"Kuzeyin, buzulun, ölümün ötesi - bizim hayatımız, bizim
mutluluğumuz...
Mutluluğu keşfettik, yolu biliyoruz,
labirentin binlerce yıllık çıkışını bulduk."
Kendinize sık sık şöyle demeyi
alışkanlık edinin: Oradaydım, oradayım, daima orada olacağım, zamanın sonuna
dek kendimleyim, gök ve yer gelip geçecek, ama inancım değişmeyecek. Sonuç
dehşet verici ya da gülünçtür; bütün bunları hafife almadıkça, ayaklarının
ucuna basarak suyun üstünde yürümedikçe, uçmadıkça. Bakın: Bir öküzü
andırıyorum, ama süzülerek uçuyorum, martıyım, şahinim, balıkçılım.
Çiçeklerde, bataklıklarda, üzüm bağlarında, dalgalarda yaşıyorum. Göç ediyorum,
bir yerden başka yere gidiyorum, yeniden diriliyorum. Gömüyorlar, canlanıyorum;
yakıp kül ediyorlar, atomlarım dayanıklı çıkıyor, bütünleşiyorlar. İnsanlığın
dünyasında kendimi tanımam için uzun süre beklemem gerekiyor. Düşlerim,
hastalık nöbetlerim, önsezilerim var, rastlantılarım var, bir başkası olduğumu
kabul etmek zorunda kalıyorum ve birden işte tekrar ben'im, ben'den daha güçlü
biri. Bu sırada, sevdiği insanları uyandırmaktan korkan biri gibi kendimle
yavaş yavaş, alçak sesle konuşmam gerekiyor.
Çok erken, sabah, güneş bakır
kırmızısı açık mor, bahçede küçük çakıllar soluk alıyor, pencerem bir saat
içinde ışığa boğulacak. Uzun süre yolculuk yaptım, eve yeni döndüm.
Kameramın gözü, haklı olarak beni Kişi diye gösterebilirdi. Fakat bir devrin
kronolojisini belirten şu cümleyi, öğleye doğru tuhaf bir heyecanla okuyacağım:
"3 Ocak 1887, Nietzsche, Nice'te,
Ponchettes'in 29. sokağına, güneşli bir odaya taşınıyor." Birçok kez
bölgenin 'alkion'lu' göğünden söz ediyor, ama bir alkion'un ne olduğunu
kimsenin hatırlayacağını sanmam, eski Yunanlılar bu efsanevi kuşun yuvasını çok
dingin bir denize kurduğuna inanırlardı, onunla karşılaşan denizciler için bu
tesadüf hayra alâmetti. Presage zaten güzel bir gemi adı olacaktı, pınarlar ve
ırmaklar tanrıçasına yakışan bir isim, bir deniz perisi, denizkızı büyücü kız,
bir peri kızı, çiçekli genç bir kadın, çağları aşan bir Ludi. Bilindiği gibi,
Nietzsche, Lou Salome (Salome!)
adında bir kadını sevdi, hatta onunla evlenmeye can attı. Yorumu çok ilginçtir:
"Doğrusunu söylemek gerekirse, doğal bencilliği şimdiye dek hiç böylesine
duymamıştım, tümüyle canlı ve olağanüstü, bilinçsizce olduğu kadar hayvansı
bir bencillik... Çok saygı duyduğum idealin hemen hemen bir karikatürü." O
sırada, 1882'nin Aralık ayında Rapallo'da, Monte Allegro'nun eteklerindeyiz.
Böyle Buyurdu Zerdüşt'ü yazmaktadır, uyumak için kloral alır, soluktan rahatsız
olur. Bunu izleyen yıl, 22 Şubat'ta şöyle yazar: Lou, Son zamanlarda karşıma
çıkan en zeki kişi. Ama falan filan." Ona göre bunun önemi yoktur, bundan
böyle onun adı 'falan filan' diye çağırılacaktır.
Beş yıl sonra, 15 Ekim 1888,
filozofun doğum yıldönümü. Ecce Homo'yu
yazmaya başlar, 14 Kasım'da bitirecektir, ancak yapıt ölümünden sekiz yıl
sonra, 1908'de yayımlanır, yani yazmaya başlamasından on dokuz yıl sonra. 20
Ekim'de, eski dostu Malwida'yla bozuşur. Kadın, Wagner Olayı yapıtını pek
takdir etmemiştir, o da bozuşmak için bunu fırsat bilmiştir. "Bir daha
söz aldığım için beni bağışlayın; bu, son kez olacak. Bütün insan ilişkilerimi
aşağı yukarı kestim; bunun sebebi, beni olduğumdan başka türlü görmeleri, benim
de bundan tiksinti duymam. Şimdi sıra sizde. Yıllardan beri size kitaplarımı
gönderiyorum; sonunda bir gün bana açıkça ve içtenlikle şöyle demeniz için: 'Her
kelime bana tiksinti veriyor' Ve bunu söylemekte haklı olacaksınız. Zira siz
bir 'idealistsiniz' -ve ben idealizmi içgüdüden oluşmuş samimiyetsizlik,
gerçekliği her bakımdan reddediş olarak görürüm; eserimin her cümlesi
idealizmin aşağılanmasını öngörür... Kararlı adımlarımı hiçbir zaman anlamadınız,
sözlerimin bir tekini bile. Yapacak bir şey yok; bunun aramızda açıkça
anlaşılması gerekir."
Bunun 'açıkça' anlaşılması,
niçin? Zavallı Malwida, Bir İdealistin Anılan adlı yapıtın yazarı, işte böyle,
Tarihin karanlık sayfalarına gömüldü, ama filozofa inanmayacak. Kendisine bu
cümleleri yazanın zaten çok rahatsız olduğunu, bunun da acı verici bir şey
olduğunu düşünecek.
Artık kadınlar yok, dolayısıyla
toplum da yok, nitekim anneye, sonra kız kardeşe tuhaf bir geri dönüş. Kız
kardeş işe el atıyor, filozofun imajını ve yazılarını kötüye kullanıyor, o
imajı yeniden Wagnerci gerdelin içine daldırıyor, sopasını Hitler'e sunuyor,
yaptığı çarpıtmalar ona zevk veriyor, onu coşturuyor. Oysa onun eseri yok
ederken kardeşinin cümleleri direniyor, az önce yazılmışlar gibi yılları
aşıyor, tutku dolu, öfkeli, derin bilgi taşıyan yorumlar halinde günümüze
kadar geliyor. Bakın, kalem her zaman günceldir: "Sabah aydınlığı bizim etrafımızı pırıl pırıl yapmıyor mu?
Canlılık egemen; yeşil ve yumuşak çimenlikle çevrelenmiş değil miyiz? Sevinç
duymak için bundan daha güzel bir ân olur mu?" Veya 1882'de Cenova'da: "Hâlâ yaşıyorum, hâlâ düşünüyorum: Hâlâ yaşamam lazım, zira hâlâ
düşünmem gerekiyor." Burada ben diye konuşanın ne önemi var? Düşünce
ve hayat daima birinci tekil şahsın ağzından dile getirilecek. Ama bu ben
birçoktur, aynı zamanda biz olur:
"Özgür
doğan biz öteki kuşlar."
Veya:
"Nereye
gidersek gidelim, etrafımızdaki her şey özgür ve güneşli."
...
Nietzsche kontrolünü kaybetmeden
önce, olayın tamamen farkına vardı: "Fırtınalar benim için tehlikedir. Beni
öldürecek fırtınaya yakalanacak mıyım? Yoksa fırtınanın üflemesini beklemeyen
bir meşale gibi sönecek miyim? O meşale yorulmuş, kendine doymuş, tükenmiş bir
meşaledir. Ya da tükenmemek için sonunda kendime mi üfleyeceğim?"
Bir aziz olmaktan çok kukla
olmak, bunun formülü bilinir.
Ama evet, gülün, alay edin, öç
alarak zevk duyun, geri dönün, evet, hadım edilmiş filozoflarınıza, sadaka
dilenen şairlerinize, ödlek yazarlarınıza, kaba saba patronlarınıza, dedikodu
yapan, gürültü patırtı çıkaran karılarınıza geri dönün. Gülün, gülün, itham
edin, birbirinize fısıldayın, iftira atın, çekiştirin. Ama dikkat, cin
çarpacak:
"El bize doğru uzanır, bizi
yakalamayı başaramaz. Bu, ürküntü verir. Veya: Kapalı bir kapıdan içeri
gireriz. Veya: Bütün ışıklar söndüğü zaman. Hatta: Çoktan öldüğümüz zaman. Bu
son yöntem, doğuştan yetim kalmış (bu sözcükler Fransızca) insanların
hilesidir."
Başını kaldırıyor ve önünde en az
bin yıl olduğunu bir kez daha düşünüyor. Bu, içi boş bir hayal değil, net bir
düşünce.
***
Torino'da
Yirminci yüzyılın (bunun yetmiş
yılı Gulag'da geçmiştir) dehşet verici alçakça oyunlarını öğrenen Mösyö
Nietzsche, ağzını sıkı tutup çok değişmiş bir halde Torino'daki kefeninden çıkıyor, zamana uygun biçimde giyiniyor,
dağda ya da deniz kenarında uzun yürüyüşler yapmaya gidiyor, kimsenin
görmediğinden emin olarak zıplaya zıplaya geri dönüyor, hafif bir şeyler yemek
için evine giriyor ve hayatını paylaşan küçük tezgâhtar kızın karşısına
oturuyor. Kız körpe ve güzel, sarışın, belki çok sarışın, kız ona iki-üç tatsız
uyarıda bulunuyor, konuşurken günlük komedinin ses tonunu kullanıyor, dünya
dönüyor, aşk Bohemya'nın çocuğudur, güneş parlıyor, galaksiler sizi buraya
getirmek için birbiri ardı sıra diziliyorlar.
Bölgenin belli başlı kodamanı
Mösyö Nietzsche'yi görmeye gelmiştir. Yerel milletvekili aday listesinde yer
almasını ister. Bir professore'nin çevrede her zaman iyi imajı vardır, hatta
söz konusu professore ortaya çıkmamayı tercih etse de. M.N. nezaketen öneriyi
geri çeviriyor, huzurunu bozmak istemiyor, bilimsel çalışmalarını sürdürüyor,
yüksek nitelikli filolojik araştırmalar, çok meşgul, münzevi hayatı ona
yetiyor, güncel sorunlar hakkında hiç yorum yapmıyor. Saygılı, ama toplumdan
kaçan biri. Dostlar yok, ziyaret eden yok, göze batan kötü alışkanlıklar yok,
para az (meğer ki bir yerlere çok para saklamış olmasın), yaşadığı çağa ters
düşen, anlaşılmaz bir aristokrat hava. Kadın arkadaşı kimseye söz etmiyor
ondan, zaten birlikte ne yaptıkları da bir türlü anlaşılmıyor, kadın ondan çok
genç, aynı çevrenin insanları olmadıkları açıkça belli oluyor, belki
kaldırımdan çıkıp gelmiş eski bir fahişe, herhalde çocuklar yok, köpek yok,
kedi yok. Yerel gazetenin yazı işleri müdürü ısrarla genel kültür konusunda
bir makale yazmasını rica ediyor, ama ona hiç karşılık vermiyor. Onun
portresini yazmak isteyen bir gazeteci başkentten kalkıp geliyor, ama hiçbir
şey yayınlanmıyor, yazı bayağı sözler bohçası gibi. M.N.'nin keyfi yerinde,
meyveli salatayı seviyor, televizyonda yalnızca savaş belgesellerini izliyor,
devamlı müzik dinliyor, özellikle Mozart'ı tercih ediyor. Hiçbir şeye bağlı
değil, sıkıcı bir adam, toplumsal, ekonomik ve siyasal sorunlara ilgisiz,
sinema, tiyatro, rock müzik, starların hayatı umurunda değil, hiçbir yeniliği
okumuyor, akşam erken yatıyor, yani kendi halinde mütevazı bir adam mı? Yoksa
asıldı mı? Kurşuna mı dizildi? Akademi üyesiydi, yanılıyor muyum? Yoksa
anarko-terörist miydi? İslamcı mafyadan olmasın? Ne de olsa neo-nazi, buna
kuşku yok.
Torino ya da Cenova'daki genç
kadın tezgâhtara M.N. hakkında ne düşündüğünü soruyorsunuz. Sorunuzu
anlamıyor. Adam orada, tezgâhtarla birlikte yaşıyor, uysal, nazik, dikkatli,
cömert, her şeyi uyumlu ve sakin. Genç kadın başka bir hayat biçimi sürse -o
hayattan söz edilmesini işitmek bile istemiyor- papazlarla çatışmaları
olabileceğini aklına getirmiyor. Papaz eskisi filozof, bir papazdan daha
serttir. Adamın yokluğunda, genç kadın ara sıra tuhaf ziyaretçiler kabul ediyor.
Kendisinin budala yerine konduğunu çabuk sezmiştir, toplumda önemli olmayan bir
genç kadın olduğunu anlamış, bundan hoşlanmamıştır. Evet, evet, filozof
yazıyor, çalışmalarını sürdürüyor. Hangilerini mi? kendisine sormalısınız. Cevap
vermek istemiyor mu? Suskun kalmak hakkıdır. Beni ilgilendiriyor mu?
Bilmiyorum, bilgili bir adam değilim. Size söyleyebileceğim yegâne şey, derin
melanet günleri ya da keyifsiz anları dışında hoş ve neşeli biri olduğu. Beni
dövüyor mu? Dalga geçmeyin. Çok iğrenç biri mi diyorsunuz. Ama neden?
Şaşırtıyorsunuz beni. Bir gün gerçekten önemli bir şeyler mi yapmış? Genç kadın
samimi; böylesi bir varsayım ona tuhaf ya da saçma görünüyor. M.N'sini beraber
yaşanabilir, nazik, çocuksu, biraz manyak ve içe kapanık, ama ötekilerle kıyaslanınca
çok uyumlu buluyor. Filozoftan tiksinmekte hakkı var. o da her kadın gibi en
iyisini seçemediği için (en iyisi hiç bulunmaz) erkekten tiksiniyor, bu da son
derece doğal. Belki cahil ve budalayım, ama bu konuda değil. Onu okumadım mı?
Ne ilgisi var? Biz okumak için beraber değiliz, mümkün mertebe daha müreffeh
yaşamak için beraberiz. Zaten birini gerçekten tanıdıktan sonra, size
memnuniyetle şunu söylerim ki, onu okumanın gereği kalmaz. Bir kadın sezgi ve
duygularına güvenir. Sık sık kendini tecrit mi ediyor? Seyahate çıkıp ortadan
mı kayboluyor? Maceraları mı var? Onu ilgilendirir, beni değil, özel hayata
giren bir şey bu. Fikirleri mi? Bana olmadığını söylüyor, su gibidir, suyun
fikirleri olmaz. Tanrı'ya inanıyor mu? Tuhaf soru. Ben inanmam. Yaşıyoruz,
ölüyoruz, az çok sıkılıyoruz, az çok zengin ya da yoksuluz, hepsi bu. Para
nereden mi geliyor? Bu konuda çok ketumdur, bilirsiniz. Eskiden kitapları fena
para getirmiyordu, sanırım. Fakat en azından siz polis olamazsınız, öyle değil
mi?
Benim hakkımda ne mi düşünüyor?
Hiçbir fikrim yok. Kendini beğenmiş biri zannetmeyin beni ama, sanırım benden
hoşlanıyor. Teşekkür ederim, naziksiniz. Söylediklerim doğru, ancak bir sorun
olduğunu da inkâr edemem. Yazıları arasında, kopya ettiği bir mektup gördüm,
Napolyon'dan Josephine'e yazılmış: "Bütün yakınmalarınıza ebedi bir sözle
cevap vermeye hakkım var: "Ben ne isem, o'yum" Herkesten farklıyım,
kimsenin koşullarını kabul etmem. Bütün fantezilerime itaat etmek
zorundasınız; keyfim nasıl isterse öyle davranırım, bunu da son derece olağan
karşılamalısınız." İnanılmaz, değil mi? Ama aramızda kalsın, yalvarırım,
bakın bir de endişe verici not var:
"Dinsiz bir kadın, derin düşünceli ve tanrıtanımaz bir
erkeğin gözünde, tam anlamıyla gülünç ve iğrenç bir şeydir." Ne demek
istediğini ona sormaya cesaret edemedim. Bir fikriniz var mı? Yok mu? Bunun
saçma bir şey olduğunu düşündüm.
M.N.'nin yazdıkları içinde epey
tehlikeli başka şeyler de var. Sözgelimi (ama kimseye söylemeyin):
"Aslında, genç ve saf kadınlar bunu çok iyi bilirler. Çıkar gözetmeyen,
salt tarafsız kalan erkeklere göz ucuyla bakarak alay ederler... Bu genç ve saf
kadınları tanıdığımı ileri sürerken tahminimde haklı değil miyim? Bu, benim
Dionysos tarafım. Kim bilir? Belki de Sonsuz Dişiliğin ilk psikologuyum. Hepsi
beni severler - bu eski bir hikâyedir..." Bu cümlelerin ardından çok eski
tarihli gözlemler yer alıyor: Çocuklara ihtiyacı olan kadınlar, bir aracı gibi
algılanan erkek, zeki dişiliğin iblisliği, kadın-erkek eşitliği için marazi mücadele,
yani açık hava tiyatrosundaki bütün seyircileri ayağa kaldıracak ya da
gösterileri kışkırtacak sözler. "Aşk üzerine yaptığım tanımlamayı
anlayabildiniz mi? Bir filozofa yaraşan yegâne tanımdır. Aşk - savaş araçlarını
kullanır; ilkesi, karşıt cinslerin birbirinden öldüresiye nefretidir..."
***
Şu halde, MN.'nin yavaş yavaş
kalemini alıp şunları yazmasında şaşılacak bir şey yok:
"Kurnazca küçümsemek bizim zevkimiz, bizim ayrıcalığımız ve sanatımız,
belki erdemimiz, bizler, modernlerin arasındaki modernler... Korkusuz olan
bizler, bu çağın en zeki insanları olan bizler, üstünlüğümüzü, üstün zekalı
olma özelliğimizi hayli iyi biliyoruz, bu çağda tasasız yaşamak için zekâmızı
kullanıyoruz. Bizi ortadan kaldırmaları, içeri tıkmaları, sürgüne göndermeleri
ihtimal dahilinde görünmüyor. Artık kitaplarımız yasaklanmayacak, yakılmayacak.
Küçümseyen sanatçılar olduğumuzu yaşadığımız çağa hissettirsek de; insanlarla
bütün ilişkilerimiz bizde hafif bir korku uyandırsa da; yumuşaklığımıza,
sabrımıza, gönül okşayıcılığımıza, saygımıza rağmen, insanlara karşı duyduğumuz
tiksintiden kendimizi alıkoymayı beceremesek de: doğa daha az insanca olduğu
zaman onu daha çok sevsek de; sanat sanatçının insandan kaçışını yansıtırken ya
da sanatçının kendisiyle veya insanla acı acı alay ederken biz sanatı
sevdikçe; çağ zekâyı seviyor, bizi seviyor demektir..."
M.N. duruyor. Çağın zekâyı sevmediğini,
tasasız yaşayanlardan tiksindiğini iyi biliyor; kitaplarının ne
yasaklanacağını, ne yakılacağını, yalnızca bir kenara atılıp okunmayacağını
iyi biliyor; ne ortadan kaldırılacağını, ne içeri tıkılacağını, ne sürgüne
gönderileceğini, ama yalnızca dışlanacağını biliyor; o hariç bugün herkesin
kendini sanatçı sandığını biliyor; en ufak bir küçümseme duymuyor, ama muazzam
bir kayıtsızlık içine giriyor; sonsuz mutluluğu yaşarken sanki geleceğin
uçurumuna düşmüş gibi dehşet verici bir duygu hissediyor; karşısında bundan
böyle acayip, türü azalmış, sürü halinde yaşayan bir hayvan, hayırsever bir
yaratık, marazi ve sıradan biri, günümüzün Avrupalısını görüyor.
Genç ve saf metresi kapıyı
vurmadan çalıştığı odaya giriyor ve ilkin tatsız, ardından hoş bir cümle
söylüyor. Hemen boynuna sarılıyor, kristal vazoya bir gül koyuyor. Gerçekten
iğrenç ve nefis; bunların hiçbir önemi yok. Deniz uzaklarda pırıl pırıl, o daha
az insanca oldukça, adam onu daha çok seviyor. Ne güzel bir gün! Sanki hayat
çılgınlığı kutsanıyor.
***
Nietzsche hısım akraba
sorunlarına duyarsız kalmamıştı. Buna değinmek gerekir:
"Tam karşıtımı aradığım zaman,
yani içgüdülerin sınırsız bayağılığını, karşımda hep annemi ve kız kardeşimi
görüyorum. Bu aşağılık insanlarla bir 'akrabalık' ilişkisine kendimi inandırmak,
ilahi yaradılışıma hakaret etmek olur. Annemin ve kız kardeşimin davranış
biçimi, bende sözle anlatılamaz bir tiksinti uyandırıyor. Şeytani bir işleyişi
olan gerçek bir makine bu; en acımasız biçimde beni yaralayacak ânı -en yüce
anlarımı- kolluyor, hem de şaşmaz bir vicdan huzuru içinde. Öyle ki hiçbir güç
bu zehir saçan böceğe karşı kendini savunamaz."
Biraz aşağıda:
"İnsan en uzak akrabalık
ilişkisine akrabalarıyla giriyor. Akrabalarıyla 'yakınlaştığı'nı hissetmek, en
kötü bayağılık belirtisidir."
Bayağılık, aşağılık insanlar,
sözle anlatılmaz tiksinti, şeytani makine, zehir saçan böcek, gördüğünüz gibi
bu ilişki -üstelik ilahi yaradılışını söz konusu ediyor- pek iyi yürümüyor.
Bununla beraber, her şey aynı biçimde geri dönmek zorunda kalırsa, yeniden
içgüdülerin bayağılığına, aşağılık insanlara, sözle anlatılmaz tiksintiye,
şeytani makineye, zehir saçan böceğe katlanması gerekecek. Ve bir daha.
Yeniden.
Pekâlâ, anlaştık.
22 Şubat 1884 tarihli
mektup:
"Dehşet verici bir şey, geleceğin bir çeşit uçurumu,
özellikle sonsuz mutlulukta... Üslûbum bir dans, her çeşidinden simetri
oyunları, bir topaç gibi ve nanik yaparken bütünüyle simetri, hatta sesli harflerin
seçiminde bile bu böyle.."
***
Disiplinli ve pratik
olmak, migrenlere karşı Julius Sezar tarafından kullanılan ve Nietzsche
tarafından büyük bir tevazuyla taklit edilen reçeteyi uygulamak gerekir:
"Uzun yürüyüşler, sade hayat, açık havada sürekli ayakta dikilmek, çılgın
gibi çalışmak."
"Bıkıp usanmadan yürüyorum! Ve tırmanıyorum! Gerçekte çatı
katındaki odama varmak için 164 basamak çıkmak zorundayım. Ev ta tepede, dik
bir sokakta, sokakta lüks konutlar sıralanmış, yolun sonu büyük bir merdivene
ulaşıyor."
164 basamak: Saymış. Soluk
soluğa, yüreği çarpa çarpa, lüks konutların ötesinde bir çatı katı. Sessizliğe
geri dönüş, kalem mürekkep, kâğıt. Soba yok. Şiddetli bulantılar. Daracık bir
karyola. Karanlık ve aydınlık. Talih nedir, bilir misiniz? Yüksek ve ağır ağır
çıkılan bir merdiven.
Bir sonraki Ocak ayı, işler biraz yolunda: "Denize doğru sarkan ıssız kayamın
tepesine oturuyor ya da uzanıyor, kertenkele gibi güneşleniyorum, düşüncelerimin
kanatlarında zekânın maceralarına atılıyorum... Berrak gökyüzü, deniz havası
bana şart."
M.N. bıkıp usanmadan Güney'de
yolculuk düşleri kuruyor. Korsika'ya (Napolyon'un memleketi), Amerika'ya
(Kolomb'un Hindistan'ı), Meksika'ya, Tunus'a. İşte, Mayıs ayında Recoaro'da;
dağda bulunan küçük kaplıca merkezi. Sonra Temmuz'da Yukarı Engadine, Sils-Maria'da Saint-Moritz Sokağı.
Bundan böyle, orası onun Himalaya'sı, Tibet'i, kutsal kayası olacak. Hâlâ
şiddetli baş ağrısı çekiyor, ama nihayet:
"Yeryüzünün en sevimli köşesine yerleşebildim, böylesi bir
sessizliği hiç görmedim," diyecektir.
Zamanın kendisi gibi normalin
üstünde bir sessizlik bu. İlham onu bekliyor.
Üstüne üstüne geliyor, onu altüst
ediyor, eziyor. Yeniden canlandırıyor. Değiştiriyor. Dehşete kapılıyor. Ondan
ancak birkaç dostuna alçak sesle söz edebiliyor. Onu yazıya dökebilmek için belirli
bir süre bekliyor. Ağustos ayındayız; şu cümleler ayrıntı değil:
"O gün, Silvaplana Gölü boyunca, ormanda dolaşıyordum. Görkemli
bir kaya yığınının yanında durdum. Kayalık piramit gibi yükseliyordu.
Surlei'den pek uzak sayılmazdı. İşte bu düşünce bana orada geldi."
Yani orası: "Denizden altı
bin ayak yukarıda ve insana ilişkin her şeyden çok yüksekte."
Ebedi Dönüş söz konusudur. O dönüş için bütün zaman ve mekân
elverişlidir.
M.N., M.Z.'ye dönüşmektedir ve
çok geçmeden her birimize 'M.Z. olmak nedir' diye soracaktır. Kimdir o? Niçin
o? Ne istiyor? Neden şimdi? Kendime Z. diyecek bir sebep mi var? Zero mu
desem? Zorro mu desem? Zerdüşt mü desem? Çok aşırıya kaçmıyor mu?
Bu an ilahidir, Golgotha Tepesi'nde
öldükten sonra mezarından çıkıp dirildiği varsayılan İsa gibi sonu gelmeyecek,
daima tekrar başlayacak. Böyle bir şey başınıza gelmiş miydi? Bütün bedeninizin
dirilişi, kafatası, bilekler ve ayaklar, omuzlar, göğüs, ciğerler, omurilik,
kalça, yarak, butlar, bacaklar, iskelet? Şakayı bırakayım mı?
Aynı tarihte, M.N. bir mektup
yazıyor:
"Bana yabancı düşünceler
ufkumda beliriyor."
Orman, göl, piramit biçiminde
kaya, Ağustos ayında saatlerce yürüyen bir adam, apansız orada duruyor, bir
kaya kıvrımında, sonsuza dek, daima. Gök açılıyor, zaman yarılıyor.
Bırakın soluk alayım, titriyorum.
Küçük saf kadınımı yatağında bıraktım, yumruklarını sıkmış uyuyor, güzel
kokuyor, kumsala gidiyorum. Sabahın sekizi, Ağustos ayı. Hava çok sıcak, deniz
yükselmiş, yüzeceğim, martılara bakıp oyalanıyorum. İki-üç sandal yanımda
sallanıyor, tek başınayım. Bu ânı daha önce yaşamıştım, tekrarlanıyor,
tekrarlansın istiyorum. Bin kez! On bin kez! Milyar kez! Evet, bir daha.
Kızıl güneş açıyor, deniz esen
meltemle kırışıyor, tuz ve yosun kokusu içime doluyor. Ben ahşap, bez parçası,
tüy, gaga, yosun, parmak oldum. Kulaklarım görüyor, gözlerim dinliyor, yüreğim
düşünüyor. Hemen gün ortası olacak, ama ötekiler bir gün ortası: "Gün ortası sonsuzluktur, yeni bir
hayatın belirtileridir."
Aynı
zamanda, umutsuzluk. Derinden umutsuzluk olmadıkça, ilham bir işe yaramaz. Yine
de: "Evet'in mükemmel anlamı evet'in
tutkusudur."
M.N. on yaşındadır. Şu deneyimi
anlatıyor: "Uruc-ı İsa günüydü, Handel'in Mesih adlı ulu koral ilahisini
dinledim: Aileluia. Hemen kesinlikle" buna benzer bir şey bestelemeye
karar ^verdim."
Gerçekten bestelemiş midir? Tabi
evet. Ancak eseri Mesih'e göre tuhaf bir başlık taşır :Deccal. Aslında aynı şeydir, sofu erkek ve kadınların inandıkları
şeyin karşıtı.
10 yaşındayım,
40 yaşında, 2000 yaşında, 6000 yaşında, tabutumdan çıkıyorum, bu benim, benim
kafatasım, yine o kafatası, yine ben, daima o kafatası, daima ben.
***
Kendine aşırı eğilmek tehlikeli;
sonu deliliktir.
Bununla beraber delilik ehlileştirilebilir, kamufle
edilebilir, ona oyun oynanabilir, yaptırılabilir, başka şeye indirgenebilir.
Çocukluktan beri aşı olma ve damlalıkla ilaç alma sorunu. Bir sistemdir, ona
söz dinletilebilir, kendini bırakmış gibi yapılabilir, delirirken kendini
gözlemlemek mümkündür, düş kurulabilir. Dıştan anlaşılmayan bu gibi durumlarda
kendimi koyveriyorum, çılgın trene atlıyorum, kızakla kayıyorum, kocaman
tekerlek, düşüş, çağlayan, içe kapanma. Ludi deli olduğumu biliyor, dıştan
anlaşılmaması koşuluyla bundan epey hoşlanıyor. Zaten o da deli, o da, herkes
gibi. Önemli değil, ayakta tutunuyoruz.
Şu sıska kocakarı, güneşleniyor,
körpe bir genç kızdır, bir martı. Şu aile bir köpek sürüsü. Şu bebek şimdiden
seri katil olmuş, şu küçük kız lanet bir fahişe, şu oğlan geleceği meçhul jandarma.
Yapmacıktan gelişmiş bir başka aile, penguenler grubu.
...
Ağustos ayı, işte Silvaplana
Gölü, gölün kıyısındayım Gözleri kamaştıran ışığa rağmen, MN.'nin kayasını gösteren bir tabela
görüyorum. Her şey mavi. Piramidin tepesinden on bin yüzyıl seyrediliyor.
M.N. yazıyor: "Üstüm başım tükenmek üzere. Hâlâ
giyilebilir iki gömlek kullanıyorum. Mütevazı olduğu kadar yıpranmış giysiler.
Fakat odamın uzunluğu 24 ayak, genişliği 20 ayak."
Devam ediyor: "Ara sıra her türlüsünden hayati güçler
etkinleşiyor içimde, böylece saniyelik bir hayat görüyorum... Fakat acele
etmeme gerek yok, gidilecek yolum uzun, her bir noktasını aynı derinlikle,
aynı enerjiyle yaşamış ve düşünmüş olmam gerekiyor. Şu halde, kırkıma merdiven
dayamış olsam da daha uzun süre, uzun süre genç kalmak zorundayım."
M.N.'nin özgür ve aydınlık
hayatta artık uzun zamanı yok. Fakat kitaplarından birini açıyoruz, hemen
orada, genç, çok genç, gitgide genç. Yaşlanan insanlık, o değil.
23 ya da 24 Nisan 1882, M.N. genç bir Rus kadınıyla buluşmak
için Roma'ya geliyor. Kadını öve öve bitirememişler; felsefeye ruhunu veren
bir insan, 'olağanüstü bir varlık'. M.N. "bu türden ruhlara göz
koymuş" olduğunu söylemiş ve "böylesi avları sonuna dek
izleyeceği"ni belirtmiştir. Evlilik mi? Pek değil: "Ancak iki yıl sürecek bir evliliği öngörebilirim, çünkü önümdeki
on yılda yapacaklarımı hesaba katmalıyım."
O devirde, bu tür bir anlatım
biçimi açıkça kepazeliktir ve anlaşılmaz. Devir mi? İdealist ve tutucu bir
cehennem, yalan ve içe kapanıklıktan yayılan sürekli ağır bir koku. Aslında,
M.N.nin yalnızlığı ürkütücüdür. Kadın dostu Malwida, çok kadınca bir üslupla onu şöyle tasvir ediyor:
"Zavallı adam, gerçekten
bir aziz, korkunç acılara kahramanca ve cesaretle katlanıyor, bu yüzden daha da
yumuşuyor, hatta neşe saçıyor. Neredeyse
kör olacak, ama inatla çalışmayı sürdürüyor. Yardım edip ona bakacak kimsesi
yok, çok az parası var."
Burada, sonsuza dek evde kalmış
kız cızıltısını hissediyorsunuz; gitgide eriyip düşen bir erkeği görmekten
mutlu. Seyretmekten usanmayacağı bir sahne.
Pek tanınmamış, sağlığı bozuk,
parasız, hiçbir değeri olmayan yazılarında ısrarlı, gelgelelim bir Hıristiyan
kadar yumuşak; o bir aziz. Gitgide eriyor, bir kadın onun için kendini feda
etmeli. Ama hangisi?
Dostu Paul Ree ve Lou'yla
yaşanan çok gülünç macerası burada başlıyor. Bilhassa karşılaşmaları ilginç.
Kadın Roma'da Saint-Pierre Kilisesi'ni geziyor, evet, yanlış okumadınız. Paul
Ree kilisenin günah çıkartma ("hiç ışıktan yoksun kalmadan") yerinde
çalışıyor, şikâyetçi değil, kendi evinde gibi. M.N., Lou Salome'ye yaklaşıyor ve şöyle diyor: "Böyle birbirimizi bulmak için hangi yıldızlardan geldik?"
Veya: "Böyle birbirimize yönelmek
için hangi yıldızlardan fırlatıldık?" Yıldırımdan daha şiddetli bir
darbe: Mistik ve Katolik ötesi bir evlilik önerisi, yıldızlararası bir öneri.
Kadın yirmi bir yaşında, o otuz yedi, güzel, çok zeki, aşırı sinirli. M.N.'nin
gözleri kamaşır, çok geçmeden evlilik önerir, büyük hata. Kadın reddeder, ama
ilişkiyi bozmaz, onu kendine çeker, kaçar, bekletir, kendi kendini yetiştirir,
notlar tutar, olay ilginçtir. Daha karanlık bir günah çıkartma yerinde, haykırışlara
aldırış etmeden ona birden sarılsaydı, hayatı değişmiş olacaktı, karşıt cinsler
arasındaki yanlış anlamanın ebedi dönüşü üzerine sonsuza dek düşünebilecek,
yani zamanı bir gereklilik durumuna dönüştürecek, amacı onu frenlemek olan komedi
üzerine kafa yoracaktı. Elbette bu dâhiyane, ama can sıkıcı ve aciz gözü
kararmışlık karşısında Lou'nun elinden bir şey gelmez. Dostlar arasında üçlü bir
ilişkinin düşünü kurarmış gibi yapar, "çiçekler
ve kitaplarla dolu, hoş bir çalışma odası, onun yan tarafında iki yatak odası,
gidip gelen çalışma arkadaşları, arkadaşların oluşturduğu hem keyifli hem ciddi
kulübü" tasarımlar.
İki yatak odası mı? Neden üç
değil? Lou, Ree ve M.N.'nin aynı odada, kendisininse bitişik odada yatacağını
mı hesap ediyordu acaba? Peki, tuvaletler nerede olacak? Ne de olsa gerçekleşmeyecek,
histerik bir vodvil. Her şeye rağmen M.N. bu tuhaf Teslis projesini benimser,
hatta birlikte Paris'e gitmeyi düşünürler. Gitmeyeceklerdir, geride kalan, Paul Ree ve
M.N.'nin bir fotoğrafıdır; ikisi de beygir ya da eşeğe dönüşmüş, bir
arabayı çekmektedirler, arabanın içinde onların efendisi Lou Salome elinde
kırbaçla tehditler savurmaktadır. Çok tuhaf, değil mi, ha ha. Özellikle daha
ilerde M.N'nin yıkılacağını hatırlarsak; bir sürücünün dövdüğü yaşlı beygiri
ağlaya ağlaya korumaya kalkmıştı. Ama şimdilik, 'keyifli ve ciddi fikir kulübü'
içindeyiz (yok canım).
Mayıs ayı, Orta'da
iken, Lou ve M.N. gezmeye giderler. Monte Sacro doruğuna tırmanırlar, yukarıda
oyalanıp gecikirler, onların Sina Tepesi'dir orası, anormal biçimde geç
dönerler, bu dağcılık sporunu tuhaf bulan Lou'nun annesi ve Ree endişeli, öfke
içinde onları beklemektedirler. Uzun, çok uzun süren bu doruktaki beraberlik
hakkında, Lou daha ilerde şu şaşırtıcı açıklamayı yapar:
"Monte Sacro'da Nietzsche'yi
öptüm mü?... Hiç bilmiyorum."
"Monte Sacro'da, Nietzsche
beni optü mü?" demiyor, ama, "Monte Sacro'da, Nietzsche'yi öptüm mü?
Hiç bilmiyorum," diyor. Cevabı yokmuş gibi görünen bir soruya, hayran
olunacak bir cevap.
Dâhi, müstakbel deli, hasta ve
yersiz yurtsuz biri benimle evlenmek istedi. İyi tahmin ettiniz, başımdan
savdım. Zaten hoşuma gitmiyordu, hiçbir erkek saygın kişiliğime (ne demek
istediğimi anlıyorsunuz) layık olmamıştı. Evet, biliyorum, Ni'etzsche muazzam
bir eser yazdı, ama salt bilimsel bilgilerden çok uzaklaşan bir eser. Monte
Sacro'da onu öptüm mü? Olabilir. Bunu söylemesi size düşer, hiç bilmiyorum.
Evet demek imajıma uygun mudur? Ya hayır desem? Her neyse, şunu bilin o ânı
sonsuza dek tekrar tekrar yaşamaya niyetim yok. M.N.'nin bıyığı, aniden dışarı
fırlayan dili, tükürüğü, nefesi, Dionysosvari coşkusu, boğa gibi soluk soluğa
kalması, pantolonunun şişen önü, bütün bunlar yirmi bir yaşımda, dağda başkalarına
sunulan armağanlar gibidir. O olay hakkında ketum kalması dikkatinizi
çekmiştir. Deli olabilir, ama saygılı. Ona yüz kez aynı soru sorulmuş ve o hep
şöyle karşılık vermiştir: "Bu gerçekten önemli mi?" Genellikle üslûbu
böyledir. Neyse, Monte Sacro'da huzur. Perde.
M.N. Lou'ya birkaç mektup yazıyor. Onun ne demek istediğini
kadın pek anlamamıştır, hayvanca kendini sınırlayan bir rasyonalist. Aslında,
üzüyor.
"ilişkimiz neden şimdiye dek sevincin her esprisinde yoksun kaldı? Siz,
'özgür düşünce'nin benim idealim olabileceğine yine de inanmıyorsunuz, değil
mi?"
Sonra: "Artık her bakımdan berrak ve aydınlık bir gökten başka bir şey
istemiyorum; bunun ötesinde, zorluklar ne olursa olsun, kendi yolumda gitmesini
bilirim."
M.N. kahramandı,
kabul, ama bugün yeniden dirilirken daha ihtiyatlı olacak. Kurbanı olduğu
haksızlığı uğursuz sayacak. Yaşadığı romantik ve görkemli devirde, yalnızca
erkek çağdaşlarının kindar kıskançlıklarını uyandırabiliyordu, İsa'ya yaraşan
bir olay, tamam anlaştık. Deneyim olarak onda eksik olan şey basit fizyolojik
bir sorundu; yani, kadınların aşk çılgınlığına sebep olan kasırgayı fark
etmeliydi; onları kendi güzelliğine tutkun kılan aşklarını sezmeliydi; dışa
yansıyan, can sıkıcı, yapışkan, azgın duygularını anlamalıydı; bir tahtası
noksan kadınlardı bunlar; işte M.N.'de eksik olan şeyler bunlardı. Eğer Lou,
sözgelimi onun sık görüşmelerini kabul etse, hamile kalmayı kafasına koysa,
ona hiç durmadan mektuplar yazarak, mailler atarak, telefon ederek kızgın
ateşini bulaştırsa, sokakta peşinden gitse, kapı komşusu olsa, gece gelip
kapısını çalsa ve öyle bir canını sıksa, ki adamcağız birlikte oturmanın
çarpıklığını görür, mide bulantılarını, toplumsal yıkımı tercih eder, her şey
farklı olabilirdi. Kadın tenini ona yasak etmesine rağmen ikonası, putu, posta
kutusu, pasif yazıcısı, kurtlarını dökecek sıkıfıkı arkadaşı, çöp sepeti,
aynası, mahzeni olsaydı. Çarmıha kendilerini geren çılgın sofu kadınların on
dokuzuncu yüzyıldaki papazı olmayı kabul etseydi veya günümüzdeki hip hop
şarkıcısı, gurusu, Dalay Lama'sı, imamı, güneş tapınağı rahibi gibi imana
getirecek herhangi biri olsaydı. Bencilce kendi kendine yeterli olmayı,
Münzeviye, Bekâra sunulan yoğun asalaklığı, histerik biçimde başkasını
hırpalamayı fark etseydi. Bin yıldır hayat tek başına yürüyor. Dört milyar
yıldan beri bakteriler tek başına hareket ediyor. İnsan şu anda başı dönecek
denli insan biçiminde ortaya çıkıyor ve etten kemikten çıkıp bedeninden
sıyrılıyor. O Her Şey'dir, o Hiç'tir, boş bir sevginin saf nesnesi, heykel
ayaklığının değersiz parçası. Seni seviyorum, seni istiyorum, seninim, benim
olduğunu söyle, aşkım senden daha güçlü, zaten senin fikrini sormuyorum, burada
olmadığın zaman daha çok buradasın, burada olmak için var olmana ihtiyacın
yok, yalnız benimsin, benim, benim.
Artık Üstinsan gündemdedir.
Kadınlar Ebedi Dönüş'ü yaşamak istiyorlar, bu doğal. Hayali Usterkek kozmik ve
komik oluyor, Üstkadın dalga yerine onun üstünde sörf yapıyor, erkek çantada
kekliktir. Zaman kazanmayı başarıp erkeğe zaman kaybettirdi, onu kuşku
duymaya, serbest özgürlük projesinden caydırmaya zorluyor. Erkek sonsuza doğru
gidiyordu, onun hesaplarını altüst ediyor, planını bozuyor, çeneye tutuyor,
aklını başından alıyor, tüketiyor. Kadın ya da insan-kadın, aynı çıkarlar, aynı
strateji. Öldürücü 'biz' işe koyulmuştur. Ben deme, biz. Toplu hayat bunu
gerekli kılıyor, ben onun hücresel parçasıyım. Senin kanserinim, işitiyor
musun?
M.N.'nin Lou'yla birlikte yoksulluk
içinde yaşadığını, her akşam bebeğin viyaklamalarına maruz kaldığını, felsefesi
hakkında Madam Salome'nin eleştirilerini dinlediğini göz önüne getirmek acı.
Öyle ki kadına göre o felsefe çok sıradan, seçkinci, saçma, satışı yok, kadın düşmanı, abartılı biçimde
şiirsel ve nihayet fanatik. Aynı şekilde, Heidegger'in Amerika Birleşik
Devletleri'nde Hannah Arendt'le birlikte İhtiyarlamasını görmek de acı. Kadın sîyâsi,
ahlâki gazeteciliğe nasıl uyum sağladıysa, demokrasiye de uyum sağlamasını (Heidegger'den
rica etmişti. İşte uzak durulması gereken iki küçük cehennem. Büyük bir Cehennem'de
gizli gizli, tek başına yaşamak en iyisi; ismi belirsiz bir pansiyonda iyi
ısınmayan küçük bir oda, kayak yapmaya elverişli bir dağ kulübesi. Evet, en
iyisi, İtalya'da kimliğini gizleyerek yaşamalı; Stendhal, Milano'ya
("orada yaşadı, sevdi, yazdı") gitmişti, M.N. için Torino ya da bugün
hâlâ popüler olan Venedik'in bir semti en ideali. Tam şu sıralar, Venedik'te bu
satırları yazıyorum. Hava çok güzel, her yer parıltı saçıyor, çanlar çalıyor,
akşam fiskos yapmak için Redentore'ye gideceğim, Dionysos'un gizemleri,
tabloların görkemi. Gözalıcı resimler, tek tek soluk alan, dans eden, düşünen,
benimle konuşan tablolar.
Lou'yla sağlıklı bir ilişkiyi
sürdürmek için M.N onunla yaşarken belki bir edebiyat eleştirmeni ya da bir
gazetede başyazar olmaya razı olurdu; başka bir deyişle, günümüzde televizyon
yayınlarında çıkan oyalama konuşmacısı veya kültür yayınları sunucusu.
Görüntüsü pek çekici sayılmazdı; bu role yakışacak bir yanı yoktu. Ama durun,
evliliğin onun ağır depresyonunu ve migrenlerini (aynı zamanda kendinden geçişlerini
ve zorunlu yürüyüşlerini) iyileştirdiğini varsayalım, o zaman parlak bir
konuşmacı, yüzyıl sonu Avrupa salonlarının seçkin davetlisi olabilirdi.
Sözgelimi Paris'te, Ritz'de, yirminci yüzyıl başının edebi ve artistik
coşkusuyla karşılaşırdı. Ne de olsa, 1900
yılında Weimar/da öldüğü zaman henüz elli altı yaşındaydı. l914-1918 yıllarında, yetmiş yaşında
olsa o saplantısının, yani felaketin gerçekleştiğini görecekti. Üstelik, 1917, 1933,1940, 1945 yıllarında daha
beterini izleyecekti. 1950, 1960,1980,2000
yıllarında zerre kadar iyiye gidiş yoktu. Altinsan her yerde zafer kazanıyordu;
beşeri varlık azıcık olsun kendini aşamıyor, çarkın dişlilerine kapılıyordu.
Düşünmek neye yarar? Can sıkıcı. Geçmişe bir sünger çekmeli, yoksa insan
delirir. Belki de kendini avutmak, dünyalığını yapmak, bir güzel sarhoş olup
plajda sızmak, hantallaşmak, alıklaşmak, kendi kafatasının diğer kafataslarıyla
bütünleşmesine aldırmamak, yüzyılları unutmak, susmak, tahammül etmek, ölmek
daha iyi... Acayip ihtiyar Sicilya'da inzivaya çekilmiştir.
"Sağlığım bana
diyordu ki: Güney'e git. "
Tabii, Güney'e git, embesil.
Kuzey'i iç karartıcı sisleriyle kendi başına bırak, ateşli küçük Ludi'ni,
yüreğini, ciğerlerini kendinle birlikte götür. Saklan, sus, dolaş, uyu. Mümkün
olduğu kadar sessiz bir mahallede çok sade bir yer bul. Panjurları, perdeleri
kapat. Sol yanağını yastığa koyup iyice bastır. Gözlerini kapa, bomboş ikindi
sonrasının Güney'ini hissetmek için ara sıra aç. Unut, kendine ait olmayan
sesleri kafandan uzaklaştır. Şu uyuklayan maviliğe dal, hayal kur.
***
Paranız yoksa. zaman ağırlaşır.
Küçük dilimlere ayrılır kurşun gibidir.
Sağlık o ağırlıktan etkilenir, yıpranıp
çökersiniz,
önemli sorun yarına ertelenir ve yarın yoktur.
Usanmışsanız, bugün
de yoktur, yarın beklenir, yarın bir an sonrasıdır,
o sırada Borsa sizi esir
almıştır. Rahatsızlık üst üste geldikçe, daha çok yayılır, sinir sistemi yıprandıkça,
sinir hücreleri tükenip ölür madem ki her şey değerlidir, artık hiçbir şeyin
değeri yoktur. Az bulunur bir elyazması satın alıyorum, çekmeceme kapatıyorum.
Şanghay kuleleri inşa etme düşünü eski bir cilâ kutusu kurduruyor bana. Zaman
o denli hafif, o denli hızlı ki parmaklarımın arasından kayıp gidiyor, ama
parmaklarım yok artık. Beni ölüm yaşatıyor, o esnada ötekiler hayatlarını
sürdürüyorlar, salaklar, hâlâ duyguları var. Acı mı çekiyorlar? Çeksinler, yeni
dünya onlara göre değil, insansız bir devinim.
Tam yetecek kadar para, fazlasına gerek yok. Asgari konfor,
boş zaman, serbest aşk. Sözgelimi M.N. durmadan yazıyor, bir hiç uğruna,
okurları yok ya da pek az (ne yazık ki sonunda hiç okuru olmadığından bile
endişe duyacak), sebatkâr, ateşli yaratıcılık. Yazdığı bir sayfa, yaşadığı
çağın en iyi yüz yazarından kıymetli, hatta bin yazar demeye cüret edelim. Beş
cümle ve cilt cilt kitaplar boşa gidiyor.
İlginç olan şey, onun bombaları ses çıkarmıyor, kalemle etki yapıyorlar.
Yazıyor, yazıyor, hayatı hayatın içinde bir roman, en çetin koşullarda her şey
kolayca aklına geliyor, zaman duvarını aştığının ancak farkına varıyor.
Ötekiler yaşadıklarını anlatmadan kendilerini yaşıyor sanıyorlar, gerçekte
yaşadılar, uyuyorlar, ayakları dolaşıyor, ölüm onları uyandırmıyor bile,
hiçliğe dalıyorlar, kendilerini suçlu hissediyorlar, utanıyorlar. Filozof Nietzsche'ye göre tam tersi, sözcükler
birbirine yaklaşıyor, farklılaşıyor, çoğu kez müzik gibi, sesleri alçalıp
yükseliyor, yemeklere, iklimlere karışıyorlar. Filozof kendisinden söz ederken
şöyle diyebilir:
"Sonuçta, yalnızlığın yolunu şaşırttığı
yarı deli bir adamım, bas ağrısı
çekiyorum."
Fakat anlık bir şey bu,
kurnazlık.
Bunun
karşılığında, yapmacık olmayan şey sağlık durumu:
"Sonu gelmez mide bulantıları,
uykusuzluk, geçmiş günlere ilişkin melankolik düşünceler, sürekli baş ağrısı,
zonklayan, gözlerime vuran acı."
İşte böyle, Dünya dönüyor. Kış
aylarındayız, "ellerim morarıyor",
"sürüne sürüne yatağıma
tırmanıyorum, uyduruk rüyam benimle alay .ediyor", "her güne kötü başlıyorum, soğuk duş
alıp kışla dalga geçiyorum", "gökyüzü
kül rengini alırken şafakta uzaklaşıyor", "uzun ışıltılı sessizlikleri sessiz kış göğünden mi
öğrendim?" "yoksa onlar mı benden öğrendiler? Ya da her birimiz kendi
açımızdan mı onları bulduk?"
Kalem kâğıdın üzerinde yürürken,
işte güzel sorular, aslında, hiçbir şey daha uzağa daha hızlı gidemez. Kalemler
mi? Filozofa on iki düzine lazım, hangi marka olursa olsun, S. Roeder'inkiler
yeterli, geniş uçlu, 15 numaralı kalem, Roeder, Berlin'de mahkeme
kırtasiyecisi. Teşekkür ederim anne, ben senin eski yaratığın, eski hayvanınım.
Oraya gelmişken jambonla iki kravat gönder, kravatlardan biri büyük, biri geniş
olsun, geniş olanı boynuma sararım, ötekini iğnelerle tuttururum. Sonra köpüren
pudra, en iyisinden salam. Sonra kolları çok uzun olmayan bir gömlek, çorap,
eldiven. Bir de teneke kutu içinde Savoie pastası.
Şarap içmek yok, ispirtolu içki
yasak. Pansiyonda geçen günlerim mi? Sabah saat 5: Bir fincan kakao (Van Houten
marka) kendim hazırlıyorum, sonra tekrar yatağa giriyorum, bazen tekrar
uyuyorum. Saat 6'da hoppadak kalkıyorum ve çay içiyorum, giyindikten sonra
büyük bir bardak çay daha içiyorum Artık çalışma vakti - iyi gidiyor... 15
numaralı kalem... Yemekler tabldot usulü (lokantada 100 kişi ve bir sürü
çocuk). Öğle yemeği: Ispanaklı güzel bir biftek, kanlı kanlı, içi elma
marmeladıyla dolu kocaman bir omlet (pöh!). Akşam yemeği: Birkaç küçük dilim
jambon, iki yumurta sarısı, iki dilim ekmek, hepsi bu kadar. Ertesi gün, aynı
program.
İşte, ebediyen bunları yiyeceksiniz, Mösyö Nietzsche.
Hoşunuza gitti mi?
Çok.
"Bundan böyle, et yemeğinden
uzak durup ruhumu sıkan ve karartan her şeyden sakınarak Venedik'te
yaşayacağım, küçük bir melek gibi sakin ve münzevi."
Yalnızlık
M.N.'yi hâlâ etkiliyor. Bu duyguyu hiç kimse onun kadar tatmamıştır, dakika
dakika, soluk soluk, satır satır. Buluyor, seziyor, yürüyor, düşünüyor,
yazıyor. Kendinden emin, şöyle diyor:
"Altın yumurtladım" Ve de: "Sessizliğime
ihanet etmemeyi sessizliğim öğretti bana." bu benim en
sevdiğim sanatım" 15 numaralı kâlem biraz eskiyor, onu değiştiriyor.
Kar yağışı durdu, 15 numaralı kaleme dönüştü, güneş pırıldıyor, buz parlıyor. "Yalnızlık balina gibi yuttu beni"
"Birileri için yalnızlık hastaların sığınağıdır, ötekilere göre
hastalardan uzak bir sığınaktır."
Hastadır, besbelli, ama kafa sağlığı
mükemmel. Tam kafa sağlığına ulaşmak için hasta olmak gerekir. Sağlıklı gerçek
hastalık (tabldot yiyenler, anneler, babalar, çocuklar, gürültü patırtı)
budur, "tütsülenmiş, bunalmış, yıpranmış. çürüyüp küflenmiş, ekşimiş
ruhlar". Lafa bak, işte bir tane daha: "Sırtında beygir terkisi
olmayan salak kızlar." Kaba sözler, masadan kalkmak zorunda kalacaklar.
"M.N. abartıyorsunuz!" - "Oh pardon madam, kızınız tıpatıp size
benziyor, öyle salak ve çirkin ki! Bi terkisi eksik!"
Bu patlamanın ardından, M.N. üç
gün yatağından kalkamıyor, soğuk havaya rağmen pencere açık.
"Her yanda gizli küçük tarikatların
kokusunu alıyorum, nerede küçük odalar varsa, oralarda kadın yobazların hayır
dernekleri, onların pis kokuları bulunur..."
Şeytan
yobaz mıdır? Tabii evet, her yerde az çok ona rastlanır. O "ciddidir, çok
dikkatlidir, derindir, görkemlidir". Buna karşılık, yeni Tanrı
sevimlidir, oynaktır, üreyip çoğalandır, yakıcıdır, yüzeyseldir. Havayı,
kelebekleri, sabun köpüklerini sever. Kanıyla “cümleler yazar, 15 numaralı
kalem doğrudan damarlara girer. Şuna benzer haykırışları vardır: "Bırakın,
tesadüf beni bulsun." Küçümseyenlerin küçümsemesini küçümser. Bayağılıktan,
kaba şakalardan tiksinir. Hem gemi, hem fırtına olarak kendini rüyada görür.
Amentüsü yalındır: "Ben diyen kutsal
ve azizdir kendisine tutkulu olan insan mutlu olur, o insan kâhindir."
Veya: "Dinginlik dirileştirir."
Veya: "İnsan artık sevemediği zaman,
orada durmaması gerekir."
***
M.N. yeni pabuçlarına çocuk gibi
seviniyor. Tabanları kalın ve esnek, karda ve buzda çok kullanışlı, hiç ses
çıkarmıyorlar, sanki lüks şosonlar. Aman Tanrım, ayaklar çok önemli, ayaklar.
Yan etkileri çok şiddetlidir; belkemiğinden tut, rüzgârla kırbaçlanan beyne
kadar. Kemikler çarpılmayagörsün, bütün iskelet etkilenir. Şehvete saygılar,
evet, "bütün belli belirsiz saplantılar ve bunalımlarla dalga geçen
şehvet". M.N. ne yaptığını bilmez değil, yönü belli, geniş adımlarla
ilerliyor. Tek düşüncesi var: Kâğıtlarını ve 15 numaralı kalemini bulmak.
Ayaktakımının şehveti yavaş yavaş ateşe dönüşür, çok duman çıkarır. Ne var ki
"şarapların içinde" o da bir şaraptır; bir anlık zevk için bütün
geleceğe minnet duyar, dolup taşar. Gelecek, şimdiki zamana muazzam bir armağan
sunar. Sonuçta, cinselliğe ihtiyaç yoktur, kelimeler olmadan tertemiz haz
yeterlidir. Şu halde, "her an iç çeken, her an yakınan ve en küçük
çıkarları ele geçirmeye çalışan ebediyen tasalı erkek ve kadının"
uzağındayız.
Özgür hayat pırıl pırıl, kutsanmış,
sevinçli, M.N. yürüyor, küçücük bir çakıltaşı, yapraklar, ağaç gövdeleri,
dereler onu etkiliyor. Kendini kuş yerine koyuyor, zira "kendini kuş
yerine koymak isteyen kendini sevmelidir". Ben kendimi nasıl seviyorsam.
siz de kendinizi seviniz ve çok geçmeden "zekâ tembelliğinin ahdetmiş
düşmanı, ilk düşmanı" olunuz.
Dünyayı sırtınızda taşımak ağır
mı geliyor size? Yok canım, ağır değil o ağırlığı hissediyorsanız, "koyu
sarıyı ve koyu kırmızıyı" sevmiyorsunuz demektir. Hatta, "hışıltılı
ve toprak kokan yağmur gibi uykuyu da" sevmiyorsunuz.
Londra'da, otel odamdayım, ikindi
sonrası karanlığa gömülüyorum. Yağmur yağıyor, yerimden kıpırdamıyorum. Bir oda
hizmetçisi giriyor, ışığı yakıyor, beni yatağa uzanmış görüyor, korkuya
kapılıyor, "sorry" diyor, çekip gidiyor. Ludi'ye az önce şöyle
dediğimi varsayalım: "Büyük ruhlar
serbest hayat yaşamakta hâlâ özgürler." Veya: "Dünya, hâlâ ikili yalnızlıkları ve yalnızları taşıyacak kadar
özgür" Beni dinleyince o da gülerek şampanya kadehini kaldıracak, tuhaf,
anlamlı bir ifadeyle mırıldanacak: 'Delinin biri, her şeye rağmen anlaşıyoruz'
Hadi balık yemeye gidelim, sonra bara. İyi fikir, neden olmasın? Tatlı mı?
Ludi, olmaz diyecek, 'Çok şişmanladım, perhize girmem lâzım'. Biraz daha
şampanya? Tamam, anlaştık!
Ne yazık ki M.N'nin bir partneri olmadı. Olsaydı onunla birlikte
gece eğlenmeye giderdi. Onunla birlikte geri döner, sere serpe uzanır, yastığın
altından el ele tutuşur, ayaklarını -çok önemli, ayaklar- onunkilere bitiştirip
ısıtırdı. Sarışın bir kadınla yan yana, güzel güzel uyurdu. Sarışın bir kadın,
soluk alan, kadife gibi yumuşak, saten gibi parlak, şeftali gibi sulu sulu.
Biraz kıpırdıyor, titriyor, bebek gibi soluk alışını dinliyorum. Şimdi şu
yatakta yaşadığım hayatın eskiden tam tamına aynısı vardı. Gün mü doğuyor?
Hangi gün? Ludi biraz inliyor, hafifçe yanağını ve gerdanını okşuyorum,
gözlerimi yumuyorum, her zamanki sayıklamalarıma başlıyorum, bu kez bir bahçe
planı çizmek söz konusu, iki yanı ağaçlı yollar, sık ağaçlıklar, merdivenler,
taraçalar, parmaklıklar. Galiba bunları çizmeyi başaracağım, ama kâğıdım yok.
Gözlerime biraz daha gün ışığı doluyor, şafak sözcüğü uyar, tan kızıllığı neden
olmasın, hem ben yanında oldukça pembe parmaklarında tan kızıllığı neden
olmasın? Bıldırcın, kumru, sevimli sülün, dünyanın bütün kuşları odaya dolup yuva
yapıyorlar. Düşünceler uçuyor kafamdan, kelime bulamıyorum. Ludi geriniyor,
kalkıyor, perdeleri açıyor, külrengi günışığı içeri doluyor. Gel, kulaklarımı
öp. Oda servisine telefon ediyor; kahvaltı, çay, kahve, haşlanmış yumurta
istedikten sonra gizlice duşa giriyor.
Sonra
televizyon:
savaşlar, saldırılar, yoğunlaştırılan
güvenlik önlemleri, depremler, su
baskınları, yangınlar, salgın hastalıklar, doların düşüşü-çıkışı, davalar,
cinayetler, doğal kirlenme, lüle lüle reklamlar. Süslenmiş kocaman kız travestiler
beceriksizce bel kıra kıra yürüyorlar, upuzun bacaklar. Bu sahte güzellik
felaketine nasıl katlanmalı? Pudralı suratlar. Bu sırada, kocası olmayan
kızlara şarkı okuyan güzel kız aklıma geliyor. Yakışıklı bir erkeği var, ama
şansı yok, delikanlı Hollanda'da, Hollandalılar kapmışlar. Londra'da, sarışının
yanındaki erkek yakışıklı, ama tuhaf, çekilmez bir koca. Sarışın güldüğü zaman
güzelliği anlaşılıyor.
Eski Fransız şansonları... BBC'de
çalışan İngiliz kadınlar, anons ettikleri pisliklerden pek etkilenmiş
görünmüyorlar. Konuştukları stüdyoda tavan çökebilir, aynı sakinlik içinde ve
aynı gülümseyişle olayı aktarabilirler. Bomba konmuş bir araba infilak etmiş.
Çok uzatmayın kızlar, bir sonraki haberler saat başı.
***
M.N. sıkılmaktan, tembellikten
mümkün olduğu kadar uzak duruyor. Bu olumsuzluğu
"kötü koku"
diye niteliyor. Rastlantıyı, sebepsizliği
arıyor ve özellikle bir işaret bekliyor, kendi işareti: "Gülen aslan ve onunla birlikte güvercinlerin havalanışı"
(herhalde, Venedik'te, San-Marco Meydanı'ndaki güvercinleri ve tumturaklı aslan
heykelini hatırlıyor). Hatta lafı şöyle demeye getiriyor: "Kimse hiç yeni bir şey söylemiyor bana; o zaman kendime kendim
söylüyorum."
Kimse yeni bir şey söylemiyor mu?
Öyle mi? Bir yüzyılı aşkın zaman geçmedi mı?
Mösyö Nietzsche'nin yok oluşundan bu yana dünyada epey şeyler oldu.
Atom
bombası. Sinema, Hücreler, ziyaret edilen gezegenler, sanayileşme kırımları,
embriyon ticareti, ölü Tanrı'nın çırpınmaları, internet iletişimi, cevapsız e-
posta, kısaltmalar. İnternet meraklısı her şeyi ve hiçbir şeyi düşünüyor,
keskin ve kısa sarsıntılardan titremelere, ilişkisiz yakınlaşmalardan
uyuşturucu uyuklamalarına gidiyor. Tekno rockçı kendini çökertmekten zevk
alıyor, evrensel din diye sayıklıyor, her şey onun gözünde yenidir, ama yeni
hiçbir şey söylemiyor. Çevresindeki zaman ölüyor, dedelerini belli belirsiz hatırlıyor,
onun ötesinde hiçbir şey, dünya duruyor.
Geleceğe yönelik kehanet: "Bütün geçmiş savunulmadan böylece terk
edilmiştir. Günün birinde bir tiran çıkacak ve plebin efendisi olacak, derin
olmayan sularda zamanı boğacaktır."
Tamam oldu: derin olmayan dere,
suda ayaklar, dünü düşünmek neye yarar, yarın benim için farksız.
Eşzamanlı olarak zamanın yoğun
biçimde yığılması, uyanan yolcuyu tehdit ediyor. Tek başınadır, o ezici kafayı
omuzlarının üstünde taşıyor, ölüler onu sürekli kendilerine çekiyorlar, yardıma
çağırıyorlar, gece vakti yatağından sıçratarak uyandırıyorlar, haykırıyorlar,
inliyorlar, yakınıyorlar. Ölüler, zavallı ölüler, büyük acıları var. Büyükbaba
ya da büyükannenin ötesinde ne var? Kalabalıklar. Bu halleriyle çok canlılar.
İğrenç, çürümüş, zarif, erdemli, kötücül suratlar. Jestler, pozlar, imalı
sözler. Geçen gün, tam gün ortası, odamda sekiz kişiydiler. Dört erkek, dört kadın,
birbirlerini tanımıyorlar, aynı devirde yaşamamışlar, aynı dili konuşmuyorlar.
Burada ne arıyorlar? Benden ne istiyor1ar? Ah, işte M.N. Sinekkaydı tıraş
olmasına rağmen onu bakışlarından tanıyorum, artık bıyığı yok, giyimi cakalı.
Fransızca konuşarak, "Bedeli olan her şeyin değeri azdır," diyor.
Sonra ekliyor: "Rastlantının ortaya çıkışını bekliyorum." Ardından,
ötekilerle birlikte kayboluyor, bir antikite figürü, Rönesans çağının İngiliz
soylusu, iki fingirdek esmer kadın, iki güzel dedikoducu.
Kadınlar ve erkeklerle birlikte
kayboluyorum, fakat oradayım.
Bu böyle.
***
M.N'nin ininde bir tek kadın
olmaması dikkat çekici- Savunduğu dava onu da dönüştürmüş, Peygamber Zerdüşt adını
almış. Zerdüşt, Farsça'da 'altın yıldız' anlamına geliyor. Ustinsana uygun
kadın yok, Üstkadın yok. Aramıza dönen M.N. hatasını anlıyor, kendini
maskeliyor, anlaşılmaz biri gibi görünmeyi tercih ediyor, dişi partnerlerini
seçiyor, inisiyatifi onlara bırakıyor, bir köşede kendine çekidüzen verip
onların akıntısını izliyor. Çıkmaza mı saplanmıştır? Pek değil, bunun cevabını
yazmaya hazırlandığı sayfada, ancak yazacağı ilk sözcükleri önceden bilmiyor.
Nitekim, filozoflar,
psikanalistler, siyaset adamlarının katıldığı bir kongre. Bu toplantıda söz
aldığını hayal ediyor. İşte, savurduğu sözler. Herkes hayretten donakalmıştır:
"Yer solucanından insana ulaşan yolu izlediniz ve içinizde hâlâ o
solucandan bir miktar olduğunu gördünüz. Bir zamanlar maymundunuz, bugün
herhangi bir maymundan daha maymunsunuz. En aklı başında olanınız bir bitkiyle
hayalet kırmasından başka bir şey değil, yarı deli yarı ceset bir
belirsizlik."
Orada bulunan filozoflardan
birinin karısı, porno film aktrisi, kocasına dönerek konuşmacının kaçık
olduğunu belirten bir işaret yapıyor. İlerici bir milletvekilinin yanında bir
gazeteci kadın oturuyor; milletvekili, kadın gazetecinin kulağına eğilerek
fısıldıyor: "Sigortası atmış, saçmalıyor!" Dünya Yüksek Kültürler
Akademisi'nden bir profesör yanındaki psikiyatra söyleniyor: "İyi saatte
olsunların gazabına uğramış!"
Bu arada, konuşmacı devam ediyor:
"Dans eden bir yıldızı yaratmaya
gücü yetmeyen bir kaossunuz. Deveden aslana, aslandan çocuğa geçmeniz
gerekirdi. Oysa sağırlar kadın dostu oldu; sizin hantallığınız özgürlüğe, bu özgürlükten
masumluk ve unutulmuşluğa, oyuna, kendini tekrara, kendi kendine dönen
tekerleğe geçti. Yorgunsunuz, pes etmeye yakınsınız, yorgunluğunuz ölümcül bir
sıçramayla sona erecek, artık hiçbir şey istemeyen, cahil, zavallı bir
yorgunluk bu. Kısacası, mideniz yorgunluğunuzun mezarı olmuş. Yaşayan
ölülersiniz."
Oturum başkanı sinirleniyor.
Konuşmacıya bir kâğıt iletiyor, kâğıda şunları çiziktirmiş: "Ne demek
istiyorsunuz?" Konuşmacı kâğıdı buruşturup 'dişi maymun' diye bağırarak
porno aktrisine fırlatıyor. Kadın ayağa kalkıp salonu terk ediyor. Süresi
dolmayan konuşmacı devam ediyor:
"
"Koyu bir melankoliye bürünerek
ölüme sebep olan küçük rastlantıları arzulayın, dişinizi sıkın ve o ânı bekleyin."
Başkan, üçüncü dünyacı bir
bakanlık görevlisinin gözüpek işareti üzerine mikrofonu kapatıyor. Ancak sesi
duyulmasa da adam konuşmaya devam ediyor, güvenlik görevlileri adamı yakalayıp
apar topar dışarı atıyorlar.
"Beden, diyor M.N., büyük
.bir akıl, çokluk, güçlü bir yönetici, meçhul bir bilge."
M.N. bedeni düşünen, onu
araştıran, ona acı çektiren, içinde dolaşan, hafifleten, onu dans ettiren,
bilinçli olarak onu tüketen ilk kişidir. Tehlike deliliktedir, ama bizzat
delilik de, yazılmış bu yeni cümlenin bir ânıdır. Kendini bedeninden aşağı
görüyor, "tertemiz havayı, tehlikenin uzak olmayışını, sevinçli bir öfkeyle
dolan zekâ"yı seviyor. Dağların, kayaların, göllerin, vadilerin ona göre
gizleri yok. Aralıksız yürüyor, cümleler tek başlarına oluşuyorlar.
"Yüksek erdem pek paylaşılmaz, yararı yoktur, o pırıldar, parlaklığı
hoştur." Bugünlerde, Çin'in Maymun Yılı'na girdiğini not ederek eğleniyor.
Hayvanlar hoş gelmişler, kartal, yı]an, aslan, eşek, güvercinler. Kahrolsun Devlet!
"Devlet: Hepimizin yavaş yavaş öldüğü mekândır;
hayatın mekânı."
Daha da sertleşiyor: "Gereksiz olmayan insan, ancak Devlet
ortadan kalkarsa var olur; o zaman, gerekliliğin şarkısı başlar; yeri
doldurulmaz, yegâne melodi."
Kuşkusuz, sizin 'yeri
doldurulmaz,yegâne melodi' olmanızı önlemek için her yola başvurulacaktır...
***
***
Gustave Mahler- Symphony 3, movement 4
M-N- yeniden kalemini alıyor,
penceresi açık. Şöyle yazıyor
"Anlaşılmaz şeylerin ve kararsız güçlerin derinliği
parlıyor." Ve sonra: "Her
hayat, zevkler ve renkler tartışmasıdır." Zevk gerçekten "hem yük, hem kantar, hem kantarcıdır;
renkleri ve zevkleri tartışmadan yaşamak isteyen canlının vay haline".
Kefaret ödemek yok, çabalama yok, soluk benizlilik yok, güneşten yoksunluk
yok. "Güzellik, her güçlü iradenin ele geçiremeyeceği bir kale"
olduğuna göre, ense yaparak hoşça vakit geçirmeli, ellerini başının üstünde
kavuşturmalı, işte bu "dizginlerinden
boşanmış iradedir".
Otların üzerine uzanıyor, uyuyor,
gözlerinin önüne bir şey geliyor.
"Etrafıma baktım, zaman
biricik çağdaşımdı."
Eskiden Zerdüşt diyordu; bugün bu
sözcük güldürüyor M.N.'yi. Öyle dedi, öyle hayal kurdu, öyleydi. Çağının tutkusunu
hiç de inkâr ettiği anlamına gelmiyor bu sözcük. Yapıtı Deccal bunu doğruluyor,
zaten o yapıtta iyice düşünülüp o ilahi Yahudi'ye, o ulu İbrani'ye saygılar
düzülmüş. Tanrı, Tanrı olmaktan yorulmuştu, olgunlaştı ve ihtiyarladı,
bağırsakları bozuluyordu, gitgide öfkesi azalıyor, sevgiye ve merhamete
yöneliyordu, heyecanlandırıcı tan kızıllığı, katliamlardan duyulan bulantı,
oyunun sonu. Kendi canına kıydı, işte gerçek. Kendini Oğlu'na feda ederek bizi
kurtarmak için kendini öldürdü. Sağ olsun!
M.N. gülümseyerek bu muazzam
olayı düşünüyor. Tanrı kendisiydi, neyin söz konusu olduğunu biliyor. Bir
delilik. Dayanılır gibi değil, acı çok güçlü, on milyon kez daha az yok
olabiliriz, on milyon kez daha az delirebiliriz. Odası güneş içinde, sonbahar,
akşamın saat 6'sı, M.N. o sırada Ben Webster'in eski bir plağını
dinliyor. My Funny Valentine. Her yeri dolaştı, ama Fransa'dan vazgeçemiyor;
Paris'te, Palais-Royal Sokağı'nda. Bu sokağın sessizliği ona huzur veriyor.
Bundan böyle, Akdeniz'den, Cenova'dan, Nice'ten, Torino'dan uzak duruyor.
İsrail'e gidip şöyle bir göz attı, oraya yerleşmeyi düşünmüyor, Moskova'ya,
Berlin'e de. New York'da yirminci yüzyıl ortası, artık çekici değil. Mekke'de
durum vahim (son Hac döneminde 250 ölü). Yunanistan turizm yüzünden talan
edilmiş. Roma çeşmeleri birkaç gün ilgisini çekebilir, Venedik biraz daha uzun
süre oyalayabilir, fakat akıl bütünlüğüne ihtiyacı var, aklının büyük
sağlığına, aklı ancak Paris'te soluk alabilir ve sessizce ışıldayabilir. Yerel
uyur-gezerler arasında, sakinlik, kurnazlık, temkinlilik.
Bir de bu eski taşra kentinin
gazetelerini okuyarak, televizyona bakarak eğlenmeli. Sözgelimi bugün, bir
porno aktörü, bir hayasız biseksüel kendini şu cümlelerle ifade ediyor:
"Hep aynı şeydir; düzüşürüz, vajinal ve anal ilişki, sonra boşalma. Geliyorum,
rolümüzü oynuyoruz, gidiyorum"
Üstinsanın nihai imajı:
başarısız deneyim.
***
M.N. bir sabah, Rapallo'da bir kafenin taraçasına
oturmuş. Ocak ayında güzel bir gün, az bulunur cinsten ılık bir hava. İki dirseğini
masaya yaslamış, gri sarı göğü gözlemliyor ve düşündüğünün farkına varıyor.
Düşündüğünü düşünerek düşünüyor. Elinden bir şey gelmiyor, bu böyle. Fakat
düşüncesi nereye yöneliyor? Kendine mi? Kendi dışına mı? Her yana mı? Hiçbir
yere mi? Oldum olasıya mı? Sonsuzluğa mı? Bir sineği kovarmış gibi sağ eliyle
bir hareket yapıyor. Yatıştığını hissediyor, uyudu ve rüya gördü. Rüyasında
onuruna verilen bir ziyafete katılmış. Aslında tuhaf bir ziyafet, tümüyle komedi.
Bir karnaval havası, yemeğe katılan kadınlar ve erkekler alacalı renklere
bürünmüşler, hepsi hayranlık içinde, yapmacıklı. Bir zamanlar hayal ettiği,
kavuşmak için can attığı, yanıp tutuştuğu, haklarında yanlış düşündüğüne
inandığı bütün insanlar.
Odasına dönüyor ve yazıyor: "Bütün zamanlar boş laflarını kafanıza
çarpıyorlar; bütün zamanların boş lafları ve rüyaları sizin uyarılarınızdan
daha gerçektir."
Nişan aldığı hedefleri tanıyor. "İnanmaya layık olmayanlar",
zira bütün yaratıcıların "inanca
inancı vardır" ve "kendine
inanmayan daima bir yalancıdır". Yalancı softalar, kuşbeyinliler,
kısır kafalılar, kısa boylu düşünenler, hepsi yenilmeyi hak ediyor. Sonra,
kendi taraflarına çektikleri genç karılarıyla "gülen erkekler".
Sonra, "kadınlaşmış, şaşı bakışlı" riyakâr duygusallar. Sonra,
"ayçiçeği gibi açılıp kapanan aşkların" figüranları, bunlar
"her bakımdan sırf seyirci olmak isterler". Sonra, kiliselerin,
muhasebe bürolarının, laboratuarların, üniversitelerin softaları. Sonra,
"zekâya ağ ören" örümcekler; zekânın eşarplarını, berelerini,
peçelerini ören örümcekler. Sonra, nakaratları, kısır projeleri, bayat
düşünceleri, organik saplantıları, aybaşı rahatsızlıkları, bozulan
bağırsakları, sahte duyguları, fikirleriyle sizi zehirleyen kadın ve erkekler.
"Soysuzluğun ve itaatsizliğin iblisleri" diye yazıyor M.N. ve şöyle
sonuca varıyor:
"Dünya'nın bir cildi var, bu cildin hastalıkları var; o hastalıklardan
biri de insan."
Pansiyonunda
tabldot yemek için odadan çıkıyor, yüksek sesle konuşuyorlar, çocuklar
bağırıyor, erkeklerin boynu bükük, uyuşuk, hayat bu. Günlük gazetesini açıyor ve can sıkıcı,
bıktırıcı laflar tekrar başlıyor.
Ken Park
Gazete yeni bir filmden söz
ediyor. Filmdeki oyuncular yeniyetme. Aile otoritesinin yetersizliği, aile içi
ruhsal bozukluklar, anlayışsızlık ve ikiyüzlülük onları aylaklığa ve yapay
başıboşluklara sürüklemiş. Film evsiz barksız bir gencin intiharıyla başlıyor,
cinsel ilişkinin alabildiğine yaşandığı bir âlemle bitiyor. Çevreden
soyutlanmış, tensel zevklerin ardından giden üç içe kapanık gencin rüyası. Bu
arada bir yeniyetme, kız arkadaşının annesiyle cinsel ilişkiye giriyor, bir
başkası alkolik ve homofobik babasını reddediyor, bir genç kız sadist-mazoşist
ilişkiye giriyor; dinsel fanatik ve dul olan babasından bu ilişkisini
gizliyor. Dolayısıyla film, çocuklarını sevgisiz, kötülükçü bir dünyaya bırakıveren
büyüklerin rezilliklerini açığa vuruyor. Böylece gençleri iler tutar yeri
olmayan bir cinselliği icat etmeye zorluyorlar. Filmin bir sahnesinde, ruh
hastası bir yeniyetme büyükanne ve büyükbabasını öldürüyor. Bir başka sahnede
mastürbasyon yapıyor ve kendi kendini boğuyor. Fon müziği.
M.N. gülmekten tıkanır gibi
oluyor ve bir an kendinden geçiyor. Sonunda, kadınlardan birinin pek tiz ve
cırlak bir sesle haykırdığını işitiyor: "Mösyö Nietzsche, Mösyö Nietzsche,
uyuyor musunuz yoksa? Tuzluğu bana uzatın diye belki on kez seslendim
size!"
İşte bu yüzden ateş, baş ağrısı,
mide bulantıları, uykusuzluk, kırıklık, kara kara düşünceler, tiksinti, müthiş
yorgunluk, içinden çıkılacak gibi değil, çaresi yok. içinden gelen kötü ses
durmadan yineliyor: "Her şey boş, her şey aynı, her şey geçici." Uyku
hapları pek işe yaramıyor, üç gün boyunca sersemletiyorlar o kadar, çeşitli
hezeyanlara neden oluyorlar. Kayalıklar bir hiç, dağlar bir hiç, uçurum
çökeltileri. Aksayanlar, topallayanlar, zihinsel kamburlar, bütünüyle güçten
düşenler, katılaşma, kalıntılar, yıkıntılar. Ve yine o kötü ses:
"Her şey geçici, demek ki her şey geçici olmayı hakediyor. Vazgeçiyor,
ölüyor, geçmişe git!"
Artık vakit geçmiyor,
oda bir mezar, odanın içinde "belirsiz sonsuzluğun kokusu".
Yüzyıllardır kimse buraya gelmiyor, hiçbir haritada böyle bir yer yok, sanki
Mars'tayız ya da 80 bin metre derinlikte. Kol güçsüz, beyin daralmış, el
yazmayı reddediyor.
"Bugün gördünüz mü
onu?"
"Hayır. İki günden beri
panjurları açmadı."
"Yemek yedi mi?"
"Eh işte. Biraz çorba."
"Onunla konuştunuz mu?"
"Önceki gün. Tanınmayacak
halde. Ürkütücü."
"Ölecek mi acaba?"
"Muhtemelen."
Sonra, üçüncü gün, her şey
yolunda, M.N. elini ve kalemini tekrar
buluyor. Şaşırtıcı bir hızla yazıyor, uzun uzun yürüyor ("iç açıcı toprakta rüzgârı ve
özgürlüğü seviyorum"), sessizlik onu sürüklüyor, eve dönüyor, saatine
bakıp not ediyor:
"Bugün ve eskiden varım, ama benliğimde yarından, yarın
sonrasından ve daha sonrasından bir şeyler de var."
Gülüyor, ağlıyor, yine gülüyor ve
ekliyor:
"Toprağın yüreği altından."
Ve sonra: "Akrep ve yelkovan
ilerliyor, hayat saati nefesini tutuyor, buna benzer sessizliği hiç
duymamıştım."
Ve sonra: "Gecenin sessizliği daha koyulaştıkça, otların üzerine çiy
seriliyor."
Ve sonra, sanki fısıltı gibi: "Fırtınanın getirdiği sözler en sessiz
olanları. Dünyaya yol gösteren düşünceler güvercinin kanatlarında
geliyorlar."
Yatağına uzanıyor. Deliksiz uyku.
Güvercin o, çiy damlası, canlı, tertemiz hava.
Şimdi postayla gelen mektuplar.
Annesi, kız kardeşi, pek yakını olmayan ve hayranlık duyan dostlar, baş
belâları, yayıncılar. Yayıncılara göre can sıkıcı bir maldan ibaret. Yine de
yayıncılığı ciddiye alıyor, kitaplarının yayımlanmasını istiyor, hayal ve umut
dolu. Anlaşılacak, Tarih temelinden değişecek, bir hareket gelişiyor, Paris'te
çözülme hızlanıyor, bu da onun işine yarıyor. Adres defterine bakıyor. Ne kadar
çok çizilecek isim var, başından savdığı ölüler.
Bir kazaya kurban gidecekmiş gibi ceplerinde ne var ne yok,
dökümünü çıkarıyor. işe bak, şu elmayı cebinde unutmuş Her an olduğu yere
yığılabileceğini biliyor. "Bütün
tutuklular delirirler, delilik aynı zamanda tutuklu iradenin
bağımsızlaşmasıdır."
Ne de olsa, birkaç yüzyıl daha geçebilir, devamını
bekleyelim.
Bir güvercin balkona konuyor,
sanki yuvarlak gözü dik dik ona bakıyor. M.N. güvercini onaylıyor. Güvercinler
için de bir sonsuzluk var.
'Ben kimsem o'yum' diye düşünüyor M.N. "Kim olacaksam, o olacağım." Daha açıkça: "Ne olacaksam, o olacağım."
Başka deyişle: Şurada, burada, hemen kendimi okuyorum ve ben var olmadan kimse
beni okuyamaz. Tarihi aşıyorum, Tarih'in bütün isimleri aslında ben'im. Fakat
günün birinde hiç kimse okuma bilmezse? Olsun, cümleler kendilerini
okuyacaklar. Fakat günün birinde kütüphaneler ve insanlığın kendisi ortadan
kalkarsa? Olsun, o an benimle eşzamanlı gelecek. Müthiş başım ağrıyor, ama
kafatasıma sımsıkı tutunuyorum. Benim aşağımda yıldızları görüyorum.
Ya da şöyle: "Ben kendimin müjdecisiyim, horozun ötüşü, karanlık sokaklarda
yolumu buluyorum."
Ya da şöyle: "Hayatıma bir güneş ışını düştü."
Biraz daha sonra, M.N. az önce
yazmış olduğu sayfayı görüyor; sayfa tutuşan ama sönmeyen bir çalılık gibi.
Sayfadan bir ses çıkıyor, kendi sesi, ona bir isim fısıldıyor, kendi adı. Geri
kalan her şey bomboş. Böyle olmalıydı ve oldu.
Bir de şunu not ediyor:
"Bu kitap çok küçük bir azınlık için yazıldı. Belki de o küçük
azınlıktan hiç kimse henüz dünyaya gelmedi."
Özetleyelim: M.N.'nin Gizli Hayatı. roman.
15 Ekim 1844, M.N. Almanya'da
doğar, Protestan papazların arasına düşmüştür. Baba tarafında papazlar, anne
tarafında papazlar. Protestan papazlar, papazlar, papazlar. İki yaşındayken
kız kardeşi Elisabeth dünyaya gelir, dört yaşına geldiğinde erkek kardeşi
Joseph ortaya çıkar. Erkek kardeş iki yıl sonra bu dünyadan ayrılır. Rahipler
ve rahibeler iki yılda bir çocukları papaz olmaya zorlarlar. Gelgelelim,
Friedrich hayat serüveninde birkaç kez dünyaya gelecektir. Hatta ölümsüz olmak
isteyecektir. Olur da.
Bu acayip çocuk beş yaşındayken,
papaz olan babası otuz altı yaşında ölür. "Çok
kırılgan, yardımsever ve sağlıksız biriydi. Böylesi bir varlık eskiden
yaşamalıydı. Hayatın kendisinden çok geçmiş hayattan bir görüntüyü
çağrıştırıyordu."
Gelip geçen bir yaya.
1848 ve 1849, ayaklanma yılları;
Paris'te, Berlin'de Viyana'da ayaklanmalar... Richard Wagner adında biri
Dresden ayaklanmasına katılır. Müzikte, düşüncede, toplumda devrimcidir. İnsanı
uyuşturan opera yapıtlarıyla ünlenir.
Küçük N.'ye gelince, etrafının beş
kadınla çevrili olduğunu görür. Kadınlar canını sıkarlar, ama çok şey de
öğretirler. Yedi yaşında piyano çalmayı öğrenir, uzun süre müzik için yaratıldığına
inanacaktır. Ancak Müzik onunla birlikte bambaşka bir yola sapar; ses ve
orkestra biçiminde görünmez, sözcükle cümleler, düşünceler biçiminde ruhun
içinden yansır; yürekli ve cüretkâr bir düşüncedir bu. Kitapları tanınmış, ama
belki de anlaşılamamıştır.
On iki yaşında baş ağrıları
başlar. On dört yaşında yüzmeyi öğrenir. Şimdiden mükemmel, klasik bir öğrenci
olmuştur. Pforta Koleji'nde, okul korosuna girer. Novalis'i, Hölderlin'i,
Machiavelli'yi, Byron'ı okur, Sallustius gibi yazmak ister, ama şöyle der: "Müzik sesi işitmediğim zaman, her şey
bana ölmüş gibi geliyor."
Hakkı var, ortalık devasa yapıtlarla
doludur. Adlarını saymak yeter: Lohengrin, Ren Altını, Valkürler, Siegfried,
Tannhauser, Tristan ve Isolde, Nürnbergli Usta Şarkıcılar, Tanrıların
Alacakaranlığı, Nibelungen Yüzüğü, Parsifal.
Bir hiç uğruna bir sürü gürültü,
yeraltında kımıldanış, feryatlar, müzikal okyanus, çılgın tanrı ve tanrıçalar,
bu, heyecan ve hayranlıktır. M.N. büyülenmiştir, bir genelevde frengiye yakalanır,
artık üst düzey bir filolog olmuştur, doğuştan filozofça niteliklere sahiptir.
Tarih'in bütün kalpazan filozoflarını yalar yutar. Günün birinde, onlara
düzenbazlar, sahte rahipler, asalaklar, alçaklar diyerek saldıracaktır.
Yirmi dört yaşında müzik alanında
hüner sahibi olan büyük rakibiyle karşılaşır. Bu, bir dâhidir, karısı da.
'Mutlu insanlar adası' Tribschen'in idili. Bu arada, kahramanımız, Basel'de profesördür
(açılış dersi: Homeros'un Kişiliği); orada kalmak için Prusya uyruğundan çıkar.
Bundan böyle, vatansızdır, haymatlos. Kendisine uygun geleni budur.
Bununla beraber, Prusya'ya bağlı
kalmaya devam eder. 1870'de, Prusya-Fransa savaşında sıhhiye eridir. Silahların
gölgesinde, Tragedya'nın Doğuşu (1872) adlı kitabını tasarlamaya koyulur.
Bismarck'dan yanadır, Tuileries'yi ateşe veren Paris Komünü'nün çok geçmeden
Thiers tarafından kan dökülerek bastırılacağına inanır. Sokrates öncesi
filozofları okumaya başlar. İşin asıl özü o filozoflardır. Kız kardeşiyle
aşırı yakın yaşar. Cosima Wagner, Katolik Liszt'in kızıdır. Onun Protestanlığa
geçişini biraz sevinerek öğrenir.
1873'te, sağlığı bozulmaya yüz
tutar: baş ağrıları, öksürük, mide bulantıları, oküler rahatsızlıklar.
Fizyolojik histeriye yakalanır; bunun 'eğitici' olduğuna inanır. Yunanlıların
trajik çağına ilişkin felsefe incelemesini sürdürür. Yavaş yavaş çağının dışına
çıkar, ancak acılı ve sancılı bir girişimdir bu. İki bin yılı aşkın Tarih
diliminde bunu ilk başaran filozoftur. Daha ilerde, bu çıkışa çok yukardan
bakacaktır.
Cosima Wagner'in Günlüğü:
"Richard ve ben,
Hölderlin'in Profesör Nietzsche üzerindeki büyük etkisini fark ettik; bunu
biraz endişeyle karşıladık. Güzel yazma özentisine kapılıp abartıyor,
gerçekdışı imajları üst üste yığıyor, ama yine de güzel ve soylu bir ruh."
Süperbaba ve süperanne
endişelidir. Kendilerine göre sebepleri var. Süperanne genç 'profesör'ün (otuz
yaşındadır) 'olgun davranıştan yoksun' olduğunu düşünüyor. Hünerli besteci de
N.'ye 6 Nisan 1874 tarihli bir mektup yazıyor. Cümleler çok kabadır:
"Kanımca, evlenmelisiniz ya
da bir opera bestelemelisiniz; ikisinin de size katkısı olacaktır. Ancak ben
evlenmenizden yanayım."
Başka deyişle: Madem ki başaramıyorsunuz, benim gibi yapın.
Cümleler ayan beyan kabalık dolu ve edepsizce. Çok geçmeden araları açılacak,
hakaretler başlayacaktır. Bu arada, patırtıcı besteci, her şeye rağmen onu
davet eder; yaz mevsimini Bayreuth'ta geçirmesini ister. N. gitmeyecektir,
ancak bu darbenin etkisiyle bir hafta boyunca Bertha Rohr adında bir (herkesin
bildiği gibi bu kadın çok şişmanlayacaktır) kadınla evlenmeyi tasarlar. Hünerli
besteciye hâlâ hayranlık beslemektedir Tanrıların Alacakaranlığı adlı opera
yapıtı ona göre 'yeryüzündeki cennettir.'
M.N. saf bir Protestan olarak
kalır. 1875'te, Katolikliğe dönen dostlarından birinin yüzüne karşı haykırır:
"Ah, bizim saf ve temiz Protestan havamız! Luther'in inancıyla derinden
kaynaştım; bu duyguyu hiç bu denli coşkuyla hissetmemiştim." Daha ilerde,
Luther ve Protestanlık hakkında neler söylediğini görseniz, gülmekten
katılırsınız: Luther ("o uğursuz papaz") ve Protestanlık
("Hıristiyanlığın en edepsiz biçimi, yanlışlığı en kolay ortaya konulan,
en çürük tarafı", "aklın ve Hıristiyanlığın hemiplejisi"). O da
gülmekten katılıyor.
1876'da M.N. Cenevre'dedir,
Ferney'i ziyaret eder, uzun uzun Voltaire'i düşünür. 'Sevimli bir Parisli
kadın', Louise Ott'la Bayreuth'ta tanışmıştır. Daha sonra, kadın ona Paris'ten
bir Voltaire büstü gönderecektir. Wagner'e yönelik eleştirisi yoğunlaşır, baş
ağrıları da artar, gözleri rahatsızdır, kafa değiştirmekte ve gözlerini şimdiye
dek hiç kimsenin açmadığı denli açmaktadır. İnsanca, Pek İnsanca eserini yazar,
ölümünün yüzüncü yıldönümü (1878) onuruna kitabı Voltaire'e ithaf eder. Bu
arada, devamlı okumalar: Thucydides, Platon, Montaigne, La Rochefoucauld,
Vauvenargues, La Bruyere, Voltaire, Diderot, Stendhal. Tabu evet, Yunanlılar,
Fransızlar, askeri ittifak. Ve sonra, evlilik projeleri için hâlâ hayal
kurulabilir. "Şimdi, sonbaharda,
kendime bir kadın bulmak için bir güzel çabalamalıyım; ne var ki onu çamurun
içinden çıkarmak zorundayım."
1877'de, M.N. Pompei'de,
Capri'dedir. Sonra Cenova (orada Van Dyck ve Rubens'e hayran kalır). Wagner ona
Parsifal’in (saygılı bir davranış") partisyonunu gönderir; M.N. de
İnsanca, Pek İnsanca’yı kendisine göndererek karşılık verir. Wagnerci dostlarıyla
arası açılır (Bir İdealistin Anıları yazan Malvida von Meysenbug'tur o
dostlardan biri, içgüdüden oluşmuş samimiyetsizlik", Malwida büyük, ama sahte dost.) Bayreuth'taki hünerli besteci
öfkeye kapılır. Bozuşurlar.
1879, mide bulantıları, şiddetli
baş ağrıları, gözlerde bozukluk- Kesinlikle bir devirden çıkıp Zaman'a açılmak
belirsizlikle dolu. İnsan her an yıkılabilir, yarışta gruptan kopmak çok
tehlikeli. "Acılarım anlatılır gibi
değil", "öyle bir gece geçirdim ki sabaha çıkamayacağımı
sandım", "birçok kez ölümün eşiğinden döndüm, hem de korkunç acılar
pahasına, nitekim günü gününe yaşıyorum".
'Ebedi Dönüş' tezini savunan M.N., her gece ve her gün 'ölümün
eşiğinden' dönmek gerektiğini bilir. Ölüme evet mi diyecek, hayır mı? Cevabı
hayır olur.
Ölmeyi istemeye hayır, artık
yeter demeye hayır. Yolcu ve gölgesinin kararı böyle.
1880'de, Ida Overbeck'in kitabını
okurken gerginliği biraz azalır: 18. Yüzyılın Simaları. Ida, yakın dostlarından
birinin karısı. Bu kitap Fransızlara ilgi duymasına yol açar. Ancak, daha önceden
Hint düşüncesine merak sardığını da unutmayalım. Rig- Veda'dan alınan Tan
Kızıllığı'nın başlığı bu merakı kanıtlıyor: "Hâlâ görmediği o denli tan
kızıllığı var ki."
Veda metinleriyle iç içe giren on
sekizinci yüzyıl Fransızcası: Kurtuluş orada.
Gerçekten, bir tedavi biçimi
olarak işte tan kızıllığı. 13 Mart
1880, M.N. Venedik'tedir. Hava iyi değil, yağmur ve rüzgâr, ancak dinginlik
hüküm sürüyor ve özellikle "kaldırım taşları çok hoş". Uç buçuk ay
Venedik'te kalır. 29 Haziran'da oradan ayrılır. Kasım ayında, Cenova'dadır. Bu
kez, başka bir hayat başlar, büyük topçu manevraları.
Ağustos 1881. nihayet
Engadine'de. "denizden altı bin ayak yükseklik ve o kadar yüksekteki bütün
beşeri şeylerin yukarısında", 'ebedi dönüş' fikrine takılır.
Bir 'fikir' mi? Hayır, uçurum.
***
Biyolojik hayatının sonuna doğru,
M.N. gitgide hareketsizleşmiş ve tamamen unutkan olmuştur. Annesini bile tanımamaktadır.
Kız kardeşi bir fotoğrafını çektiriyor; yüz ifadesi, mağara adamı bıyıklı
İsa'nın acı dolu hatları. Yanından ayrılmayan azize kadınlarının (özellikle kız
kardeşinin ileriye dönük planları vardır) koruması altında bıyıklar kötü kötü
uzamış. Simsiyah gözleri çukura kaçmış. Esmer teni onu Hint fakirine ve düşlere
dalan bir adama çevirmiştir.
Öteki çarmıha gerilmişti, o ise
delidir ve gitgide bitkisel hayata girer. Hâlâ soluk alır. Boşuna. Artık
koşmuyor; oysa eskiden önüne bir duvar çıkana kadar sokakta koşardı. Artık haykırmıyor.
25 Ağustos 1900, nihayet sönüp biter.
Geride kitapları kalır. 3 Ocak
1889, Torino'da, beygirini döven kaba saba bir arabacıya engel olmak için
arabanın önüne atılmıştı. O uğursuz günü yaşamadan önce kitaplarına çok önem
veriyordu. Beygir kendisidir. Artık bitmiştir. Çok uzak değil, bir kilisede
öteki'nin kefeni vardır. Daha sonra, o fotoğrafın negatifi herkesi şaşırtacaktır.
İsa'dan derin etkiler mi taşımakta dır? Hiç kuşku yok. Hâlâ bu
konudan söz edilmektedir.
Ölmeden birkaç gün önce, M.N. tam
formdadır, yeniden kendini okur ve "altın bir terazinin üzerinde"
cümlelerini tartar. Öteki, okunmaz bir cümle dışında hiçbir şey yazmadı. Zina
yapan bir kadını taşa tutarak öldürmeye kalkışanları toprağa üfleyerek
kaçırdı. Bu olay M.N.'yi her zaman gözlerinden yaşlar gelene kadar
güldürmüştü. Sanki zina yapmak bir suçtu. Sanki seks hikâyeleri çok önemliydi.
Geçelim.
Tekrar kendini okuyor:
"İnsanca, Pek İnsanca beni
çok etkiledi. Sanki bu yapıt büyük bir senyörün (metinde Fransızca)
serinkanlılığından izler taşıyor."
"Birkaç gündür, kendi
kitabımı karıştırıyorum ve ilk kez kendimi kitapla aynı düzeyde hissediyorum.
Bunu anlıyor musunuz? Hiç farkına varmadan her şeyi çok iyi başardım - oysa tam
tersini düşünüyordum!"
Daha gizemli cümleler:
"Yalnız ben söz konusuyum,
önceden yaşamışım - işaretler ve mucizeler! Anka kuşunun marifetleri."
Bir yandan endişe içindedir (dar
kafalı yayıncılarla sorunlar, bastıkları kitabın değerinden haberleri yok, bir
'servet' bu, yeni bir İncil söz konusu), Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün bütün nüshalarını
geri almayı düşünüyor. "Amacım hayat ve ölümün bütün risklerine karşı bu
yayımlanmamış yapıtı güvenlik altına almak (Bu günlerde onu tekrar okudum,
neredeyse heyecandan bayılacaktım). Dünya bunalımlarından - savaşlar! - birkaç
on yıl sonra - en elverişli ânı bulup - onu bastırabilirsem..."
Onyıllar yetmez, ama bir-iki
yüzyıl yeter. Neden üç-dört yüzyıl olmasın? Zaman gitgide daha elverişli hale
gelecektir.
Elbette, karşınıza çıkacak ilk
budala erkek ya da kadın bu sözlerin açıkça delilik belirtileri olduğunu
söyleyecektir. Megalomani, paranoya, saçmasapan laflar, ne dediğinin farkında değil,
gerçekten uzaklaşıyor. Kanıt daha sonraki durumu: susturulmuş, rafa
kaldırılmış, diri diri gömülmüştür; kötü hin, yıkıcı etki, iblis, felaket,
Hitler'in ideologu. İtiraf açıklamaları korkutuyor; özellikle küçük kitabı Ecce
Homo hakkında söyledikleri:
"Bu kitap 'edebiyat'
kavramını öyle aşıyor ki, doğada onunla bir mukayese noktası bulmak yanlış olur.
İnsanlık tarihini bomba gibi ikiye ayırıyor - dinamitten daha etkili."
Bugün
bir tek benim bu cümleleri ciddiye almam mümkündür. Acayip ve gülünç.
Bilincinin hâlâ yerinde olduğu
son günlerinde M.N.'nin, insan hayatının uçarı, umursamaz, hatta ciddiyetten
uzak özelliğine dikkat çekmesi şaşırtıcıdır. Belki dalga geçiyor. İnsanlık tam anlamıyla
yolunu şaşırmış, ama o, yarattığı mucize eserle bu şaşkınlıktan sıyrılmıştır.
Artık yakınmıyor, bünyesine
elverişli kenti (Torino) bulmuştur, düzmece takvimin son sonbaharı sevinç
doludur, herkes ona karşı nazik ve saygılıdır, kadın manavlar en güzel üzüm
salkımlarını ona sunuyorlar, ondaki erkekçe yaradılışı bilinçaltından
hissediyorlar. Eskiden, Öteki'ne karşı da kadınlar aynı şekilde
davranmışlardı. Şimdi onu da ellerinden kaçıracaklarını hissediyorlar,
başlarını eğiyorlar, en iyi şeylerini sunuyorlar.
26 Kasım 1888:
"Nefis ilkbahar havasını içimize çekiyoruz; hatta şu an, açık
penceremin önüne oturmuşum, hafif şeyler giyinmişim, sevinç içindeyim."
M.N.'nin utangaçlığı. Güneşe
çırılçıplak, sereserpe yattığını söylemekten kaçınacaktır. Kendi ifadesine
göre, kırk dört yaşında, çoktan yaşlanmış bir beden. Yaşlı beden mi? Pek
sayılmaz, beklenmedik bir dirilişin eşiğinde, yeniden gençleştiğini hissediyor.
O değil, öteki. İçindeki öteki, kendisinden daha ötede kendisi. Sözgelimi, bir
Fransız. Operetler, müzik dergileri,heyecan verici, neşeli genç kadınlar meraklısı.
Oteki'nin Filistin'deki macerasıyla ilgisi yok:
"Hafifmeşrep oda hizmetçisi rolünü oynayan gerçek
Parisli kadın sanatçıyı size gösterebilsem... Her yerde olduğu gibi, atılacak ilk
adım en zor olanıdır - ve size yardım edecek olanlar ancak genç kadınlardır."
Hadi canım, hadi canım, M.N. bu
söyledikleriniz mantıklı mı? Üstüninsana yaraşır mı? Yeni Mesih misiniz? Yoksa
o sözünü ettiğiniz dinamit mi patlıyor? Oteki'nin, babacan misyonunu bir yana
bırakıp uygunsuz hayat süren kadın dostlarından biriyle kaçması nasıl
düşünülebilir? Dionysos'un bir kadın sanatçıyla tatmin olmasını mı
istiyorsunuz? Bu düşünceyi onun kafasına mı sokmak istiyorsunuz? Tanrı, çiçekçilerin
ya da kadın manavların arasında takma bir adla yaşayabilir mi?
M.N.'nin Zaman içinde özgürce
dolaştığını varsayalım. Sözgelimi (rüyasında) Rönesans'a veya Fransa'nın on
sekizinci yüzyılına gidiyor. Bu derin düşüncesinin doğruluğunu zamanın genelevleri
ve yatak odalarında, Paris'te Roule Oteli'nde veya Serail'da Madam Gourdan'ın
randevuevinde kanıtlıyor. Bu konularda anasının gözü (başka deyişle epey
uzman) olmuştur. Kendini cinsel hazzın tuzu biberine katmıştır (başka deyişle
en parıltılı, en ilginç hazza). İşte, Parisli genç kadınlara ilişkin katalog:
etli butlu, yapmacıklı, budala, diri, kurnaz, göz alıcı, şen şakrak, hoppa,
gösterişli, delişmen, kıpırdak, kışkırtıcı, canayakın, çıtı pıtı, tombul,
sıska, solgun, sevecen, şakacı, hatta topal. Descartes'ın anısına şaşı veya
bulanık da eklenerek bu liste uzatılabilir. Markiz, Juliette, Molly, Madam
Edwarda ve ötekiler de cabası."
"Ben, Filozof Dionysos’un
çömeziyim ve aziz olmaktansa yergici olmayı tercih ederim."
***
Bana
diyorsunuz ki: "Yok canım, insanlık bu denli bitmiş olamaz, bir sıçrama,
dönüm noktası, altüst oluş, bir kıyamet, ayaklanma, bir devrim meydana
çıkacak."
Yok,
hayır.
'İnsanlık'
sözcüğüyle lafa girdiniz mi bütün umudunuzu yitirmişsiniz demektir
***
30 Eylül
1888'de M.N. Deccal'a imzasını attı,
Hıristiyanlığa Karşı Yasa'yı
herkese duyurdu.
Bu yapıtı 'kötülüğe
karşı açık savaş ilanı' diye nitelendirir.
30 Eylül, 'uydurma takvim'in son tarihidir.
İşte "yıl 1/ ilk gün, Kurtuluş'un ilk
günü".
Torino.
Yani şu anda, Kurtuluş'un ilk
gününden 116 yıl sonrası. Hıristiyan İncilleri'ne gelince, bizim hâlâ
Hıristiyanlığın takvim başı dediğimiz tarihi, 1. yüzyılın sonu olarak
nitelendiriyorlar. Oysa bu, yepyeni bir şey. Yeniden yepyeni bir şey.
M.N. sık sık saatine bakıyordu. Saatin akrep ve yelkovanı
onu büyülüyordu. Her seferinde, heyecanla tam öğle vakti ve tam geceyarısı
akrep ve yelkovanın üst üste gelmesini bekliyordu. Geceyarısı ve bir.
Numaralandırmada 12 ve 0. On iki havari, sonra biri daha, etti on üç. Hiç ve
bir. Öğle vakti dolu yansı boş. Ya da tam tersi.
Tanrı
kere Tanrı eder dört: Matthieu-Marc-Luc-Jean. Mama luje. Anlaşılmıştır ki Tanrı
kendisi yazmıyor. Yazdırıyor, ya da birine kendini anlattırıyor. O şimşekte,
bulutlarda, gök gürültüsünde, fırtınada, ordularda. Herhangi bir olay ona
dayandırılıyor, işin içinden çıkılamayınca tefsir ediliyor, şişiriliyor, bir
anlam çıkarılıyor, yorum yapılıyor, nutuk atılıyor. Bunaltıcı, altüst edici,
ilham verici, tecelli, yorucu. Doğum ve ölüm tarihleriniz programda önceden
belirlenmiş. Hıristiyan takviminin yasası vardır. Yahudiler, Müslümanlar,
Farmasonlar, Hintliler ve Çinliler tarafından tartışılmıştır; Fransa'da,
Devrim esnasında yürürlükten kaldırılmış (sonra gizlice tekrar yürürlüğe
konmuş), gelgelelim yeryüzünde hiç kimse onsuz ne bir çek, ne bir sözleşme,
ne bir anlaşma imzalamaya yanaşmıştır. Kimse dikkat etmiyor, bu takvim
yukarıdan mı aşağıdan mı, sağdan mı soldan mı geldi? Mezarlıklar dolu, ölü
yakma fırınları dolup taşmış, bebekler ve ölülerin yaşı belirsiz.
. .
Sözgelimi, Kurtuluş'un yeni
takvim başı olan 48'de doğdum diye herkese duyurmayacağım; öte yandan, 116'da
söz konusu olan nedir diye insan kendine sormayacak. Yeni Mesih'in deli
olduğunu ve elinizde buna ilişkin kanıtlar bulunduğunu söyleyeceksiniz. Buna
karşılık ben de aklını yitirmiş bir gezegende yaşadığımızı ve bu gezegende
'Hıristiyanlığın', 'Museviliğin', 'Müslümanlığın' saçma bir şeyi
tartıştıklarını (buna karar verirken zorlanacaksınız) söyleyeceğim. Amerikalı
Protestan bir vaizle vecde gelen karısının yüzlerindeki ifade bu
söylediklerimi kanıtlamaya yeter.
Elimizde 'Hıristiyanlığın'
Kurucusuna ilişkin kesin kanıt yok. Buna karşılık, M.N. adıyla bilinen
Sahtekâra göre mevcut olmadığı gün gibi aşikâr. Kaldı ki Kurucu, Kardeşlerinin
gözünde Kâfir diye tanınıyordu. Öte yandan Sahtekarın, Hristiyanlığın Kurucusuyla
çok sert bir hesaplaşma içine girdiği söylenebilir. Bütün bunlar çok kafa
karıştırıyor, öyle ki bir sahtekâr başka bir sahtekârı ihbar ediyor; o sahtekâr
da bizzat sahtekârlığı ihbar ediyor. Bir olumsuzlamanın olumsuzlanmasının
olumsuzlaması. Bununla birlikte, son gelen bıkıp usanmadan kendisinin peygamber
olduğunu ileri sürüyor, iddianın ve onaylamanın sınırları yok, İsa aşılmış,
Dionysos kimliğine bürünüp dirilmiş. Deliliğe sürükleniyor, ağzını
kapatıyorlar, kendi bulduğu takvimin 12. yılında ölüyor, üstelik böyle bir
takvimi kimse kabul etmek istemiyor.
Bu arada, kitaplar yazmış,
yayınlamış. Onları okuyorum, gözden geçiriyorum, tekrar okuyorum, tekrar gözden
geçiriyorum, bu kitapları İlahi Hayat
diye adlandırıyorum, yazılar Kurtuluş takviminin 116. yılında yazılmış, başka
deyişle sahte takvimin ısrarla 21. yüzyıl diye nitelediği dönemin başında. Yüzyılları
tarihlendirmekte ayak direnirse (bizi buna hiçbir şey zorlamıyor), o zaman
Vahiy'den sonra 2. yüzyılın başındayız. Burada kafamı bütünüyle
çalıştırıyorum, öteki kitaplar bana yüzeysel ve yavan görünüyor, yanlış
söylüyorsam kanıtlayın. Hiçbir şeyi kanıtlayamıyorsunuz, yalan söylüyorsunuz,
yalan söylemek zorunda kalıyorsunuz. Ölüm adına çalışanlardansınız. Ölmemi
bekliyorsunuz, hepsi bu. Tanıklar mı? Tanıklar yalancı. Çağdaşlar mı? Benim
gören gözüm. Bugün biricik tanıklarım, dağlar, çayırlar, şu göl, şu kayalık, şu
deniz, şu martılar. Uzay, yoğunluk ve derin düşünce (ki orada herhangi bir şey
gerçekten olup bitmiştir, aslında uçurumdaki delikler) noktalarından oluşmuştur.
Zaman başka türlü ölçülür. Ölçüsüzdür, daha doğrusu ne çok geç, ne çok erken.
Boştur.
Görüyorsunuz ya, cümleler
kendiliğinden yazılıyor. M.N. çok köklü bir zafer kazanarak yaşamış (uydurma
takvimin 1888 yılında, Ekim ayından Aralık ayına kadar), üç bin yılı bulan bir süre,
en azından o kadar (yılları hesaplamaya kalkarsak). Eski saatin modeli
konusunda deneyiminin geçersiz olduğunu düşünmek için hiçbir sebep yok.
Tersine çevrilen yeni kum saati gözle görülmüyor, gezegendeki bütün kumsallar
onu doldurmaya yetmeyecek. Ve onu bildiğini, 'iyi bildiği'ni, kim ileri sürüyorsa
yalan söylüyor. Kendisi hariç, kimse onu bilemedi.
M.N aynayı, makineyi katetti.
Düşlerin öcünü alacağını biliyor, iki bin yıl önce zehirlenmiş birinin uyurken
uyanamayacağını da biliyor, yeraltı yollarında aynı kovalamacaları yalnızca
unutkanlıkları, uyandırılmış dişileştirmeleri, ulaşım güçlüklerini, çok yorucu
ve anlamsız araştırmaları yeniden yaşamak gerekir. Bazı sabahlar, gördüğü
kâbuslara içerliyor sonra onlarla alay ediyor. Yakasını bırakmayan zalimler mi?
Kasıtlı olarak engelleme mi? İğnelerle delik deşik küçük balmumu heykeller ya
da çivilerle delik deşik tencereler mi? Rötarlar önü kesilmiş geçitler,
kaybolan arabalar, kullanılmayan telefonlar mı? Klasik, sıradan.
İşte, geçen gece yine başladı,
artık dayanamıyor, yataktan kalkınca ayakları dolaşıyor, hareket ederek
oyalanmaya çalışıyor, bir dakika sonra ne yapacağını unutuyor, kafatası
çatlayacakmış gibi ağrıyor, yine gecenin içinden kötü sesler işitiyor ("Sen misin? Üstinsan! Sen mi
konuşuyorsun?"). Bütün bu kulübeleri tekrar ziyaret etmek, yeniden
acı çekip umutsuzluğa kapılmak, kimse işitmediği halde yardım çağırmak ("ne diye kendimden vazgeçeyim?")
gerekecek, hep nakarat, tekrar. Bunu doğrudan ilk yaşayan o mudur? Kuşkusuz
değil, ama ilk yazan o'dur, dava, tehditkâr şato, köpeğin ya da bir köşede
ezilmiş böceğin hayatı, evet. Bütün bunları onaylamak gerekecek mi? Tam bir
bilinçle?
Evet.
Geride bırakılan dünya
çılgınlıktır. Bunu fiziksel olarak kanıtlamaya kalkışmak bağışlanamaz.
İsanın ardından, yeni kurban
istemeye hakkımız yok. M.N.'nin ardından deliliğe hakkımız yok. Kurban ve
delilik, yüzündeki maskeyi çıkaran insanlığın kendisi. Yalancıktan şaklabanlık
yaparak, saçma ve tuhaf çıkarlarını düşünerek, böyle marazi şekilde devam
edebilir, ancak biz artık o noktada değiliz.
Hiç kuşku yok, artık hiç iyi görmüyor, ya da ikiz görüyor.
Gözlerinde amipler, kat kat yuvarlaklar, iç içe geçen bakteriler, mikroskobik
minnacık tümörler var. Mikroskopla gözlerine bakıyor. Gökyüzü bir tabut,
bulutlar kocaman bir kefen. Birden düşüyor, tekrar kalkıyor, bacakları beton
gibi duyarsız, betondan bir kalıp. Kusuyor, mide ve bağırsak torbasına artık
tahammül edemiyor. Göğüs kafesi tıkanıyor, ciğerleri artık yeter diyor, onu
oluşturan her şey, damarlarındaki kan, kemiklerindeki ilik, lenf damarları,
kirişler, kemikler, dışkı, idrar torbası, tükürük bezleri iflas etmiştir. Buna
karşılık, sabahleyin yarak dimdik, var olmanın şaşkın pusulası. Bir yerlerde
mıknatıs gibi bir şey olmalı. Düşüncelerde bütünlük yok, düşünceler yok,
karmakarışık, girdap, yeniden karmakarışık.
Doğaldır ki mümkün değil; okumak ve
yazmak.
Ve sonra, yeniden yazma tutkusu.
Hemen kalem, mürekkep, kâğıt, çok çabuk, acele. Ufuk ışıl ışıl, güneş
ışıldıyor, hiçbir gün bu denli güzel olmadı. Kelimeler parlak çakıltaşları,
deniz suyu onları okşuyor. Koşuyor, akıyor, yuvarlanıyor, uçuyor, doğal bir
şey. Ancak o kim? Aynı kişi mi? Aynı kişi değil mi? Bir ben mi? Ben olmayan
biri mi? Yazgısını bütün İnsanlığın sorumluluğuna yüklemeye hakkı var mı? Hâlâ
insan mı, insan değil mi, altinsan mı, insan sonrası mı, üstinsan mı?
Şimdi bir bahçenin içinde,
arkasını dönüyor, içi boş bir mezar görüyor, sanki ilk kez karşısına çıkmışlar
gibi ağaçları, otları, papatyaları, çiçekleri algılıyor. Kimseye belli etmeden
işin içinden sıyrılmanın tam zamanı değil mi? Kimseye belli etmeden mi? Kılık
değiştirip başka bir kimliğe bürünse, ağzını bıçak açmadan deniz yolculuğu
yapsa! Belirsiz bir ülkede kendini tüccar diye tanıtsa! Tanınmadan bu durumun
geçmesini beklese! Sevgili suçlular, sevgili gevezeler, kendi aranızda işin
içinden çıkmaya çalışsanız!
Yok olmaz, tekrar odasına
çıkıyor, kâğıt, kalem, mürekkep, delidir, böyle olduğuna inanıyor, bir gün
kendi yazdıklarını tekrar okuyacağından emin, tam aynı yerde, aynı iskemlede
oturacak, aynı pencerenin yanında, aynı ışık altında, aynı ellerle (elinin
biri kâğıdı tutacak, öteki son hızla yazacak). Sonsuza dek yazacak, yeniden
yazacak, gök ve toprak kaybolacaklar ya da tümden şekil değiştirecekler. Ama o
daima orada olacak, hala orada, madem ki kendisi söz konusu, yalnız kendisi. Üç
saat böyle geçti, tabldot yemeği (bitmez tükenmez saçmalık, çocuk çığlıkları)
için aşağı indi, sonra ormanda, hızlı hızlı üç saat yürüyüş.
İşler çok iyi gidiyor.
Uzun süre gider mi?
Şimdilik, her türlü koşulda;
başka deyişle, ebediyen.
***
SAPPHO
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/search/label/Sappho |
bizim yüzyılımızdan (uydurma takvimden) önce,
7. yüzyılda yaşıyor. Ufak tefek, karayağız, saçları karga kanatlı, ama büyük
bir şair. Halikarnassoslu Denys onun hakkında şöyle diyor:
"Cümleler yormadan ve
yumuşakça akıyor, kelimeler suyun yüzeyini asla karıştırmıyor." Şairin
Afrodit'e İlahi adlı dizeleri ünlüdür: " Menekşe rengi lüleler, baldan
tatlı tebessüm..."
Hareler ve parıltılar içinden
Tanrıça görünüyor, binlerce serçe onun arabasını çekiyor, güneşle iç içe girmiş
bir deniz, araba suyun üstünde yüzüyor. Yunan tanrıları ışık ve sesle
görünürler, her şey ışıldar, her şey ses çıkarır, her şey parlar. Afrodit
dalgalardan ya da bir tanrı spermasından (aynı şeydir, fark etmez) doğar, annesini
bunalttığını gören oğul tarafından iğdiş edilen tanrının spermasından. Gök
Yeryüzünü çok eziyordu, Uranos sürekli olarak Gaia'yla birleşiyordu, bunun üzerine
Kronos onun hayalarını keserek denize atar, Afrodit dalgaların içinde oluşur,
canlanır. Adaları aşar, Dionysos ve Eros'un ayrılmaz bir parçasıdır, gizlice
davranır, kurnazlık yapar, gizli iş çevirir, komplo kurar, çorap örer. İyilik
doludur, çok canlı bakışı vardır.
Tebessümü sessiz bir gülüştür,
alay eder. Ressamlar onu küçümseyip çok sarışın bir Venüs'e dönüştürmüşlerdir;
ayaklarının altına biçimsiz bir kabuk yapıştırmışlar, sanki bütün sorun ondan
ibaretmiş gibi iffet simgesi bir tutam saçla cinsel organını örtmüşlerdir.
Üstelik ayrılmaz parçası olan menekşe rengi kayışını unutmuşlardır. Sappho gibi
onun varlığını hissederek yaşamamışlardır.
Gerçekten bir şeylerin farkında
olmak için, çok genç yaşta elma ağaçlarının arasından serin suyun şırıltısını
hissetmek, güllerin ve sallanan yaprakların gözlerinden akan uykuyu görmek,
bir çayırda otlamakta olan atlarla birlikte bulunmak, çayırın ilkbahar
çiçekleriyle süslenmiş olduğunu, bal kokan rüzgârın tatlı tatlı estiğini sezmek
gerekir. Başınıza böyle bir şey geldi mi? Evet mi? Hayır mı? Bir kez? İki kez?
Birçok kez? Hiç mi gelmedi? Söyleyin.
Sappho hakkında Demetrios, "altından daha altın" diyor.
Onun dizelerini okurken insan sanki "içine sevinç işlemiş" şarabı
içiyor.
Doğrudan doğruya "ışığın
belirginliği":
- bütün gece, sevinç içinde
uyanık kalın...
-
kendi etrafında dolan, güzel...
- ve ışıklı
parıltı ve... güzel talih... limana ulaşarak... kara topraktan...
- tiz ötüşlü
kuş... bülbül...
- İlham perilerinin görkemli yetenekleri...
Ve daha sonra:
- öfke, unutmamak gerek...
- ama ben iyiliği severim, aşkın güneşi beni görkemli kıldı
- sevinçten parıldayan dans...
- güzelliğin
sesi... şarkı söyle... çiy damlacıklarıyla nemlenmiş...
- çiçek... arzu...
Sabahın biri, burada, Paris'te. Çıt çıkmıyor.
- ayışığı
tuzlu denize akıyor, güzel çiy damlacıkları çiçeklerle süslü tarlalar gibi
etrafa yayılmış, güller açmış, sevecen maydanoz, melisa açılıp serpilmiş...
Gece vakti
daha iyi görülür.
- çobanlar
ayaklarıyla çiğniyorlar dağdaki sümbülleri; sümbüllerin kırmızı çiçekleri yere
serilmiş.
(Çiçek gibi bir genç kızın kızlığı bozuluyor, açık mavi çarşafta
kan lekesi).
dur dostum, gözlerini iyiliğe aç...
tanrılar, hemen...
(Daima birdenbire, gizli gizli,
ışıl ışıl ve hızlı olur.)
- eminim, bizi hatırlayan biri olacak...
- gözlerin koyu karanlığın uykusu,
- her türden renkler iç içe...
- kendine görünüyor bu adam...
(Dionysos'tur
o).
- Eros,
masalların dokuyucusu...
Sappho'nun bir kızı vardır, Kleis. Bu kız, annesi ölürken ağlayıp
sızlanmaya başlar. O zaman, ölmek üzere olan kadın şöyle diyecektir:
"Burası hizmetçilerin odası;
biz İlham Perilerinin hizmetçileriyiz, ölüm şarkısı okumaya başlamak doğru
değil; bize yakışmaz."
(İşte biz.)
Pratik tavsiye: Siz erkekseniz,
cinsel ilişkiye girerken kendinizi öyle bir ayarlayın ki dişi partneriniz
taşaklarınızı kopardığını hissetsin. Afrodit hemen orada, hazır ve nazır
olacak. Sappho'ya gelince, prensip olarak erkeklere katlanamaz, ama sizden
hoşlanacaktır.
Tabii bütün bunlar şiirsel, tatlı
tatlı yaşanacak.
Afrodit'in dalgalardan ve bir
sperma köpüğünden doğduğunu, daha sonra yumuşacık ayaklarının altında
çimenleri büyüttüğünü aklınızdan çıkarmayın.
Eros'a gelince, iki tanımdan
birini seçeceksiniz:
"Eros, ölümsüz tanrıların en
güzeli, tanrıların da insanların da elini ayağını çözer, onların yüreklerini,
akıl ve irade güçlerini ellerinden alır."
Veya:
"Arzu edilen, sırtında
rüzgârın hızlı çevrintilerine direnen altın kanatları parlayan, Eros."
M.N.'nin kendisi gibi siz de uzun
süreden beri anlamış olmalısınız. Platon'dan bu yana, bütün dinler ve
felsefeler, erkek - cinselliği yararına Eros üzerinden dolap çevirip onu
kendilerine mal etmişler, bunu da kadınların tekrarlanıp duran doğurganlığını
önlemek ve onları uzaklaştırmak için siyasal ve toplumsal bir hedef haline
getirmişler.
Platon'un en gülünç
diyaloglarından biri olan Şölen'i tekrar
okuyorsunuz. Birleşmek isteyen yarı insan yarı tanrılar Sokrates tarafından
alçaltılan Eros kadın kılığına sokulmuş (Diotima) cin düzeyine (Yoksulluk
tanrıçası ile Bolluk tanrısının oğlu) indirgenmiştir. Güzelliği kışkırtan bu
alçaltma uygulaması jimnastik okulunda sizi duygusuzlaştırır. Duyarlı olanla
makul olan arasındaki farkı ayırt edemezsiniz. Bu aynayı aştınız.
Nelly ile bir
seans, çırılçıplak, Şölen diyaloğu elinde. İşte bakın:
"Şu ölümlü dünyada genç
insanların sağlam aşk pratiğine erişildiği zaman o yüce güzelliği sezmeye
başlar ve âdeta doruğun son noktasına ulaşırız. Aslında, aşka erişmek ya da
başkası tarafından aşka sürüklenmek için en geçerli yöntem şudur: Ölümlü
dünyanın güzelliklerini oluşturan basamaklardan çıka çıka o doğaüstü güzelliğe
yükselmek; bir tek güzel varlıktan yola çıkarak iki kişi birleşerek yükselmek
ve iki kişi birleşerek yola çıkıp varlıkların evrensel güzelliğine yükselmek;
sonra güzel varlıklardan yola çıkarak güzel şeylere yükselmek; güzel şeylerden
yola çıkarak güzel bilimlere yükselmek, ta ki bilimlerden yola çıkarak sonunda
o yüce bilime erişinceye dek. Zaten yüce bilim başlıbaşına doğaüstü
güzellikten ibarettir, nihayet güzelliğin özü anlaşılmış olur."
Nelly'nin sesi 'güzel şeyler'
derken biraz boğuklaştı. Ben de 'güzel bilimler' sözünden sonra cinsel haz
duymaya başladım. 'Güzelliğin özü' işitilmez oldu âdeta, dudaklarda, dillerde,
iniltilerde, soluklarda eridi.
Felsefeyi yatak odasına (her tutku
acımasızdır) sokmak değil genelevi felsefeye sokmak söz konusu. Buna yaraşır.
Anlaşılmaz şölene gelince, çok eski lirik şiirlerden (Platon ve Sokrates'in
içini yakan dizeler) birine göre şöyle devam ediyordu:
Erkekler ve kadınlar, iç içe, yan yana oturmuşlar,
Kuşaklar ve kurdelalar çözülmüş, herkes birbirine girmiş,
Zhang ile Wei'nin güzel kızları orospuluk yapıyorlar,
Ve gelip bizim
aramıza karışıyorlar.
***
HIRİSTİYANLIĞA KARŞI YASA
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/09/hristiyanlga-kars-yasa.html |
3. ve 6. maddeler:
"Madde 3. Hıristiyanlığın
pislik yumurtladığı o iğrenç mekân yerle bir edilecek ve yeryüzünün bu lanetli
yeri gelecek kuşaklar da tiksinti uyandıracak. Orada zehirli yılanlar
yetiştirilecek."
"Madde 6. 'Kutsal' Tarih'e
layık olduğu sıfat verilecek, yani lanetlenmiş tarih denecek; 'Tanrı', 'Mesih',
'Kurtarıcı', 'Aziz' gibi sözcükler bundan böyle hakaret anlamına gelecek ve
canileri aşağılamak amacıyla kullanılacak."
Deccal adlı yapıtın bu ünlü parçasında Nietzsche alay ediyor; ama
körü körüne eleştiri yapmadan. İlk başta basilic ve basilic\ue kelimeleriyle
oynuyor; basilique (kilise) yerine basilic sözcüğünü kullanıyor. Bu kelimenin
anlamı, bir bakışıyla insanı öldürdüğü söylenen masal ejderi. Filozofun
kanıtları basit: Doğaya karşı olmak ahlâksızlıktır; papaz doğaya karşı olmayı
öğretir: "Papaza karşı gelmenin mantıklı tarafı yoktur, kürek cezasına
mahkûm olursunuz."
Madde 2, mizah alanında bir
başyapıttır:
"Herhangi bir şekilde dinin
hizmetine girmek, toplum ahlâkına hakaret anlamına gelir. Katı kurallara uymak
için Katolikler, Protestanlar, liberal Protestanlar aralarında rekabet ederler.
Bilime o denli yaklaştıkça, Hıristiyan olmak da o denli cinayettir. Sonuçta,
canilerin canisi filozoftur."
('Toplum ahlâkına hakaret' deyimi
özellikle iyi bulunmuş, aynı şekilde ilerici karşıtı olarak derece derece
kurnazca yükseltilen 'filozof sözcüğü de.)
Madde 4 pek başarılı değil:
"Dürüstlüğü öğütlemek,
toplumu doğaya karşı kışkırtmak demektir. Cinsel hayatı aşağı görmek,
'namussuzluk' kavramıyla lekelemek, işte hayatın kutsal ruhuna karşı işlenen
en büyük günah budur."
(Cinsel hayatın 'hayatın kutsal
ruhu'na nasıl yöneleceği pek anlaşılmıyor. Fakat hiç önemi yok.)
Özetle "papazı karantinaya
koymak, aç bırakmak, en berbat çöllere sürmek gerekir". '
(Üstüne pek fazla gidilmiş, öyle
değil mi? Bundan korkulur.)
Ben bu konuda ne mi düşünüyorum?
On dokuzuncu yüzyılın bunaltıcı
sonlarında olsaydık planlarına büyük ihtimalle ilgi göstereceğimi bu mert
hayalperestlere sakin sakin açıklamaya çalışıyorum. Hatta 1916 yılında,
Zürih'te Voltaire Meyhanesi'nde dadacıların arasında bulunsaydık, bu işin
kesinlikle gerçekleşeceğini söylüyorum. Nietzsche'ye gelince, onun olayı o
denli karmaşık görünüyor ki pek inanmıyor gibiler. Şimdi açık konuşalım, bu
duyarlı bir konu. Bir hayli olay geldi geçti, kasıtlı olarak kutsal şeylere
saygısızlık yapmak benim harcım değil. Her ne kadar tanrıtanımaz (öyle değil
mi?) olsam da bu yürekli ve olağanüstü eylemde onlara yardım edememekten
dolayı üzgünüm. Üstelik Torino polisinin bu konuda istihbarat aldığına da
kuşkum yok. Yok, yok, merak etmesinler, onların Yahuda'sı olacak değilim.
Yalnız belki yapılması gereken daha acil, daha anlamlı bir şey var.
"Nedir o?" diye
soruyor, esmer ve sinirli genç.
"Mesela, bir kitap yazmak.
Öyle şaşırtıcı bir kitap ki bombadan daha etkileyici."
"Bir kitap mı? Ama bütün
kitaplar eskidi, salt eylem geçerli!"
"Emin misiniz?"
Ötekiler aşırı muhalif bakışlarla
susuyorlar. Bunun anlaşılmayacak bir yanı yok, lüks bir fahişeyle nikâhsız
yaşayan ödlek bir entelektüelim, düzmece bir tanrıtanımaz, bir baltaya sap olamamış
şeytanatapar, çok kötü bir filozof, üstelik doğaya karşıtlığın ve kötülüğün
yandaşıyım. Tanrı öldü sahteciliğinin sürüp gitmesine göz yumamam, ancak onları
iyi anlıyorum, Tanrı'yı bir güzel öldürmek için onu yeniden canlandırmak
gerekirdi.
Şimdi siyahlar giymiş genç bir
kadın aralarına katıldı Soluk benizli, gerçeküstücü kadın şair tipi. Haftada bir
gün öğleye doğru ininden dışarı çıkıyormuş. Hemen SADE hakkında ne düşündüğümü soruyor. Çok olumlu düşünüyorum
tabii. Soluk benizi iyice solgunlaşıyor. Tiplerden biri kulağına bir şeyler söylüyor.
"Demek hiçbir şey yapmak
istemiyorsunuz?" diyor, kısık bir sesle.
"Yok, durum canımı
sıkıyor."
"Canımı sıkıyor ne
demek?"
"Ee bana ne!"
Hepsi birlikte bir sıçrayışta
ayağa kalkıyorlar. Sinirli esmer genç barın kadife döşemeliğine tükürüyor,
çılgına dönen kadın şair kapıya doğru koşuyor, barmen tükürüğü fark etmeyecek,
gizli olan gizleniyor.
Kahvemi içip bitiriyorum, Ludi
holde karşıma çıkıyor.
"Şairlerinle güzel konuştun
mu?"
"Tabii canım, çok sempatik şeyler."
"Ne
istiyorlardı?"
"Şiirlerini bana
okumak."
"İyi miydi?"
"Yok. Boş ver."
"Şu yeni terziyi nasıl
buluyorsun?"
"Harika."
Devamı Venedik, Danieli'de. Buz
gibi kuru ayaz, Ocak ayında güzel bir gün.
Bir zamanlar, Ispanya'da,
İtalya'da çok bulundum. Madrid'de, Barcelona'da, Napoli'de, Milano'da,
Torino'da, Venedik'te gerçekten ne aradığımı söyleyebilecek kadın veya erkek
çok kötü niyetlidir. Daha sonra, Nanking, Şanghay, Pekin'de gerçekten ne
arıyordum? Daha sonra, New York, Londra, Kudüs, Eriha. Daha sonra, Amsterdam, Zürih,
Berlin, Köln, Frankfurt, Kopenhag, Stockholm, Oslo. Sonra Bordeaux dolayları ve
Margaux bölgesindeki bazı şatolar da?
Hep aynı şeydir; Olayları iyi yorumlayanlar, başkalarının hayatını
dar kapsamlı adi dedikodularla süsleyip kendine mal ederler. Tarih yazanlar
galip gelenler değildir; ama gerçek hayatta yenik düşenlerdir, düzmece resmi hayatta ayakta
kalanıdır. Özde hiçbir şey vermeyen çevre süslemeleri gibi anlatılar.
M.N. bu dalganın yükselişini
gördü.
"İnsanlar
aralarında gözle görülür bir mesafenin aniden ortaya çıkışı kadar hiçbir
şeyden nefret etmezler, zira eşit haklara sahip olduklarını sanırlar."
"O
zaman, zehir saçan suratların, kudurgan ellerin saldırısına maruz
kalırlar." Gerçekten berbat bir şey. Dalaverenin, kargaşanın,
sahteciliğin, kokuşmuşluğun ayaklanmasıdır bu; bakkalların pis kokulu bayat
malları, tutkuların kıpırdanışı, ayaktakımının kötü soluğu. "Erotik arzu, hırçınlaşma,
kışkırtılan hınç, plebin gururu; bütün bunlar yüzüme çarpıyor."
Can sıkıcı olan şey, plebin
bundan böyle hem yukarıda, hem aşağıda olmasıdır.
Aşağıdaki pleb "pis kokusunu
havaya salan ayaktakımıdır".
Ama yukarıdaki pleb, yani zengin
olanlar, "Altın kaplamalı, kılık değiştirmiş pleblerdir. Bunların babaları,
şehvetli kafasız -bu halleriyle orospudan farkı olmayan- kadınlara uysal davranan
hırsızlardır, leş kargalarıdır, çapulculardır."
Pleb mi? "Masum masum
kurnazlık yapar, daima yalan söyler."
Umutsuzluk osuruklarını
kışkırtır, kara kara düşüncelere dalan kadın ve erkekleri cesaretlendirir.
M.N. bunları cerahatli tipler diye
nitelendirir.
Burada tehlikeli olan tiksintidir, "büyük
tiksinti". Bunun içindir ki M.N.'nin kahramanı Z. hem "Ölümü tanır", hem de "büyük tiksintinin
galibidir."
Venedik,
kara parçasının suya karşı kazandığı zaferi simgeler. Bilindiği gibi M.N.
Venedik'i çok sevmişti: "Yeryüzündeki biricik yer, Venedik." Mayıs
1888'de, Torino'dan geldiğinde tuhaf biçimde şöyle yazıyor: "Su kanallarıyla
çevrili kentten yükselen tatlı çan sesleri benim Paskalya' kavramımla iç içe
geçiyor."
Şunu da söylediğini unutmayalım:
"Tiksintiye karşı
içimde hoş olmayan, neredeyse sinirsel bir eğilim var: bu durum hayatımı çok
karmaşıklaştırdı.
***
Torino'da
Eylül 1888, uydurma takvimin son ayı ve son yılı, M.N. Torino'da,
Carlo Alberto Sokağı'nda.
katında oturuyor. Tam karşısında görkemli Carignano Oteli,
odası Carlo Alberto Meydanı'na bakıyor, daha uzakla tepelerden oluşan bir
manzara.
'Büyük bir zafer'den söz ediyor,
Değerlerin Tersyüz Oluşu'nu (bir tersyüzlüğün tersyüzlüğü) yeni bitirmiştir ve kendini "yedinci günde, Po nehri
boyunca aylak aylak dolaşan bir tanrıya" benzetiyor.
"Böylesi bir sonbaharı hiç yaşamamış, yeryüzünde buna benzer bir
şeyin mümkün olacağına hiç inanmamıştım; her gün aynı önüne geçilmez, eşsiz
güzellik."
Cebinde
Sappho'nun şiirleri, hiçbir zaman
yanından ayırmadığı küçük Herakleitos kitabı ve Euripides'in Bakkhalar'ı
vardır. Onlarla birlikte ölür. Yunanca, sonsuza dek Yunanca. Yunan ırmağı,
Yunan güneşi. Bazı parçaların pek çoğunu ezbere bilir, ama basılı kâğıt ona
güven verir. Tanrılar oradadır, meydanda, sokaklarda, yapıların ön yüzünde,
satırlar arasındaki boşluklarda, eksik pasajlarda, anlaşılmamış vecizeler ya da
dizelerde. Gerçekten görkemli bir sonbahardır, Kurtuluş'un 1. yılı. Zaman'ın
sonu. Tarih'in sonu. Kıyamet, Diriliş, tekrar Hayata Dönüş. ,
Bunalım, kimse bunun farkında
değilmiş gibi, o hariç. Geçen gece, korkutucu bir rüya gördü: Zamanın bu
tarafında (eski zaman) yaşarken deliriyor, annesinin ve kız kardeşinin ellerine
düşüyor, gitgide felçli oluyor, unutkanlaşıyor, konuşma yeteneğini yitiriyor,
çöküyor, umarsız kalıyor. Acayiplik sokakta başlıyor, titremeler, feryatlar,
anlamsız kahkahalar ve ağlamalar halinde devam ediyor, dik kafalı, sıradan,
tekdüze bir geceyle bitiyor. Hangi gündeyiz? Hangi yıl? Hangi saat? Dolanıp
duran o büyük tehlike bu mu? Kupadan içilecek zehir? Ödenecek bedel?
Uydurma takvimde 'deli' sıfatıyla
kataloglanacak. Hiçbir şeyi anlayamayanlârın, ayakta uyuyanların takvimi.
Gelgelelim öbür tarafta hiçbir şey olmadığına göre, ziyaretçi diye kimi davet
edecek? Bir başka gelecekten birinin gelmesi gerekirdi; oysa şu anda kimse yok.
Kaldı ki hiçbir zaman hiç kimse olmayacak. O zaman bu demektir ki gerçekten
herkes delirdi. Tabii, işitilmez, muazzam çılgın kahkahanın farkına varmadan.
M.N.,
insanların doğal olarak deli olduklarını ve hayatın kocaman bir akıl
hastanesine benzediğini düşünen ilk kişi değil. Fakat kuşkusuz deliliği üzerine
alan, onu karanlığın ve anlamsızlığın içinde sonuna kadar yaşayan ilk kişi.
Uyandığı zaman, içler acısı
yazgısını görür. Onu reddedebilir ya da kabul edebilir. Önceki tanrı
reddetmesini fısıldar. Kendi tanrısıysa, tam tersine, onu dürter, kutsar,
sarmalar. Şu anda tam fırtınanın ortasındadır, kesinlikle bilinçlidir. Kendi
tanrısı onu nasıl tanıyorsa, o da tanrısını tanır. Adı yüzyılların uğultusu,
heyecanıydı, iyice anlaşılmamıştı ve öyle kaldı, onu dışlamak ve azımsamakla
yanlış yapılmıştır. Demek en üst düzeyde kendi tanrına meydan okumak için
onların akıl hastanelerine yatmayı kabul ediyorsun? Gerekirse, evet, pekala,
kabul.
Sokakta yürürken, kadın manavın
birinden bir salkım üzüm satın alıyor. Bir taraçada, güneşin altında masaya
oturuyor, koyu kahveyle büyükçe bardak soğuk su ısmarlıyor. İçinden Yunanca dizeler
mırıldanarak tek tek üzümleri koparıyor. Bu, onun akşam yemeği, onur yemeği,
Cena'sı. Şöyle söylendiğini işitiyoruz: "Nereden geldiğimi ve nereye
gittiğimi biliyorum, ama onlar nereden geldiğimi, nereye gittiğimi bilmiyorlar."
Ve de: "Ne beni ne tanrımı tanıyorlar; beni tanısalardı, tanrımı da
tanıyacaklardı." Bu türden şeyler. Çok keyifli, ışık onu sarmalıyor. Ölüm
gitgide kötü bir şaka ve ikiyüzlülük gibi geliyor. Ölüm bu tarafta delilik
denen şeyle ilgilenmiyor. Deliriyorum, şu halde ölmüyorum: Şaşırtıcı saptama.
Deliriyorum, şu halde ölen ben değilim. Kendi dışıma kaçarak ilahi, tuhaf bir
mutluluk. Uydurma takvimdeki gözyaşları ve öç alma duygusu; yani, insan
tarafında mutsuzluk; öbür tarafta, anlaşılmaz dipsiz kaosun içinde ilahi
mutluluk. Onlar tarafından deli diye kataloglandım; bana göre deli, onlar.
M.N. bir not defteri alıyor ve
yazıyor:
"Bütünüyle sağduyunun ötesinde her zaman bir tanrının bulunduğunu
belirtmek gerekli midir?"
Parasını ödeyip masadan kalkıyor,
tekrar yürümeye başlıyor. Yerden beyaz bir çakıltaşı alıp cebine sokuyor. Issız
bir sokakta, kimse görmeden bir dans figürü çiziyor.
Küçük bir meydana ulaşınca, bir
banka oturuyor ve yeniden yazıyor:
"Mecburen her şeyin lehime
dönmesi için yeterince güçlüyüm."
Şimdi cümleler içinden geliyor.
Onları uyarlamak için çabuk çabuk odasına dönüyor.
Tiyatrodaki gibi vezinli Yunanca bu. O yalnızca eserden arta
kalanları, karmakarışık alıntıları ezberliyor.
"Dağda öyle bir sevinç... kendini bırakıp yere
düşmek... çiğ et yemek..." Daha sonra: 'Topraktan oluk oluk süt, şarap,
bal akıyor... Ege'nin ödağacı kokusu..." Ya da: "İlahi gizemleri
bilen mutlu insana övgü... yılanlarla taçlanmış boğa..." Ya da Kahin
Tresias gibi temkinli konuşarak "Yegâne akıllı varlık benim, ötekilerin hepsi
deli..." Ya da: Altın kanatları üstünde dünyayı dolaşıyor... bütün
kaygılara son veriyor... gece gündüz sevince boğulmayı reddedenlerden nefret
ediyor.
Şimdi M.N. artık Torino'da değil,
Thebai'de. Bu lanetli kent hakkında başkalarının bilmediği şeyleri bilmektedir.
Onun filozof tanrısı, ölümlü bir anadan bu kentte doğmuştur. Kadın ilahi âşığı
tarafından yıldırım çarpmasıyla öldürülmüştür. Bu ilahi âşık Zeus'un ta
kendisidir. Daha doğrusu, filozof tanrı annesine yıldırım çarptığı sırada altı
aylık bir embriyondur. Babası üç ay boyunca onu kalçasında (kalça mı?) taşımış,
böylece ikinci kez doğmuştur.
Dionysos, yüz yüze geldiğimiz bir
tanrıdır. Ona dönüşürüz. O canı istediği zaman Dionysos'tur, özellikle tam gün
ortası ya da gece vakti. Bir iken iki olunur, aynı şey. Onun gizlerini öğrenmeye
başlayan kişi onun gibi konuşabilir: "En çok önem verilen şeyi aklım daha
iyi görür." Tanrıların en korkulanıdır, aynı zamanda en yumuşak olanı.
Katliamları başlatan, kadınları çıldırtan o'dur, ama öbür eliyle de şarabı
döker, uyku getirir, huzur verir, bağışlamayı öğütler.
M.N. küçük bir parkta duruyor.
Bastonuna sarmaşık dolaştırıyor (bereket versin ki her yerde sarmaşık
bulunur), ucuna bir çam kozalağı takıyor. Karşısında bir duvar görüyor, gel
gelelim duvar tanrılara vız gelir! Ayaklarını sandaletlerden çıkardıktan sonra,
içinden şu pasajı okuyor:
"Bundan böyle, Dionysos cümbüşlerinde gece şenliklerine
yalınayak katılabilir, başımı yukarı kaldırıp havanın serinliğini içime
çekebilirim."
Ensesinden doğru bir ürperme geliyor:
Başka bir bilgelik var mıdır?
tanrılar, düşmanının başını ezebilmek için
ölümlüye ondan daha büyük bit güzellik
armağan etmemişler!
Ve güzel olan bizim için çok değerlidir.
Çok yavaş yürüyor, şimdi tanrısal
gücün zamanın büyük yavaşlığını ağır ağır sarstığını ve ustaca pusuya düşürdüğünü
düşünüyor. Bütün zamanı onun: bu an ebediyen geri dönecek ve bunu fırsat bilip
kendi suyuna karışarak akacak.
Ortaya çık, boğa!
Binlerce başını göster, ejder!
Meydana çık, ışıldayan aslan!"
M.N. kendi kendine gülüyor, o
anda odasını kiraladığı kadınla karşılaşıyor, büyük bir nezaketle selamlıyor.
İriyarı, kocaman bir kadın. Annesine benziyor. Daha ziyade kız kardeşine.
Lou'ya. Malwida'ya. Cosima'ya. O kadınlar cehennemine. Ansızın, hepsi birden
gözlerinin önüne geliyor; bir Dionysos cümbüşünde Bacchus rahibesi olmuşlar,
bağırarak kötü kötü şarkı söylüyorlar. Olay korkunç. Kadın kılığına girmiş bir
erkeğin organlarını parçalıyorlar. Kanlı et parçaları kayalara, ağaçlara,
çalılıklara saçılıyor. Sol kol sağ bacakla birlikte havaya sıçrıyor, kanlar
fışkırıyor, yırtılan deriden etler sarkıyor, nihayet kelle bir değneğin ucuna
takılıyor, işte M.N. kendi kellesini, kendi kafatasını tanıyor, değneği öz
annesi tutup sallıyor. Protestan papazın zavallı dul karısı, bu işi nasıl
becermiş? Öfkeden kuduran kız kardeşi bir gözünü, bir taşağını nasıl koparabilmiş?
Değneği, yaygara yapan çılgın bir kadın kılığına girmiş bir erkeğe sunuyor.
Bunu nasıl yapabiliyor? Dans ederek bir haçın dibinde toplanıyorlar. Neden?
Gevezelik yaparak dans ede ede bir giyotine yaklaşıyorlar. O sırada kesik
başlar giyotinden aşağı düşüyor. Bu nasıl oluyor? Cehennemi sahne-sahneler
devam ediyor, işte yine onlar, çıplak vücutları işkence odalarına sürüklüyorlar,
her yerde toplu infazlar düzenliyorlar. Ölüm kampları, bütün gezegende ölüm
kampları kuruyorlar. Anlaşılan şu ki Dionysos'un değeri bilinmemiş, inkar
ediliyor; buna çok kızmış. İntikam alıyor.
Ve devam ediyor. M.N. şimdi
kendini tanrının hizmetkarı olarak görüyor, felçli, divana uzanmış, konuşma
yeteneği yok, bir kitaba tersinden bakıyor, iki büyücü cadı sürekli başucunda, annesi ve kız kardeşi, yapmacıklar, güya iyi
niyet gösterileri. Şu anda, şu dünyada yaşamaktan kesin tiksinti duyuyor.
İhanet nefret, çarmıha geriliş. Bromios, Bromios niçin beni yüzüstü bıraktın?
Uçurumun dibinden kendi haykırışını işitiyor. Bu kez sert beton işine
yarayacak. Fotoğraf düşüyor.
Buyuyü geri püskürten bir hareket
yapıyor. Ayağa kalkıyor. Koro halinde okunan trajedinin son dizelerini mırıldanıyor:
İlahi olaylar vardır,
Çoğu kez tanrılar kendilerinden
beklenmeyen şeyleri yaparlar, Beklenen şey bitimsiz kalır,
Tanrılar beklenmedik şeye geçit verirler.
Uykuya dalıyor.
Pek bilinmez ama; uyku ölüme ve
ölümün bayağılığına karşı en güçlü çaredir. M.N. uyku virtüözüdür,
sayıklamalarını, saçma coşkularını kontrol edebilen bir uzman. Uyumasını uyanık
kalmasını bilir, kâbusların kendisine neler sunacağını merak eden biridir;
eğlenceli bir hava içinde yatağına yatar. Hiç değişiklik yok, hep aynı insanca
düzen, pek insanca. Zaten gitgide
kesintisiz bir değişime doğru ilerlediğini not ediyor:
"Kısa zaman aralığında, çok
sayıda kişinin derisini yüzmelisin. Bunun yolu sürekli kavgadır."
Gerçekten ölümüne fasılasız bir
kavgadır bu; ölümün kadın erkek dostları, obskürantistler, hoşnutsuzlar,
hırçınlar, birinin yenilgisinden zevk alanlar, bayağılaşanlar, alçaklar; işte
kavganın bir tarafındakiler. Hoşnut olanlar, önemli görünenler, ileri gelenler,
profesyonel çarpıtıcılar, boşluğun kumarbazları; bunlar da cabası. O kadın ve
erkeklere yapmacıklı davranmak da son derece yapmacıklı bir andır.
Yapmacıklığın sınırları yoktur, çark döner. İyi de gerçek nerededir?
"Hayatımızın en küçük
anları, olayın mutlak gerekirliğini oynar."
Küçük anlar, küçük jestler, küçük şeyler... Olay
budur... Her zaman budur...
"Etrafınıza küçük şeyler
yerleştirin; eşsiz güzelliği olan iyi şeyler"
Ben
de onu yaptım. Çok yaptım. Yapacağım.
***
Herakleitos
'Tabii canım."
Bunun altını çizen kendisi.
M.N.
bu sabah kendini turp gibi hissediyor. Torino'da yeniden sokağa çıkıyor. Yanında bir tek küçük Herakleitos kitabı var.
Hiç aynı olmayan ve daima aynı olan Kitap. İlk kez okunuyormuş gibi tekrar
tekrar kendisine dönülen yapıt. Sözcükler kâğıtta basılı, fakat aslında basılı
olmayabilirlerdi. Sanki her şey doğrudan doğruya boşlukta olup bitiyor.
Sözgelimi: Her şeyin babası savaştır, güçlü kişi yönetir, sonucu savaş
belirler, mevsimler gelir geçer, güneş her gün yeni güneştir.
Bu
sonsuz ateş hikâyesi M.N.'nin çok ilgisini çeker. Hem yanan hem sönen bir şey
bu. Uykudayken üç-dört kez bu ateşle sarıldığını, kaçırıldığını,
götürüldüğünü, tutuştuğunu ve yok edildiğini hissetti; ama ilginç olan bir şey
vardı, kül olmuyordu. Hem yok olmuş, hem oradaydı. Hiç zarar görmeden. Hiçbir
yerine ilişilmeden. Peki, orası neresiydi? Bunun adı yoktu, sözcükleri (çok
yavaş) yoktu, bir çeşit damga, tampon, iz.
Ateşin belirtisi. Yunanlı
şöyle diyordu: "Bilgi her şeyden ayrıdır." Bunu anlıyor, bu cümlenin
özellikle kendisine yönelik olacağını düşünüyor.
Herakleitos
doğrudan size mi yöneliyor M.N.? İki bin yıl sonra? Açıkça? Akademik yorum yapmadan?"
'Tabii canım."
Profesörler
omuz silkiyorlar. Ama işte onlara yönelik vecizeler:
"Uyanıkken,
yaptıkları şeyleri anlamakta başarısızlar. Uykularında yaptıkları şeyleri de
unutuyorlar."
Veya:
"Dinledikleri
şeyler konusunda cahiller" (M.N. "okudukları şeyler" diye
ekliyor). "Hem varlar hem yoklar.
"
"
Kısaca:
"Ne
dinlemesini, ne konuşmasını biliyorlar" (M.N. bir kez daha "okumasını"
diye ekliyor).
Bakın
meraklı kişi, Madam Salome'nin seminerini izlerseniz daha iyi edersiniz. Bunun
için, Pratik ve Psikanalitik Yüksek Araştırmalar Okulu'na gideceksiniz.
M.N/ye
gelince, kendi Seminerini (ne kelime!) Po nehri kıyısında tek başına
düzenliyor. Hiç değişmeden aynı kalarak bu nehirde yıkanabileceğini düşünüp
övünüyor. Kendisinden farklılaşıp kendisiyle bütünleşen o Bir'e dönüşmüş gibi.
Bunu anlamakta zorlanıyor musunuz? Soğuk almaktan mı korkuyorsunuz? Bu
deneyimin size neler kazandıracağını görmüyor musunuz?
İzlemeyi
sürdürelim:
"Beklenmedik
olan beklenmiyorsa, onu bulamazsınız, zira onu bulmak kolay değildir."
Beni
bulmak zordur. Kendimi bekliyorum ve hayrete düşüyorum. Daima beklenmedik,
yatıştırıcı, tersyüz edici bir şey. Gerçekte, kendi içinde gelişen bir bilgi
söz konusu; her şeyin arasından her şeyi yöneten bir düşünce. Her şey yanar,
her şey dönüşür, her şey akar, ama düşünüyorum, şu halde zamanı, ateşi, suyu,
toprağı, mevsimleri (her zamanki eski numara) aşıyorum.
Bunun
üzerine, M.N. Yunanlı düşünürünün izinden giderek burun sözcüğünü vurgulamak
istiyor:
Herakleitos:
"Ateşte
yanan her şeyden duman çıktığına göre, her şeyi burnumuzla ayırt
edebiliriz."
M.N.:
"Burun bize hizmet eden en duyarlı araçtır; spektroskobun bile
kaydedemediği en küçük ayrıntıları sezebilecek güçtedir."
Burun
aracılığıyla bir yerden bir yere gidilebilir, hatta bir yazı okunabilir.
O sırada,
M.N. sokaktan beyaz bir gül satın alıyor.
Hiçliğin
içinde onu kokluyor.
Bu
gül, başkası değil, geleceğin bütün çiçekçilerinde var olacaktır. Kendini
yeniden oluşturacaktır.
Bu
küçük jestleri yaparken, herkese hakaret eden biri gibi algılanmasına aldırış
etmiyor. Uzun zamandır, bunları tekrarlıyor. Hatta onlara aristokratik bir
meydan okumayı da eklediği söylenebilir. İnsanların gözleri kırıştığı,
dudakları büzüldüğü, göt delikleri ürperdiği, safra keseleri çöktüğü, kaşları
çatıldığı, burun delikleri daraldığı zaman zevkten ağzı kulaklarına varıyor.
Herakleitos'un Yunanca aristokratik cümlelerinden biri olan şu vecizeyi
odasının kapısına yazabilir:
"Bir
en iyisi ise, benim gözümde on bin değerindedir."
(Tabii,
Yunanca yazarken kimseyi gücendirmek istemiyor, hatta nezaketen bazen ben
yerine 'biz' diyor.)
M.N.'nin
donuk bir ruhu ("en bilgince ve en iyisinden ışığın parlaması")
olduğu söylenebilir. Sürükleyen akıntıdan kendini sakınmalı, diyor Yunanlı,
aksi halde cinsel haz ve üreme organı baskın çıkabilir. İlginçtir, insan
kendini çökertirken akıntı ona haz verir. Onlar bizimkini yaşarken, biz de
ruhların ölümünü yaşıyoruz. Hayat bir ölümdür; ölüm bir hayat. Tam tersi,
donuk ruh (ne demek istediğimi çok iyi anlıyorsunuz) bedenden çıkarken bulutun
arasından şimşeğin fışkırmasına benzer.
Özetleyelim:
Hayat ve evren bütünüyle dama taşıyla oynayan bir çocuktur, çocuğun
krallığıdır.
Saçma, anlamsız, büyüleyici.
Saçma, anlamsız, büyüleyici.
Kehanet
hiçbir şey söylemez, hiçbir şey gizlemez, işaretleri iletir (M.N. aynaya bir
göz kırpıyor).
Sövgüyü
doruğa çıkaralım: Yaşlı Yunanlısı gibi M.N. söylene söylene helaya gidiyor. İçerisi
karanlık. Karanlık hiç bu denli ışıklı, bu denli diri olmamıştı, diyor:
"Burada
da tanrılar var."
Başımı
kaldırıyorum, yıl 117, bugün, not etmenin tam zamanı: Kimse aynı cümleyi bir
daha aynen okumuyor.
Kimse aynı cümleyi bir daha
aynen okumuyor.
KİMSE AYNI CÜMLEYİ BİR DAHA AYNEN OKUMUYOR.
Herkes için ve hiç kimse için
bir kitap.
Herkes için ve hiç kimse
için.
Bütün kadınlar için ve hiçbir
kadın için.
Bazı kadınlar için.
Bazı erkekler için.
"Yazıyorum,
yaşıyorum, çok küçük bir azınlık için. Onlar her yerde - hiçbir yerdeler."
***
ECCE HOMO
Nasıl ne
isen o olunur?
Yok
olmasının ardından, bilindiği gibi, M.N'nin yazıları kötüye kullanıldı. Anne
başında bekliyor, kız kardeş başında durup bakıyor, dostlar da az çok göz kulak
oluyorlardı. Son başyapıtı Ecce Homo kadar sansürün hedefi olmuş ve düzeltilmiş
bir kitap olamaz. Alt başlık, Nasıl ne isen o olunur'dur. Varlık ve oluşu tersine
bitiştiren tuhaf formül, ilke olarak insan doğar, yaşar, sonra olduğundan başka
şey olur. Hayat bir şeyler söylediğine inanır. "Öl ve ol!", bu
formül tanınmıştır. Fakat ne isen o olmak (yani, ne olduğunu azar azar
keşfederek, cani mi, budala mı, önemsiz biri mi, bilge mi, aziz mi veya Tanrı
bilir ne ise) gizemini korur. Öyle olunabileceğini hiçbir şey söylemiyor.
Olunmayan bir yığın olay ya da durumu aşmak gerekir. Ne isen zorunlu olarak
öyle olunmaz. Yanlış yönler pek çoktur. İşte bunun içindir ki insanların
çoğunluğu olmadıkları şeyi olurlar. Çağlar boyu ailenin ve toplumsal baskının
gözbağcılığı sonucu zorla o yöne itilmişlerdir.
Ne ise o olarak (dolayısıyla,
onun için sonsuza dek bu durum tekrarlanacaktır), M.N. yolunun üzerinde dehşet
verici bir karşı koymaya maruz kalır: Başdöndürücü uçurum düşüncesi (ebedi
dönüş), annesi ve kız kardeşinin dönüşünü de içine alır; onları doğrudan
'aşağılık insanlar' ve 'zehir saçan böcekler' diye nitelendirecektir.
"Şu
ana dek annemin ve kız kardeşimin davranış biçimleri bende sözle anlatılmaz bir
tiksinti uyandırıyor; gerçekten çarklarını işleten şeytani bir makine bu; en
acımasız şekilde beni vuracak ânı kolluyor - en yüce anlarımı... Öyle ki bu
zehir saçan böceğe karşı hiçbir güç ayakta kalamaz..."
Nitekim
'en yüce anlar', kendisine en yakın olan kadınların insafına kalmıştır. Kaldı
ki bu zarar verici, şeytani bir makinedir. Sonsuza dek onun yakını olanlar,
sonsuza dek aşağılığın, bayağılığın, pisliğin kaynağıdırlar. Başka çıkış yolu
da yoktur.
Kız kardeş bize göre son derece değerli bazı pasajları
yok etmiştir. Bunu da şöyle açıklamaktadır;
"O
tarihte, tuhaf fanteziler içeren bazı yazılar yazdı; bunlarda Dionysos-Zagreus
efsanesi, İsa'nın çektiği acılar ve en yakın çağdaşlarının yapıtları birbirine
karışır. Düşmanları tarafından parça parça edilen tanrı diriliyor, Po
kıyılarında dolaşıyor, eskiden çok sevmiş olduğu ve bir daha sevmeyeceği insanları
görüyor. Onun idealleri zamanın ideallerinden çok uzaklaşmış, onların gerisinde
kalmışlardır. Yakınları ve dostları onu parça parça eden düşmanlara
dönüşmüşler. Bu sayfalar, kardeşimin en yakın dostları olan Richard VVagner,
Schopenhauer ve Bismarck aleyhine yazılmışlar; Profesör Overbeck, Peter Gast,
Madam Cosima, kocam ve benim aleyhime... Öte yandan, aynı sayfalar çarpıcı
güzellikte pasajlar da içeriyor, gelgelelim bütünü içinde marazi bir saçmalığı
yansıtıyorlar. Hastalığının ilk yıllarında, kardeşimin iyileşeceğini umuyorduk
hâlâ, ancak yanıldık. Dolayısıyla o sayfaların büyükçe bir bölümü yok edildi.
Eğer bir gün o yazıları okusaydı, seven yüreği sızlar, 'ince zevki' ağır yara
alırdı."
Zehir
saçan böceğin olağanüstü ikiyüzlülüğünü görüyorsunuz. O yazılar, M.N.
iyileşince okumasın diye yok edildiler. 'Seven yüreği' sızlayacak, 'ince zevki'
yara alacaktı. Böylece kendine karşı korunmuş oldu. Herkes bilir ki Dionysos'un
seven yüreği vardır ve her zaman incelikle hareket eder. İsa için de aynı masal
geçerlidir, yalnız Çarmıha gerilme olayında ince zevk söz konusu değildir. Ne
var ki temelinde sevgi vardır, çok kan aksa da her şey yıkanır.
Daha
somut olarak şöyle diyebiliriz: Bir insanın birinci tekil şahısla (dinsel
ölçütler ya da akademik, kabul görmüş ölçütler hariç) düşünme eğilimi varsa,
annesi ve kız kardeşinin (kendi kadınları da cabası) onun marazi bir saçmalığa
yakalandığını sanmaları pek mümkündür. Bu demek değildir ki gerçek bir
düşünür hiçbir zaman saçmalamaz. Fakat müsaade edin, sizin 'saçmalık' dediğiniz
şey bizi son derece ilgilendirir. Dionysos saçmalar, dolayısıyla İsa da. Deccal
onlardan aşağı kalmaz. Kâhinler de. Çok büyük şairler hiç durmadan saçmalarlar.
Sonra romancılar, sanatçılar. Saçmaya karşı saçmalıktır bu. Pek çok kadına
oranla, M.N.'nin kız kardeşi başlı başına ilginç bir vakadır; doğrudan doğruya
cinsel soğukluğun doğurduğu saçmalık.
Deccal,
Dionysos ve Po kıyılarında dirilen
İsa arasındaki yakın benzerlik insana hâyal kurduruyor. 2042 metrede doğan
nehrin rakımı, Torino yakınlarına geldiğinde 212 metreye düşer. İtalya'nın en
büyük akarsuyu olan bu nehrin sularındaki kabarma ürkütücüdür, meydana
getirdiği ova ülke bakımından hayati öneme sahiptir. Olağanüstü göller
(Maggiore, Como, Iseo, Garda) oluşturur, Piacenza ve Cremona (kemanlar ve
müzik) kentlerini aşar, Venedik'in güneyinde 652 kilometre uzunluğunda bir
delta meydana getirir. Delta ağzı Adriyatik Denizi'ne açılır. Kıyılarında, hiç
kimse iki kez aynı suda yıkanmamıştır. Sonbaharda, nehir kıyısında dolaşmak
M.N.'nin hoşuna giderdi. Dağlardan deltaya inen yol engebeli, çetin, zorlu ve
yılankavidir. Bu nehir kitap gibidir, ne ise o olur, ancak bazı cümleleri
okunmaz.
"En güçlü bireyler,
türün yasalarına telef olmadan direnmeyi başaranlardır. Bunlar tek başlarınadır.
Yeni soyluluk sadece onlardan yola çıkarak oluşur. Fakat bu soyluluk oluşurken
sayısız tek başınalar ölmek zorunda kalacaklardır. Çünkü tek başına olduklarından
kendilerini koruyan yasayı ellerinde tutamaz ve alışılmış hayatlarını
savunamazlar."
Tesadüf
sonucu bulunan bir kopyası sayesinde, Ecce Homo'nun devam eden pasajında. M.N.
'akrabalarıyla' en ufak bir akrabalık ilişkisini bile tümden reddederek
"üstün yaratıkların daha ötelere uzanan bir kökeni olduğu” nu ileri
sürüyor (müthiş bir hakaret). Israr ediyor: "Büyük kişilikler çok eskilere
dayanır", çünkü o kişilikleri elde etmek için uzun süre üst üste yığılmak,
zapt etmek ve birikmek gerekmiştir. Son yağmurun ardından dünyaya gelinmez,
arkada bütün bir nehir vardır. İnsan rastlantı sonucu bir cinsel ilişkiden ya
da spermanın bir anda dişiye girmesiyle doğmaz.
Tam
bunları söyledikten sonra, hemen ekliyor:
"Bunları
yazdığım şu anda bile, postacı bana bir Dionysos başı getirdi."
Durumu
görüyorsunuz. M.N. sebebini anlamadan, babasının Julius Sezar ya da pekâlâ
"etten kemikten yapılmış bir Dionysos", yani İskender olabileceğini
yazmaktadır. Odasının kapısı vuruluyor. Bu, postacı. Yanında bir heykel başı
getirmesi mümkün. Bir heykel fotoğrafı. Peki, bunu kim gönderiyor? Nereden
geliyor? Kendisi mi sipariş etmişti? Basel'de, Rosalie Nielsen adında bir kadın
vardı, M.N'den almış olduğu fotoğrafı Kurt Hezel adında bir öğrenciye hediye
etmişti. O fotoğraf mı acaba? Yoksa M.N. ansızın bir hezeyan mı geçiriyor?
Dionysos
sözcüğünü yazıyorum, kapı çalıyor; Dionysos bana fotoğrafını yolluyor.
***
Paris'te
rast gele dolaşmaya başladım yeniden; semt semt, sokak sokak, caddeler,
rıhtımlar, çıkmaz sokaklar. Hiçbir gaye gütmeden, gece gündüz, iki saat, üç
saat. Bir otobüse biniyorum, herhangi bir yerde iniyorum, kentte son otobüs
durağına kadar gitmişim. Yolcuları, kızları, anneleri, delikanlıları, yabancıları,
ihtiyarları gözlemliyorum. Tenha köşelerden hoşlanıyorum; oralarda yoksulluktan
doğan boğuk bir sevinç oturuyor. Sonra kendimi yeniden kırmızı lambamın altında
buluyorum, M.N.'yi okurken:
"Günün birinde tiranın biri meydana
çıkacak, plebin efendisi olacak ve sığ sularda zamanı boğacak."
Tiran
bundan böyle görünmeyen biri, her yanda, hiçbir yerde. Zaman boğulmuş, kuşku
yok. Pleb uyuyor, yine de başına gelen en iyi şey bu.
Uzun uzun ölüm sayıklanır.
Erkekler ve kadınlar ölüm kokuyorlar, özellikle bunu onlara söylememek gerekir.
Aklıma yarı felçli M.N. geliyor, annesi yıkıyor, yüzü beyaz fayanslara dönük.
Feryatları yüzünden artık sokağa çıkarmıyorlar, ilk karşısına çıkanı çok
eskiden tanıyormuş gibi sarılıp kucaklamaya kalkıyor. Bir duvar ya da çite
çarpana kadar dosdoğru koşmaya başlıyor. Dayanılacak gibi değil, evden
çıkarmamak lazım. M.N. biraz ağlıyor, saatler boyu kanapeye uzanıyor, acı
içinde. Ziyaretçiler gitgide seyrekleşiyor, adlarını, yüzlerini hatırlamıyor,
insanlar beziyorlar. Gidip pencerenin önüne oturuyor, gökyüzünü seyrediyor.
Bazen önüne bir kitap açıp tersinden bakıyor. On yıl böyle geçiyor, kendi
takvimine göre 12. yılın Ağustos ayında (eski takvime göre 05 Ağustos 1900)
hayatını kaybediyor. Yıl 1 'Kurtuluş
çağı'nı başlatıyordu. Ama Kurtuluş'u gerçekten kim istiyor? Hem Kurtuluş
sözcüğüyle kastedilen nedir?
M.N.'nin
herkesçe sırt çevrilen bedeni elli altı yaşında yok oluyor. Oysa kırk dört
yaşından sonra, ne düşünme, ne konuşma yeteneği kalmıştır. Artık kimse onu
görmeye gelmiyor. (Onun İsa tarafı). Yaşı ilerledikçe gitgide bunayan,
cümleleri ağızlardan düşmeyen, derslerde okutulan ihtiyar bir filozof
olabilirdi. İhtiyarlık, ağaran saçlar, organlarda hantallık, kararsızlıklar,
unutkanlıklar, düşünüp dalmalar ondan esirgenmiştir. Voltaire ve Hegel'in son
günleri anlı şanlıdır, Kant'ın son günleri dokunaklı, onunkilerse dehşet
verici. Yazılı iletişime çok önem vermişti, iletmek onun misyonuydu. Acelesi
vardı, biliyordu, Kurtuluş, Kitab-ı
Mukaddes'ti. Yazmak eylemdir, yayın yoluyla başka bir boyutta ilerler, hatta
hiç yankı uyandırmasa da iz bırakır. 'N yazısı' çok az sayıda nüshayla
basılması ve dağıtımı gerekli olan -her zaman gereklidir- hızlı, ince, sivri
bir uçtur. İsa yazmamıştır; yalnız bir kez, zina suçlamasıyla taşa tutulan
yetişkin bir kadını kurtarmak için toprağa yazmıştır (müthiş bir kanıt).
Dionysos'a gelince, o uçlarda yaşar, burnu ve kulakları olan biri için her
yerde kendini duyurur ve hissettirir. Özellikle müzik alanında. İsa şarkı
söylemez, konuşur, birkaç mucizeyi dışa vurur, zikreder, tekrar zikreder,
böyle. M.N. gibi haykıramaz:
"Dünya gülüyor, korkunç kara perde
yırtılıyor."
Veya:
"Ey hayatın günortası, ey ikinci
gençlik, ey yaz bahçesi!"
Ve
biraz daha heyecansız (öyle mi, kim bilir):
"Herhangi bir devirde, her kim
'yeni bir gökyüzü' inşa ettiyse, o gücü kendi öz cehenneminde bulmuştur."
Her
koşulda emin olarak:
"Kara gözlükleri çıkarmadan üç yüz
cepheye birden bakmalı."
Ama
kuşku vardır:
"Bir bilseniz, şu yeryüzünde ne
kadar yalnızım!"
Belki
de şöyle:
"İçgüdü için iyi sayılan her şey —
sonuçta ciddiyetten uzak, gerekli, özgür" (papazın ya da filozof kisvesine bürünmüş papazın
asla kabul etmeyeceği çözüm).
Ve
sonra:
"Geleceğin tarihi: Bu düşünce çok
daha büyük zafer kazanacak - ona inanmayanlar yaradılışları gereği sonunda yok
olmak zorunda kalacaklar! Yalnızca ebedi dönüşe uyum sağlayanlar ayakta
kalacak; böylesi varlıklar için bir hayat tarzı mümkün. O hayat tarzını henüz
hiçbir ütopyacı düşünmedi."
Belki, belki M.N., kitaplarınız yakında
yorumlanacak, özü değiştirilecek, sulandırılacak, örtbas edilecek. Sizin
hakkınızda bir kütüphane oluşmayacak, işte sizin kaygınız. Sizden tiksinecekler,
dışlayacaklar, taklit edecekler; sahtekârca hayranlık duyacaklar,
küçültecekler, alçaltacaklar, yanlışlığınızı ileri sürecekler. Kolokyumlar
sizi geçersiz sayacak, anma toplantıları üzerinize yeni bir kılıf geçirecek.
Mezarınız başında Wagner çalınacak. Totalitersiniz, şeytansınız, ırkçısınız,
nazi yanlısısınız, değersizsiniz, delisiniz. Siz olmasanız, imha ya da toplama
kampları, teröristler, mazoşistler, sadistler de olmaz. Sizin üstinsanınız bir
altinsandır, bu kesin bir kanıt. Eski tanrı geri dönüyor M.N.! Ve hâlâ plebi
büyülüyor M.N.! Bayağılık evrenseldir M.N.! Siz çoktan unutuldunuz M.N.!
insanlığı kurtarmak ne demek! Çok tuhaf, histerik bir düş! insanlık kurtulmak
istemiyor M.N.! Siz bir hiç uğruna çırpınıp geberdiniz! Sonsuza dek kendimizi
tekrarlamaya niyetimiz yok M.N.! Bu hayat bize yeter! Onu denetliyoruz, söz
geçiriyoruz, çocuklarımız o hayatı dolduruyor! Çocuklarımız, onları üretiyoruz
M.N.! Ne kadar zenginleşirsek, o kadar az sonsuzluğa ihtiyacımız var!
Anti-demokratik saçmalıklarınızla yok olan sîzsiniz M.N.! Kitaplarınız hâlâ
burada, ama onları okuyacak kimse yok M.N.! Zaten uzun zamandır kimse bir şey
okumuyor M.N.! Ah! Ah! )
***
Ecce Homo'ya 15 Ekim'de başlanmış, 4 Kasım'da Torino'da bitirilmiş.
M.N. başlık olarak ilkin Galiani'nin Fransızca bir alıntısını düşünmüş.
Galiani bu alıntıyı Madam d'Epinay'a yazdığını 24 Kasım 1730 tarihli mektupta
belirtiyor:
"Kanat çırpmadan yükseklerde
süzülmek ve tırnaklan olmak; işte büyük dâhilerin nasibi."
Nihayet
yazıyor:
Nasıl ne isen o olunur.
Torino,
15 Kasım 1888.
Artık
kırk dört yaşındadır.
Elyazmasının
sonunda Savaş Bildirisi eksik; annesi ve kız kardeşi tarafından yok edilmiş.
Bu, Prusya karşıtı 'büyük politika'nın bildirisi gibidir.
Bu
büyük başyapıt, gerçek takvimin ilk ayında, üç hafta içinde yazıldı; yani
Kurtuluş çağının 1. yılında. Bugün 117'deyiz, mavi gökyüzünde beyaz bulutlar.
417'de buluşalım.
***
Burada
ne yaptığım anlaşılır: Zamanımızın ve onun zamanının kötü romanından M.N'yi
kurtarıyorum, ebedi dönüşün damarını, şokunu, önemli ipucunu koruyorum. Bunu
en kötü kanıtlara rağmen ayıklanma ve olumlama ilkesini savunarak yapıyorum.
Hayatı tam tersini kanıtlamıştır ama, bu hastanın "büyük sağlığa' övgüler
düzdüğünü görüp hayretler içinde kalan budalalar hâlâ var. Üstelik sanki bir
bunak en sonunda yeni aklın somut örneği olduğunu iddia ediyor. Tabii öyle.
Hasta
olan o değildi; zamanındaki insanlıktı. M.N. "evcil barbarlığın",
"budalalık çağı"nın geldiğini söylüyor.
"Hasta, hasta, hasta! Hissedilen
şiddet her an yıldırım gibi insanı çarpıyorsa ve bütün bedensel işlevleri
altüst ediyorsa (sanırım bu durum kan dolaşımını bile değiştiriyor), çok
düzenli hayatın elinden ne gelir."
Veya:
"Kimseden hayır yok, kimse beni
sevindirecek, yüreğime serpecek düşünceler söylemiyor; şu son yıllarda beni
bunaltan ve içime işleyen duygulardan kurtulmam lazım; kimsenin umurunda bile
değil."
Ama
yine de:
"Bu bir kitap değil, ama geminin
nihai olarak karadan ayrılışı, denizden gelen rüzgâr, geminin demir alışı, bir
çark homurtusu, rota sapması. Okyanus alay ediyor, canavar!"
M.N.
ya da dişlileriyle suyu döven çark. İşte büyük geleceğin yeni olayı.
"Takvimi değiştirecek gücüm
var."
Veya:
"Genel kokuşmanın ve yetersizliğin felce
uğratan duygularına karşı ebedi dönüş""
Veya
şöyle:
"Eğer bu düşünce gerçekse, daha
doğrusu gerçek olduğu sanılıyorsa, her şey altüst olacak, geçmişteki bütün
değerler değersizleşecek."
Bunun altını çizen kendisi.
Okuyalım
bakalım:
"Tanrı
Dionysos'a bir gün, 'Bana öyle geliyor ki senin karanlık tasarıların var dedim,
'üstelik bunlar, insanları yok edecek tasarılar, değil mi?"
"'Olabilir,'
diye cevap verdi tanrı, 'ama onları kendime çıkar sağlayacak şekilde tasarlıyorum
- 'Nasıl şeyler bunlar?' diye sordum merak içinde. — 'Kim bunlar? diye sorman
gerekirdi' Dionysos işte böyle konuştu, sonra kendine özgü şeytaniliğiyle
sustu. Onu görmeniz gerekirdi! İlkbahardı, bütün ağaçlar canlanıp
gençleşmişlerdi."
Dışarı çıkıyorum. Kendimi ilkbahara salıveriyorum.
***
Nelly benim için M.N.'nin şu pasajını bulmuş:
"Tehlike
dolu demokratik çağlar. Güvenlik önlemi olarak mutlak hakaret"
***
Bu sabah sokakta genç bir kadın gördüm. Güzel de değil
çirkin de. Bebeğini dolaştırıyor. Ne yapacağına karar veremeden belli belirsiz
gülümsüyor. Bebek arabasına eğilip küçük yaratığı burnunun ucundan öpüyor.
Taşıt gürültüleri... Yeniden arabayı itmeye başlıyor. Böylece gelecekteki kendi
ölüm-sonrasını da hayran hayran dolaştırıyor.
***
Şimdi tarihe karışmış olan Sovyetler Birliğinde
yaşasaydı M.N.'nin durumunu bir düşünün. Onun yerine bu hüzün verici yazgı
elbette tercih edilirdi. Zira hemen gerici ve faşist olarak damgalanacak,
Loubyanka zindanlarında ensesine bir kurşun sıkılacaktı. Berlin'de olsa aynı
akıbetle karşılaşacaktı; rejimi rahatsız eden biridir, sürgün edilecek, gaz
odasında öldürülecektir. Ya sonra yaşasaydı? Üniversite kampüslerinde çok kötü
karşılanacak, gey ve lezbiyen eğilimli inceleme yazılarında aralıksız
eleştirilecek, bursu iptal edilecek, bütün yayıncılar kitaplarını basmayı
reddedeceklerdi. Her yerde adı kötüye çıkacak, sistemli biçimde sansüre maruz
kalacak, özünden saptırılacaktı. Deliliğin ötesinde, gizlenerek yaşadığını
varsayalım. Ölümünden sonra gizli yaşayan Öteki (İsa) gibi kesinlikle
yeraltında yaşamaktadır. Böyle olunca, M.N. zamanın geldiğini düşünür.
Kadın-erkek herkesten habersiz çok gizemli bir hayat söz konusudur. Bu
değişimden duyduğu dinginliği, kaygısız güveni açıklayamaz. Zaten açıklamaya
ihtiyacı yoktur, bunu yaşamaktadır.
Ahlâk Zabıtası müdür ya da
müdiresinin notu:
"Çok ağır
bir vaka: Kudurmuş bireycilik, anti-sosyal düşünceler, belirgin şizofrenik ve
paranoyak eğilimler. Kapı dışarı edildi."
***
Dionysos
İlâhi Bir Yöntemle
Felsefe Yapma Denemesi
Yazan: F.N.
Not ediyor:
"Kendine özgü zevkleri
olan bir insan yalnızlığına saklanıp kapanmış, iletişim kurulamıyor,
iletişimsiz, belirli ölçülere sığmıyor, üst türden biri, kısaca farklı: Onu
tanıyamayacağınıza, hiçbir şeyle kıyaslayamayacağınıza göre, nasıl
değerlendirebilirsiniz?"
Ve de: "Benim hikâyem salt kişisel bir
hikâye değil- bu şekilde yaşarken sayısız insan ilişkisinden
yararlanıyorum."
Bunları
yazdıktan sonra, dışarı çıkıp iki-üç saat yürüyor- Ayaklar, bacaklar, beyin, el,
kalem, mürekkep, ritmik düzeni böyle. Söylemek gereksiz, kitaplar üreten
yazarları son derece küçümsüyor; ona göre onlar kelimesi kelimesine yazmazmış
gibi yapıyorlar. Oysa kendi kitapları her zaman kendilerini yazmaktadır. Hemen
akabinde, bir rahatsızlık, en ufak bir sıkıntı söz konusu değil. Bu, müzik,
dans, füg sanatı, armonik bir sunuş, doğaçlama, varyasyon. Tanrı matematikseldir,
tekerleği yapar, yuvarlar, onun sürekli
hareketi ebedi dönüştür. M.N. yine de uygarca bir zaman dilimi olduğunu
düşünüyor. Bir imparator, Prusya kralı Frederic, kraliyet şatosundaki akşam
yemeğini yarıda kesiyor. Onun gibi masadan ayağa kalkmak zorunda kalan
davetlilere şöyle diyor:
"Efendiler,
ihtiyar Bach geldi." Gerçekten böyle: geliyor. Kim? O.
Bu
yüzdendir ki M.N. kendini 'Mösyö Nietzsche sanmaktan vazgeçiyor. Odasına
çıkıyor, suratı kuru ayazdan kasılmış, masasını, iskemlesini, yatağını
kucaklıyor. Şimdi koyu bordo rengi kürsüsüne kurulan bir bilimadamıdır.
Düşüncelere dalıyor. Bütün çocukluğu gözlerinin önüne geliyor. Aman Tanrım, ne
tuhaf bir çocukmuş. Hırçın, hasta, coşkulu, çok sağlıklı; duvarlara ağaçlara
tırmanıyor, koşuyor, saklanıyor, gözlüyor, seslere kulak kabartıyor, her şeyi
okuyor, görülmemiş bir şey, çok dindar, çok inatçı, çok hayalci. Seslere aşırı
duyarlı, ama bütünüyle değil:
"Annemi sevmiyorum, kız
kardeşimin sesini işitmek keyfimi kaçırıyor. Onların yanında kalırken her zaman
hasta oluyorum."
Kendisine felç geldiği zaman,
bu iki kadın kulaklarını saçma laflar ve konformizmle dolduruyorlar. Tam
tecrit, kamp hayatı.. Cehennem. Şu anda, henüz özgürdür, aslında sonsuza dek özgür
kalacaktır.
"Ses ve gürültüden, hayranlık uyandırmak
saygınlıktan duyulan tiksinti..."
Sonra,
deliliğine saklanıyor. İşte böyle.
***
GEZGİN VE GÖLGESİ
M.N.
hayatta çok ver değiştirmiş. Ama her seferinde aynı yerde kalmış; yani
sayfalar, kalem hışırtısı, düzeltiler, yayıncıya gönderilen yazılar, bir daha
gönderilen yazılar. 1885 ile 1887 arası onunla art arda Naumburg, Leipzig,
Münih, Floransa, bir r Naumburg bir -daha Leipzig. Sils-Maria. Cenova. Ruta
Lıguria ("Yunan adasındaki gibi bir yalnızlık"), Nice, Cannobo (Maggiore
Gölü'nde), Zürih, Coire, Lenz, bir daha Sils-Maria, nihayet Venedik'te karşılaşıyoruz.
Gezgin ve Gölgesi'ni neden yazdığını anlıyoruz. Gölgesini izliyor, onun önünden
gidiyor, arkasında sürüklüyor, önünde giderken gölgesinden önce öldüğünün bilincinde,
her an ikisi bir arada, birbirlerini uyarıp göz kulak oluyorlar. O devirde yer
değiştirmenin güçlüklerini göz önüne getirmek gerekir. Yol uzun sürüyor, ağır
ağır, zahmetli, araçlar ilkel, trenler, kitapla dolu bavullar, gözler rahatsız,
mide bulantıları, baş dönmeleri. Güzel anlar çok az, ama yüzyılların
güzelliğini yansıtıyorlar. Sonra, yeniden yola koyulmak lazım. Göçebe gibi mi?
Denebilir, fakat başka şey. Kendisiyle rastlaşıyor; bu rastlaşma ancak bu
mesafelerde açıldığı zaman meydana geliyor. Oradaydım, sonra burada, bir daha
orada olacağım ve oradan geçerken yine orada. M.N. onları pencerelerden gördü;
dağ, sokak, meydan, deniz. Merdivenlerde, 'tabldotlarda' zamanın bütün
rezilliklerine tanık oldu. Sonra yollar, sahiller, vadiler, göller. Hızlı hızlı yürüyor, özellikle kendi soluğunu hissetmek için
nefes alıyor, dayanıklı kalbi var (ona zaman tanıyacak, yüz üstü bırakmayacak).
Bacaklarından hiç şikâyetçi değil, yine güzel bir gün, çok güzel.
"Hava serin, çayırda gölgeler uzuyor, güneş batıyor."
Şimdi
iki başlık düşünülebilir:
Aydınlanmanın
Yeni Çağı
Geleceğin Felsefesine Bir
Giriş.
Veya:
Yasak Bilginin Felsefesi.
Daha önce İyi ve Kötünün Ötesi (alt başlık olarak
Geleceğin Felsefesine Giriş'le birlikte) vardı, ancak başka başlıklar tasarlanabilir
Mesela:
Aklın ve Deliliğin Ötesi.
Ve:
Hayatın
ve Ölümün Ötesi.
Ancak 'felsefe' problemi artık söz konusu değil,
nihayet içine doğan romanla uğraşmaktadır.
***
N.
Burada,
tersini yapıyorum: Adını anmak istediğim kişiyi N. diye niteliyorum. İsmini
telaffuz etmek zor sayılmaz, ama basmakalıp yakıştırmalardan, yanlış
anlamalardan ve çamur atan yorumlardan onu korumuş oluyorum; malum çarpıtmalar
da cabası.
***
M.N. günü gününe mi yaşadı? Daha doğrusu, saati
saatine hatta çoğu kez dakikası dakikasına (bu cümle on iki saniyemi aldı,
zamanın uçtuğunu gördüm). Günü gününe, yani gecesi gecesine, sözgelimi sabah 1
saat ile 3 saat arası, "o anda, zaman yoktur". Bir de şöyle diyor: "Biz ötekiler, yataktan erken kalkanlar."
Saniyeleri gösteren ibre, saniye ibresi, tespih taneleri gibi sıralanıyor. Oysa
bu durum tam tersi, binlerce yıllık izleri silemiyor. M.N., "Geçmişin ormanına cesaretle dalmak gerekir,"
diyor. Buna karşılık, "İster
yaşayanlar ister ölüler olsun, kimseyi kendime yakın hissetmiyorum,"
diye ekliyor. Sonuçta, tek başına devam etmesi lazım. En tehlikeli an bu: ölüm
ya da delilik.
Nasihat:
"Marazi güçlerle ve daha işin
başında yenilmiş olanlarla asla ittifak kurmamalı."
Zaten
on üzerinden dokuz kez yapılması zorunlu olan da bu, ancak onuncusu hesaba
katılır.
M.N.
devam ediyor:
"O zaman, krallar düzeyinde ilahi
konuklar gelir. Bunlar isimsiz, tanınmamış, yabancı kişilerdir."
O
zaman, insan "kar tanelerinin
gelişigüzel yüzüne çarpması gibi, kendini tesadüflere" bırakabilir.
Ve:
"Aktif gücü anladım; rastlantının
tam içindeki yaratıcılık."
Daha
şaşırtıcı olanı, hiç tavla oynamamış: "Hayatımda
hiç tesadüf olmadı."
Bugün,
bize çok tuhaf görünen şey, M.N.'nin 'insanlığı' kurtarma kuruntusu. Hasmı
olan İsa da, bize öyle geliyor ki, onun kadar tuhaf. Zaten M.N. bu konuda açık
konuşmuyor. Dionysos bizi perişan mı edecek, yoksa kurtaracak mı? Belki ikisi
de; hem kesin olarak kim söyleyebilir kurtulduğunu ya da kaybettiğini? Şans bir
gider, bir gelir, özellikle başka şeye bağlı. Neye? Tetikte bekleriz, kafamız
örümceklenmesin, alıklaşmayalım, uyumayalım, ayaklarımız dolaşmasın diye
yazarız. Herkes gibi hiçbir şey söylememek için yazarız. Vakit geçirmek için,
temkinli davranmak için yazışırız. Rüya görüyorum, uyumuyorum, bir daha rüya
görüyorum ve uyanıyorum.
Yalın
bir ifade:
"Her şeyde tanrısal diye
nitelendirdiğim bir taşkınlık buluyorum. Ruhumda da aynı şeyi görüyorum. Bu
yüzden onu tanrısal ruh diye çağırıyorum."
Kuşkusuz
doğru, ancak bu andan itibaren şu soru gündeme geliyor: Nasıl gizlenmeli ya da
başka kılığa girmeli? Kendinizi 'tanrısal ruh' olarak görüp açıkça tavır
alamazsınız. Her şey bir yana, buna pek aklı yatmayan pek çok oyuncu var. Şimdi
görelim bakalım, M.N. Torino'dayken kendini gizlemek için nasıl bir çözüm
öngörüyor? 1888 Noel'i, yeni takvimini ilan edişinden bu yana üç ay geçmiş.
Yıkılışına sekiz günü kala:
"Kendini gizlemenin en kurnazca
yollarından biri Epikürcülüktür; gösterişte kalan hazzın yürekliliği. Öyle ki
hafifçe acıya dönüşür bu haz ve acı veren, bunaltan her şeye karşı kendini savunur.
'Mutlu insanlar' vardır; bunlar mutluluğu kullanırlar, zira mutluluk onların
yanlış anlaşılmasına sebebiyet verir. Yanlış anlaşılmayı isterler."
Bunu söyledikten sonra, zaman ilerledikçe, ısrarla
Almanya'nın uğradığı hezimetlere parmak basıyor. "Şu gülünç ve sofu kocakarı."
Daha da ileri gidiyor, Wagner ve wagneromaniye karşı Bizet'nin Carmen'ine
övgüler düzüyor Sık sık imalı sözlerle övgüsünü süslüyor: "Genç
kadınlar", "Parisli kadın sanatçı" (bu kadın bundan böyle
doyumsuz ve kendini beğenmiş küçük burjuva kadını olmuştur). Ancak bu tavrı
Cosima Wagner'i düşünmesine engel olmuyor. Çok geçmeden onu efsaneleştirip
Ariadne olarak hayalinde canlandırıyor. Evet, çağın müzik devine, gönül avcısı
Minotauros'a, Üstad-ı Azami'na tutsak olmuş bir Ariadne'dir o. İşi daha da
ileri götürüp Ocak 1889'da o 'delilik' pusulalarından birini gönderiyor
Cosima'ya:
"Ariadne, seni seviyorum.
Dionysos."
Cosima şaşkındır. Bu ilan-ı
aşkı aldığı sırada, büyük erkeğinden dul kalalı altı yıl geçmiştir. Ama ne de
olsa, pusula saklanır.
Bizi ilgilendiren de bu. Onu
delirten benim, diye düşünür kadın. O anda, içinden geçen hafif bir ürperti
ona göre dünyanın bütün operalarına bedeldir.
İyi tanıdığı M.N aklını mı yitirmiştir? Yoksa
tanrıya mı dönüşmüştür? Kim bilir; belki bu mucizeyi gerçekleştiren kendisidir!
Her
neyse, Mösyö ve Madam Nietzsche'nin (kızlık soyadı Salome), Profesör Burckhardt
ya da Profesör Overbeck'te akşam yemeğine beklenmesi tasavvur edilemez. Hatta,
işin daha tuhaf olanı, Sils, Cenova, Nice, Torino veya başka yerdeki komşularına
da gitmezler. Mösyö Nietzsche hâlâ Üniversite'den aylık almaktadır. Ne var ki
açığa çıkarılmıştır. Ateşli ve tumturaklı kitaplar yazar; şiirsel kitaplar da
diyebilirsiniz bunlara. Aynı zamanda, acı alayla dolu iğneleyici yapıtlar.
Açık konuşmak gerekirse, yanlışlarla dolu şeyler. Tanrı'ya inanıp inanmadığı
belli değildir. Bunun sonucu, Kadın'a da inandığı pek söylenemez. Eskiden
Wagner'le aralarından su sızmazken büyük besteciyle bozuşmuştur. Müzisyenlikte
başarısızlığa uğramış filozof kıskançlığı. Zaten filozof sözcüğü fazla açıklama
gerektirmiyor; hangi eğitimi savunduğu meçhul, öğrencileri çömezleri yok,
kitapları ilgi çekmemiştir, üslûbu sürükleyicidir, doğru, ama çok geçmeden
çöküşlerinden dolayı hâlâ acı duyduğumuz Eski Yunanlılara ilişkin eski tarz
gözlemleri yazarken bu üslûp kaybolur, hatta yurtseverliğe aykırı nakaratlar
içerir. Küf Kokan Almanya başlıklı yergi yazısını okudunuz mu bilmem, açık
söylemek gerekirse, düşman tarafa geçmesinden ve ihanet ettiğinden söz
edilebilir. Halkımızı sevmez, bıkıp usanmadan soyluluktan dem vurur,
kendisinin Polonya kökenli olduğunu savunur, Reich'a saldırır, düşünürlerimizi
gözden düşürmeye kalkışır, şiddetle Luther'e (adamcağız her ne kadar Katolik
olmasa da) çatar. Bütün tarihimizi itham eder, hiçbir geleceğimiz olmadığını
söyleyecek kadar ileri gider. Evlenmemiştir, çocukları yoktur, bir yerden bir
yere dolaşır, hiç durmadan İtalya'ya ya da Fransa'nın güneyine gider, içler
acısı otel odalarında yaşar, çok az dostu vardır, sık sık hastalanır. Annesine
acıyorum, çok iyi bir insan, eşsiz bir papazın karısı, genç yaşta dul kalmıştır,
kız kardeşi ülkemizin yeniden doğuşu ("o kahrolası Yahudi düşmanlığı kız
kardeşimizle kopmamızın başlıca sebebi") adına kocasıyla birlikte çok
şeyler becermiştir. Gerçekten ne düşündüğünü bilemiyoruz. Hıristiyanlığı
ortadan kaldırmak mı istemiştir? Ona göre, Roma edebe aykırılığın, ahlâksızlığın
kaynağıdır. Papazlarımız da öyle midir acaba? Yeni bir Mesih mi olmak
istemiştir? Zerdüşt adlı yapıtını okumaya çalıştım, çok geçmeden elimden bıraktım.
Şu 'üstinsan' ne dediği pek anlaşılmıyor, karanlık, coşkulu; elden ne gelir,
kıs kıs gülüyorum. Madam Schröder? Kanımca bu adam deli. Oh, çok büyük ama
tersyüz edilmiş bir bilgi bu, ne demek istediğimi anlarsınız ya. Eşcinsel
olmasın? Olabilir, erkek dostlarıyla tutkulu ilişkisi var; Yunan
Dionysosculuğuna duyduğu o tutku... Platon'a Sokrates'e, Bilgeliğe karşı
çıktığını mı söylemek istiyorsunuz? Ben de deli olduğunu söylüyorum. Şunu bir
okuyun:
"Bilgeliğin doğaya karşıt özelliği sanata
karşı olan tavrından anlaşılır: Tam kurtuluşu meydana getirirken doğayı
tanımaya kalkışmak - nasıl bir tersyüzlük, nasıl bir hiçlik içgüdüsü bu!"
Görüyorsunuz
ya, bizi hiçliğe sürüklemek istiyor. Bunun kanıtı, her türlü ahlâka karşı
duyduğu çılgınca nefret. Bana diyeceksiniz ki (Wagner ve kız kardeşi hariç)
herkese insanca davranmıştır. Hırsızlığı yok, ırza tecavüzü yok,
dolandırıcılığı yok, edebe aykırı ilişkileri yok, her şeye rağmen belki
uyuşturucu da (ama kesin değil) kullanmamıştır; sokaklarda sürtmeyi seven bir
rantiye, epey düzenli sade bir hayat. Dört elle yazılarına sarılıyor, yazılar
çok az yankı uyandırıyor, ne var ki yılmıyor, kimseye aldırış etmiyor.
Orospularla ilişkileri mi? Söylendiğine göre galiba eskiden içini kemiren
(oradan oraya sürtmesinin sebebi de bu) bir frengiye yakalanmış. Ancak genelde
yamuk tarafı yok; nazik davranış, tatlı ses, özenli duruş. Gelgelelim, işin endişe
verici yanı bu olsa gerek.
Çekiştirmeler,
dedikodular, sızdırılan laflar, cerahat, boşalan öfke, masum yıkımlar, acı
sözler art arda gelir. Ömründe hiç böyle bir şey başına gelmemiş olan şaklaban,
hayatında hiçbir şey düşünmemiş biridir. Kuşkusuz M.N.'nin düşünceleri, fikirleri,
inançları var, üzerine çamur sıçratmadan kenardan yürümüştür, ama gerçekten
düşünmüştür, öyle.
"Hissetmek için burnundan başka,
kulaktan ve gözleri de olan biri, bugün nereye gideceğini aşağı yukarı sezer.
İsterse orası huzurevi ya da akıl hastanesi olsun."
Bu demektir ki:
"
İhtiyatlı bir uğultu, zar zor işitilen fısıltı, bütün köşelerden yayılan kurnaz
bir mırıltı. Yalan söylüyorlar. Her seste yapış yapış yapmacıklı bir yumuşaklık
"
Ve
sonra:
"Hınç
ve nefret tohumları karınca gibi kaynaşıyor, gizemli iğrenç kokular havaya
yayılıyor, art arda uğursuz büyünün düğümleri birbirine dolaşıyor."
Hasta
olan kim? M.N. mi. yoksa bütün toplum mu? Deli olan kim? O mu, yoksa kadınlar
ve erkekler mi? Siz 'deli olan M.N. diyorsunuz, ancak şu anda o kadınlar gibi
konuşuyorsunuz ya da daha doğrusu, "erkeğin etrafında seke seke yürüyüp
yaltaklanan o sıkıcı, soğuk ve içi geçmiş fingirdeklerden biri gibi. "O
erkeğin koynuna girip oynaşırsınız, sanki orası ait olduğunuz yerin bir parçasıymış
gibi, yani çamur deryasının."
Çok
özetle, M.N. "sakat duyarlılık" ('sakat cinsellik' diye
okuyabilirsiniz) veya "evcil erkeğin marazi durumu" diyor. Buna,
"evcilleşmiş, yeteneksiz erkeğin üzüntü verici çaresizliği" de
diyebiliriz. Hatta daha ileri gidip şu ifadeyi kullanıyor: "Erkek, zararlı
adi böcek." Ona göre her şey: "Soysuzlaşma, küçülme, zayıflık,
kirlenmişlik, düzeysizlik, bezginlik."
Peki, Üstinsan varsayımı nereye
gitti? Göz alabildiğine uzanan bir tüneldeyiz.
***
LOU
Biraz eğlenelim. M.N.nin yaptığı evlenme teklifini Lou Salome'nin
kabul ettiğini varsayalım (tabii mümkün değildi, de biliyordu bunu, ama
varsayalım ki evlendiler). Venedik'te birkaç tutkulu sevişmenin ardından,
Almanya'ya dönüyorlar. İlk anlaşmazlıklar yolculuk esnasında, hatta cicim
ayının son günlerinde başlıyor. M.N. Paris'e gitmek ister, ama Lou geleneksel
balayı günlerini tercih etmiştir. Gondolla dolaşmayı arzulamaktadır. Tuhaf
şeydir gerçekten; bu ateşli, zeki, daha doğrusu dâhi, genç ve güzel hatun,
birkaç hafta içinde kötü mizaçlı bir kadına dönüşür. İçeri kapanır, surat asar;
oysa M.N. sevinç içindedir, gezip tozmak ister. Kadın onun bu halini gördükçe
insanların acısına aldırış etmediğini söyler, sitem eder. M.N. yolculuk
yaparken kadının gözlerindeki hafif pırıltıyı fark etmiştir. Özellikle yolda
bir sorun çıktığı zaman ya da bavullarda bir sıkıntı yaşandığında bu pırıltı
belirmektedir. Filozofun kafası meşgulken, bunalmışken ya da sadece
hastalandığında bu kötücül parıltı daha da yoğunlaşır. Hiç kuşku yok, onun canı
sıkıldıkça kadın haz duymakta, acı gerçeği, yokluğu, insanlığın kara yazgısını
kafasına kakmaktadır.
İlk
günler, Lou'nun sevişmeleri içtenlik dolu, ateşlidir; M.N.'nin tensel zevkini
tatmin ettiğine inanır. Gelgelelim kırılgan, ince, çekingen ve aşırı
duyarlıdır. Kadın cesaret edip de kendisini rahatsız eden bıyıklarını kesmesini
söyleyemez. Olsun, böyle de sevimlidir. Ne de olsa deha sahibidir (çoğu kez
taşkınlık ve acayiplikleri görülse de), bir yığın şey bilmektedir, Antikiteyi
ustalıkla kullanır, sanki bir zamanların Atina ve Roma'sından gelmiştir, sanki
tanrılar onun yanında canlanırlar, sözün kısası çağdaş uygarlığımızın kaosunda
o da yolunu şaşırmıştır. Doğaçlamaları (itiraf etmeli ki çoğu kez usanç
vericidir) akşam yemeklerine renk katar, daha doğrusu aramızda geçen hafif konuşmalardır
bunlar. Yirmi profesörden bir yıl içinde öğreneceğiniz şeyleri onunla bir
akşam yemeğinde öğrenirsiniz. Saplantılı fikirleri vardır: Wagner (besteci
hakkındaki kanısını değiştirmek mümkün değildir), Hıristiyanlık (haklıdır, ama
biraz abartmıyor mu?), Rönesans, Kant ("o uğursuz örümcek"), Luther
("o mendebur papaz"), Fransız Devrimi ("o sıkıcı ve anlamsız güldürü").
Luther'in 1525'te yaptığı evliliğin üzerinde ısrarla durur. Luther o tarihte,
Cîteaux Tarikatı'na bağlı bir rahibe olan Katharina von Bora'yla evlenmişti.
Onların evlilik ilişkisini neredeyse kaba bir dille sorgular. Acaba dolaylı
bir mesaj mıdır bu? Olabilir. Yoksa bu ilginç sanatçı-filozofun dinsel
eğilimleri mi vardır? İsa gibi bir yeteneği mi söz konusudur? Belki. Katı bir
tanrıtanımazlığı ve sarsılmaz bir papa düşmanlığını ne kadar savunuyorsa, ne
yazık ki bir o kadar da şiddetli bir kadın düşmanıdır. Bu saplantısını
evliliğin iyileştireceğini umarız.
Her
neyse, doğada tek başına yürüyüşler yapmadığı (tuhaf alışkanlık) ya da son hızla
yazılarına dalmadığı zamanlar, sevimli, yumuşak, dikkatli bir eş. Hatta biraz
sert olmakla birlikte iyi bir piyanist. Can sıkıcı olan şey, genellikle kimseyi
(orospu kız kardeşinden başka) sık sık görmek istemeyişi. Lou onun ideal
karnıdır, tamam, ama bu denli katı bir inzivaya çekilmek için
geçerli bir sebep değil. Zira
yaşanan bir hayat var, sık sık dostlarla görüşmenin, ilginç ilişkiler
kurmanın, bilgili ve duyarlı insanlarla bir arada olmanın kınanacak nesi
olabilir? Mesela, o içtenlikli, ince, melek gibi Avusturyalı şair nasıl
yaşıyor? Ya çok yakında kendinden söz ettirecek o yeni bilgin? Her şeyi
kavramıyla açıklamaya kalkıyor hani! M.N. bu libido sorununun üstünde duruyor,
onu marazi ve indirgemeci buluyor, kötüsü eşitlikçi ve demokratik olduğunu
düşünüyor. Kısaca, M.N. her yanda hastalar görüyor, asıl sorgulanması gereken
konu bu. Bir yere yerleşmiyor, üniversiteden aldığı aylıkla otel odalarında
(otel odalarında düşünsel) yaşamaya devam ediyor. Nitekim Lou'yu da taşra
atmosferinde kokuşmaya zorluyor. Çocuklardan (onun formülü: "ya çocuklar,
ya kitaplar") söz açılmasını istemiyor. Açıkçası, tahmin edildiği gibi
evlilik bir felakete dönüşüyor. Bu durumda, iki seçenek beliriyor. Ya Lou çekip
gidecek, ya da sitemlerine içerleyen M.N. onu öldürdükten sonra intihar edecek.
Üçüncü ihtimal şöyle: Romantik soyluluk gereği son bir jest olarak Lou,
Kleist'in yaptığı gibi, ona birlikte intihar etmeyi önerecek.
Biraz
daha eğlenelim. M.N., ketum Dionysos hayatını sürdürüyor. Felsefe profesörü
kılığına giriyor, üniversitelerde kolokyumlara katılıyor. Tam da o sırada,
Paris'te onun yapıtına ilişkin uluslararası bir kolokyum var. Toplantı iki gün
sürüyor. Usulca bir köşeye oturup konuşmacıları dinliyor. Hiç anlaşılmadığını,
yapıtı etrafındaki sisin giderek koyulaştığını fark ediyor. Nazizmin habercisi
(yaşayışı da öyle), yola gelmez kadın düşmanı (âdet haline getirmiştir), azgın
bir anti-demokrat (eski hikâye). En ateşli ve kendinden emin konuşmacı,
sarışın genç bir kadın onunla akşam seve seve bir kadeh bir şeyler içmeye gidebilir.
Şaşırtıcı bir konuşmacı, bir Cizvit, felsefesinin bütün patolojik yönlerini
tek tek sayıp döküyor; gelgelelim öyle bir anlatıyor ki sanki bunları
sempatikleştiriyor. Bir psikanalist onu gözden düşürmeye kalkıyor, Lou'yla ilişkilerine
değiniyor, Lou kutsaldır, annesi yerine geçmiştir, libido gerçeği, işte artık
frengili (kaçınılmaz akıbet), fahişelerin müşterisi (daimi müşteri), gizli
homoseksüel, iktidarsız. Şimdi diyapozitifler: M.N., kız kardeşi ile annesinin
arasında divana uzanmış, konuşma yeteneğini yitirmiş, felçli. Brahman cinsi
beyaz kefenine sarılmış. İki güçlü bakıcısının arasında; nöbetler geldiği zaman
onu zapt etmek zorundalar. Nihayet bilinmeyen bir fotoğrafı; küçük malafat
meydanda, ne yazık ki sünnetsiz. imalı bir anlam çıkıyor, fotoğraftaki kaçığın
teki, yozlaşmış sahte bir düşünür. Oysa kendisinin malafatı daha büyük.
Eğlenmeve devam edelim: M.N. bir kitapçıya giriyor (hâlâ birkaç kitapçı
var). Kitaplarının raflarda sergilendiğini fark ediyor. Kendini Fransızca'dan
okumak hoşuna gidiyor. Özellikle 'Folio' koleksiyonlarında. Üstelik kapak
resimleri ilginç. Çok sevdiği yapıtlarından biri, Tan Kızıllığı için bir
Amerikalı ressamın çizdiği desen pek hoş. Burada satışa sunulmuş olan Böyle
Buyurdu Zerdüşt çevirisinden hiç söz etmesek iyi olur. Çünkü berbat. Aynı şekilde,
İsa'nın Haç Taşıması garip bir desen, sevimsiz, çirkin. Biagio d'Antonio'dan
kopya edilmiş. Derain adında birinin deseni. Önce Ecce Homo, ardından Deccal’i
resimlemek için seçilmiş. Önemi yok. Cümleler orada ya. Voltaire diliyle
çevrilmişler. Sanki onun tarafından yazılmışlar. İnsanın içine giriyorlar,
pırıldıyorlar, âdeta mürekkebin dışına taşıyorlar. Kitaplarından üç-dört tane
satın alıyor. Ancak 'felsefe' reyonunda dizili olmalarını yadırgıyor. Oysa
'roman' bölümünde yer almaları lazım. Bu lanet bölümdeki ürünlerin yüzde 99'unu
oradan kaldırmalı. Berbat şeyler. Rastgele çağdaş romancılardan birkaçının
kitaplarına göz gezdiriyor. Bunlar genellikle birbirinin yerini tutan çeviri
yapıtlar. Bunlara bakınca, Fransızların külrengi bir cehennemde yaşadıklarını
gözlemliyor. Vasat roman kişileri, vasat tasvirler, tekrara kaçan vasat
arzular, vasat erotizm, vasat düzyazı. Alterkek altkadınlarla birlikte her
yanı istila etmiş. Her yanda keder, merhamet, acı, daralmış ufuk, sahte
gözyaşları, sahte heyecan. Bir ara 'tutsak kamu kesimi' bölümünde duralıyor;
gey ve lezbiyen araştırmaları, altinsan bilimleri, katı pornografi, yakışıklı
herifler, yaraklar, götler... Sefilliğin akan salyaları... 'Şiir' bölümü tam
bir felaket; adı konmamış bataklık. Bereket versin, birkaç sanat kitabı var.
Sözgelimi, Manet ya da Picasso'ya bakarken göz banyosu yapılabilir. Dionysos,
Picasso'dan hayli memnun kalır: yılmazlık, büyük ustalık, yüreklilik. Geri
kalan, soyut bir mezarlık.
Kendi
kitaplarını yanına alıp kasaya gider. Böyle şeylerin hâlâ satılıp
satılmadığını sorar genç ve esmer tezgâhtar kıza. "Oh, tabii mösyö,
meraklısı çok." - "Okunduklarına inanıyor musunuz?" -
"Herhalde okunuyordur." - "Ortalığı saran monoteizme rağmen
mi?" - "Efendim? Ne dediniz?" - "Yok bir şey."
Dışarıda
bir banka oturuyor. Masmavi, berrak bir ilkbahar günü. Güneş parlıyor:
"Böylesi
yaratıklarla bir yere varılmaz. Bunlar alna yazılmış yazgı gibi. Sebepsiz,
anlamsız, ilgisiz, bahanesiz. Şimşek hızıyla yaşıyorlar. Çok şiddetli, çok ikna
edici, çok 'başkaları'. Bir nefret öznesi bile olamazlar. Yapıtları şekiller
yaratmaktan, damga vurmaktan ibaret. Bilinçsiz, gönülsüz sanatçılar."
***
Bekleyiş
ve bellek: Ne olursa olur, artık tesadüf yok, tekerleğin serbest dönüşü.
Kendine izin vermiştir. "Daima
gizlenmeli; insan ne kadar yükseğe çıkarsa, o kadar gizlenmeye gerek duyar."
Ve de:
"Yolun kenarına oturuyoruz; hayat
sarhoş maskeler dizisi gibi oradan geçiyor."
Sonra,
"hazzın melankolikleri" ne karşı:
"Hüzünlü olaylar karşısında ayak
direyen tiksinti, her ıstıraba kapalı ve duyarsız kulak, yılgınlık göstermeyen
güleç bir yüzeysellik."
Ve
de:
"Bizim yanımızda kal, alaycı
boşluk."
Ve de:
"Biz ciddiyiz, uçurumu tanıyoruz;
bunun içindir ki her ciddiyete karşı kendimizi savunuyoruz. "
Ve de:
"Mutluluğa
sığınıyoruz"
Sonra
"kuzeyin doğadan yoksunluğu"na karşı:
"Güney'in her yönüne ihtiyacımız
var; dizginlerinden boşanmış güneş ışını."
Ve
bir daha:
"Artık kendimden değil de hayatımı
geçerli kılan şeylerden endişe duymalıyım."
M.N.
Paris'te geçirdiği son akşam (her 30 Eylül'de Paris'e gelmeye karar vermiştir),
kentin en iyi restoranlarından Grand Yefour'a gidiyor. Her zaman olduğu gibi
nefis bir kırmızı şarap ısmarlıyor (Dionysos da aynı şarabı tercih ederdi).
Otele biraz çakırkeyf dönüyor. Tenha sokakta yürürken, etrafta kimsecikler olmadığını
görünce o tuhaf dans figürünü çiziyor. Bir güzel uykuya dalıyor. Rüya görmüyor.
"Bizi kim yeniden düzeltebilir? Ok
yaydan çıkmış. Bakışlarımı gelişigüzel etrafımda gezdiriyorum. Katetmediğimiz
hangi yol kaldı?"
Saygı
gereği hep biz diye yazıyor. Şunu gözden kaçırmamalı. M.N'nin ben'i diyalog
kuran bir çoğulluktur, biz'in bilinmeyen' bir karışımı.
Evet,
katetmediğimiz hangi yol kaldı? Ancak hâlâ bir yol söz konusu mu? Sonra biz
gerçekten kim oluyor? Ben o'yum, o biz, biz o'yuz, ben biz'im...
***
RİMBAUD
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/search/label/Rimbaud |
Pek
bilinmiyor ama M.N., Baudelaire'i çok okumuş, hem de ara vermeden. Üstelik
cinsel istek uyandırıcı sahneler üzerine epey eğilmiş. Bu simgeci karamsar
Fransızlara ilgi duymuş. "Güneşsiz, marazi, asabi, kendine acı çektiren
insanlar," diyor. Daha da katılaşıyor: "Damarlarındaki kanda müzik
yok bunların." Yok, yok, Baudelaire'in damarlarındaki kanda güneş de
vardı, müzik de. Gelgelelim, çevresindeki mutsuzluğu gördükçe Wagner'i sevmeye
başlaması bir gerçek. Hatta Manet'nin karısı (o da mümkün olduğu kadar Wagnerciydi)
Paris'te, Etoile'ın yanında bulunan Doktor Duval'in kliniğe gelip ona piyano çalmıştı.
Şair o tarihte yıkılmıştı.
Baudelaire'in
esin perisi Jeanne Duval'e (veya Prosper, veya Lemer) rastladığı zaman yirmi
bir yaşındaydı. İsimsiz bir aktris olan melez sevgilisine hem tapıyor hem de
ondan nefret ediyordu.
Kendi
deyişiyle "budalalığın kanat esintilerini" hissettikten sonra kırk altı
yaşında ölür. Buna benzer bir ifadeyi Rimbaud kullanacaktır: "Delilikle çok oyun oynadım. İlkbahar,
budalanın korkunç sırıtkanlığını gösterdi bana."
Budalalığın
kanatları, budalanın korkunç sırıtkanlığı, filozof dehasının günün birinde
karşı karşıya kalacağı tehlikelerdir bunlar. M.N. o tehlikeleri fark etseydi,
Rimbaud'nun şu cümlelerinde kendini bulabilecekti:
"aşağı ırk her yanı kapladı - yani
avam, akıl; ulus ve bilim."
"sefahat budalalıktır, ahlâksızlık
budalalıktır; çürümüş olanı ayıklamak gerekir."
"doğa temaşa edilen bir
güzellik."
"bütün gizemlerin üstündeki örtüyü
kaldıracağım; dinsel ya da doğal gizemler, ölüm, doğum, geçmiş, gelecek,
evrenin yaratılışı, yokluk."
"deliliğin -içine kapandığımız delilik- hiçbir sofizmini
unutmadım, onların tümünü yeniden anlatabilirim, hepsi belleğimde."
"o asalak adamları aşağılarken
haklıyım. Kadınlarımızın sağlık ve temizliğini istismar ederler. Fırsatını
buldular mı sevişmekten kaçınmazlar. Bugün bizimle son derece
uyumsuzlar."
"ölümün dostları, her cinsten
gerizekâlılar."
"manevi savaş, insanlar arasındaki
savaş kadar hoyrattır."
M.N.'nin
'yüreğin dehası' (Dionysos) diye
nitelendirdiğini, öteki 'olağanüstü
yürek' diye adlandırıyor.
M.N.
eski takvime göre, Verlaine ile aynı yılda, 1844'de, Rimbaud 1873'te yukarıdaki
notları yazdı ve yayınladı. Bunlar kimsenin ilgisini çekmedi. On dokuz
yaşındaydı M.N. ise yirmi dokuz. Oysa, Cenova, Stuttgart Ya da Cenevre karşılaşabilirlerdi. Bu
sayfalarda karşılaştılar. O sayfalardan bu yana zaman çok değişti.
...
Müzik, Yunanlılar, Şokrates öncesi filozoflar..
Rimbaud 1873'te Cehennemde Bir Mevsim'i yayınlıyor. Wağner Tanrıların Alacakaranlığı'nı besteliyor. 1875,
M.N.'nin Hint felsefesini keşfettiği yıldır (aynı yıl Rimbaud Illuminations
başlıklı şiirlerinin elyazmasını Verlâine'e teslim eder, on yıl içinde
elyazması "ortadan kaybolacaktır"). 1881, Aynı Şey'in Ebedi Dönüş'ü
açıklanır ("binlerce yılın geri dönüşünü ileri süren ve dileyen bir düşünce").
O tarihte, Rimbaud Harrar'dadır, fildişi ticareti için bölgenin içlerine
girer, hatta hiçbir Avrupalının henüz bilmediği Bubastis'e gider. Fransa'dan
bir fotoğraf makinesi getirtir. Kendisinin meşhur fotoğraflarını bu makineye
borçluyuz. Iklım ona 'rutubetli ve hırçın' görünür, yaptığı iş 'saçma ve
bunaltıcıdır'. Hayat koşulları 'genellikle anlamsızdır.
M.N.'ye
gelince. Ağustos ayından sonra beklenmedik bir şekilde Cenova'da, Salita delle
Battistine sokağında 8 numaralı eve (oda numarası 6) yerleşir. Ufkunda Sicilya
Adası vardır. Şen Bilgi'yi yazar.
Gözyaşı Vadisi
İlke
olarak Gözyaşı Vadisinin dışına çıkılmıyor, yasak. Şimdiye dek
gerçekleştirilen bütün kaçma girişimleri acımasız biçimde cezalandırıldı. Son
zamanlardaki kurbanların listesini vermeye gerek yok. Ama başkaları da var:
İsa, Sade (yirmi yedi yıl hapis yattı), Hölderlin (delirdi), Nerval (canına
kıydı), Baudelaire (konuşma yeteneğini yitirdi), Manet (bacağı kesildi),
Rimbaud (bacağı kesildi), Van Gogh (intihar etti), Nietzsche (delirdi), Artaud
(delirdi). Sessizliğe gömülen başkaları da cabası.
Dışına
çıkılmaz, anlaşıldı mı?
Mezarlar,
ölü külleri kavanozları, mezarlıkların sıra sıra dizilişi.
***
Bizim
neler konuştuğumuzu bilen o kadar az insan var ki.
***
Malvida
von Meysenbug (idealist) ısrarla aracılık işlevini sürdürüyor. M.N'yi
evlendirmek lazım, ama elden ne gelir, hiçbir zaman memnun kalmıyor. Kadının
biri (Bertha Rohr) güzeldir, fakat karamsar ve melankolik. Öteki (Teresa von
Schirnhofer) neşeli ama çirkin:
"Bu
denli çirkin olması çok yazık! Bu çirkinliğe uzun süre katlanamam (daha önce bu
yüzden Matmazel Salome'ye yaklaşmak için çok çabaladım, bana pahalıya
patladı)."
(M.N.nin
Lou'yu kesinlikle çirkin bulduğunu böylece anlıyoruz.)
Risa,_Sils'e
onu görmeye gelir. M.N. onu hemen Silvaplana Gölü kıyısında bulunan Zerduşt
kayalığına götürür. Zerdüşt kitabını nasıl anlaşılmaz bir çabuklukla yazdığım
anlatır. Kadın bunun sebebini anlamış mıdır? Tabii ki hayır, ama M.N.'yi tasvir
eder. Onu bir sabah, çok solgun ve afallamış bir halde görmüştür. Uyumak için
gözlerini kapar kapamaz yaşadığı hezeyanlardan yakınmaktadır:
"Eşsiz güzellikte çiçekler...
Sonsuz bir devinimle ortaya çıkıp birbirlerine dolaşıyorlar, şekilleri ve
renkleri bale yapar gibi birdenbire beliriyor. Sanki başka diyarlardan
gelmişler."
M.N. ona şöyle diyor: "Bir dakika olsun soluklanma fırsatım yok."
Ve
ekliyor: "Bu bir delilik belirtisi
olmasın? Babam beynindeki bir rahatsızlıktan ölmüştü."
Bu
belirti önemlidir. Zira kız kardeşi Elisabeth, papaz babasının kaza sonucu
düşerek öldüğünü sık sık yineler. Elisabeth'e gelince, delirmekten korkusu
yoktur; zaten yaradılışı gereği delidir.
Başka
belirti: M.N. o tarihte, kendi kendine reçeteler hazırlayıp Dr. N diye imza
atar. Eczacıların aldırış bile etmediğini görünce şaşırır. Kimse gerçekten
doktor olup olmadığını sormamıştır. Şu halde doktora benzemektedir. Nitekim
hidratlı kloral satın alır, belki başka haplar da almıştır. Bu ilaçları
birayla yutar. Tuhaf bir doktor, sanki yazı yazıyor.
Şimdi
Helene Druscowitz'i tanıyalım. Aşırı feminist. Kendini 'bilgeliğin doktoru'
ilan eder. Delirerek ölmüştür. Bu durumu, kitaplarından da belli olur: Kutsal
Kavga, Dinsel İnancın Yerini Tutan Çağdaş Bir Girişim, Tanrısız Ötedünya, Etik Karamsarlık
ve bunlar gibi bir sürü saçmalık. M.N. ile rekabet etmek için çabalamaktadır.
Böyle şeyler yazan bir tek o değildir. Her dönem, kendi falcı kadınlarını da
üretir. Bunlar entelektüel spiritüalist asalaklığı yaymak için
görevlendirilmişlerdir. M.N .'den kısa ve özlü bir açıklama: "Edebiyatçı
dişi kaz, Druscowitz 'çömezim' bile olamaz." Bu sırada, Lou'nun Tanrı
Adına Savaş adlı kitabı belirir. M.N daha kısa ve özlüdür:
"Şeytan görsün yüzünü!"
Sözün
kısası, etrafta "rahatsız edici kara sinekler" uçmaktadır. M.N.
Nice'e dönüşünde şöyle yazar: "Sıradan
Hıristiyanlık savunucularıyla beraber olmaktansa, yapayalnız yaşamayı bin kez
tercih ederim." Buna karşılık: "Şu
sırada, sık sık bir Hollandalıyla görüşüyorum. Bana uzun uzun Çin'den söz
ediyor."
Özet:
"Neredeyse acayipleşmiş, nesli
tükenmiş bir tür, sürü halinde yaşayan bir hayvan, iyiniyetli, marazi, sıradan
bir şey, bugünün Avrupalısı."
...
***
M.N.,
Meta von Salis'le Sils'te gezmeye başlıyor. Böyle Buyurdu Zerdüşt'ü yazarken
güneşin altında yosunların üzerine uzandığını anlatıyor. Kadın ona inanmak
istiyor ve inanıyor:
"Yeryüzünün ayrıcalıklı köşelerini
bulup onların izlerini açığa çıkarabiliyordu. Bunları ifade edecek bir
yeteneğe sahipti."
Bu
saptama bizim açımızdan son derece önemlidir. Zaman boyutunda yeni bir hayat
kendiliğinden 'ayrıcalıklı köşeler'e eşlik eder. Üstelik bu köşeler en ufak
bir çaba harcamadan keşfedilmişlerse... Yeryüzü cenneti benim bulunduğum
yerdedir; çok basit. Bahçe ya da yaşanmaz hale gelmiş varoş, Şanghay'da bir tur
ya da gemi güvertesi, hapishane ya da lüks otel, döküntü bir han ya da saray,
otoyol ya da bir incir ağacının altındaki durak, hepsi aynıdır. Meta bunu
hissetti, kendi açısından olumlu. M.N.'yi pratikte anlayan biricik kadın. Ne de
olsa aristokrat, bu her şeyi açıklıyor.
Nihayet
M.N. Ekim ayında Ruta Liguria'dadır:
"Adada yaşayan gerçek bir Robinson
gibiyim. Her şeyi unutuyorum, hiç bu kadar rahatlamamıştım. Çoğu kez kocaman
ateşler yakıp etrafa savurmak istiyorum. Saf ve titrek alevin beyazımtrak
külrengi bir duman çıkararak bulutsuz gökyüzüne yükselişini görmeyi arzuluyorum
-çevreyi saran çalılıklar ve Ekim ayının sonsuz mutluluğu kim bilir belki de
sarının yüz çeşit tonunu yansıtıyor"
Şu
anda, sanki "Yunan adalarından
birinde" yaşıyorum.
Bir
zamanlar, sık sık ateşler yakmıştım. Kendimi toparlamak için Ruta Liguria'ya
gittim. Hangi Yunan adasında karaya çıkılacağını biliyorum.
***
Torino'da
Sonuna
kadar gidelim. M.N. Torino'da yaratıcı bir taşkınlığa yakalanır. Evinden dışarı
çıkar, bir arabacının zavallı beygirini kırbaçladığını görür. İnsanın
hayvanlığı ve hayvanın insanlığı birden tepesine çıkmıştır. Sanki istavroz
çıkararak şöyle yalvarmaktadır: 'Tanrım, Tanrım, neden beni yüzüstü
bıraktın?" M.N. bu sersem ve acımasız Romalı askerin üzerine atılır, hâlâ
beygiri kırbaçlayan kolunu yakalar, dengesini kaybedip yere yığılır. Deliliğin
yanardağına düşmüştür. Finiş.
M.N.'nin
müzisyen dostu Heinrich Köselitz (Peter Gast) daha ilerde şöyle konuşacaktır:
"M.N.'yi
öyle durumlarda gördüm ki - iğrençti! - sanki deliliği oynuyordu, sonun böyle
gelmesini ister gibiydi."
Günümüzde,
bir hümanistin düşüncesi: "Ölüm ve delilik hiçbir şeyi kanıtlamıyorsa,
nereye gidiyoruz?"
Cevabı
olmayan, güzel soru.
Ya da şöyle; birçok zengin hayat olmalı. En azından üç
tane: Biri ölüm, İkincisi delilik, üçüncüsü bambaşka bir şey için. Ama ne?
Eskiden bu Tanrı'ydı, şimdi ne?
***
Yeni
tanrısallık, yani Sosyallik açısından M.N. vatansız bir küçük burjuva, açığa
alınmış bir filoloji ve felsefe hocasıdır. Kargacık burgacık başarısız
yazıların içinde kaybolmuş, parasız kalmış, kimsenin ilgisini uyandırmamış,
kendi gibi birkaç neo-naziyi ve teröristleri etkilemiş, bunun dışında koyu bir
karanlığa gömülmüştür. Kendini 'üstinsan' olarak görmek istemiştir. Kafadan
sakattır. Gücün iradesini savunmuş, hiçbir şey olmamıştır. Kehanetlerde
bulunmuştur; delinin tekidir. Tımarhaneler kendini Sezar, İsa, Napolyon,
Deccal sanan onun gibi insanlarla doludur. Biraz tıbbi müdahale onları hemen
sakinleştirir. Bunun içindir ki onların iyileştiği, ileri doğru bir adım
attıkları söylenir. M.N.'nin yazılarına göz atmışsınızdır! Can sıkıcı şeyler.
Öyle değil mi? Ünlü Böyle Buyurdu Zerdüşt yapıtından bu yana delilik
belirtileri açıkça görülür. Acıklı hikâye. Toplum'un öldüğünü açıklamak ne
biçim bir düşüncedir? Bu mesajla belki binlerce yılın anlaşılacağını ileri
sürmek ne tuhaftır! Tanrı ölmüştür, bunu anladık, ama Toplum'un ölmesi biraz
saçma. Annelerimize, kız kardeşlerimize, karılarımıza, kızlarımıza, torunlarımıza
bir danışın. Şimdiye dek görülmemiş, en saçma varsayımdır bu. Ne var ki Toplum
da ölmüştür; bir tek Katolik kilisesi direnmektedir.
M.N. bugün Roma'da, Saint-Pierre Meydanı'nda Lou (zeki
ama incelikten uzak Lou) ile şakalaşıyor. Gülümsemektedir. Kadın hafif bir düş
kırıklığına uğradığından somurtuyor, birden M.N.'yi buluyor. Ebedi Dönüş
düşüncesini soğuk karşılıyor. Bu yetenekli
ama geleceği karanlık zekâyı öpüp öpmediğini hâlâ hatırlamıyor. Unlü formülü
"vajinanın, göt deliğine göre önceliği" ni daha ilerde Freud'a
devretmiştir, Freud bunun içyüzünü anlamaya cesaret edememiştir. M.N.'nin Roma
ve Freud'la kişisel sorunları vardı. Aslında Roma ve İtalya'yı taparcasına
seviyordu. Fakat bu sevginin çevresinde bilinmesini istemiyordu. Doktor Freud'a
soruyor. Harry Potter hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir günde 7 milyon satış
yaptı! Çocukça bir kitap, gelgelelim İncil'den ve kırmızı Küçük Kitap'tan daha
çok başarı kazandı! Tuhaf değil mi? Doktor karşılık vermiyor, küçük Mısır
heykelciklerinden birinin başını okşuyor. Biraz içini çekiyor, o kadar.
***
SADE
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/search/label/Sade |
M.N.
zevk için Marki de Sade'ın birkaç elyazması mektubunu satın alıyor. Elyazmalarının
değeri 9 bin ila 13 bin avro arasında değişiyor. Dünyada yaşamış en özgür
zekâlardan biri; elyazması pek pahalı sayılmaz. Özgür, yani olağanüstü düzeyde
aristokrat; sırf bu yüzden çağının pleb hıncı tarafından hapse atılmış.
Sade
karısına şöyle yazıyor: "Benimle birlikte olurlarsa,ben de uysal ve
namuslu olurum. Ancak beni yok sayarlarsa, açık saçık yazar, ağızlarının payını
veririm."
Bu
sözler, "gardiyan denen aşağılık yaratığın" gözetiminde hücrede
yazılmış.
Karısından kitap göndermesini
istiyor, işte sonuç:
"Bana gönderdiğiniz bu
paçavralar neyin nesi? Nereden buldunuz bunları? Rıhtım kaldırımlarındaki
seyyar satıcılardan herhalde. Kitapçılar böyle şeyler satmazlar. Ben kaldırım
kitapları istemedim sizden. Kuşkusuz bunları seçen anneniz, zevkinden
anlaşılıyor, onun da bu kitaplardan farkı yok."
M.N.
markinin kayınvalidesine saldırdığını görünce gülümsüyor. Bu kadın, damadının
orospularla düşüp kalktığını ileri sürerek onu içeri attırır. Sade
kayınvalidesine 'şirret', 'cadaloz', 'namussuz kan', 'pislik hayvan' diyerek
saldırır. Toplumda yükselen çamurlu sınıfa karşı gerçek soyluluk patlar, o
sınıfı aşağılar:
"Kesik
bacaklı anneniz, iğrenç yapışkan poposunu koltuğun üzerinden kaldırmayı hiçbir
zaman beceremedi."
Bu
cahil kadın nefret ettiği damadının şu kitapları istediğini nasıl
anlayabilirdi: Doğu Kütüphanesi, Büyüler Tarihi, 235-476 Arası Roma Tarihi,
Voltaire'in Nezoton adlı yapıtı, Bağımsızlığına Kavuşan Kudüs... Sade'ın beşeri
cehennemi büyük zevkle tasvir ettiğini nasıl bilebilirdi? Bir tek şey biliyor,
bu yüzden onu sıkıştırıyordu. Her gece, iki kızıyla birlikte iğrenç bir
şekilde kendi koynuna girmesini arzulamıştı. Ah anne, neler söylediğini, ne
haltlar karıştırdığını bir bilsen!
Markiye
gelince, düşüncesi basitti, salt gezmekten hoşlanıyordu:
"Günde
iki saatlik gezinti bana yetmiyor, altı saat dolaşmam lazım."
Yürümesi,
hava alması yasaktır. Yetersiz gıdalar, çürük meyveler veriyorlar. Sağlığına
göz dikmişler.
1782'de,
Vincennes Kalesi'nde tutukludur:
"Çok
şükür, Ekim ayındaki o kolik sancısından başka kötü bir derdim yok henüz. Biraz
sinirlerim bozuk. Romatizmam var."
M.N.
sinirsel bozuklukları iyi bilir. Bu ifadeye hayran kalıyor. Şu Fransızlar...
"Koyu
kestane renkli redingotumu bekliyorum. Rica ederim gönderin. Üstümde hiçbir şey
yok, burası çok soğuk."
Sonunda,
her zamanki gibi marki büyük bir nezaketle (Tanrı bilir!) karısını kucaklıyor.
Aslında bu kadın kötü ruhlu bir aptal değil, üstelik annesine rağmen onu
seviyor ve kız kardeşiyle yatmasına 'bütün kalbiyle' göz yumuyor. Ama burada,
redingot ve soğuk son derece önemli, nihayet şöyle diyor: "Sizi hararetle
kucaklıyorum."
Bundan
başka, ama bunlar gecikmiştir, "açık renk muslinden dört kravata"
ihtiyacı var.
Hapishanedeki
kabalıkları yazmak için zarif olmak gerekir. Hemen ardından bir koli ısmarlar:
"İki
düzine kalın bisküvi, dört düzine beze, iki düzine vanilyalı çikolata + altı
çift küçük mum."
Sonra
reçeller: "özellikle kokulu ağaççileğinden olanı."
Bundan
başka (zira Anıları'nı yazmayı tasarlıyor), amansız düşmanı Jean-Jacques
Rousseau'nun İtiraflar'ı. Amansız düşmandır, ama kitap budala Hükümet
tarafından yasaklanmıştır. Onun için ilginç.
Sade
hastadır, gözlerinden rahatsızdır: "Biri gecelerimi nasıl geçirdiğimi
görse tüyleri diken diken olur." Aptal bir hekim onu görmeye gelir:
"Saçmalıyor, saçmalıyor, saçmalıyor."
"Acı
çekmesem, deliler gibi katıla katıla gülerim, öyle eğlendirici ki."
Hâlâ
eğleniyor. Erkek yerine dişi bir gardiyan istiyor. Zira başındaki gardiyan
"pis kokan yaşlı bir asker, hastayım, bu adam benim inceliklerimden,
duygularımdan, endişelerimden ne anlar".
"İnceliklerim,
duygularım..." M.N. yeniden gülümsüyor. İşte zevkini kaçıran şeylerden acı
duyan biri daha. Marki 'hiç olmazsa bir bahçe' istiyordu. Bundan başka? Ah,
bir gün elinde fenerle yürümek; o günlerden birinde onu asacaklar. Ve parayla
satın alınmış plebi zıvanadan çıkaran o aynı üslûp hâlâ, kendi üslûbu. Sanki
örgü makinesinde kesip biçiyor:
"Bu
mektubun üslûbunu sezmelisiniz. Yazı mümkün olan en büyük soğukkanlılıkla yazılmıştır.
En gerçek ve en kutsal anlamıyla şeref sözü vererek altını imzalıyorum."
Gerçekten
bir defaya mahsus olarak imzalar: De Sade.
12
Aralık 1784, Bastille Zindanı' ndadır:
"İstisnasız,
ne istersem geri çeviriyorlar. Bunu ısrarla, budalaca yapıyorlar."
Marki
yazdığı mektupları M. Martin adında bir polisle karısına göndermek zorunda
kalıyor. Mektup zarfına şöyle yazıyor "Lütfen Madam de Sade'a iletilmek
üzere." Sersem memur şöyle şeyler okuyor:
"Sizinle
hesaplaşacağım hainler, hesaplaşacağım. Karşınızda Marki de Sade'ı
bulacaksınız; acımasız bir düşman."
Biraz
yorum yapalım. Bu mektupların saklanması tuhaf görünebilir. (Aynı M.N.'nin
Cosima Wagner'e gönderdiği pusula gibi: "Ariadne, seni seviyorum.")
Oysa o tarihte, aristokratlar henüz toplumdan ayıklanmaya başlamamışlardı.
Soylu kanı taşıyan bir kişinin ne denli aşağılanırsa aşağılansın hâlâ biraz
'saygınlığı' vardı. Sonra hiç belli olmaz, rüzgâr ters taraftan eserse, kindar
bir senyör daha ilerde öcünü alabilirdi. Böyle şeyler olmuştu. Onun yerine
hapse atılıp asılmak bile mümkündü. Bu yüzden, mektupların, yazıların,
belgelerin yok edilmesi ya da çarpıtılmasına çok zaman sonra cesaret
edilebildi. Bu işi de çoğu kez kadınlar becerdi (Rimbaud'nun elyazmaları ve mektupları
Madam Verlaine tarafından Gide'in mektupları karısı tarafından, Georges
Bataille'ın mektupları dul karısı tarafından çevrenin rızasıyla imha edildiler,
vs.)
...
***
SADE
Madam
de Sade'ı elden ne gelir, yüzyıllar boyu neredeyse bütün kadınlar gibi annesi
yüzünden acı çekmiş, yine de ona meydan okuma cesaretini bulmuştur. Anneler erkeklere
karşı duydukları kinin acısını kızlarını kullanarak çıkarırlar. Oysa aynı erkeklerle
anlaşarak bir araya gelmişlerdir (söz konusu kin normal ve onulmaz bir
hastalıktır). Dolayısıyla bu kız 'anne kininin aşağılık kölesi' olmuş, onun
'dehşet verici zehirinin budala taşıyıcısı' işlevini görmüştür.
Anne
mi?
"Öyle
dedikoducu, öyle budala, öyle düzeysiz ki! Bu kadın kadar aşağılık bir insan
olamaz!"
Daha
sertleşerek:
"Nefretim
saplantıya dönüştü."
Daha
da sert:
"Öyle
uzaklara gitmek istiyorum ki... Yeter ki bu yaratık soluduğu havanın pisliğini
bana bulaştırmasın.
(Bundan
daha iyisi yazılır mı?)
Gitgide
sertleşen marki çocuklarını da kayınvalidesine göre yorumluyor. Kadına çingene
diyerek hakaret ediyor:
"Onların
damarlarındaki sütü bozuk kan da o kadından geliyor; o kanı temizlemek için
damarlarını emmek isterdim."
(Böyle
şeyler söylemeye insan nasıl cesaret edebilir?)
Bu
arada, her seferinde somut isteklere geri döndüğünü unutmayalım:
"Bir
testi kemik iliğinden merhem, ayrıca normal merhem, yarım kilo pudra, ama geçen
seferki gibi alçıya benzemesin, bir çift dana derisinden eldiven, geçen sefer
gönderdikleriniz gibi olsun."
Bu
tür konularda marki çok ileri gidebilir, hatta karısına şöyle diyebilir:
"Sizi
bütün ruhumla öperim."
Demek
bir ruhu var! Zaten bundan kuşku duymuyorduk. Alışılmamış bir kitap için güzel
bir başlık olurdu: Sade'ın Ruhu. Hapse düşmüş bir ruh, yani:
"Burası
tek kelimeyle bir cehennem. Haksızlık, bayağılık, muhbirlik, alçaklık, yani bu
salakların ve hainlerin belirgin özelliği olan bütün erdemler o raddeye gelmiş
ki tasavvur etmek bile imkânsız, içlerine işlemiş."
M.N. Sade'ı okudu, ama okurken gayet insanca olan suça eğilim ve cinsel
saplantının üzerinde pek durmadı. Bu, onun doğal ufku değildi. Olsun, Sade'ın üslûbu
sağlığa yararlı, Wagner'in iniltisi burada işitilmiyor. Aynı sağlıklı yaklaşım
Dük de Saint-Simon'un sıkışık, karanlık yazılarında da var. Artılar geniş güzel
sayfalara dökülmüş, bir tek karalama yok. Gerçek olduğu
gibi yazılmış, sanki vasiyet
ediyor:
"Yazarın yazdığı şeyden
kuşkulanması için o cümlelerin anlamını yitirmesi gerekir. Yapıtı sağlam bir
kilitle güvenlik altında bulundukça olgunlaşacaktır.
...
M.N.
kış günleri Paris'te, Seine rıhtımlarında dolaşıyor. Milli Kütüphane'ye gidip
okuyor, bu türden cümleler hoşuna gidiyor. Ortalık can sıkıcı ve fütürist,
kulelerin arasından rüzgâr esiyor. Yerleşip oturuyor ve dükün büyük evrak
çantalarından birini açıyor. Çantanın üzerine dükün arması kazınmış. Aşağıda,
çok aşağıda, durmaksızın dolanan külrengi nehir akıyor. Cesaret edebilse
yazıları okumak için mum isteyecek. Çünkü Saint- Simon'un şamdanı söndürüp
kalemini masaya bıraktığını görüyor. Sabah saatin üçü, yorgunluk, siyah
mürekkebin soylu kanı olduğunu henüz kimse bilmiyor.
Veya
hayal gücünü biraz kamçılamak için Justine
ya da Juliette'i açıyor. Justine
kitabını 52 bin avroya satın almış. Kitap Hollanda'da Libraires Associs
tarafından basılmış. Ancak ilk baskıyı 1791'de, Paris'te, Girouard yapmış
(namuslu Girouard çok geçmeden kralcı olarak suçlanıp giyotinde idam
edilmişti), işte, kendine kitap dedirtmeyi hak eden özellik:
"siyah
maroken cilt, kitabın sırtı gümüş kaplamalı kurukafalarla süslü, aynı iç
karartıcı simgeler kapakların düz köşelerine, kesitlerin gümüşten telciklerine,
iç sayfalara, mermer ebruların yaldızlı kenarlarına işlenmiş."
- Sade o tarihte elli bir yaşındadır.
1795 yılı daha yatışmış bir donem. Aline ve Valkour, Girouard'ın onurlu dul
karısı tarafından yayınlanır. Aynı yıl, Yatak
Odasında Felsefe, "Londra'da basılması mümkün değildir", yani
yine Paris'te basılır. O yıl, Paris hiç değilse evrensel bir mekândır. Simdi
eller ve gözlere dikkat: "siyah renkli meşin cilt, kitabın sırtı perdahlı,
bölüm başlıktan. forma rakamları kırmızı dana derisinden, kesitler süslü, kenarlar
alacalı akik taşından."
Erotik
gravürler bakırdan, kitap "Justine yazarının ölümünden sonra
yayınlanmıştır" diye tanıtılmış. Madam de Saint-An'la
birlikteyiz, bu insan geleceğin Madam Bovary'sini ya da Walkür'ü tasavvur bile
edemezdi. Daha sonraki gerçekçi natüralist, sentimentalist ya da feminist
edebi- bunaltıcı tonlarını da aklından geçirmemiştir. Fransız kadınları,
kendinize Saint-Ange dedirtmek için isterseniz biraz daha çaba gösterin.
Nihayet
on citlik Yeni Justine, Kız Kardeşi Juliette Hikâyesinin Devamı, 1797'de
Hollanda'da (aslında yine Paris'te 1801-1802 yıllarında) basılmış. Fiyatı 200
bin avro:
"dana
derisinden pürtüklü cilt, kitabın sırtı perdahlı, bölüm başlıkları, forma
rakamları kırmızı maroken, kapakların düz köşeleri yeşil, yaldızlı küçük
tekerleklerle çevrilmiş, kesitler sırmalı, iç sayfalar süslü, kenarlar
yaldızlı."
Kitabın
bütününe bakırdan 101 figür işlenmiş.
Bu
başyapıtın yayımlanmasından birkaç gün sonra, 6 Mart 1801'de Sade tutuklanıp
Charenton'a kapatılır. 1814'teki ölümüne kadar bu akıl hastanesinde
kalacaktır.
Yüz Yirmi
Gün başlıklı 12 metre uzunluğunda
kâğıt tomara gelince, marki onu Bastille Zindanı'nda kaybetmiştir. Mucize eseri
yok olmayan yapıt Almanya'da ortaya çıkar. 1931-1935 yılları arasında Maurice
Heine tarafından yayımlanır. Bu basım Felsefi Roman Derneği üyeleri yararına
gerçekleşir. Karanlık örgütün gizli üyeleri arasında M.N.'nin bulunduğu
kimsenin dikkatini çekmez. 'Felsefi Roman' formülü ona aittir. Başka biri bulabilir
miydi zaten?
***
SADE
Olağanüstü
markinin_bütün kitapları artık kitapçılarda bulunmaktadır. Gelgelelim, o uçuk
sayfalar kimsede hayret uyandırmıyor. Bu demektir ki onları okuyup öfkeye
kapılmak için bir sebep kalmamıştır. Plebin karşısında ürküntü verici bir
aristokrasi yoktur. Plebi tasfiye edecek dehşet verici eylem geçersizleşmiş,
saçma bir varsayımdan ibaret kalmıştır. Bütün bu düşünceler, Versailles,
Louvre, Vaux-le-Vicomte sarayları, Loire şatoları gibi hayaletsiz müzelerdir
artık. Sade yaşamış mıdır? Pek belli değil. Bir sürü aptaldan aynı lafları
işitebilirsiniz. Size Sade'ın çok sıkıcı şeyler yazdığını söyleyeceklerdir.
Plebin kendine göre zevkleri vardır. Hatta bazen Sade'a ilgi duyduklarını da
dile getirirler. Tiyatroda, sinemada, 'erotik edebiyat' etiketli yutturmacalarda
bu görülür. Bunun içindir ki orijinal baskılarını bularak içi titreve titreye
kitapları okumak gerekir Sözgelimi Baudelaire'i, Lautreamont'u, Rimbaud'yu ya
da Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün dördüncü bölümünü içeren 40 nüshadan birini. Bu
nüshalar birkaç dost için basılmış özel baskılardı. Yapıtın bütünü ancak 1891'de
(3. yılda) yayımlandı. Yani, M.N.'nin yıkılmasından iki yıl sonra.
Bugün,
belli başlı kitaplar kimsenin umurunda mıdır? Varsın olmasın, onların saltanatı
karanlığın içinde yeniden başlar, daha doğrusu başlar. Güvercinin ayakları,
çiy, esintiler, belli belirsizliğin doruğu... 'Böyle buyurdu Zerdüşt' deyişi
Sanskritçe 'iti vut- ta kam' kökünden gelir, 'böyle buyurdu aziz'. Bugünlerde
duyduğum haberler içtenlikten uzak, on iki aziz terörist eylemdeymiş. Bu sayı
bol bol yeterli, madem ki azizlerden daha iyi iş beceriyorlar.
117.
yılın son haberi: Yahudilik, Ortodoksluk, Protestanlık, Budizm, çeşitli
tarikatlar ve mezhepler patlak verirken Papa XVI. Benoît Val d'Aoste'da
dinleniyor, ara sıra zevk olsun diye piyano çalıyor. Çok sevdiği besteci
Mozart. Dağlar olağanüstü güzel, dualarımız piyanoya eşlik ediyorlar.
Bir
yaz sabahı, Ludi yatakta çay içiyor:
"Ölüm
saçma bir şey."
Nelly
kibarca:
"Anlıyorsunuz
ya, sizinle her şey farklı. Hiç konuşmasak bile bir şeyler konuşuyoruz."
Fransa'da
yaşanan Terör dönemine oldukça soğuk bakan bir tanık anlatıyor:
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2015/04/kanl-devrim.html |
"Her
adımda, mızrakların ucunda kesik başlar taşıyan öfkeli insanlarla
karşılaşıyordum, tüyler ürpertici çığlıklar atıyorlardı. Feuillants'ın
karşısındaki Saint-Honore Sokağı'nda bir düzine çıplak ceset yerlere
serilmişti. Cesetler mızrak darbeleriyle delik deşik edilmişti. Bu ölüler,
talihsiz Suleau komutasındaki kralcı bir devriyeye mensuptu. XV. Louis
Meydanı'nda, kafası koparılmış Saray Muhafızlarının cesetlerini görmek
mümkündü. Halk onların başlarını koparıp mızrakların ucuna takmış, bu iğrenç
şeyleri sokaklarda dolaştırıyordu. Kadınlar, çocuklar ölüleri yağmalıyorlardı,
ayaklan kan içindeydi, ölülerden yağmaladıkları giysi parçalarını birbirlerinden
kapmak için dövüşüyorlardı, kudurgan açgözlülük işlenen katliamdan daha
tiksinti vericiydi. Akşama doğru, kentin üzerini koyu bir duman kapladı;
inayetlerle iyice iğrençleşen güne yaraşan bir sahneydi bu. Bütün mahallelerden
korkunç bir koku yayılıyordu. Halk cesetlerden oluşan kocaman bir yığın
yapmış, onları ateşe vererek eğleniyordu. 11 Ağustos'ta güneşin doğuşu yeni
cinayetlerle birlikle başladı. Kan isteyen adamlar Tuileries ve Louvre'a komşu
olan evlere giriyorlardı. Evlere saklandığı varsayılan Muhafızları arıyorlardı.
Birçoğu öldürüldü. Paris'te günlerce müthiş bir anarşi hüküm sürdü. Sayısız
cinayetler işlendi. Her cumhuriyetçi aklına estiği adamı hiçbir ceza görmeden
sokakta öldürebiliyordu. Cezadan kurtulması için şöyle haykırması yetiyordu: O
bir Muhafız; ya da: O bir aristokrat. Kişisel intikamlar ve alçakça tutkular bu
şekilde tatmin edilmiş oluyordu.
Bu
sadece başlangıçtı.
Ardından
karmakarışık cinayetler gerçekleşti: O bir papaz, bir Rus kulak, toprak sahibi,
Yahudi, Çingene, homoseksüel, Polonyalı, burjuva, entelektüel, şehvetli bir
yılan, sırtlan bir daktilo, ünlü bir orospu, muhalif, terörist, Arap, bir
insan.
Büyük Örgü Makinesi, zaman, yılan gibi kıvrıla kıvrıla
yününü örüyor.
***
Torino'da
M.N.
yeniden sevgili kenti Torino'dadır:
"Burada kendini evindeymiş gibi
hisseden İtalya kralı olur."
1888
Nisan ayındayız, belirleyici yıl. Her şey çok iyi gözüküyor. Hava soğuk,
canlandırıcı, sevinçli. Dağlardan, ırmaktan, kadınlardan kahkaha sesleri
yankılanıyor. İşte o kadınlardan biri: "Genç, kara gözlü, güleç, sanki
çok nadir rastladığım kadınlardan." Şehir geniş ve aydınlık. "Alpler
sokağın ucundadır."
"Güzel
havada, burada tatlı, hafif, kaprisli bir yel esiyor. En ağır düşünceleri
kanatlandırıyor."
Bu
izlenimler önemsiz ve anlamsız gelebilir, ancak M.N.nin hayata karşı
duyarlılığı son derece keskindir. En ufak bir esintide burnunu kaldırır; uzak
denizlerin denizcisidir. Yağmur, kar, sis, rüzgâr, ay şöyle ya da böyle, güneş
şöyle ya da böyle, yıldızların ve onun yıldızının (Zerdüşt 'altın yıldız
demektir) durumu, ağaçlar, çiçekler - bütün bunlar içinde yuvarlanır, onu etkiler,
kesinlikle seyirci değildir, oyuncudur. Doğal olarak manzaraların
biçimlenmesinde kendisinin de katkısı olduğunu düşünür. O görünümleri
değiştirip renklendirdiğini, ışıklandırıp söndürdüğünü hisseder. Kendine özgü
yeni bir sanattır bu. Şimdiye dek 'sanat' diye nitelenen şeyden çok farklıdır:
"Sanat, hayatı reddetme iradesine
direnen biricik güç... Sanat, hayatın metafizik etkinliği..."
Bu
demektir ki: Hayatı reddetme iradesi her an işlevini görür, evet, evet, her
saniye, her dakika... Karşı-sanat saplantısı, sabit ve fanatik bir düşüncedir.
Şu halde, bu içgüdüsel olumsuzlama iradesini reddetmek, o iradeyi bölen ve
bozan unsurun içinde onu eritmek gerekir. Hayat denen şeyi başka türlü
algılamak gerekir. Havanın durumu, evet, nasıl olursa olsun, işte bir müttefik,
zaten M.N. de buna değinmek istemiştir. Sonbahar, pırıl pırıl güneşte kendinden
geçer, ağaçlardan sarı renkler fışkırır, mavi gök ve ırmak sevecendir, üzümler
tatlı tatlı kararırlar:
"Güzel havadan gelen bütün
düşünceleri gözden geçirdim."
Gerçekliğin
karşısında şu veya bu sebepten ötürü acı çekenler cehennemin dibine gitsinler:
"Gerçekliğin karşısında acı çekmek
demek, o gerçeklikten yoksun kalmak demektir."
Burada,
M.N.'nin dostlarından birinin yorumunu daha iyi anlarız. O mevsimde, filozofun
canlandığını not eder:
"Tasvir
edilmesi mümkün olmayan bir tuhaflık içindeydi. Sanki kimsenin yaşamadığı bir
yerden geliyordu."
Gerçekten
öyle.
Yüzyılların
içinden hiç yabancı olmayan sesler yükselir. M.N. delirmek üzeredir. Paranoya
ve megalomani yoğunlaşır. Aşağıdaki cümleler bunu kanıtlar:
"Büyük
ihtimalle önümüzdeki yıllarda, hayatımda çok köklü bir değişim gerçekleşecek. Bu
durum, dostlarımın bana yaklaşım biçimlerinde, en ufak ayrıntılarda kendini
hissettiriyor."
(En
ufak ayrıntılarda deyişinin altı çizilebilir.)
Gerçekten,
olay çok farklı ve öyle tuhaftır ki, M.N. bütün alçakgönüllü duruşuna ve
kendine rağmen, hiçbir şeyi abartmamasına rağmen yakalanmıştır. Bunun ilk
kanıtı Meta von Salis'e yazdığı mektupta görülür:
"Torino'da
nereye gitsem, büyüleyici bir etki yaratıyorum. Bu, çok şaşırtıcı. Her yerde
bana prensmişim gibi davranıyorlar. Bana kapıyı açışlarında, yemek ikram
edişlerinde bile bir ayrıcalık var. Büyük bir mağazaya girdiğim zaman bütün
suratlar değişiyor. Oysa benim en ufak bir iddiam yok, gayet sade konuşuyorum,
herkesi eşit görüyorum, asık suratlı olmadığımı gösteriyorum. Her zaman ve her
yerde ön safta olmak için ne bir isme, ne bir ünvana, ne de servete ihtiyacım
var."
Bu belge önemlidir, çünkü M.N.'nin 'yıkılışı'nı
bildiren mesajdır. Kendini prens, piskopos, yüksek rutbeli asker, mafya
babası, kodaman, sinema ya da müzik starı, televizyon artisti sanmadığını
biliyoruz. O halde? Günün içinde saatlerce yazı yazmaktadır, ondan bir şeyler
çıkmalı, onu kuşatmalı, taçlandırmalı, ışık saçmalı, çevresindeki her şeyden
bir şeyler hissetmelidir. Yazıktır ki kimse onunla anket yapmamıştır. Kimse bu
insana tanık olmamıştır. Bir terzi, bir berber, kunduracı, manav, gazeteci...
Bunlardan hiçbiri. Restoranda çalışan bir kadın veya erkek garson belki
tanıyordu onu. "Pos bıyıklı professore mü? Ha evet, her gün buraya gelir,
şu köşeye oturur, elinde çoğu kez kitap vardır, çok nazik, çok sessizdir,
gerçekten seçkin bir mösyö."
M.N. başkalarını etkiliyor muydu? Tabii, 'bütün
saflığıyla Seçkindir, ama seçkinliğini dayatmaz, otoritesi kendiliğinden
anlaşılır ve etrafındaki cesur hayvanları ikna eder. O konuşma tarzı kendini
beğenmiş küçük burjuvaya dokunur. M.N. ne köle ruhluluk (hiçbir sosyal iktidarı
yoktur) dalkavukluk üretir, ama bir çeşit itibar ve saygı uyandırır. İşte, yalnızlığından
hiç yakınmayan yalnız insan, kendisinin ne istediğini ve yitirecek zamanı
olmadığını bilen biri. Ne mi yapıyor? Gerçekten bilmiyoruz. Dinsel saygı mı yayıyor?
Evet, onun gibi bir şey. Kilise karşıtı kilise yanlıları bu durumdan rahatsız
olurlar, hatta fiziksel, genetik, ani bir tiksinti duyarlar. Her ne pahasına olursa
olsun, eski din adamları sınıfının yerini almak istediklerini biliyoruz.
Çağlar boyu başarılı birer pleb olmuşlardır, şimdi papaz olmayı hayal
ediyorlar. Onların hesaba katmadıkları şey aristokrasidir (özellikle Fransız
aristokrasisi); bu sınıf Katolik papazlığa giren bir tipi işe yaramaz sayar,
daha üst bir mevkiye (savaş süvarisi veya kraliyet işleri memuru)
yükselemeyeceğini öngörürdü. Papazlar hizmetçi ve uşak takımıydı, o kadar.
Ancak başarılı plebler de öyle olmak istediler: Hizmetçi ve uşak takımı. Ne
diye? Toplumsal dokuya uyum sağlamak için. Eşitlik için.
Buna
karşılık, Torino'nun namuslu insanları nasıldılar? M.N. çok farklı bir zaman
boyutunda yaşadı. Onlar mevsimden mevsime ölüyorlardı; o, onların üstünden
aşarak geçiyordu. O'nun bir günü, onlar için bir aydı, iki günü üç aylık bir
süreydi, bir ayı yıllara bedeldi. Kısaca, zamanın sonsuzluğundan geliyor, zamanın
sonsuzluğuna gidiyordu. Böyle.
İsim
yok, ünvan yok, servet yok... Gelgelelim M.N. öbür tarafa ağırlık verdiği
zaman, kendini saygın isimler ve ünvanlar arasında görüyor, tanınmış bir
üstünlüğü olduğuna inanıyordu. Bunlar delilik belirtileri. Toplumsal arzuya
kapılmak deliliktir.
İsa
deli miydi? Ne de olsa mümkündür. Kendine Tanrı'yım demek acayip.
O filmi görmüşsünüzdür: "Deliliğe
Dair" in biletleri satıldı. M.N. biletlerin altını İsa', 'Dionysos',
'Nietzsche-Sezar', 'Canavar', 'Phoenix' diye imzaladı. Olay hezeyanlı bir
hükümdarlıkta geçer. M.N. Basel'e kliniğe kapatılmak üzere götürülürken oldukça
sakin bir yolculuk yapar. Alkışlamak için bir kalabalığın kendisini beklediği
söylenir. Onuruna büyük bir resepsiyon verilecektir. Gar çıkışında hemen bir
arabaya atlar, yani bu türden saçma sapan şeyler. M.N.'nin öyle görünüyor ki
'büyük siyaset'in boyutları içinde algılanması öngörülmüştür. Ancak işler
sanıldığı gibi yolunda gitmez, şiddetli bir bunalım söz konusudur.
Bunalım
mı? Bu olay, Burckhardt tarafından uyarılan dostu Overbeck'in ağzından
anlatılmıştır. Overbeck 1889 Ocak ayı başında Torino'ya yetişir. M.N.'yi
odasında yıkılmış halde bulur. Elinde Wagner'e Karşı' yazılaRI vardır. Ağlar,
nöbet geçirir, bağıra çağıra şarkı söyler, piyanoda zoraki doğaçlamalar çalar,
sersemce piyano kapağına vurur, dans etmeye başlar, tuhaf tuhaf zıplar.
Doğaldır ki bu 'acayiplikler' karşısında Overbeck dehşete kapılmıştır. Her
şeyi anlatmaz.
Dışarıdan
bakıldığında, M.N. 'kutsal bir öfke'ye yakalanmış, bu durum onu Dionysos'un
kurbanı yapmıştır. İsa da Baba'sının kurbanıydı. Her şey birbirine karışmıştır.
M.N.'nin söylediğine bakılırsa, kendisi "ölen Tanrı'nın halefidir",
hem de "yeni sonsuzlukların soytarısı". Bağırıp çağırarak
dirsekleriyle piyanonun tuşlarına vurur, bir yandan birtakım sert hareketlerle
konuşur. Konuşurken çıkardığı ses boğuk ve tuhaftır. Onu biraz bromür vererek
sersemletirler. Daha sonra, sürekli çırpınarak avazı çıktığı kadar
bağırdığından sülfonal vereceklerdir. Overbeck kısa ve öz olarak şöyle not
düşer: "Bu özgürlük kahramanı, özgürlüğü bile düşünemeyecek hale
gelmişti." )
Bütün
dünyanın dikiş tutturamamış, sofu kadın ve erkekleri çok sevinmişlerdir bu işe.
M.N.nin cehennem azabı başlamıştır. Uykusuzluk, sürekli çırpınmalar, art arda
korkunç feryatlar, ama ilginçtir, "iştahı hiç kesilmez". Hekimler
hayrete düşmüştür, yine de olayın benzerlerini görmüşlerdir. M.N.'nin annesi
Basel'e geldiğinde, "darkafalı bir kadın izlenimi bırakıyor" diye not
ederler. Darkafalı olabilir, ama günlük işlerde çok yararlıdır, olayın devamı
da bunu kanıtlayacaktır. Doktor Wille hemen teşhis koyar. Frengiyle birlikte
'ilerleyen felç'. Hastalık yavaş yavaş ilerleyecektir.
Torino'da
M.N'nin otelcisi kâğıtlarını, kitaplarını toplar. Bunlardan 116 kiloluk bir
paket meydana gelir. Ortalıkta kalabalık eden paket Iena'da, hastanın yattığı
Binswanger Kliniği'ne teslim edilir, işte garda, yanında iki refakatçi,
apaydınlık salondan arabaya doğru yürüyor. Güvensiz ama hızlı adımlarla ilerliyor,
suratı bir maskeye benziyor, hareketleri son derece haşin. Trende tekrar
şiddetli nöbetler başlıyor, özellikle annesine tepkilidir ("bana kudurmuş
gibi saldırdı," diyor kadın, "sadece bir dakika sürdü, ama bunları
görüp işitmek korkunçtu"). Aklına gelen hakaretleri sıralıyor. Overbeck
mantıklı olarak 'ölüm bundan iyidir' diye düşünür. Öyle mi? Kim bilir?
M.N.
hemen öfkeye kapılmaktadır. İşittiği seslerden, şiddetli baş ağrılarından
şikâyetçidir. Nerede olduğunu bilmemektedir. İştahı hâlâ kesilmez, yemeklerini
düzenli yer, ama uykusu düzensizdir. Hasta olduğunu bilmez, onu hasta
ettiklerini zanneder. Çelişkiler içindedir, daha ileri gider. Şöyle şeyler
söyler: "Beni buraya karım Cosima Wagner getirdi."
Ardından
reveranslar başlar, görkemli bir adımla odasına girer, sabit bakışlarla tavanı
süzer, her an 'görkemli bir ziyafet'e çağrılacağını bekler, el kol hareketleri
yapar, yapmacıklı bir ses tonuyla konuşur, şatafatlı cümleler söyler, cümle
aralarına bozuk İtalyanca sözcükler sokar, durmadan hekimlerin elini sıkmaya
kalkışır (garda da herkesi kucaklamaya kalkmıştır), müzikal bestelerini
çalmaları için ısrar eder, kendinin Dük de Cumberland ya da imparator olduğunu
ileri sürer, ve saire.
Gece
kendisine hakaret edildiğini sanarak duvarlara anlaşılmaz şeyler yazar ve camı
kırar.
Sonra, büyük
düşesin (külleri huzur bulsun) kendisine yaptığı pisliklerin hesabını sormak
için bir tabanca ister. Tekrar, gece çektiği işkencelerden sızlanır.
Hastabakıcılar oğlak gibi zıpladığını görmüşlerdir. Yüzünü buruşturup
durmaktadır. Israrla camları kırar, neredeyse sürekli olarak yatağını bırakıp
yerde yatar. Hastanenin avlusuna bakarak: "Bu saraydan ne zaman çıkacağım?"
diye sorar. Nihayet anne onu geri alır, Naumburg'da evine yerleştirir.
Şimdi annelik duygusuna tanık oluyoruz. Kadın onun
iyileşeceğini umut eder. M.N. eskiden çok sevimli bir insandır, artık
çocuklaşmıştır. Beethoven'in 31 Nolu 'kendinden geçercesine' çaldığını anlatır.
Tanrı'nın yardımıyla' bu hastalıktan kurtulacaktır.
"Öyle
doğal ki güzel güzel gülüyor" diyor annesi. "Sokakta yürürken
insanların ellerini daha seyrek sıkıyor." Yine de çok acı verici. Annesine
kitap okutuyor, bu okumanın hoşuna gittiğini söylüyor. Kadının elini alnına
koyduruyor, görüyor musunuz ne kadar nazik, güzel gözleriyle derin derin ona
bakıyor ve şöyle diyor: "Seni çok seviyorum, anneciğim."
Onu
deniz banyosu alması için deniz kenarına götürürler. Sık sık çırılçıplak
soyunup rezalet çıkarır. Bereket versin, orman gezintileri vardır ve
"gürgen ağaçlarını gördükçe, her seferinde sevince boğulur". Kadın
ona mezmurlar okur (ne sahne!), ancak o Zerdüşt'ün dördüncü bölümünü okumasını
ister. Hangi pasajı? Nietzsche'nin sofu ve yaşlı annesini gözlerimizin önüne
getirelim, gözlüklerini takmış, bunamış oğluna aşağıdaki satırları okuyor:
"Sevinç her şeyin sonsuzluğunu
diler; bal ister, ekmek mayası ister, gece yarısı saat birde körkütük sarhoş
olmak ister; mezarlar lazımdır ona, mezar başlarında gözyaşı döküp teselli bulmak
ister, yaldız yaldız günbatımını görmek ister -
- sevinç neler istemez ki! Her acıdan
daha susamış, daha içten, daha doyumsuz, daha ürkütücü, daha giz doludur,
kendini ister, kendi içine işler, içindeki iradeyle mücadele eder -
- aşkı ister, kini ister, bolluk
içindedir, verir, kendinden uzağa atılır, birinin kendisini alması için
dilenir, kendini alana şükreder. Nefret edilmekten hoşlanır -
- sevinç öyle varsıldır ki acıya,
cehenneme, nefrete, utanca, sakat kalmaya susamıştır; dünyaya susamıştır - zira
bu dünya, oh! onu tanırsınız!
Ey üstün insanlar, dizginlerinden
boşanmış mutluluk saçan sevinç sizin ardınızdan mum gibi erir - ondan yoksun
kaldığımız için sizin acınızdan eriyip biter! Sonsuz sevinç, yoksun kalınan
şeylerin ardından sönüp gider.
Zira her sevinç kendini ister, bunun
için zahmete katlanır! Ey mutluluk, ey mutsuzluk! Oh! parala kendini yürek!
Üstün insanlar, şunu aklınızdan çıkarmayın, sevinç sonsuzluğu ister,
— sevinç bütün şeylerin sonsuzluğunu
ister, derin, derin sonsuzluğu ister!"
Anne
okuduğundan hiçbir şey anlamamıştı, ama hiç önemi yok. Oğlunun kendisini
dinleyip dinlemediğinden bile emin değildi. M.N. sanki ilk cümlelerin ardından
uykuya dalmıştı.
Dostlar
iyileşeceğini umut ediyorlar; hiç değilse 'tinsel bir hayat' belirtisi,
zihinsel bir iyileşme bekliyorlar. Yok olmuyor, M.N. gitgide sersemleşip
uyuşukluğa gömülüyor.
Deussen
daha ilerde şöyle diyecektir:
"Davranışları
bir çocuğunkinden farksızdı. Trampet çalan genç bir oğlanı uzun uzun gözleriyle
izledi. Lokomotifin gidiş gelişi özellikle dikkatini çekti. Çoğu kez evde,
güneşli, asma -yapraklarıyla çevrili verandada oturup kalıyordu. Sessiz, derin
derin dalıp gidiyordu."
Güneş,
asma yaprakları... Yeni bir başlık olabilir: Nietzsche'nin Verandası.
Ziyaretçiler
farklı yorum yapıyorlardı. Köselitz'e (Gast) göre, M.N.'ye bir şey sorulduğunda
karşılık olarak "bir kahkaha ya da bir baş sallaması" alınıyordu. Ve
ekliyor: "Çok tuhaf bir şey."
Veya
karşılık, "aşırı bir şaşkınlık ifadesiyle gülümseme idi-
Gerçekten
çok tuhaf.
***
M.N.
1890'dan 1897'ye kadar, başka deyişle yıl 2'den yıl 9'a kadar, Naumburg'da
annesinin yanında kalıyor. Şimdi kız kardeşi de yanındadır. Paraguay'da,
Yahudi düşmanı sersem kocasıyla saçma sapan bir serüven yaşadıktan sonra geri
dönmüştür. Zaten koca da kendi canına kıyar. Artık 'Fritz'le ilgilenecektir.
Fritz
pek iyi sayılmaz. Hâlâ piyano çalmaktadır, gelgelelim çaldığı şeylerin 'hepsi
yanlış ve karmakarışıktır'. Sokakta daha beteri olur:
"Bilinçsizce
yürüyor. Kendini bırakmış, ileriye doğru durmadan yürüyor, öyle ki karşısına
aşamayacağı hiçbir engel çıkmayacakmış gibi."
Veya:
Okurken
son derece sinirleniyor, kan beynine sıçrıyor, sesi köpek havlaması gibi
patırtılı çıkıyor. O zaman, kitabı elinden almaktan başka çare kalmıyor.
Okuduğundan ne anladığına gelince, bu başka mesele. Sayfa numarasını, ilk
satırı, ortasından bir satırı okuyor, sonra öbür sayfaya geçiyor, böyle sonuna
kadar gidiyor."
Haftada
üç kez deniz banyosuna götürüyorlar. Fakat 'gezintiler' daha iyi geliyor;
günde üç-dört saat yürüyüş. Üstüne başına sürekli özen (giysiler, saç
tuvaleti) gösteriyorlar. Her şey annenin bir anne gibi davrandığını
kanıtlıyor.
Genellikle
M.N. kanepenin bir köşesinde oturuyor. Sık sık ellerine bakıyor, sanki onların
kendisine ait olup olmadığını inceliyor ve şaşırıyor. Olayın en içe dokunan
yanı, birtakım sözleri bıkıp usanmadan papağan gibi tekrarlaması:
"Ölüyorum
çünkü budalayım ,
"atlara yem vermedim",
"biraz daha ışık" (Goethe'nin son
nefesini verirken söylediği sözcükler),
ya da daha kabaca "nihayet ölüm".
Hep
tumturaklı sözler söylüyor ve devamlı sinirleniyor. Bir ziyaretçi not ediyor:
"Öyle
bir şey hissettim ki sanki günün birinde annesinin başına vurup gebertecekmiş
gibiydi." Haşin davranışlar günden güne sıklaşıyor. Feryatlar, bağırıp
çağırmalar. İlginç bir şey:
"Bağırıp
çağırırken yüzündeki sevinçli, duru ifade hiç değişmiyor. Hiçbir ıstırap
belirtisi yok. Tam anlamıyla halinden memnun."
Annesinin
ölümünden sonra, 1897 Temmuz'undan 1900 Ağustos sonuna kadar M.N.. Weimar'da
tamamen kız kardeşinin ellerine kalmıştır. Bu kadın durumdan yararlanıp kardeşinin
etrafında derin bir saygı uyandırmayı bilir. Bunun için çok uğraşacaktır Rimbaud'nun
kız kardeşi gibi). Dâhiyane bir çarpıtma iradesi (Hitler'e çanak
yalayıcılığı). Zavallı düşünürün sırtından geçinip herkesi uzlaştırmak söz
konusudur. Nietzsche ve Wagner, sonuçta aynı kavga.
İşin
tuhaf yanı, M.N.nin daha sakin olduğu görülür. Sözgelimi, bir kitabı tersinden
okumaktadır. Hatta şöyle söylediği işitilir:
"Çok
güzel şeyler yazdım"
Köselitz-Gast yazıyor:
"Çok
yumuşak başlı oldu. Soru soran gözlerle dalgın dalgın size bakıyor."
Bu
dünyada ne yapıyorsunuz? Ne okuyorsunuz? Ne zaman seyahat ediyorsunuz?
Ona
piyano çalıyorlar. Alkışlıyor. Tanıklar çok heyecanlanıyor. Biz de.
Kız
kardeşi, istemeye istemeye sahneye çıkıyor ve son noktayı koyuyor:
"Son
yıllarda, Katolik papazların ayin gömleğine benzeyen kalın kumaştan uzun, beyaz
renkli bir gömlek giyiyordu."
Artık
tan vakti.
25 Ağustos 1900,
öğleye doğru, zatürreye tutulur, ardından felç iner
M.N.'nin bedeni ölür. 27'sinde, Röcken'de, aile kabristanına defnedilir.
Cenaze töreninde Brahms (Palestrina) müziği çalar.
Cebinize onun bir kitabını
(sözgelimi Ecce Homo'yu) koyup bir yaz günü mezarını ziyaret edebilirsiniz. Ve
Zerdüşt'ün şu pasajını aklınızdan geçirebilirsiniz.
Pasajın
başlığı: Tam Günortası:
“Tatlı bir rüzgâr dingin denizin
üzerinde görünmeden dans eder. Hafif, tüy gibi hafif bir rüzgâr. Sanki başımın
üzerinde dans eden uyku gibi."
***
Hiçbir
fanatik budala M.N.'nin mezartaşına şu sözcükleri kazımayı (bereket versin ki)
aklından geçirmemiştir: 'Satan', "Lucifer', 'Saint-Sepulcre', 'Nazi',
'Deccal'. Bunların yanına şu simgeleri de çizebilirdi: davut yıldızı, gamalı
haç, Hıristiyan haçı, orak- çekiç, İslam hilâli.
***
Ahlâk:
Budalalığın haddi hesabı yok (birbirimizi boğazlıyoruz, bombayla havaya
uçuruyoruz) ya da gülmekten katılıyoruz (delilerle bir aradayız). M.N. son
nöbetine girmeden önce bu saçmasapan dünyanın farkındaydı. Binlerce yıllık
soytarılığın nasıl iğrençlikle iç içe girdiğini çok iyi hissetmişti. 1888'in
Kasım ayında (1. yılın ikinci ayı), sürekli yüzünü buruşturup sırıtarak içinde
şiddetlenen rahatsızlığı yazıyor:
"Dört gün boyunca, yüzüme ciddi ve anlamlı bir
ifade vermem mümkün olmadı."
***
SCHOPENHAUER
M.N.
yolda yürürken ihtiyar Schopenhauer'i düşünüyor. Bu adam, cinselliği kişisel
düşmanı gibi algılamış, daha ileri giderek kadınları "Şeytan'ın
yardımcıları" olarak suçlamış. Şeytan'ın yardımcıları mı? Ee sonra?
Oyunun kurallarını bilmek lazım, hepsi bu. Kutsal Schopenhauer olumlu bir
yanlışa düşüyor. Nakaratları malumdur: Haz herhangi bir şey olarak değil de
salt acının dindirilmesi olarak vardır, insan türünün ruhu içimizden konuşur,
şu halde konuşan asla ben değilim, her şey Maya büyüsü ve düşten ibarettir,
mutlu hayat mümkün değildir, kahramanca hayat geçerlidir, vs. Sıradan
formüller: Hayat, giderlerini karşılayamayan bir işletmedir, vs. Bütün on
dokuzuncu yüzyıl filozoflarını etkilemiştir. M.N. ise o filozofların
görüşlerini hem saçma hem gülünç bulur. Bunların arasında Darwin, Freud, hatta
Marx vardır.
Marx, Wagner'le aynı yılda,
1883'te ölür, aynı tarihte Joyce adında, cüretkâr bir Katolik İrlandalı doğar.
Ahlâki teslimiyetçiliğin sisleri arasında Schopenhauer hâlâ modadır. Bu modaya
uyanlar "trajik hayatın Ahlâkını" öğütleyen gizli papazlardır. Gerçek
karşısında düş kırıklığına uğramış olanlardır. Annelerinin sevilmeyen
yavrularıdır. Fizyolojik sorunlara saplanıp kalmış olanlardır.
Bütün
bu laf salataları genç yaşlarda, dolayısıyla ateşli kötümserken çekici gelir.
Ama İtalyan baharına direnemezler. İşte, bir zamanlar gezintiye çıkan ihtiyar
pinti bekâr. Tablo tanınmıştır: Arthur Schopenhauer
ve köpeği Atma (Sanskritçe'de 'dünyanın ruhu' anlamına gelir). Bu köpek
biricik aşkıdır. Öyle ki köpeğin kendi yanına gömülmesini vasiyet etmiştir.
Annesi Johanna başarılı bir romancıdır. Her şey aydınlığa kavuşuyor. M.N.'nin
annesi Protestan papazın karısıdır. Bu da beşeri putlar konusunda çok şey
anlatıyor.
Keyfi
iyice yerine gelen M.N., Böyle Buyurdu Zerdüşt'e bir beşinci bölüm eklemeyi
tasarlıyor. Şunu hatırlayalım, dördüncü, yani son bölüm kükreyen aslanın
mağaradaki davetlilere saldırmasıyla sona erer. On iki havari bu öfkeli
saldırı karşısında dehşete kapılıp kaçarlar. Zerdüşt tek başına kalır:
"Kalk ayağa, ayağa kalk, ey büyük Günortası!"
"Kalk ayağa, ayağa kalk, ey büyük Günortası!"
"Böyle
buyurdu Zerdüşt ve mağarayı terk etti. Karanlık dağların ardından beliren
sabah güneşi gibi kızgın ve güçlüydü."
Güzel,
peki sonra?
Gerçekten
tam da bu sabah, güneş zamanın kendisi gibi saat 6.30'da belirdi (hep zaman
geçiyor, denir, asla zaman belirdi, denmez). Renkler sarı ve kırmızıydı,
tümüyle görkemli. Görkemli kılmak diye bir sözcük uydurmak lazım. Güneş
görkemli kılıyor. Neyse, mağarayı terk ediyor, sonra başına neler geliyor?
Ecce Homo'da aynı proje:
Mekân, beslenme, eğlenceler söz konusu; gelgelelim 'genç kadınlara ilişkin en
ayrıntılı ve dobra bölüm eksik. Gitgide özgürleşen M.N.'nin bu konuyu irdelemek
istediği her bakımdan anlaşılıyor. En azından bugün öyle düşünüyor. Komik Lou
macerası, anne-ve-kız kardeş mizanseni bu kadarla kalamaz. Daha katı, daha
sakini daha kesin olmanın tam zamanıdır. Her düşünür, öyle değil mi, kendi
olayına açıklık getirmelidir. Madam Hegel hakkında bilgilerimiz yetersizdir.
Ne yazık! Madam Marx saydam değildir, Madam Freud siliktir, Heidegger'in Hannah
Arendt'e gönderdiği şiirler ağırdır. Az çok içini açan eşcinsel filozof iyidir,
mantıklıdır, ama biraz sınırlıdır. Bütün bunlar, küçük çocuklarla anne arasındaki
ilişkilere benziyor; bu çocuklar kâh evcilleşmiş damızlık hayvanlar (yani normal),
kâh huysuz homolardır. Ötesini bekliyoruz.
Bir
kez daha, ebedi dönüşün ideal, soyut ve ebediyen etkisizleşmiş hiçbir yanı
yoktur. Bir proje, bir program, bir 'gelecek' de değildir. Orasıdır ve bütün
mesele orası tarafından ezilip ezilmediğinizi bilmekten ibarettir. Onu nasıl
yaşarsınız, söyleyin. Dirilmiş İsa 'yeni ve sonsuz ittifak'tan söz ettiği zaman,
kolektife, on iki havariye, kurtuluşun yeni evrensel toplumuna hitap eder. M.N.
ise tek başınadır, çocuklarını düşünür, yani dediği gibi yapıtlarını. Daha
doğrusu kitaplarını, ama bunlar kitaptan bambaşka şeylerdir.
"Özenle ve uzun uzun sorgulayarak
kâğıda dökülen yazılar, belki, özgür zekâlı tipten daha yüksek ve daha zor
anlaşılır bir tipin anlaşılmasına yardıma olacaklar."
'Belki'
değil, kesin.
***
Altüst
oluş gerçekleşmeden önce davranıp her şeyi tersine çevirmek gerekiyor. Daha
başında kaybedilmiş bir yarış bu. Güzelliği burada; isyan eden zamanın bir
köşesinde bir'e karşı milyonlar. Ancak ovosit ve sperm yağmurunu elinin tersiyle
durdurmasını bilmeli. İşte yeniden "donuk benizliler, yokluk çekenler, ne
dediği pek anlaşılmayanlar, afallayanlar". Uzun ve bıktırıcı sözler
yeniden başlıyor; hep aynı, hiç zahmete katlanmaya değmez, dünya anlamını
yitirmiş, insanın boğazını sıkıyor, yıkım, hüzün, acı veren hayat. Ve her şey
yeniden başlıyor, bir daha, sahtekârca, dürüstlükten uzak, canavarca, tavanda
pleb tabanda pleb, eski matem giysilerinin acı dolu karanlık gelgiti.
"Bir gün, pleb hiç sebepsiz inanmayı
öğrendi; bu sayede, sırf bu sayede işin içinden çıkacaktı!"
Cinsellik
pleb, beyinler pleb, yazılar pleb; sanki hamamböcekleri tarafından takdir ve
terfi ettirilen hamamböceklerinin dayanılmaz yükselişi. Buradan yola çıkarak
tuhaf, mide bulandırıcı bir bilimsel inceleme, bir hamamböceğiloji
yazılabilir. Ama neye yarar? O da hemen hamamböcekleşecektir. Hamamböcekleri
zamanlarını hamamböcekliğinden kurtulmak için harcıyorlar.
***
"Güzel
okuma Sanatı, kitapları, gazete haberlerini, yazgıları ya da hava durumunu
içerir."
Amaç
ne? Otomatizmi kolaylaştırmak:
"İçgüdünün
kusursuz otomatizmine bir kez ulaşıldı mı, yaşama sanatında her şeye egemen
olunur, mükemmeliyet oluşur"
***
Kendini
toparlamak için nereye gitmeli? Roma'ya? Kudüs'e? Mekke'ye? Hindistan'a? Çin'e?
Yoo
hayır, Ağustos sonunda, Silvaplana Gölü kıyısına. Bir kayık geçiyor. Hasır
şapkalı kırk yaşlarında bir kürekçi. Hayli güzel iki genç kız kayığa
binmişler. Biri sarışın san etekli, öbürü esmer mavi etekli. Uçü birden
şakalaşıp gülüşüyorlar. Mavi etekli esmer kız elini sulara daldırıveriyor.
Kürekçiye biraz su sıçratınca, adam itiraz ediyor. Sabah saatlerinin sonu,
hava sakin, güneşli. Hepsi bu. Etrafı dolaşmaya gelen turistler.
Yedi
yaşında saf bir mistiktim. On yaşında Tanrı'yı gördüm, On iki yaşında eskrime
merak sardım. On dört yaşında şiire, on sekizinde felsefeye ilgi duydum. Yirmi
yaşında sefahate daldım. Yirmi ikisinde intihar saplantısına yakalandım. Yirmi
beş yaşında, manastıra girdim. Otuz yaşlarında, metafiziğin her şekline kafayı
taktım. Nihayet otuz beşimde, mürekkebi kalemi kâğıdı elime aldım.
M.N.'nin
aşağıdaki notu özellikle hoşuma gidiyor. 22 Aralık 1888'de (1. yılın üçüncü
ayı), Torino'da yazılmış:
"New
York'tan gelen mürekkep nihayet elime geçti; pahalı, ama çok güzel."
***
Kural:
"Şeyleri
boylu boyuna görmekten sakınmak, onlara kulak vermemek, kendi üzerine gelmelerine
izin vermemek ihtiyatlılığın birinci koşuludur; bir tesadüf olmayıp gereklilik
olduğumuzun birinci kanıtıdır. Bu kendini savunma içgüdüsünün güncel anlamına
zevk denir."
"
En
iyisi kendini bilmemek, ne isen o olmaktır. Zaten kim olduğumuzu bilemeyiz:
"İçimde
büyüyen şeyden hiçbir zaman kuşku duymadım; öyle ki bir anda yetkinleşip
olgunlaşan bütün yeteneklerim bir gönde ortaya çıktılar."
***
La-coste
Saldırgan
kan emicilik ve zoraki duyarsız seks: Şimdiki zamanlar böyle (dünya dışı
yaratıkların istilası, ölü-dirilerin ortaya çıkışı, intihara sürükleyen
depresyon hapları); bütün bunlara rağmen halkın sağduyusunu koruması
sevindirici. Nitekim La-coste
köyünde, eskiden lanetli Sade şatosunun yıkıntıları yükseliyor. Bugün şatoyu
restore ettiler; şimdi aynı mekânda kültürel etkinlikler düzenleniyor, abuk
sabuk tiyatro oyunları sahneleniyor, kalitesiz konserler veriliyor.
Sade
ismi bizi korkutmaya devam ediyor. Basın böyle söylüyor. Markinin hatırasının
hâlâ rahatsız edici bir unsur olduğu anlaşılıyor; bunun için köy insanlarıyla
konuşmak yeterli. Köyün hepsi Vaudois tarikatına bağlı, 417 sakini var; katı
kuralcı, koyu Protestan insanlar. Bir Amerikan sanat okulu köyün bir kısmını
satın almış. Yaz aylarının şık ziyaretçileri ortalıktan çekildiği zaman
senyörün utanç verici hayaleti dolaşmaya başlıyor. Fırıncı kadın gazeteci
ağzıyla kekeliyor: "Ötekilerden farkı olmayan bir köydeyiz." Yaşlı
bir köylü ekliyor. "Burada kimsenin başına bir şey gelmez."
Sade mı? Herhangi biri gibi kültürel bir ürün.
Torino'da, M.N.'nin beygirin altına düştüğü yeri ziyaret etmek âdet haline
gelmiş. Neckar kıyısında bulunan Hölderlin kulesi için de aynı âdet geçerli. Ve
böyle gidiyor.
Bu arada M.N.:
"Sevinç getiren bir haberciyim",
diyor. "Yeni umutlar ancak benim
vereceğim müjdeyle yeşerirler."
***
Bilirsiniz,
Zerdüşt'ün ilk sayfaları güneşten yardım dileyerek başlar ve onun yakında sona
ereceğini dile getirir. Kitabın sonunda, "kızgın ve güçlü" güneş
doğar.
Eskiden,
Gece Yolcusunun Şarkısı'nı dinlerdik:
Gustave Mahler- Symphony 3, movement 4
(Nietzsche- Midnight Song)
***
“Bir!
Ey İnsan Kulak ver!
İki!
Derin gece yarısı ne söyler?
Üç!
‘ Uyudum, uyudum–
Dört!
‘Uyandım derin rüyalardan:–
Beş!
‘Derindir dünya,
Altı!
‘Daha derindir, gündüzün düşündüğünden.
Yedi!
‘Derindir acısı–,
Sekiz!
‘Haz—daha derindir yürek acısından:
Dokuz!
‘Acı söyler ki: Git ve bit!
On!
‘Oysa tüm hazların istediği, bengilik–,
On bir!
‘–Derin mi derin bengilik!
On iki!”
***
***
“Bir!
Ey İnsan Kulak ver!
İki!
Derin gece yarısı ne söyler?
Üç!
‘ Uyudum, uyudum–
Dört!
‘Uyandım derin rüyalardan:–
Beş!
‘Derindir dünya,
Altı!
‘Daha derindir, gündüzün düşündüğünden.
Yedi!
‘Derindir acısı–,
Sekiz!
‘Haz—daha derindir yürek acısından:
Dokuz!
‘Acı söyler ki: Git ve bit!
On!
‘Oysa tüm hazların istediği, bengilik–,
On bir!
‘–Derin mi derin bengilik!
On iki!”
***
Sevincin
'derin' sonsuzluğu, 'sonsuzluk' diye anlaşılan nitelikten apayrı bir şeydir.
Bu, yüreği parçalayan acının derinliğidir. Derinliğin içindeki derinlik.
Aslında her an yanılırız; çünkü ezik büzük bir dünyadayız. Matem, melankoli,
depresyon, hüzün, tevekkül, acı bu dünyanın içindedir. Olsun! Neden olmasın,
madem ki her şey olup geçiyor!
Fakat
sevinç geçip gitmek istemez; sonsuzluğun içindeki acının derinliğini ister.
Gece de bir güneştir.
***
Şimdi Constance Gölü kıyısında, güzel bir
oteldeyiz. Ludi taraçada çırılçıplak uzanmış, güneşte uyuyor. Hava sıcak, tam
gerektiği gibi. Sevecenliğin hüküm sürdüğü yerde gizlilik yoktur. Bunu kim
söylemişti? Ya da şöyle: "İçtenliğin birliği yoğun sevecenlik değil
midir?" "Sevecenlik sözcüğü biraz şurup tadı verir Fransızca'da.
Almanca anlamı daha iyi anlaşılır: İnrıigkeit. Ludi az önce çok şaşırırdı, onun
etrafında İntıigkeit diye sayıklamaya başlasaydım. Rahatsız olacaktı. Güzellik
edeplidir. Bu sırrı unutmayalım.
"Uzun sessizliği
öğrenmelisin, ruhunun dibinde bulunduğunu kimse söylemez sana. Bunun sebebi,
sadece suratının asık ve suyun bulanık olması değil, ama ruhun çok derin
olmasıdır."
...
Paris, 30 Eylül 118
Philippe Sollers
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder