Fotoğrafın gerçeği


İlk yayınlandığı yıllardan bu yana gözümün önünden gitmedi: Vietnam Savaşı'nda bir napalm saldırısından kaçan çocukların fotoğrafı. Önde ağlaşarak koşan beş küçük çocuk; arkada üç dört Amerikan askeri; daha geride kara dumanlar, kapkara bir gökyüzü, yanan köyler, tarlalar. Cehennem! Fotoğrafın en çarpıcı yeri tam ortasıydı: çırılçıplak bir kız çocuğu, ağlayarak koşuyordu fotoğrafı çekene doğru. İnsanoğlunun aşağılanmasında ulaşılabilecek en uç noktalardan birini saptıyordu bu fotoğraf. İsa bir kez daha çarmıha geriliyordu sanki; bir kız çocuğunun çıplak, kemikleri sayılacak derecede zayıf bedeninde Tanrı bir kez daha öldürülüyor, saflık, iyilik, masumluk gibi şeyler ayaklar altına alınıyordu. Bir isyan kabarıyordu insanın içinde; acımayla karışık bir tiksinme duygusu. Dehşet!



Yıllar sonra Vietnam savaşıyla ilgili bir belgesel izlerken, bu fotoğrafın çekim anının çekimi çıkıverdi ansızın karşıma. Fotoğrafı ve o korkunç sahneyi hemen tanıdım. Ama hiç aklıma gelmeyen başka şeyler de vardı kameranın taradığı bölgede: o unutulmaz fotoğrafın gerçeğini birden bire değiştiren, kaydıran öğeler. Her şeyden önce, fotoğrafta görünmeyen, üç beş fotoğrafçı daha ve bu sahneyi filme çeken kameraman. O beş çocuk koşarak, ağlayarak üstlerine gelirken, durup onlara sarılacak yerde geri geri yürüyen,  kameralarını çalıştıran ve fotoğraf çekmeyi sürdüren üç beş adam. Ve fotoğrafın alanının sağında kalan bir iki seyirci; yanılmıyorsam bir iki asker daha. Ben hep tek bir fotoğrafçı, savaşın karmaşası içinde koşuşurken bu olağanüstü sahneye rastlamış ve bu ölümsüz kareyi yakalamış diye düşünmüştüm bu fotoğrafa baktığımda; fotoğrafçının görmediklerini -görmek istemediklerini- arkasındakileri hiç aklıma getirmemiştim. Resimdeki sekiz kişiye karşın bir ıssızlık duygusu alıyordum bu fotoğraftan; yoksul bir köyün kıyısındaydık besbelli; ötelere uzanan bomboş yol, arka plandaki durağan, kara askerler, bir izlenimi destekliyordu. Oysa olay yeri gösterdiğinden daha kalabalık, olay da daha uzundu ve belli belirsiz hazırlık, giderek "sahneleme" öğeleri içeriyordu. Filmde küçük çıplak kız koşusunu sürdürüyor, ekranda büyüyor - besbelli filmi çekenin ilgi odağı da oydu - ağlayarak kameranın önünden geçip sağa doğru gidiyor, sonra duraklıyor, fotoğrafçılar harıl harıl fotoğraf çekiyorlardı. Gerisini anımsamıyorum; anımsamak da istemiyorum. Bu satırları yazarken amacım, savaş muhabirlerinin görev ve işlevlerini ya da işin "etika" yönünü tartışmak değil. Fotoğrafın saptadığı anla ilgili başka bir bilginin, fotoğrafın anlamını ve gerçeğini kolayca değiştirebileceğini söylemek yalnızca. Ben bu fotoğrafı aynı gözle görmüyorum artık. Fotoğrafın benim için gücünü yitirdiği de söyleyemem; ama bir şeyler değişti içimde ve dışımda; fotoğrafın gerçeği - böyle bir gerçekten söz edilebilirse eğer- değişti ya da başka bir yere doğru kaydı. Gerçeğin nerede durduğunu hala bilmiyorum; ama insan denen yaratığın bu gerçeğe göre nerede durduğu konusunda şimdi biraz daha bilgiliyim sanki.


akla kara arası,
Samih Rifat


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder