tarafından bloke edildiği yerin her
zaman dışındaymış gibi kabul ettiren öznenin narsisistik sağlamlaşması.
Böylece, çöküntü içindeki kişide
"depresif konum"un önlenmesinin merkezinde yer aldığını saptadığımız
olumsuzlamanın yadsınması, bu duyguya ille de sapkın bir renk vermez. Çöküntü
içindeki kişi kendini bilmeyen bir sapkındır: Hatta kendini bilmemekten çıkarı
vardır çünkü hiçbir simgeleştirmenin tatmin eder gibi görünmediği eyleme
koymaları son derece uç noktalara varabilir. Acının verdiği zevklerin, birçok
keşişin tattığı ve zamansal olarak daha yakınımızdaki Dostoyevski'nin
yücelttiği kasvetli bir doyuma götürebildiği doğrudur.
Yadsıma, özellikle depresyonun
çift kutuplu biçimlerine özgü manik evrede tüm gücünü kazanır ve gün ışığına çıkar.
Kuşkusuz hep orada olmuştur, ama gizlice: Kederin sinsi ve avutucu arkadaşı
olarak olumsuzlamanın yadsınması, kuşkulu bir anlam kurmuş ve kasvetli dilden
inanılmaz bir görünüş yaratmıştır. Elinin altında oynamayı bilmediği bir
yapıntı bulunan depresif kişinin kopuk söyleminde, kendi varlığına dikkat
çekmiştir: Fazla uslu çocuk ve durgun su karşısında uyanık olun...
Bununla birlikte, manik kişide
yadsıma hüznün yaslandığı ikili reddi aşar: Sahneye çıkar ve kayba karşı bir
perde yapının aracı haline gelir. Sahte bir dil kurmakla yetinmekten uzak olan
yadsıma bundan böyle ikame erotik nesnelerden oluşan değişik donanımlardan bir
yığınak yapar: Erkek ya da kadın dulların erotomanisi, hastalıklara ya da
sakatlıklara bağlı narsisistik yaraların sefih telafileri, v.b. bilinen
şeylerdir. İdeal ve yapıntı yoluyla doğal dilin ve bayağılaşmış toplumsal
yasanın normlarına özgü sıradan yapının üstüne çıkan estetik coşku, bu manik
etkinliğe katılabilir. Eğer bu düzeyde kalırsa, yapıtın sahteliği kendini
belli eder: İkame, kopya, taklit. Tersine, yaratıcısına ve muhatabına bir
yeniden doğuş sağlayan yapıt, yaygın toplumsal ve dilsel kullanımın hep biraz
yaslı ve öksüz bıraktığı tümgüçlü bir benliğin adlandırılmamış heyecanlarını,
önerdiği yapay dilin (yeni tarz, yeni düzenleme, şaşırtıcı imgelem) içinde
bütünleştirmeyi başaran yapıttır. Dolayısıyla böyle bir kurgu, eğer bir
antidepresan değilse, en azından bir hayatta kalma edimi, bir diriliştir...
Keyfi ya da boş
Umutsuz kişi olumsuzlamanın
ortadan kalkmasıyla aşırı bir zihin açıklığı kazanır. Mecburen keyfi olan
anlamlı bir sekans ona ağır, şiddetli bir biçimde keyfi görünür: Onun saçma
olduğunu düşünür, anlamı yoktur. Hiçbir sözcük, yaşamın hiçbir nesnesi, bir
anlam ya da göndergeyle tutarlı ve aynı zamanda ona uygun bir zincirleme bulmak
için elverişli değildir.
Depresif kişi tarafından saçma
olarak algılanan keyfi sekans bir gönderme kaybıyla aynı kapsamdadır. Çöküntü
içindeki kişi hiçbir şeyden söz etmez, konuşacak bir şeyi yoktur: Şeye (Res)
yapışmış bir haldedir, nesnesizdir. Bu bütünsel Şey imlenemez ve imleyemez: Bir
Hiçtir, onun Hiçidir, Ölümdür, özne ile imlenebilir nesneler arasına yerleşen
uçurum, ifadesini anlamlı zincirlemelerin imkânsızlığında bulur. Ama böyle bir
sürgün, öznenin kendi içinde bir uçurumu açığa çıkarır. Bir yandan, yaşamla
özdeşleştirildikten ölçüde yadsınan nesneler ve gösterenler’ bir an-lam-dışılık
değeri kazanırlar: Dilin ve yaşamın anlamı yoktur. Öte yandan, bölünme
yoluyla, Şeye, Hiçe -imlenemez olana ve ölüme- yoğun ve makul olmayan bir değer
atfedilir. Saçma göstergelerden, yavaşlamış, dağınık, tutuk sekanslardan
çatılan depresif söylem, anlamın adlandırılamaz olan içinde çöküşünü ve orada,
Şeye perçinlenen duygusal değer lehine, ulaşılmaz ve nefis biçimde yitip
gitmesini ifade eder.
Olumsuzlamanın yadsınması, dilsel
gösterenleri özne için anlam yaratma işlevinden yoksun bırakır. Kendi içlerinde
bir anlam taşımakla birlikte, bu gösterenler özne tarafından boş olarak
algılanır. Bu olgu, göstergelerin göstergesel izlere (dürtü temsilleri ve duygu
temsilleri) bağlanmış olmamalarından kaynaklanır. Bunun ardından, serbest bırakılan
bu arkaik ruhsal kayıtlar yansıtmalı özdeşleşmede nesne benzerleri olarak
kullanılabilir hale gelirler. Depresif kişide dilin yerini alan eyleme koyma
edimlerinin yolunu açarlar. Ruh halinin bedeni teslim alan bir kendinden geçiş
noktasına dek taşması, eyleme koymanın öznenin kendisine geri dönmesi anlamına
gelir: Ezici ruh hali, gösterenle ilgili yadsıma nedeniyle gerçekleşmeyen bir
edimdir. Öte yandan, çok sayıda depresif kişinin avutulmaz hüznünü örten bu
ateşli savunmacı etkinlik, cinayet ya da intihar öncesinde ve bu edimler dahil,
simgeleştirme kalıntılarının bir yansıtılmasıdır: Depresif kişinin yadsıma
tarafından anlamından kurtarılan edimleri, kendi de yadsıma tarafından uyuşturulmuş
bir öznenin büyük kayıtsızlığı içinde dışarıya atılan ya da kendine geri dönen
nesne benzerleri olarak muamele görür.
Depresif kişide gösterenin
yadsınmasına ilişkin olan ve nörolojik yetersizlikleri gidermek için
biyokimyasal araçlara başvurmayı dışlamayan psikanalitik varsayım, öznenin
düşünsel kapasitelerini güçlendirme olanağını korur. Analitik tedavi, depresif
kişinin kıskıvrak yakalandığı yadsıma mekanizmasını analiz ederek -yani
çözerek-, tam bir simgesel potansiyel "aşısı" gerçekleştirebilir ve
duygusal kayıtlar ile dilsel kayıtların, göstergesel ile simgeselin kesiştiği
yerde işleyen karma söylemsel stratejileri öznenin kullanımına sunabilir. Bu tür
stratejiler, analiz çerçevesinde optimal yorum tarafından depresif hastanın
kullanımına sunulan gerçek depresyon karşıtı rezervlerdir. Buna koşut olarak,
analist ve çöküntü içindeki hasta arasında büyük bir empati gerekir. Bu empati
temelinde, ünlüler, ünsüzler, heceler gösteren zincirinden çıkartılabilir ve
söylemin, hastayla özdeşleşmesi sayesinde analist tarafından saptanan bütünsel
anlamına uygun olarak yeniden düzenlenebilir. Bu, depresif kişinin "gizli"
ve adlandırılmamış duygusuna göndermede bulunularak sık sık dikkate alınması
gereken dil- ötesi, dil-aşırı bir düzeydir.
Ölü dil ve diri diri
gömülen Şey
Bu durumda, depresif kişide anlamın
-ve uç noktada, yaşamın anlamının- şaşırtıcı çöküşü, bu kişinin, evrensel
gösteren zincirini, yani dili bütünleştirmekte zorluk çektiğini varsaymamıza
izin verir. İdeal durumda, konuşan varlık -kendi söylemiyle birdir: Söz
"ikinci doğamız" değil midir? Tersine, depresif kişinin söylediği şey
onun için yabancı bir deri gibidir: Melankolik, ana dili içinde bir yabancıdır.
Annesini yitirmediği için ana dilinin anlamını -değerini- yitirmiştir.
Konuştuğu ve intiharını bildiren ölü dil, diri diri gömülmüş olan bir Şeyi
gizler. Ama bu Şeye ihanet etmemek için onu tercüme etmeyecektir: Anlatılmaz
duygunun "mahzen mezar"ında duvarlarla çevrili, anal olarak yakalanmış,
çıkışsız kalacaktır.
Sık sık mekankoli nöbetleri geçiren bir kadın hasta, ilk
görüşmemize üzerine sayısız "ev" sözcüğü basılmış parlak kırmızı bir
gömlekle geldi. Bana, yaşadığı daireyle ilgili kaygılarından, olağan dışı
malzemelerle inşa edilen yapılarla ve ailesinin dramatik koşullarda yitirdiği,
çocukluğunun cenneti olan bir Afrika eviyle ilgili rüyalarından söz etti. Ona, "bir evin yasını tutuyorsunuz" diyorum. "Ev
mi? Ne demek istediğinizi anlamıyorum, görmüyorum, sözcüklerim eksik
kalıyor!", diye yanıtlıyor.
Ağzı kalabalık, konuşması hızlı ve hararetli, ama soğuk ve
soyut bir heyecanın gerginliğini taşıyor. Dilden yararlanmaktan vazgeçmiyor:
"Öğretmen olarak mesleğim beni durmaksızın konuşmak zorunda bırakıyor ama
başkalarının yaşamını anlatıyorum, benimle ilgisi yok; ve kendi yaşamımdan söz
ederken bile, bir yabancıdan söz edermişim gibi oluyor", diyor. Hüznünün
nesnesini, derisinin ve etinin acısına, hatta bedenine yapışan gömleğinin ipek
kumaşına dek kazınmış olarak taşıyor. Yine de bu hüzün zihinsel yaşamına
geçmiyor, sözcüklerinden kaçıyor ya da daha doğrusu, Anne'ın sözü, kendi
mantığını ve duygudan arınmış, bölünmüş tutarlılığını kurmak için hüznü ve
Şeyini terk etmiş. Tıpkı birinin kendini tümüyle, ne kadar başarılı olursa o
kadar tatminsiz olan bir işe vererek acıdan kaçması gibi.
Depresif kişide dili duygusal
deneyimden ayıran bu uçurum, erken bir narsisistik travmayı düşündürür. Psikoza
götürebilecekken, gerçekte bir üstbenlik savunması tarafından stabilize
edilmiştir. Sıra dışı bir zekâ ve bir baba düzeyiyle ya da simgesel bir düzeyle
ikincil özdeşleşme bu stabilizasyona katkıda bulunur. Bu yüzden, depresif kişi
üzüntülerine ve huzursuzluklarına gece gündüz bekçilik eden açık zihinli bir
gözlemcidir; bu teftiş takıntısı, melankoli nöbetlerinin arasında yer alan
"normal" dönemlerde onu duygusal yaşamından sürekli olarak koparır.
Yine de depresif kişi, simgesel zırhının bütünleşmemiş, savunmacı kabuğunun içe
yansıtılmamış olduğu izlenimini verir. Depresif kişinin sözü bir maskedir,
yabancı bir dilde yontulmuş hoş bir ön cephedir.
Şarkıyı yapan ton
Bununla birlikte, depresif söz
cümleye ilişkin anlamlandırmayı engelliyorsa da, anlamı tamamen tükenmiş
değildir. Anlam, bazen duygunun anlamını çözmek için dinlemeyi bilmek zorunda
olduğumuz ses tonunda gizlenir (aşağıdaki örnekte göreceğimiz gibi). Depresif
sözün ton kiplemesi üzerine çalışmalardan, söylemlerinde duygusuz görünen ama
tersine tonlamalarında güçlü ve değişken bir heyecanı gizleyen bazı depresifler
üzerine, ya da "duygusal körelme"nin yavan ve sessizliklerle
ağırlaşmış olarak kalan ton düzeyine ulaştığı ("giderilemez
eksiltiler" halinde kopuklaşan cümle dizisine koşut olarak) diğer
depresifler üzerine çok şey öğreniyoruz ve daha da öğreneceğiz.
Analiz tedavisinde, parçaüstü söz
düzeyinin (tonlama, ritim) bu önemi, analisti bir yandan sesi yorumlamaya, öte yandan
sözcük birimi kırıntılarında, her şeye karşın tuhaf bir biçimde anlamlandırılmış
olan hecelerde ve ses gruplarında gizlenen depresif söylemin gösteren ötesi
gizli anlamını çıkartmak için, sıradanlaşmış ve hayatiyetini yitirmiş gösteren
zincirini eklemlerine ayırmaya götürmelidir. Analiz sırasında Anne sık sık, günler boyunca konuşmayı ve
yemeyi reddederek (anoreksi ve buliminin nöbetleşebildiği bir biçimde) odasına
kapanmasına yol açan bitkinlik, umutsuzluk, hayattan zevk almama durumlarından
yakınıyor: Çoğu zaman kendini bir tüp uyku hapını yutmaya hazır hissediyor ama
yine de bu ölümcül eşiği asla geçmemiş. Antropologlardan oluşan bir ekipte
mükemmel bir uyumla yer almasına karşın, bu entelektüel kadın kendisinin
"yeteneksiz", "boş", "değersiz", v.b. olduğunu
söyleyerek mesleğini ve başarılarını her zaman küçümsüyor. Tedavinin hemen
başlangıcında, annesiyle sürdürdüğü çatışmalı ilişkiyi analiz ettik ve
hastanın, nefret edilen ama bu haliyle hastanın iç derinliklerinde korunan ve
kendine karşı bir öfke ve içsel boşluk kaynağı haline gelmiş olan annesel
nesneyi tam anlamıyla yutmuş olduğunu saptadık. Bununla birlikte, sözel
alışverişin belirtilerin işlenmesine (Durcharbeitung) değil,
akılcılaştırılmasına yol açtığına ilişkin karşı aktarımsal bir izlenim, ya da
Freud'un dediği gibi, bir kanı taşıyordum. Anne bu kanımı doğruluyor ve sık sık
şöyle diyordu: "Sözcüklerin kıyısındaymışım gibi konuşuyorum ve derimin
kıyısında olma duygusu yaşıyorum, ama kederimin derindeki kısmı dokunulmaz
olarak kalıyor."
Bu sözleri, benimle hadım edici bir alışverişin histerik bir
reddi olarak yorumlayabilirdim. Yine de depresif yakınmanın yoğunluğu veya
söylemine yerleşen ya da söylemini "şiirsel" biçimde parçalayan,
bazı anlarda çözülmesi olanaksız olan sessizliğin önemini göz önüne alınca, bu
yorum bana yeterli görünmüyordu. Şöyle söylüyorum: "Sözcüklerin kıyısında
ama sesin bağrında, çünkü bana bu anlatılmaz hüzünden söz ederken
sesiniz rahatsız." Baştan çıkarıcı değeri açık olan bu yorum, depresif
bir hastanın içinde bulunduğu durumda, dilsel gösterenin savunmacı ve boş
görünüşünün içinden geçme ve ses kayıtları düzeyinde arkaik nesne (ön-nesne,
Şey) üzerinde bir nüfuz (Bemcichtigung) arayışı anlamına gelebilir. Bu hasta,
yaşamının ilk yıllarında ağır deri hastalıkları geçirmiş ve kuşkusuz hem anne
teniyle temastan hem de aynadaki anne yüzü imgesiyle özdeşleşmeden yoksun
kalmış. Şöyle devam ediyorum: "Annenize dokunamadığınız için, derinizin
altına, 'derinin kıyısına' saklanıyordunuz; ve gizlendiğiniz yerde, onun
sesini uzaktan duyduğunuza göre, ona karşı hissettiğiniz arzu ve nefreti
sesinizin tınısına hapsediyordunuz."
Burada, benlik imgesinin oluştuğu ve tam da geleceğin
depresif kişisinin imgesinin sözel temsil içinde istikrar kazanmayı
başaramadığı birincil narsisizmin bölgesindeyiz. Bunun nedeni, bu temsil içinde
nesnenin yasının tutulmamış olmasıdır. Tersine, nesne, kıskançlıkla korunan ve
sonunda sesleştirmeler içine gizlenen duygular tarafından gömülmüş -ve egemenlik
altına alınmış- gibidir. Analistin, müdahaleci olmaktan korkmaksızın, yorumuyla
söylemin bu sessel düzeyine dek nüfuz edebileceğini düşünüyorum. Yorum, arkaik
ön-nesne üzerindeki nüfuz nedeniyle gizli tutulan duygulara bir anlam vererek,
bu duyguyu, ama aynı zamanda depresif kişinin ona sunduğu gizli dili (burada,
ses kiplemesi) tanır ve böylece sözcükler ve ikincil süreçler düzeyine geçiş
için duyguya bir kanal açmış olur. Duygusal ve sessel kayıtlardan kopuk
oldukları için o ana dek boş olarak kabul edilen ikincil süreçler - dolayısıyla
da dil- yeniden hayatiyet kazanır ve bir arzu, yani özne için bir anlam alanı
haline gelmeleri mümkün olur.
Aynı hastanın söyleminden alınan başka bir örnek, gösteren
zincirinin görünüşteki yıkımının, bu zinciri depresif hastanın içine kilitlendiği yadsımadan ne ölçüde kurtardığını ve
depresif kadının gizli tutmak için öldüğü duygusal kayıtlarla ne ölçüde
donattığını gösterecektir. İtalya tatilinden dönüşte Anne bana bir rüya
anlatıyor: [Klaus]Barbie'nin duruşmasına benzer bir duruşma var: Ben suçlamada
bulunuyorum, herkes ikna oluyor, Barbie mahkûm oluyor. Sanki kendisi herhangi
bir işkencecinin olası işkencesinden kurtarılmış gibi bir rahatlama hissediyor,
ama kendisi orada değil, başka yerde, tüm bunlar ona kof görünüyor, her şeye
karşın onu karşı konulmaz biçimde çeken, ",hiçbir imgenin olmadığı"
acılı bir rüyanın içinde uyumayı, yitip gitmeyi, ölmeyi, hiçbir zaman uyanmamayı
tercih ediyor... "Çöküntü" dönemlerinin aralarında, annesiyle ve bazen
de partnerleriyle ilişkilerinde Anne'i teslim alan işkence çevresindeki manik
uyarılmayı duyuyorum. Ama aynı zamanda şunu da duyuyorum: "Başka
yerdeyim, imgesiz bir acı- yumuşaklık rüyası"; ve hasta olmaya, kısır
olmaya ilişkin depresif yakınmasını düşünüyorum. Şöyle diyorum: "Yüzeyde:
İşkenceciler [tortionnaires] Ama daha uzakta ya da başka yerde, acınızın olduğu
yerde, belki de şu var: torse-io- naître/pas naître.*"
"Torsionnaire" sözcüğünü bileşenlerine ayırıyorum:
Sonuçta bu sözcüğe işkence ediyorum, Anne'in kendisinin, çoğunlukla
hayatiyetini yitirmiş, tarafsız sözünde gömülü olduğunu duyduğum o şiddeti ona
uyguluyorum. Bununla birlikte, sözcüklerle gün ışığına kavuşturduğum bu
işkence, Anne'ın acısıyla suç ortaklığımdan kaynaklanıyor: Adlandırılmamış
rahatsızlıklarını, Anne'ın duygusal anlamını bildiği ama ne anlama geldiğini bilmediği
acının o kara deliklerini dikkatli, güç verici, ödüllendirici biçimde
dinleyişim olduğuna inandığım şeyden kaynaklanıyor. Gövde, kuşkusuz
kendisininki, ama bilinçdışı fantezinin tutkusu içinde annesinin gövdesine
dolanmış; Anne bebekken birbirine dokunmamış olan ve şimdi, iki kadının kavgaları
sırasında, sözlerin öfkesinde birbirinden kopan iki gövde. Anne -lo- analizle
doğmak, kendine başka bir beden yapmak istiyor. Ama sözel temsil olmaksızın
annesinin gövdesine yapıştığı için bu arzuyu adlandırmayı başaramıyor, bu
arzunun anlamına vâkıf değil. Ve arzunun ne anlama geldiğini bilmemek, arzunun
kendisine sahip olmamak demektir. Duygunun, arkaik Şeyin, duyguların ve
heyecanların birincil kayıtlarının tutsağı olmaktır. Çiftdeğerliliğin hüküm
sürdüğü ve anne- Şeye duyulan nefretin derhal kendini değersizleştirmeye dönüştüğü
yer tam da burasıdır... Anne yorumumu doğrulayarak devam ediyor: Bana
depresyonunun kaynağından söz etmek üzere manik işkence ve zulmedilme sorunsalını
terk ediyor. O anda kısır olma korkusuyla ve bunun altında yatan bir kız çocuk
doğurma isteğiyle kuşatılmış durumda: "Rüyamda, bedenimden küçük bir kızın
çıktığını gördüm, annemin sadık bir portresi, oysa size sık sık, gözlerimi
kapadığımda onun yüzünü kafamda canlandırmayı başaramadığımı söylemiştim,
sanki ben doğmadan önce ölmüş ve beni de o ölüme sürüklüyormuş gibi. Ve işte
şimdi doğuruyorum ve yeniden yaşayan da o..."
İvme ve çeşitlilik
Bununla birlikte, dürtü ve duygu
temsillerinden ayrılmış olan dilsel temsiller zinciri, çöküntü içindeki kişide
döngülerin hızına koşut büyük bir çağrışım özgünlüğünü gizliyor olabilir.
Depresif kişinin motor yavaşlaması, bazı edilginlik ve motor yavaşlama
görünümlerinin tersine, ivmeli ve yaratıcı bir bilişsel sürece eşlik edebilir;
depresif kişilerin, kendilerine sunulan sözcük listelerinden yola çıkarak
ürettikleri benzersiz ve yaratıcı çağrışımlar konusunda yapılan incelemeler
buna tanıklık etmektedir. Gösterene ilişkin bu tür bir aşırı hareketlilik,
özellikle birbirinden uzak anlamsal alanlar arasında kurulan bağlantılarda
kendini gösterir ve hipomaniklerin sözcük oyunlarını anımsatır. Söz konusu
aşırı hareketlilik, depresif kişilerin bilişsel açıdan aşırı zihin
açıklıklarıyla, ama aynı zamanda da manik-depresifin karar verme ya da seçme
konusunda yaşadığı imkânsızlıkla aynı kapsamdadır.
Danois Schou'nun 60'lı yıllardan
başlayarak hâkim olduğu lityum tedavisi, temel ruh haline ama aynı zamanda da
sözel çağrışıma istikrar kazandırır ve -öyle görünüyor ki- yaratıcı sürecin
özgünlüğünü tamamen koruyarak, onu yavaşlatır ve daha az üretken kılar. Bu
gözlemleri yapmış olan araştırmacılarla birlikte şunu da söyleyebiliriz: Lityum
çeşitlilik sürecini kesintiye uğratır ve özneyi bir sözcüğün anlamsal alanına
sabitler, onu bir anlama bağlar ve belki de bir gönderen-nesne etrafında
istikrarlı hale getirir. Öte yandan, söz konusu test (lityuma yanıt veren
depresyonlarla sınırlı olduğunu kaydetmeliyiz), bazı depresyon biçimlerinin,
öznenin istikrarını bozan ve ona istikrarlı bir anlamla ya da sabit bir
nesneyle yüzleşmekten kaçış olanağı sunan ivmeli çağrışım nöbetleri oldukları
sonucunu çıkarmamızı mümkün kılar.
Geçmeyen bir geçmiş
İçinde yaşadığımız zamanın söylemimizin zamanı olduğu göz
önüne alınırsa, melankolik kişinin yabancı, yavaşlayan, ya da dağılan sözü,
onun merkezsiz bir zamansallık içinde yaşamasına yol açar. Bu zamansallık
akmaz, önce/sonra vektörü tarafından yönetilmez, bir geçmişten bir amaca doğru
yönlendirilmez. Yoğun, ağır, ve kuşkusuz fazla acı ya da fazla sevinçle yüklü olduğu
için travmatik bir an, depresif zamansallığın ufkunu kapatır ya da daha doğrusu,
her türlü ufku ve perspektifi ortadan kaldırır. Geçmişe saplanmış, aşılmaz bir
deneyimin cennetine ya da cehennemine gerileyen melankolik kişi tuhaf bir
bellektir: Her şey geçip gitti, der gibidir, ama ben o geçip giden şeye
sadığım, ona çivilenmişim, bir devrim olanağı yok, gelecek yok... Aşırı şişmiş,
abartılı bir geçmiş ruhsal sürekliliğin tüm boyutlarını işgal eder. Ve
yarınsız bir belleğe bu bağlılık, kuşkusuz aynı zamanda, narsisistik nesneyi biriktirmenin,
çıkışsız bir kişisel mahzen mezarın kapalı odasında ona üstüne titreyerek
bakmanın da bir aracıdır. Melankolik zamanlamanın bu özelliği temel bir
veridir; bu veriye bağlı olarak, yirmi dört saatlik ritimde somut bozukluklar
gelişebilir ve verili bir öznede depresyon nöbetlerinin özgül biyolojik ritme
tam bir bağımlılığı oluşabilir.
Depresyonu yerden çok zamana
bağlı olarak tasarlama fikrinin Kant'a kadar gittiğini anımsayalım. Kant,
nostaljinin oluşturduğu bu özgül depresyon biçimi üzerine düşünürken,
nostaljik kişinin gençliğinin mekânını değil, kendisini arzuladığını, arzusunun
şeyi değil zamanı yeniden bulmanın peşinde olduğunu öne sürer. Freud'un,
depresif kişinin saplandığı ruhsal nesne kavramı aynı anlayışın parçasıdır:
Ruhsal nesne bir bellek olgusudur, "Proust tarzı" yitik zamana
aittir. Öznel bir kurgudur ve bu sıfatla, kuşkusuz kavranamaz ve her güncel
sözelleştirmede yeniden oluşan, ama fiziksel bir uzaya değil, daha baştan
ruhsal aygıtın imgesel ve simgesel uzayına yerleşen bir belleğin alanına dahildir.
Kederimin nesnesinin, burada ve şimdi eksikliğini duyduğum o köyden, o anneden,
o sevgiliden çok, onlardan bana kalan o belirsiz temsil olduğunu, böylece
ruhsal mezarım haline gelen şeyin karanlık odasında saklayıp düzenlediğim o
belirsiz temsil olduğunu söylemek, huzursuzluğumu daha baştan imgesele
yerleştirir. Bu budanmış zamanın sakini olan depresif kişi, zorunlu olarak
imgeselin sakinidir.
Dile ve zamana ilişkin bu tür bir
görüngübilim, birçok kez vurguladığımız gibi annesel nesnenin tamamlanmamış
yasını açığa çıkarır.
Yansıtmalı özdeşleşme
ya da tümgüçlülük
Bu noktayı daha iyi açıklamak
için Melanie Klein tarafından önerilen yansıtmalı özdeşleşme kavramına
dönmemiz gerekiyor. Çok küçük yaştaki çocuklara ve aynı zamanda psikozun
dinamiğine ilişkin gözlemler, en arkaik ruhsal işlemlerin, henüz-ben olmayanın
iyi ve kötü bölümlerinin, ondan henüz ayrılmamış olan bir nesneye -ötekine bir
saldırı yöneltmekten çok onun üzerinde bir nüfuz, tümgüçlü bir mülkiyet hakkı
elde etmek amacıyla- yansıtıldığı işlemler olduklarını varsaymamıza izin verir.
Bu oral ve anal tümgüçlülük, ideal olarak arzu edilen benliğin özerkliği bazı
biyopsikolojik özellikler tarafından engellendiğinde belki daha da şiddetlidir
(psikomotor güçlükler, işitme ya da görme bozuklukları, çeşitli hastalıklar,
v.b.). Çocuğu narsisistik bir protez olarak seçmiş olan ve erişkin ruhsallığını
onaran bir öğe olarak içine almaktan vazgeçmeyen anne ya da babanın aşırı
korumacı ve kaygılı tutumu, bebeğin tümgüçlülük eğilimini şiddetlendirir.
Ve bu tümgüçlülüğü ifade eden
göstergesel araç, sözel öncesi bir göstergebilimdir: Jeste, harekete, sese,
kokuya, dokunmaya, işitmeye dayalı bir göstergebilim. Arkaik egemenliğin bu
ifadesi birincil süreçlerin egemenliği altındadır.
Tümgüçlü anlam
Bir anlamın öznesi çoktan
oradadır, dilsel anlamlandırmanın öznesi henüz kurulmamış ve ortaya çıkmak
için depresif konumu bekliyor olsa da. Çoktan orada olan anlam (erken ve zorba
bir üstbenliğe yaslandığını varsayabileceğimiz), arzunun hem uyarıcı hem tehdit
edici olan Şeyden ve öz duyumsal bulanıklıktan ilk farklılaşmayı oluşturan
duyusal diziler içinde eklemlendiği, jeste, akustiğe, ses çıkarmaya dayalı
ritimler ve düzenlerden oluşur. Böylece "kendine ait bir beden"e
dönüşme yolundaki bedenin sürekliliği, ön- nesneyle, annesel Şeyle birbirine
karışan erojen bölgeler üzerinde akışkan ama güçlü, ilk ve erken bir hâkimiyet
kurarak, örgütlü bir süreksizlik içinde eklemlenir. Psikolojik düzeyde bize
bir tümgüçlülük olarak görünen şey, henüz anlamlandırma kapasitesinden yoksun
olan bir ön-öznede anlamın yoğun varlığını ifade eden göstergesel ritimlerin
gücüldür.
Anlam olarak adlandırdığımız şey,
infans'ın, ebeveyne ilişkin arzunun gösterenini kaydetme ve kendine özgü bir
tarzda ona dahil olma kapasitesidir; söz konusu tarzdan kasıt, gelişmesinin o
anında sahip olduğu göstergesel kapasiteleri, yani göstergeleştiren bu
infans'ın erojen bölgelerinde içerilen bir "henüz öteki olmayan"a
(Şeye) birincil süreçler düzeyinde hâkim olmasını sağlayan göstergesel
kapasiteleri ortaya koymasıdır. Bununla birlikte, söz konusu tümgüçlü anlam
eğer anlamlandırmaya yatırılmazsa "ölü harf" olarak kalır. Bunu
gerçekleştirmek, depresif anlamı nesnelerin ve arzuların anlamına bağlamak
için, onu hüzün tarafından annesiyle birlikte kapatıldığı mahzen mezarda
aramaya giden analitik yorumun işi olacaktır. Böyle bir yorum, anlamın
tümgüçlülüğünü tahtından indirir ve depresif yapıya sahip özne tarafından
yadsınan depresif konumun işlenmesi anlamına gelir.
Nesneyle ayrılığın depresif
olarak adlandırılan evreyi başlattığı anımsanacaktır. Annemi kaybederim ve
olumsuzlamadan destek alarak onu işaret, imge, sözcük olarak geri alırım.
Oysa tümgüçlü çocuk, tüm ruhsal itkilerini
ayrılmamış olan, bütünleşilebilir bir ötekine yerleştirdiği daha önceki bir
yansıtmalı özdeşleşmenin paranoid-şizoid konumunun muğlak zevklerinden
vazgeçmez. Ya da bu çocuk ayrılığı ve yası reddeder ve depresif konuma ve dile
adım atmak yerine, yansıtmalı özdeşleşmenin egemen olduğu edilgin, aslında
şizo-paranoid bir konuma sığınır -dilde bazı gecikmelerin altında yatan konuşmanın
reddedilmesi, gerçekte, tümgüçlülüğün ve dolayısıyla nesne üzerinde birincil
nüfuzun dayatılmasıdır. Ya da çocuk, genelde simgesel bir sistemin kuruluşu
yoluyla (özellikle dilin kuruluşu) yasın işlenmesine götüren olumsuzlamanın
yadsınmasında, bir telafi bulur. O zaman özne, tüm diğer duygularıyla birlikte
hoş olmayan duygularını dondurur ve böylece daha baştan acılı ve ulaşılmaz bir
yer olarak oluşan ve hep öyle kalan bir ruhsal içeride korur. Göstergelerden
değil ama göstergesel izlerden oluşan bu acılı içeri, Narkissos'un
gizli yüzüdür, göz yaşlarının gizli kaynağıdır. O zaman olumsuzlamanın
yadsınmasının oluşturduğu duvar, öznenin heyecanlarını, her şeye karşın ve
hatta çoğu zaman parlak bir biçimde edindiği simgesel kurgulardan tam da bu iki
katlı olumsuzlama sayesinde ayırır. Melankolik, kederli ve gizli içiyle
potansiyel sürgündür ama aynı zamanda, soyut da olsa parlak kurgulara yetenekli
bir entelektüeldir. Depresif kişide olumsuzlamanın yadsınması tümgüçlülüğün
mantıksal ifadesidir. Boş söylemiyle, arkaik bir nesne üzerinde- "simgesel"
değil "göstergesel" olduğu için ulaşılmaz olan nüfuzunu güvence
altına alır (böylece bu nesne hem kendisi hem de herkes için bir bilmece ve giz
olarak kalır).
Hüzün öfkeyi zapt eder -
Yeni ayrılık ya da yeni kayıp
deneyimleri birincil yadsıma nesnesini yeniden canlandırdığı ve bu yadsıma
pahasına korunmuş olan tümgüçlülüğü sarstığı zaman, bu biçimde kazanılmış bir
simgesel kuruluş, böyle bir temele çatılmış bir öznellik kolayca çökebilir. O
zaman, bir görünüş olan dilsel gösteren, okyanus dalgaları karşısında bir dalgakıran
gibi heyecanlar tarafından sürüklenir. Kaybın yadsımanın ötesinde sürüp giden
birincil kaydı olarak duygu özneyi istila eder. Hüzün duygum, tümgüçlü nüfuzun arkaik Şeyini her şeye karşın
yitirdiğimin nihai ama dilsiz tanığıdır. Bu hüzün saldırganlığın nihai
filtresidir; yalnızca ahlaki ya da üstbenliğe ilişkin edep duygusu nedeniyle
değil, ama hüzünde benlik hâlâ ötekiyle karışmış durumda olduğu için, onu
kendi içinde taşıdığı, kendi tümgüçlü yansıtmasını içe yansıttığı ve ondan
keyif aldığı için itiraf edilmeyen nefretin narsisistik zaptıdır. Dolayısıyla,
keder tümgüçlülüğün olumsuzudur, ötekinin benden kaçtığının ama yine de benliğin
terk edildiğini kabul etmediğinin birinci ve birincil göstergesidir.
Depresif kişide bu duygu taşması
ve birincil göstergesel süreçler, dilin yabancı ya da "ikincil"
olarak tanımladığımız zırhıyla ve simgesel kurgularla (öğrenilenler,
ideolojiler, inançlar) çatışmaya girer. Normal olarak denetim altında bulunan
birincil süreçlerin ritmini ve kuşkusuz biyofizyolojik ritmi ifade eden
yavaşlamalar ve ivmelenmeler kendini gösterir. Söylemin artık bu ritmi kıracak
gücü yoktur; hele değiştirecek gücü hiç yoktur. Tersine, söylem, dilsizlikte
tükendiği noktaya dek duygusal ritim tarafından değiştirilmeye izin verir
(eylem seçeneğini olanaksız kılan aşırı yavaşlama ya da aşırı ivmelenme
yoluyla). İmgesel yaratıcılığın (sanat, edebiyat) depresyonla savaşı,
simgeselin ve biyolojiğin tam da bu eşiğiyle yüz yüze geldiği zaman, anlatının
ya da akıl yürütmenin birincil süreçlerin egemenliğinde olduğunu saptarız.
Ritimler, ses yinelemeler, yoğunlaştırmalar, bir mesajın ve bir bilginin
iletimini biçimlendirir. O halde, şiir ve daha genel olarak onun gizli
işaretini taşıyan üslup, alt edilmiş (geçici olarak) bir depresyona tanıklık
ediyor olabilir mi?
Böylece, ruhsal ve özellikle de
depresif değişimleri betimlemek için en az üç parametreyi göz önüne almak durumundayız: Simgesel süreçler (söylemin dilbilgisi ve mantığı)
ve göstergesel süreçler (yer değiştirme, yoğunlaştırma, ses yinelenmeleri, ses
ve jest ritimleri, v.b.) ve bunların yaslanma noktasını oluşturan uyarılma
iletiminin biyofizyolojik ritimleri. Biyofizyolojik ritimleri koşullandıran
içsel etkenler hangileri olursa olsun ve sinirsel uyarılmanın optimal iletimini
sağlamak için kullanılabilecek farmakolojik araçlar ne denli güçlü olursa
olsun, uyarılmanın birincil ve özellikle de ikincil bütünleşmesi sorunu hâlâ
gündemdedir.
Psikanalitik müdahale tam da bu
noktaya yerleşir. Arzu ve hoşnutsuzluğu en ufak kıvrımlarına dek adlandırmak -
ve bunu, tümgüçlülüğün ve nesneden taklit ayrılığın ilkel koşullarını yeniden
oluşturan aktarım durumunun bağrında da yapmak- öznenin melankoli denen bu
paradoksal yapısına ulaşmamızın tek aracı olmaya devam etmektedir. Gerçekten
de paradoksal, çünkü özne bir olumsuzlama pahasına kendisi için simgeselin
kapılarını açmıştı, ama yalnızca, tümgüçlü bir duygunun adlandırılamaz
sevincini kendine saklayarak, bu kapıları yadsıma yoluyla tekrar kapatmak için.
O zaman belki de analiz, göstergesel heyecanların simgesel yapı içinde daha
iyi bir biçimde bütünleşmelerini kolaylaştırarak, bu özneleşmeyi dönüştürme ve
söylemi birincil süreçlerin çalkantıları ve hatta biyoenerjik iletimler üzerinde
değiştirici etkisi olan bir güçle donatma şansına sahiptir.
Çevirinin batılı
yazgısı
Tamamlanmış bir yasın içinden ve
ötesine tercüme edilmesi gereken kökensel bir nesnenin, hatta bir Şeyin
varlığını ortaya koymak melankolik kuramcının bir fantezisi değil midir?
Kökensel nesnenin, hep çevrilmesi
gereken o "kendinde"nin, çevrilebilirliğin nihai nedeninin, ancak
daha önce kurulmuş olan söylem ve özne için ve onlar aracılığıyla varolabildiği
kesindir. Çevrilmiş olan zaten orada olduğu içindir ki çevrilebilir olan fazla
ya da ölçüsüz olarak hayal edilebilir ve varsayılabilir. O öteki dilin, dilin
bir ötekisinin, ve hatta bir dil dışının varlığını ortaya atmak, metafizik ya
da tanrıbilim için zorunlu olarak bir çekince değildir. Bu postüla, belki de batılı
metafizik ve kuramın temsil etme şansına ve cüretine sahip olduğu ruhsal bir
gerekliliğe tekabül eder. Kesinlikle evrensel olmayan bir ruhsal gereklilik:
Örneğin, Çin uygarlığı kendinde şeyin çevrilebilirliğinin değil, daha çok
göstergelerin yinelenme ve çeşitliliğinin, yani çevriyazının uygarlığıdır.
Kökensel nesne, yani çevrilecek
nesne takıntısı, gösterge ile gönderen arasında değil ama ötekiyle etkileşim
içinde sözel olmayan gönderen deneyimi arasında belli bir denkliğin
(kesinlikle mükemmel olmayan) mümkün olduğunun düşünülmesini varsayar. Doğru
biçimde adlandırabilirim. Beni aşan Varlık -duygunun varlığı dahil- uygun ya da
neredeyse uygun ifadesini bulabilir. Çevrilebilirlik bahsi aynı zamanda
kökensel nesneye hâkim olma bahsidir ve bu anlamda, sevinç, korku ya da acı
nesnesini ele geçirmeyi hedefleyen bir gösterge seli aracılığıyla depresyonla
(yasını tutamadığım ve beni istila eden bir ön-nesneden kaynaklanan) mücadele
etme girişimidir. Çevrilebilirlik takıntısıyla birlikte metafizik, dile getirilen
ve tam da bu adlandırma nedeniyle yatışan bir acının söylemidir. Kökensel Şey
bilmezden gelinebilir, yadsınabilir, yeniden kopyalanmış ya da neşe saçan, içi
olmayan, hakikati olmayan göstergelerin hafifliği lehine, acı bilmezden
gelinebilir. Bu modele göre işleyen uygarlıkların avantajı, bu sayede öznenin
kozmosa dalışını, dünyaya mistik içkinliğini işaret etme yeteneğine sahip
olmalarıdır. Ama Çinli bir arkadaşımın bana itiraf ettiği gibi, böyle bir
kültür acının hücumu karşısında donanımsızdır. Bu eksiklik bir avantaj mıdır,
yoksa bir zayıflık mı?
Tersine, batılı insan, annesini
çevirebileceğine ikna olmuş durumdadır -anneye inandığı kesindir; ama onu
çevirmek, yani ona ihanet etmek, onu başka yere aktarmak, ondan özgürleşmek
için. Söz konusu melankolik, göstergelere adlandırılamaz, travmatik, kökensel
yaşantılara denk düşmelerini sağlayacak biçimde hâkim olmak için inanılmaz bir
çaba göstererek, sevilen nesneden ayrılmanın hüznü karşısında zafer kazanır.
Üstelik ve nihayet, çevrilebilirliğe
bu inanç ("anne adlandırılabilir, Tanrı adlandırılabilir"),
basmakalıp, beylik sözleri önleyen, güçlü bir biçimde bireyselleşmiş bir söyleme
ve kişisel üslup bolluğuna yol açar. Ama yine buradan, biricik ve kendinde Şeye
(Res Divina) ihanetin mükemmel örneğine varırız: Eğer onu adlandırmanın tüm
biçimlerine izin varsa, kendinde olarak varsayılan Şey, onu adlandırmanın bin
bir çeşidi içinde eriyip gitmez mi? Varsayılan çevrilebilirlik, mümkün
çevirilerin çoğulluğuna varır. Potansiyel bir melankolik olan ve ateşli bir
çevirmen haline gelen batılı öznenin sonunda vardığı nokta, kendini kanıtlamış
bir oyuncu ya da potansiyel ateist olmaktır. Başlangıçtaki çeviri inancı,
üslubun başarısına duyulan inanca dönüşür; bu inanca göre, kökensel de olsa,
metnin berisi, ötekisi, metnin kendisinin başarısından daha az önem taşır.
IV
Güzellik:
Depresif kişinin öteki dünyası
Bu dünyada
gerçekleşen öte dünya
Acıyı
adlandırmak, onu övmek, en küçük bileşenlerine dek açımlamak kuşkusuz yasa
hâkim olmanın bir aracıdır. Bazen acıdan zevk almak ama aynı zamanda onu geride
bırakmak, daha az yakıcı, giderek daha duyarsız bir biçimine geçmek... Oysa
öyle görünüyor ki sanatlar, kendinden hoşnutluğun etrafından dolanan ve yası
basit bir biçimde maniye çevirmeksizin sanatçıya ve sanat erbabına kayıp Şey
üzerinde yüceltici bir nüfuz sağlayan bazı yöntemlere işaret ediyor; öncelikle
prozodi, yani göstergesel süreçlerin ritmini ve ses yinelenmelerini göstergeye
katan o dil ötesi dil aracılığıyla; adlandırmayı istikrarsızlaştırarak ve bir
gösterge etrafına bir yan anlam çoğulluğu biriktirerek, özneye Şeyin anlam dışılığını
ya da gerçek anlamını hayal etme şansı sunan çokdeğerlilik, göstergelerin ve
aynı zamanda simgelerin çokdeğerliği aracılığıyla; nihayet, bağışlamanın
ruhsal ekonomisi aracılığıyla: Konuşmacının, depresif kişinin umutsuzluğunun temelinde yatan intikama ilişkin suçluluk
duygusunu ya da narsisistik yaraya ilişkin aşağılanma duygusunu yok etme
kapasitesine sahip, rahatlatıcı ve iyicil bir idealle özdeşleştirilmesi.
Güzel hüzünlü olabilir mi?
Güzelliğin geçicilikten ve dolayısıyla yastan ayrılmaz bir tarafı var mıdır?
Yoksa güzel nesne, ölümden sonra hayatta kalınabileceğine, ölümsüzlüğün mümkün
olduğuna tanıklık etmek için yıkımlardan ve savaşlardan sonra bıkıp usanmadan
geri gelen midir?
Freud, biri bir şair olan iki
melankolik arkadaşıyla bir gezinti sırasında yaptıkları bir tartışmadan
esinlenen Geçicilik Yazgısı
(1915-1916) başlıklı kısa metinde bu sorunlara değinir. Geçiciliğe yazgılı olduğu
gerekçesiyle güzeli değersizleştiren kötümser kişiye Freud şöyle itiraz eder:
"Tam tersine, değer artışı" Yine de geçiciliğin içimizde kışkırttığı
hüzün ona kavranamaz görünür. Şöyle der: "[...] psikolog için yas büyük
bir bilmecedir [...] libidonun nesnelerinden ayrılışının neden bu denli acılı
bir süreç olması gerektiğini anlamıyoruz ve bugün hiçbir varsayımdan bunu
çıkartamıyoruz."
Bundan kısa bir süre sonra, Yas
ve Melankoli'de (1917), yas modeline uygun olarak melankolinin, yukarıda değindiğimiz
gibi aynı anda hem sevilen hem nefret edilen nesnenin içe yansıtılmasından
kaynaklandığını öne süren bir açıklama önerecektir. Ama Geçicilik Yazgısı'nda
Freud, yas, geçicilik ve güzellik temalarını birbirine bağlayarak, yüceltmenin,
libidonun bu kadar bilmecemsi bir biçimde bağlandığı kaybı dengeleyen bir
karşı ağırlık olabileceğini ima eder. Yas bilmecesi mi, yoksa güzellik
bilmecesi mi? Ve aralarında ne tür bir akrabalık var?
Aşk nesnesi için tutulan yas
gündeme gelmeden önce kesinlikle görünmez olan güzellik yine de varlığını sürdürür
ve bizi daha da çok cezbeder: "Kültürel zenginliklere verdiğimiz büyük
değer [...], kırılganlıklarını keşfetmemiz yüzünden eksilmiş değildir."
Dolayısıyla, ölümün evrenselliğinin etkileyemediği bir şey vardır: Güzellik.
Güzel, libidoyu hiçbir zaman düş
kırıklığına uğratmayan bir ideal nesne olabilir mi? Yoksa güzel nesne,
"iyi" ve "kötü" nesne muğlaklığının sergilendiği, öylesine
bilmecemsi biçimde yapışkan olan ve düş kırıklığına uğratan o libidinal alandan
başka bir düzleme daha baştan yerleşerek, terk tehdidi içeren nesnenin mutlak
ve yıkılmaz onarıcısı olarak mı ortaya çıkar? Ölümün yerine ve ötekinin ölümü
yüzünden ölmemek için, ruhsallığımın kendi dışına -ex-tasis- yerleşmek
amacıyla ürettiği bir yapıntı, bir ideal, bir "öte" yaratıyorum -ya
da en azından böyle bir yapıntıya değer yüklüyorum. Bütün fâni ruhsal
değerlerin yerini doldurmayı başarabilmek ne güzel.
Yine de o zamandan bu yana
analistler kendilerine ek bir soru soruyorlar: Güzellik, hangi ruhsal süreçler,
göstergelerin ve malzemelerin hangi değişimi aracılığıyla, kayıp ile kendinin
yitirilmesi-değersizleştirilmesi-öldürülmesi üzerindeki hâkimiyet arasında
oynanan dramın içinden geçmeyi başarır?
Yüceltmenin dinamiği, birincil
süreçleri ve idealleştirmeyi seferber ederek, depresif boşluğun etrafına ve o
boşlukla birlikte bir hiper-gösterge dokur. Bu, artık varolmayanın görkem
olarak alegorisidir; ama bu artık varolmayan, hiçliği bir üçüncü kişi uğruna,
burada ve şimdi ve sonsuza dek, eskisinden daha iyi ve değişmez bir uyum içinde
yeniden yaratabildiğim için, benim için daha üstün bir anlam kazanmıştır. Altta
yatan ve örtük durumdaki varolmayanın yerine ve adına yüce anlam, geçiciliğin
yerini alan yapıntı budur. Güzellik onunla aynı tözdendir. İnatçı depresyonları
örten kadınsı süsler gibi, güzellik kaybın hayranlık yaratan yüzü olarak ortaya
çıkar, kaybı yaşatmak için başkalaştırır.
Kaybın bir yadsınması mı?
Olabilir: O zaman böyle bir güzellik fânidir ve ölümde tükenir, sanatçının
intiharını dizginleyemez ya da tam göründüğü anda belleklerden silinir.
Ama yalnızca bu değil.
Göstergelerin yaşamlarıyla
ilgilenebilecek kadar melankolilerimizin içinden geçmeyi becerdiğimiz zaman,
insanın ayrılık acısını aşmasını sağlayacak kral yolunu görkemli bir biçimde
bulan birine tanıklık etmemiz için güzellik bizi de kavrayabilir: Acıya verilen
sözün yolunu, hatta çığlığa, müziğe, sessizliğe ve kahkahaya dek. Görkem,
depresif kişinin bu dünyada gerçekleşen imkânsız rüyası, öteki dünyası bile
olabilir. Depresif uzayın dışında, görkem bir oyundan başka nedir ki?
Yalnızca yüceltme ölüme direnir.
Kendi dünyasında bizi büyüleyebilen güzel nesneyi, yara ya da kederin sevilen
ya da nefret edilen her türlü nedeninden daha fazla benimsenmeye değer olarak
görürüz. Depresyon bu nesneyi tanır ve kendini onda ve onun için yaşamaya
uyarlar ama yüceltmenin bu biçimde benimsenmesi artık libidoyla ilgili
değildir. Çoktan ayrıdır, kopuktur; kayıtsızlık, dalgınlık, hafiflik anlamına
gelen ölümün izlerini çoktan kendine katmıştır. Güzellik yapıntıdır, imgeseldir.
İmgesel alegorik olabilir mi?
Batı geleneği (Eski Yunan ve
Latin uygarlığının, Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın mirasçısı) içinde
üretildiği biçimiyle imgesel söylemin özgül bir ekonomisi vardır; bileşim
olarak depresyona yakındır, ama aynı zamanda, depresyondan olanaklı bir anlama
doğru zorunlu bir yer değiştirme halindedir. Şey ile Anlam, adlandırılamaz
olan ile göstergelerin bolluğu, dilsiz duygu ile onu gösteren ve aşan ideallik
arasına gerilmiş bir köprü olarak imgesel, ne bilimde doruğuna ulaşacak nesnel
betimlemedir ne de bir ötenin simgesel biricikliğine ulaşmakla yetinecek
tanrıbilimsel idealizm. Adlandırılabilir melankoli deneyimi, saydamsızlığın ve
idealin karşılıklı olarak zorunlu ve birlikte var olan iki kutbu arasında
bocalayan, zorunlu olarak heterojen bir öznellik uzayına açılır. Şeylerin
saydamsızlığı, tıpkı içinde anlam barındırmayan bedeninki -intihara yatkın depresif
bedeninki- gibi, yapıtın aynı anda hem mutlak hem de yozlaşmış, savunulamaz,
imkânsız, tümüyle yeniden yaratılması gerekli olduğu ortaya çıkan anlamına
aktarılır. O zaman, anlam dışılığın ve anlamın, Şeytanın ve Tanrının, Düşüşün
ve Dirilişin iki kıyısı arasında, konuşan varlığın ruhsal bir başkalaşımı
olarak dolaysız bir biçimde yaşanan ince bir gösterge simyası kendini dayatır
-gösterenlerin müzikselleşmesi, sözlükbirimlerin çoksesliliği, sözcüksel,
sözdizimsel, anlatı- sal birimlerin çözülüşü...
Bununla birlikte, bu iki sınır
temanın korunması, imgesel ekonomide baş döndürücü bir örgütlenmeyle sonuçlanır.
İmgesel ekonomi için zorunlu olmalarına karşın, bu sınır temalar uygarlığın
temellerine dek etkili olan değer bunalımı anlarında solup giderler ve
melankolinin yayılabileceği biricik yer olarak, geride yalnızca gösterenin
anlam yüklenme ve aynı zamanda hiçlikte şeyleşme kapasitesini bırakırlar.
Her ne kadar batılı metafiziğin
ikilikçi kategorilerine (doğa/kültür, beden/ruh, aşağı/yukarı, uzay/zaman, nicelik/nitelik...)
özsel olsa da, imlenen hüzün olarak imgesel evren ama aynı zamanda, tersinden,
temel ve besleyici bir anlam dişiliğin nostaljik göstereni sevinç olarak
imgesel evren, yine de bizzat olanaklının evrenidir. Sapkınlık olarak kötülük
olanağı, nihai anlam dişilik olarak ölüm olanağı.
Dahası ve bu siliniş sırasında korunan anlam nedeniyle, çiftdeğerli,
çokdeğerli sonsuz diriliş olanağı.
Walter Benjamin'e göre,
melankolik gerilimi en iyi biçimde gerçekleştiren şey, barok ve özellikle Trauerspiel
(düz anlamıyla: yas oyunu, yasla oynanan oyun; güncel olarak kullanılan
biçimiyle: Alman barok sanatında trajik dram) tarafından güçlü biçimde
kullanılan alegoridir.
Örneğin Antik uygarlık
kalıntılarında her zaman var olan ama itiraf edilmeyen anlam ile (dolayısıyla,
Venüs ya da "kraliyet tacı") tinselci Hıristiyan bağlamın her şeye
atfettiği tam anlam arasında yer değiştirirken, alegori, anlamların
depresyonu/değer yitirmesi ile imleyici coşku arasında bir gerilimdir (Venüs, Hıristiyan sevginin alegorisi haline
gelir). Alegori, yitik göstereni imleyici bir hazla, taşa ve cesede varıncaya
dek diriltici bir sevinçle donatır ve böylece adlandırılmış bir melankolinin
(melankolik sevincin) öznel deneyimiyle aynı kapsamda olduğunu ortaya koyar.
Bununla birlikte, iallegorese
(alegorinin doğuşu), Calderon ve Shakespeare'den Goethe ve Hölderlin'e dek yazgısıyla,
karşısav niteliğindeki özüyle, muğlaklık gücüyle ve sessizliğe ve dilsiz
şeylere (antik ya da doğal daimon'lara) bir gösterilen verme maksadının ötesine
yerleştirdiği anlamın istikrarsızlığıyla, alegorinin basit figürünün, belki de
daha geniş bir dinamiğin zamanda ve uzayda bölgesel bir sabitlenişi olduğunu
açığa çıkarır: Söz konusu dinamik imgesel dinamiğin kendisidir. Geçici fetiş
olarak alegorinin yaptığı, barok imgelemin bazı tarihsel ve ideolojik
bileşenlerini açıklığa kavuşturmaktan ibarettir. Bununla birlikte, bu retorik
figür, demir attığı somut şeyin ötesinde, batılı imgelemin esas olarak kayba
(yasa) ve kaybın tehdit altında, kırılgan, yıpranmış bir şevke dönüşmesine
borçlu olduğu şeyi keşfeder. Olduğu gibi yeniden ortaya çıksa da, imgelemde
ortadan kalksa da, alegori, didaktik şematizmi sayesinde kaba bir biçimde
açığa çıkarma avantajına sahip olduğu imgesel mantığın kendisinin içinde
kayıtlıdır. Nitekim, imgesel deneyimi, tanrıbilimsel bir simgecilik ya da laik
bir bağlanma olarak değil, ölü anlamın bir anlam fazlası tarafından yeniden
tutuşturulması olarak yaşarız; konuşan özne bu anlam fazlasında öncelikle ideal
için bir sığınak bulur ama özellikle yanılsama ve yanılsamadan kurtuluş içinde
onu yeniden oynama şansını keşfeder
Batılı insanın Hıristiyanlıkla
tamamlanan imgesel kapasitesi, anlamı, tam da ölümde ve/ya da anlam dışılıkta
kaybolduğu yere aktarma kapasitesidir. İdealleştirmenin hayatta kalışı:
imgelem mucizedir ama aynı zamanda mucizenin tuzla buz olmasıdır: Bir öz yanılsamadır,
rüyadan ve sözcüklerden, sözcüklerden, sözcüklerden... başka bir şey değildir.
İmgelem geçici öznelliğin -ölüme dek söylemeyi bilenin- tümgüçlülüğünü onaylar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder