Derek Jarman, 1942 yılının Ocak ayında Northwood, Middlesex’te doğdu. 1988 yapımı filmi ‘The Last of England’ın bazı bölümleri, bu dönemde çekilmiş amatör filmlerden oluşur. Savaş sonrasında banliyöde oturan orta sınıf bir ailenin oğluydu. Kraliyet Hava Kuvvetleri’nde (RAF) görevli, aslen yeni Zelandalı asker babası, Slade’de resim eğitimi görmek isteyen oğluna tek bir şart koştu: Tabii, ama önce Londra’daki King’s College’da İngilizce, tarih ve sanat tarihi okursan. Jarman babasının isteğini yerine getirdikten sonra Slade’e gitti ve Tiyatro Tasarımı bölümünü seçti. Eşcinsellik konusunda o sıralar hiç de hoş karşılanmayan dürüstlüğüne sempatiyle bakan bir çevre bulmuştu nihayet. 1960’lar Londra’sının sanat ve eşcinsel dünyasına tepetakla daldı. “Tanıdığım herkes, başka herkesi tanıyordu, ve tanıdığım herkes, başka herkesle yatmıştı. Biz bir aile olarak değil, bir kuşak olarak birlikte yaşadık” diye yazacaktı sonradan.
1968’de Kraliyet Balesi’nde sahnelenen ‘Jazz Calendar’ için ilk tasarımını gerçekleştirdi. İlk sinema tasarımını ise, Ken Russell’ın ‘The Devils / Şeytanlar’ı için yaptı. Böylece sinemaya da ilk adımını atmış oldu. Jarman, ateşli bir karaktere sahip Russell’dan hoşlandı. Sonraları, kendi filmlerinin de onun etkisini taşıdığını söyleyecekti hep. Birlikte birkaç kez daha çalıştılar. ‘The Devils’dan sonra Jarman da kendini kamerayla silahlandırmıştı. Süper-8 kamerasıyla yeni şeyler deniyordu. İleride video kamera ile de yapacağı gibi, ucuz bir formatla çalışmanın insana sağladığı bağımsızlığın keyfini çıkarıyordu. Benzersiz görsel üslubuna ve kendine özgü algılamasına sahip küçük filmlerle.
İlk konulu uzun metraj filmi ‘Sebastiane’ı 1976’da, otuzbeş bin sterlin bütçeyle çekti. Aziz Sebastian’ın din kurbanı oluşunu temel almış, Latince sözlü, İngilizce altyazılı, erkek cinselliği ile eşcinsel istekleri soruşturan bir film. Bazıları tarafından “ahlâk bozucu, zararlı bir pislik” diye tanımlanan, inanılmaz bir başarı kazanan film. Bunun arkasından ‘Jubilee / Jübile’ (1977) ve ‘The Tempest / Fırtına’ geldi. İkincisini çekerken, Caravaggio projesinin ilk girişimlerinde de bulunmuştu. Mekânı, ışıkları, hikâyesiyle tam Jarman’a göre bir projeydi bu. Ne var ki gerçekleşmesi yedi yıl sürdü. Mali kaynak sağlamak için uğraşması bir yana, bu yıllar boyunca bir yandan çalışamadı, bir yandan da daha önceki filmlerinin kanal 4’te gösterilmesini engelleme kampanyası sürdüren basının baskısı altında kaldı. Sonuç olarak, 1980’li yılların başında eşcinsel hareketin en belagat sahibi hatibi, eşcinsel haklarının en ısrarlı savunucusu oldu. Son derece etkileyici özyaşamöyküsü ‘Danging Ledge’ de, Jarman’ın kişisel kampanyasının bir parçasını oluşturdu.
Ama sonunda yaptı ‘Caravaggio’yu (1986) Muhteşem bir görsellikle, gerçekten hareket eden imgelerle. (Judi Dench’li ‘The Angelic Conversation’ ile Rusya hatırası kısa filmi ‘Imagining October’ bir yıl önce aradan çıkmıştı). Gabriel Beristain’ın ışıkları ile Christopher Hobbs’ın tasarımı, East End’deki bir depoyu Caravaggio’nun Roma’sı haline getirdi. Çekimin bitişiyle Berlin Film Festivali’ndeki başarılı prömiyer arasında Jarman, HIV testini yaptırdı ve beklediği sonucu aldı: Pozitif. Özyaşamöyküsünün 1991’deki ikinci baskısına bir önsöz yazdı: “22 Aralık, 1986’da nihayet pozitif olduğumu öğrenince, kendime bir hedef saptadım: Sırrımı açığa vuracak ve Margaret Thatcher iktidardan düşene kadar yaşayacaktım. İkisini de gerçekleştirdim. Şimdi ikibin yılına gözümü diktim. Ve hepimizin yasalar önünde eşit olduğu bir dünyaya.”
Ama kaybedecek vakit yoktu. Her şeyi bir an önce tamama erdirmek gerekiyordu. ‘The Last of England’ (1987), ‘War Requiem’ (1988) ve ‘The Garden’ (1990) birbirini izledi. Başka kitaplar yazdı. Pet Shop Boys’un 1989 konseri için yaptığı çekimleri de unutmayalım. Zaten daha önce başka “klip”ler de çekmişti. Hepsi bir yana, Jarman İngiltere ve cinsellik, sanat ve aşk üzerine en olgun, en derinlikli görüşlerini ‘Edward II’ (1991) ile ‘Wittgenstein’da dile getirdi. Son filmi ‘Blue’yu (1993) da unutmuyoruz elbette. Değişmeyen mavi bir imge ile, AIDS’in bizzat tanık olduğu amansız ilerleyişi kaydeden bir müzik. Hep şeyi açığa vuruyordu: Öfkesi, çaresizliği, korkusu ve tümünün üstüne çıktığı halde reklama kaçmayan cesareti.
Derek Jarman önce yakın arkadaş çevresini, sonra da kısıtlı izleyici çevresini ‘Caravaggio’ ile uluslararası düzeye çıkarmıştı. Birçok ülkede birçok seyirci grubu, bizim İstanbul’da olduğumuz gibi, görsel-zihinsel bombardıman altında kalmış, Derek Jarman adını bir hamlede ezberlemişti.
Onun 52 yaşında (1994) ölümüyle birlikte çekeceği filmlerden, yazacağı kitaplardan yoksun kaldık. Çok geniş arkadaş ve hayran çevresi ise, sinemacı ve yazar Jarman’a ek olarak insan Derek’i; cömert, enerjik, dürüst, korkusuz bir dostu, bir centilmeni kaybetmenin ıstırabını yaşadı. Onun manik yoğunluktaki enerjisinin sıfıra indirgenmiş olduğuna inanamadılar. Çarpıcıydı, komikti, karşısındakini düşünmeye sevkederdi. Hem erkeklere, hem kadınlara karşı efsanevi bir cinsel çekiciliği vardı. Bencillikten olabildiğince uzaktı. Hayata ve sanata karşı duyduğu coşkuyu, onlardan aldığı keyfi herkesle paylaşmak isterdi. Ruhen, geleneklere çok bağlı bir insandı. İngiltere’yi, doğayı severdi. Şeytan imajına rağmen, hiç küfretmeyen gerçek bir İngiliz beyefendisiydi. Karşısındakileri yüceltirdi. Seksenbir yaşındaki Lord Olivier’yi ziyarete gittiğinde onu o kadar övmüştü ki, heyecana kapılan Olivier onu eğlendirmek için ‘Henry V’ ve ‘Richard II’den koskoca pasajlar okumaya koyulmuştu.
Fiziki varlığının elektriğinden yoksun olmak tabii ki üzücü. Yakın çevresi, hatta çevresi de olmayan biz uzaktaki hayranları için bile. Ama Derek Jarman’ın filmleri ve kitapları bu elektriği, insanlar insan ruhuyla ilgilendiği sürece yaymaya devam edecek.
Sevin Okyay
1968’de Kraliyet Balesi’nde sahnelenen ‘Jazz Calendar’ için ilk tasarımını gerçekleştirdi. İlk sinema tasarımını ise, Ken Russell’ın ‘The Devils / Şeytanlar’ı için yaptı. Böylece sinemaya da ilk adımını atmış oldu. Jarman, ateşli bir karaktere sahip Russell’dan hoşlandı. Sonraları, kendi filmlerinin de onun etkisini taşıdığını söyleyecekti hep. Birlikte birkaç kez daha çalıştılar. ‘The Devils’dan sonra Jarman da kendini kamerayla silahlandırmıştı. Süper-8 kamerasıyla yeni şeyler deniyordu. İleride video kamera ile de yapacağı gibi, ucuz bir formatla çalışmanın insana sağladığı bağımsızlığın keyfini çıkarıyordu. Benzersiz görsel üslubuna ve kendine özgü algılamasına sahip küçük filmlerle.
İlk konulu uzun metraj filmi ‘Sebastiane’ı 1976’da, otuzbeş bin sterlin bütçeyle çekti. Aziz Sebastian’ın din kurbanı oluşunu temel almış, Latince sözlü, İngilizce altyazılı, erkek cinselliği ile eşcinsel istekleri soruşturan bir film. Bazıları tarafından “ahlâk bozucu, zararlı bir pislik” diye tanımlanan, inanılmaz bir başarı kazanan film. Bunun arkasından ‘Jubilee / Jübile’ (1977) ve ‘The Tempest / Fırtına’ geldi. İkincisini çekerken, Caravaggio projesinin ilk girişimlerinde de bulunmuştu. Mekânı, ışıkları, hikâyesiyle tam Jarman’a göre bir projeydi bu. Ne var ki gerçekleşmesi yedi yıl sürdü. Mali kaynak sağlamak için uğraşması bir yana, bu yıllar boyunca bir yandan çalışamadı, bir yandan da daha önceki filmlerinin kanal 4’te gösterilmesini engelleme kampanyası sürdüren basının baskısı altında kaldı. Sonuç olarak, 1980’li yılların başında eşcinsel hareketin en belagat sahibi hatibi, eşcinsel haklarının en ısrarlı savunucusu oldu. Son derece etkileyici özyaşamöyküsü ‘Danging Ledge’ de, Jarman’ın kişisel kampanyasının bir parçasını oluşturdu.
Ama sonunda yaptı ‘Caravaggio’yu (1986) Muhteşem bir görsellikle, gerçekten hareket eden imgelerle. (Judi Dench’li ‘The Angelic Conversation’ ile Rusya hatırası kısa filmi ‘Imagining October’ bir yıl önce aradan çıkmıştı). Gabriel Beristain’ın ışıkları ile Christopher Hobbs’ın tasarımı, East End’deki bir depoyu Caravaggio’nun Roma’sı haline getirdi. Çekimin bitişiyle Berlin Film Festivali’ndeki başarılı prömiyer arasında Jarman, HIV testini yaptırdı ve beklediği sonucu aldı: Pozitif. Özyaşamöyküsünün 1991’deki ikinci baskısına bir önsöz yazdı: “22 Aralık, 1986’da nihayet pozitif olduğumu öğrenince, kendime bir hedef saptadım: Sırrımı açığa vuracak ve Margaret Thatcher iktidardan düşene kadar yaşayacaktım. İkisini de gerçekleştirdim. Şimdi ikibin yılına gözümü diktim. Ve hepimizin yasalar önünde eşit olduğu bir dünyaya.”
Ama kaybedecek vakit yoktu. Her şeyi bir an önce tamama erdirmek gerekiyordu. ‘The Last of England’ (1987), ‘War Requiem’ (1988) ve ‘The Garden’ (1990) birbirini izledi. Başka kitaplar yazdı. Pet Shop Boys’un 1989 konseri için yaptığı çekimleri de unutmayalım. Zaten daha önce başka “klip”ler de çekmişti. Hepsi bir yana, Jarman İngiltere ve cinsellik, sanat ve aşk üzerine en olgun, en derinlikli görüşlerini ‘Edward II’ (1991) ile ‘Wittgenstein’da dile getirdi. Son filmi ‘Blue’yu (1993) da unutmuyoruz elbette. Değişmeyen mavi bir imge ile, AIDS’in bizzat tanık olduğu amansız ilerleyişi kaydeden bir müzik. Hep şeyi açığa vuruyordu: Öfkesi, çaresizliği, korkusu ve tümünün üstüne çıktığı halde reklama kaçmayan cesareti.
Derek Jarman önce yakın arkadaş çevresini, sonra da kısıtlı izleyici çevresini ‘Caravaggio’ ile uluslararası düzeye çıkarmıştı. Birçok ülkede birçok seyirci grubu, bizim İstanbul’da olduğumuz gibi, görsel-zihinsel bombardıman altında kalmış, Derek Jarman adını bir hamlede ezberlemişti.
Onun 52 yaşında (1994) ölümüyle birlikte çekeceği filmlerden, yazacağı kitaplardan yoksun kaldık. Çok geniş arkadaş ve hayran çevresi ise, sinemacı ve yazar Jarman’a ek olarak insan Derek’i; cömert, enerjik, dürüst, korkusuz bir dostu, bir centilmeni kaybetmenin ıstırabını yaşadı. Onun manik yoğunluktaki enerjisinin sıfıra indirgenmiş olduğuna inanamadılar. Çarpıcıydı, komikti, karşısındakini düşünmeye sevkederdi. Hem erkeklere, hem kadınlara karşı efsanevi bir cinsel çekiciliği vardı. Bencillikten olabildiğince uzaktı. Hayata ve sanata karşı duyduğu coşkuyu, onlardan aldığı keyfi herkesle paylaşmak isterdi. Ruhen, geleneklere çok bağlı bir insandı. İngiltere’yi, doğayı severdi. Şeytan imajına rağmen, hiç küfretmeyen gerçek bir İngiliz beyefendisiydi. Karşısındakileri yüceltirdi. Seksenbir yaşındaki Lord Olivier’yi ziyarete gittiğinde onu o kadar övmüştü ki, heyecana kapılan Olivier onu eğlendirmek için ‘Henry V’ ve ‘Richard II’den koskoca pasajlar okumaya koyulmuştu.
Fiziki varlığının elektriğinden yoksun olmak tabii ki üzücü. Yakın çevresi, hatta çevresi de olmayan biz uzaktaki hayranları için bile. Ama Derek Jarman’ın filmleri ve kitapları bu elektriği, insanlar insan ruhuyla ilgilendiği sürece yaymaya devam edecek.
Sevin Okyay
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder