Ebedi Döngü

Zerdüşt'ün öyküsünü anlatmama geldi sıra. Yapıtın ana düşünü olan bengi - dönüş düşüncesi, erişilebilecek o en yüksek olumlama ilkesi, 1881 yılı Ağustos'una rastlar: Bir kağıt parçasına karalanmıştır, altında şu yazılıdır: " İnsan ve zamanın altı bin ayak ötesinde". O gün Silvaplana Gölü kıyısındaki ormanlarda yürüyordum; Surlei yakınlarında, piramid biçimi yükselen kocaman bir kayanın dibinde mola verdim. Bu düşünce orada geldi bana...



...

"Acının bile bir uyaran olarak çalıştığı, taşkın bir yaşam ve güç hissi olarak sefahat alemine özgü olanın psikolojisi bana trajik hisse dair bir anlayışın anahtarını verdi: Yaşamın onaylanması -en tuhaf ve zor problemlerde bile; kendi sonsuzluğundan ve en yüksek türlerinin feda edilişinden mutluluk duyan yaşam istenci - Dionysoscu dediğim budur işte, trajik şairin psikolojisine köprü olacağını düşündüğüm şey budur işte. Korku ve acımadan kurtulmak için değil, (Aristo'nun yapacağı gibi) şiddetli boşalım yoluyla kendini tehlikeli bir duygudan arındırmak için de değil, kendi olmaya yönelik o sonsuz tutkunun peşinden gitmek için -korkunun ve acımanın ötesinde- kendi içinde yıkım tutkusunu barındıran o tutkunun."


Lou Salome
"Nietzsche"
sf. 131 - 146...

Trajik olanın, onun sonucunun ve yaşama koşullanmış duygunun bu yorumu -tam da Schopenhauer’in karamsarlık ve çilecilik felsefesine bir dönüş üzerinden- Nietzsche’nin yaşamın kutlanmasını öğretmesini -her şeyin sonsuz dönüşünü öğretmesini- mümkün kıldı. Nietzsche’nin sistemi felsefi ve psikolojik olarak temel çileci özellikleri ne kadar talep ederse etsin, bunun tam tersinin -yaşamın tanrılaştırılmasının- kabulünü daha da şiddetle talep etmekteydi; çünkü metafizik bir inancın yokluğunda, acılı ve ıstıraplı hayatın kendisi yüceltilebilirdi sadece. Nietzcshe’nin sonsuz dönüş öğretisi her ne kadar bir ölçüde onun fikirlerinin temelini ve son taşını meydana getirse de, şimdiye kadar yeterince vurgulanmamış ve tanınmamıştır; bu fikir Nietzsche’nin gelecek felsefesi anlayışından ortaya çıkmıştır ve onu tamamiyle çembere almak için kullandığı bir fikirdir. Ondan bu noktada bahsedilme nedeni ancak toplam bir bağlam içinde anlaşılabilir olmasıdır; aslında, Nietzsche’nin mantığı, etiği ve estetiği sonsuz dönüş öğretisinin yapı taşları olarak görülmelidir. Sonsuz bir oluş döngüsü vasıtasıyla her şeyin olası bir geri dönüşü öğretisi Şen Bilim'de Nietzsche’nin aforizmasında (341), “En Ağır Yük”, bir varsayım olarak belirir:

Bir şeytanın bir gün ya da bir gece en yalnız yalnızlığına sokulduğunu ve sana şunu söylediğin farzet, “Bu yaşamı, onu yaşadığın ve yaşamış olduğun haliyle, bir kere ve hatta sayısız kere daha yeniden yaşamak zorunda kalacaksın. Ve yeni hiçbir şey eklenmeyecek; bunun yerine, her acı ve her haz, her düşünce ve iç çekiş, yaşamındaki ifade edilemez küçüklük ve büyüklükteki her şey sana geri dönmek zorunda, ve aynı sırada ve düzende hepsi - hatta ağaçların arasındaki şu örümcek ve ayışığı bile, ve tam bu an ve bizzat ben de aynı şekilde. Varoluşun sonsuz kum-saati bir kez daha çevrildi -onunla birlikte sen, toz zerresi olan sen de.”

Kendini yere atmaz mısın dişlerini gıcırdatıp, bu şekilde konuşan şeytana lanet ederek? Ya da, ona şu cevabı vereceğin korkunç bir an deneyimledin mi hiç: “Bir tanrısın sen ve bundan daha kutsal bir şey daha duymadım bugüne kadar!” Bu düşünce seni ele geçirirse seni sen olarak değiştirir ya da belki seni ezer.

Ağır basan soru, “Bunu bir kez ve sayılamaz kere daha ister misin?”, davranışlarındaki en ağır yük gibi duracak! Ya da kendinle ve yaşamla nasıl uzlaşman gerek, bu son, sonsuz onay ve mühürleme dışında artık hiçbir şeyi özlememek için?

Nietzsche’nin temel düşüncesi burada açıkça göze çarpar -daha sonra herhangi bir yerde olduğundan daha açık ve daha az karmaşık olarak; Nietzsche ruhunu dolduran ve kamçılayan şey hakkında daha fazla sessiz kalmaya dayanamazdı. Ama yine de, bu yeni içgörü ile o kadar heyecanlanmıştı ki, sonsuz dönüş hakkındaki düşüncesinden bahsederken, onu zararsız bir şey gibi, sessiz sedasız diğer düşüncelerinin arasına ekledi. Bunun sonucunda, yazıyı önemsemeden okuyup kapatan hiç kimse ciddi son gözlemle, ‘Incipit tragoedia' yani “öyle ketum ki tüm dünya onu bilmezlikten geliyor, tüm dünya bizi bilmezlikten geliyor” (“Önsöz,” TK, 5) ile olan bağlantıyı fark etmeyecekti. Ve bu yüzden bu düşünce diğerlerinin arasında örtülüler arasında en örtünmüşü olarak durur nerdeyse. Burada, maskelerle zekice bir alay etme sözkonusudur, çünkü hiçbir şey çok açık ve çıplak olarak ortaya konmak yoluyla olduğundan daha iyi gizlenemez. Ketumlukta zengin ve ketumlukta neşeli, Nietzsche, ruhundaki derin kargaşaya rağmen, muzipliğin keyfini sürer.

Aslında Nietzsche o zaman bile kendisini “değiştirmek ve ezmek” isteyen kaçınılmaz bir kaderi kendisiyle birlikte taşımaktaydı; yenilmez hakikatini ve kendisi ve başkaları için büyük sonuçlarını itiraf için cesaret toplamıştı. Kaçınılmaz olan hayata geçirilişini ve onaylanışını ürpererek beklediği sırrını bana itiraf ettiği o saatler benim için unutulmaz. Sessizce ve çok derin bir korkunun tüm işaretleri ile birlikte bahsetmişti bu sırdan. Yaşam aslında ona öyle acı vermekteydi ki, sonsuz bir dönüşün kesinliği onun için korkutucu olmalıydı. Sonsuz geri dönüş öğretisinin Nietzsche’nin sonradan yaşamın olağanüstü bir tanrılaştırılması olarak kurulan en mükemmel örneği kendisinin yaşamla ilgili üzücü duygularına öyle derin bir tezat oluşturmaktaydı ki, bu bize onun tekinsiz bir maske olduğunu ima eder.

Nietzsche sadece yaşama ağır basan ve sadece insan düşüncesi yaşamın bir yüceltilmesine yükseldiği noktada etkili olacak bir sevgi sayesinde katlanılabilecek öğretilerin müjdecisi olmuştur. Aslında, tüm bunlar kendisinin en derin algıları ile çatışma içinde olmuş olmalıdır— sonunda onu yok eden bir çatışma. Nietzsche’nin sonsuz geri dönüş kavramının doğuşundan sonra düşündüğü, hissettiği ve deneyimlediği her şey kendi iç bölünmesinden doğar. Her şey iki kutup arasında hareket etmektedir: “sıkılmış dişlerle, sonsuz yaşamın şeytanına lanet okumak” ve sözcüklere güç ödünç veren o “korkunç anı”, “sen [şeytan] bir tanrısın ve bundan daha tanrısal bir şey daha duymadım bugüne kadar!”ı beklemek.

Filozof olarak yaşamın tam yüceltilişine doğru ne kadar yükselirse, bir insan olarak, her biri kendi yaşamının öğretilerinin sonuçları olan, acının içine o kadar düşer. Ruhundaki çarpışma daha sonraki felsefesinin gerçek kaynağı olmuştur. Bu, kitaplarında ve açıklamalarında ancak kısmen sezilebilir, ama belki de en heyecanlandırıcı haliyle Nietzsche’nin benim şiirim “Yaşama Şarkı”ya yaptığı müzikte görülür; bu müziği benimle Domburg yakınlarında Thüringen’de kalırken besteledi. Müzik üzerine çalışmalarının ortasındayken bir hastalık nöbeti ile engellendi ve onun için “iyi” “şeytan”a ve yaşam coşkusu yaşama ıstırabına dönüştü bir kez daha. “Yatağa. Sert bir nöbet. Yaşamı hor görüyorum. F.N.” (25 Ağustos, 1882). Yatağa hapsolduğunda bana gönderdiği notlardan birindeki mesaj buydu. Bu bestenin tamamlanışından kısa bir süre sonra yazdığı [8 Eylül 1882, Naumburg’da yazılmış] bir mektubunda aynı duygu dile getirilir:

Sevgili Lou,

Sizin anlattığınız herşey bana iyi geliyor. Durum ne olursa olsun, rahatlatıcı olan herşeye ihtiyacım var!...

Venedikli sanat eleştirmenim [Peter Gast] şiiriniz için yaptığım müzik hakkında yazdı bana; mektubun içine koyuyorum. Her zamanki gibi, yaşamı kabul etmeye yönelik bir karara gelmek bana çok büyük çabalara mal olmakta. Önümde, üzerimde, ardımda çok şey var...ileriye, sevgili Lou, ve yukarıya!...

O zaman, ifade edildiği gibi, tekrar dönüş fikri Nietzsche’nin aklında henüz bir inanca dönüşmemişti, bir şüpheydi sadece. Onu bilimsel olarak bulunduğunda -ve eğer bulunabilirse- müjdeleme amacındaydı. Bu konu üzerine birbirimize bir dizi mektup yazdık ve Nietzsche ona fizik deneyleri ile tartışılmaz bir temel kazandırmanın mümkün olacağına dair yanlış fikri ifade etti sürekli. Burada karşımızdaki, o sıralarda Viyana ya da Paris Üniversitesinde sadece doğal bilimlere on yıllık bir çalışma adamaya karar vermiş olan Nietzsche’dir. Sonra, on yıllık mutlak sessizliğin ardından -kendi tahmininin, korktuğu gibi, kanıtlanması durumunda- sonsuz geri dönüş öğretisinin öğretmeni olarak insanların arasına yeniden adım atacaktı.

Bilindiği gibi, şeyler farklı bir hal aldı. İçsel ve dışsal koşullar planladığı çalışmayı imkânsız kıldı ve onu yeniden Güneye ve yalnızlığa itti. Sessizliğe ayrılmış on senesi bunun yerine tüm yaşamının en belagatli ve verimli dönemine dönüştü. Problemin üstünkörü bir çalışması bile çok geçmeden Nietzsche’ye geri dönüş öğretisi için, atomistik teoriye dayalı bilimsel bir temelin kanıtlanabilir olmadığını gösterdi. Tüm bunlarla birlikte, peygamberlik misyonundan ve korku ile beklediği bir kaderden kurtulmuş görünmekteydi. Ne var ki, bunun ardından, resmin içine karakteristik olarak tuhaf bir şey girdi: Nietzsche, kendisini bu kazanılmış içgörü sayesinde kurtulmuş hissetmeyi başarmaktan çok uzakta, ona karşı bütünüyle karşıt bir pozisyon aldı. Korkutucu tahmininin kanıtlanamaz ve savunulamaz olduğu andan itibaren, bu tahmin onun için -sanki büyülü bir reçete tarafından-sertleşerek çürütülemez bir inanca dönüştü. Bilimsel olarak ispatlanmış bir hakikat olması gereken şey, bunun yerine mistik bir vahiy karakteri kazandı ve bunun yanısıra Nietzsche’nin felsefesine son ve temel ilkelerini verdi. Nietzsche’nin felsefesi bilimsel bir temel bulmak yerine içsel bir esin buldu -kendi kişisel esinini.

Bir yanda direnen bu korkuya ve öte yanda yetersiz bir kanıta rağmen böylesi bir değişim gösteren bu şeyin sonucu neydi? Ancak bu bilmecenin bir çözümü Nietzsche’nin gizli ruhsal ve zihinsel yaşamına ve teorilerinin çıkış kaynağına dair bir içgörüye ulaşmamıza izin verecektir. Şeylerin yeni ve daha derin bir anlamı, nihai ve en yüksek problemleri hedefleyen yeni bir araştırma ve sorgulama, Nietzsche’nin bir metafizikçi gibi takip ettiği ama bir deneyci gibi bir çok eksik bulduğu tüm bunlar, onu tekrar geri dönüş öğretisinin mistisizmine çekti. Bu öğreti yeni ruh işkencelerine ne kadar destek olmuş, hatta onu yok etmekle tehdit etmiş olursa olsun, ısrar edip, ruhsallaştırılmış, tanrılarından olmuş bir dünyada kalmak yerine yaşamın acılarını omuzlamayı tercih etti. Bunun dışında diğer tüm acılarla anlaşabilirdi; onlara sadece katlanmıyordu, aslında bu araçlar vasıtasıyla zihnini nasıl alevlendirip iğneleyeceğini de biliyordu. Aynı zamanda, bunlar acımasızca yaşamın anlamını ve en derin sırlarını araştırıp keşfetmeyi öğretti ona: İnsan yaşamın nedeninin bir anlamına sahip olduğunda, her nasıl ile anlaşmak mümkün olur” [haz için gayret etmeksizin] (“Özdeyişler ve Oklar,” PA, 12). Ama Nietzsche’nin nedeni, yaşamındaki temel bir arzu olarak, kapsamlı bir cevap için de uğraşıyor ve hiçbir kendini yadsımayı hoş görmüyordu.

Nietzcshe’nin içindeki filozof, bu noktada bile, korktuğu bir öğretinin acısından kurtulmayı değil onun vasıtasıyla verimli olmayı istiyordu, ondan öğrenmeyi ve onun yalvacı olmayı: Ve bunu öylesine hararetli bir şekilde istiyordu ki -bilimsel kanıt rafa kalktığı zaman bile- içsel kaynakları tereddütlü tahminlerini coşkulu inançlara taşıyacak yeterli güce sahipti.

Bu nedenle, tekrar geri dönüş düşüncesinin teorik çerçevesi asla açık hatlarla çizilmez; soluk ve belirsiz kalır ve Nietzsche’nin görünüşe göre onlardan çıkardığı ama aslında içsel bir önkoşul olarak kendisine hizmet eden pratik kararların -etik ve dini sonuçların- ardına geri çekilir tamamen.

İlk eserlerinden birinde, Zamansız Düşüncelerin ikinci cildinde (Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Yararsızlığı Üzerine, 1874) Nietzsche geçerken Pisagor’un “sonsuz dönüş” felsefesinden (ruhların bu sayede yeni bir bedene girdiği ruh göçü zinciri) “her gerçeği yapısal özelliği ve benzersizliği içinde tam olarak betimlemeye (Bölüm 2) benzersiz şekilde uygun bir araç olarak bahseder ve onu kalıcı bir anlama yükseltir, ama böyle bir öğretinin düşüncelerimizde bir yerinin olmadığı, ya da belki de en azından, astronomi yeniden astrolojiye dönüşene dek olmayacağı yorumunu ekler. Şüphesiz, sonraki yıllarında bu eski düşüncenin modern bir dirilişindeki teorik zorluklar Schopenhauer metafiziğini takip ettiği daha önceki günlerde olduğundan daha az görünmemiştir. Gerçi o zamanlarda Schopenhauer metafiziği Nietzsche için bu dünyanın şeylerini herhangi bir mistik düşünceyi gereksiz kılacak kadar mağrur ifadelerle yorumlamıştı. Yanılsama dünyasını meydana getiren ve her bir tezahürünün içindeki daha yüksek bir anlam üzerinden kendini nesnelleştiren, büyük oluş sürecinin ardındaki sonsuz varoluş Nietzsche’de, oluşun periyodik bir tekrarı üzerinden oluş sürecine geçici bir anlam vermekten daha öte bir özlem uyandırmamıştı. Nietzsche dünyanın metafiziksel bir açıklamasını bir yana koydu ama istemdışı olarak onun için bir ikame de arzuladı. Ancak daha sonraları, sonsuz tekrar düşüncesi kendisini Nietzsche’ye yeniden dayattı. Görünüşte, bu düşünce pozitivist yaşam algısının karamsarlığını zayıflatmaktansa keskinleştirmektedir...

Ex-libris para F. Suter de Soder (1907)


Nietzsche, karakteristik olarak, pozitivizmin ve Pisagor felsefesinin karamsar görüşlerinden yeni bir kurtarıcı felsefe çıkardı, insan durumuna sonsuz bir dönüşün kaçınılmazlığı ile birleşen yaşamın hazinliğine ve zalimliğine çıplak bir bakış, insan ruhunu en yüksek faaliyetine sevk etmeye yarayabilirdi. İnsan ruhunun anlamsız ve rasgele bir sürece anlam ve erekler yükleyecek güçlü bir istenç üretmek için düş kırıklığına ve korkuya ihtiyacı vardır: Eğer yaratılıştan gelen hiçbir yaşam-değeri yoksa, değerler kişinin kendi çabaları ile yaratılmak zorunda kalacaktır.

Ve bu durumda, “özgür ruhluluğunun” karamsarlığından uzaklaşmak ya da daha avutucu bir metafiziğe dönmek yerine Nietzsche’nin, sadece duygusal aşırılığını ve yaşamın acısını mistisizminin derinliklerine dalacağı bir sıçrama tahtası olarak kullanmak amacıyla karamsarlığını aşırılığa vardırdığı söylenebilir.

Aslında, Nietzsche’nin tekrar geri dönüş teorisi salt felsefi düşünceyle değil her bir bireyin gerçek yaşamıyla (özellikle de yaratıcı istenç ile) ilgili olduğu sürece, böyle bir sonuç yaratmak açısından özellikle uygun görünür. Yaşamdaki her şeye bir anlamsızlık, rasgele bütünlük olarak göğüs germek ve onu düşünceli bir şekilde görmek asla ondan kaçmaksızın, onu ferdi olarak ve anlamsızca tekrarlamak zorunda olmaktan farklı bir şey demektir. Burada, tümüyle soyut bir görme şekli kişisel bir doğrultu kazanır ve felsefi teori, ne pahasına olursa olsun yeni umut, yeni bir yaşam anlamı ve ereği yaratmak için tasarlanmış acı verici bir dürtü gibi, duyarlı, canlı beden içine sıkıştırılır.

Bu iyimserlik bakımından Nietzsche’nin son felsefesi ilk felsefi dünya görüşünün, ya da Budistik çilecilik ideallerini, istencin yadsınmasını ve yaşamdan el ayak çekilmesini yücelten Schopenhauer metafiziğinin tümüyle tersidir. Kişi benliğini yok edene kadar herkesin mirasçı olduğu bir lanet olarak ruhun göçü yoluyla reenkarnasyona dair eski Hindu öğretisi Nietzsche tarafından tümüyle başaşağı çevirilir. Tekrar dönüş döngüsünün baskısından kurtuluş değil, ona neşeli bir dönüş en yüksek etik savaş halini alır; en yüksek idealin adı Nirvana değil Samsara’dır. Karamsar olanın iyimser olan lehine bu düzeltilişi Nietzsche’nin başlangıç ve son düşüncesi arasındaki gerçek farklılıktır; bu düzeltme münzevi, acı çeken bu kişinin gelişiminde benliğin üzerindeki bir fetihin kahramanca zaferini resmeder bizim için...Yaşam döngüsüne yakalanmış ve aralıksız ve sonsuzca ona mahkum olarak barışık olmak ve bu yaşam döngüsü ile özdeşleşmemiz yoluyla ona neşeyle ve güçle katlanmak için, onun tüm görünüşlerine “evet” demeyi öğrenmemiz gerekir...Bu yüzden, yeni yasa koyucunun tek ve kutsal ahlaki buyruğu dizginsiz bir yaşam sevgisidir; Nietzsche’nin yaşamı sınırsız yüceltişi ve esrikliği kutsal tanrı-kültçülüğüne dönüşerek dinsel aydınlanma kazandı.
Karamsarlıktan iyimserliğe bu dönüş ve dünyanın onaylanışını talep eden yeni ideal hakkında Nietzsche’nin söyleyecekleri vardır:

“Her kim benim gibi karamsarlığın derinliklerini incelemeye ve onu, bugün hâlâ öyle, yani Schopenhauerci felsefe görünüşü altında temsil edildiği yarı-Hıristiyan yarı-Alman darlığından ve akılsızlığından kurtarmaya yönelik esrarengiz bir arzuyla uzun uzadıya meşgul olur, ya da, her kim dünyayı en olumsuzlayıcı -iyinin ve kötünün ötesinde- düşünce yollarına dikkatle bakar,... belki de istemsizce gözlerini karşıt ideale de açmış olur: Olmuş ve olan herşeyle anlaşmayı öğrenmekle kalmayıp herşeyin eskiden ve şimdi olduğu olduğu haliyle yeniden geri dönmesini ve tüm sonsuzluk boyunca tekrarlanmasını isteyen, en verimli ve dünyayı olumlayan insanın bağlı olduğu ideale, sadece kendisi için değil, tüm seyirciler ve performans için, ama sadece bir performans için değil, ama temelde tam da bu performansa ihtiyacı olan ve onu zorunlu kılana doyumsuzca da capo diye haykırarak: Çünkü o hep kendisine ihtiyaç duyar ve kendisini gerekli kılar. Başka türlü nasıl olabilirdi? Bu circulus vitiosus deus değil midir?” (BGE, 56).

Bu sözcükler Nietzsche için keskinleşen ve abartılı bir karamsarlık üzerinden iyimserliğinin nasıl kesin olarak geliştiğinin bir işaretini vermekle kalmaz, yeni felsefesinin ne ölçüde yerli bir dinsel karaktere sahip olduğunu da gösterirler.

İnsan bir bakımdan mistik olarak, yaşamın kozmik bir bütünlüğüne doğru genişlediğini hisseder, bunun sonucunda kendi düşüşü ve kendi trajik yaşam duygusu artık önem taşımaz; diğer bir bakımdan da, anlamsız ve rasgele yaşam sürecini sembolik olarak ruhanileştirip kendisine mal ederek, kendisini tanrılık statüsüne yükseltir. Dünya, Tanrı, ve Ben eriyip, bireyin ondan, tıpkı metafizikten, etikten ya da dinden olduğu gibi, bir etkinlik ve en yüksek ibadet normu çıkarabileceği bir tek bağlam haline gelir. Bu formülasyonların ardında kozmosun ve dünyanın insan yapımı kurgular olduğu, onun tanrımsı özünden, tamlığından ve yaşamın zenginliğinden yaratıldığı önermesi vardır; kavramsal temsillerin kendi yaratıcı istencine ve kendi değerler kurgusuna dayandığını bilir. Bu açıdan bakıldığında Nietzsche’nin İyinin ve Kötünün Ötesinde’ki (150) gizemli cümleleri netlik kazanır: “Kahramanın etrafında her şey bir trajediye dönüşür,” yani insan bu sıfatla ve en yüksek gelişimi bakımından, tam da gerileyen ve feda edilmiş bir varlıktır; “yarıtanrının etrafında (her şey) bir oyun’a (dönüşür),” yani insan, yaşamın bütünlüğüne tam teslimiyetinde, yükselmiş biri gibi yukarıdan kendi kaderine gülümser; “ve, Tanrı’nın etrafında her şey -neye?- dönüşür, ‘dünya?’ya belki de,” demektir ki insan, yaşamla tam özdeşleşmek yoluyla, sadece yaşamın bütünlüğüne kabul edilmekle -onunla uzlaşmakla- kalmaz, yaşamın bütünlüğü de onun tarafından mutlak olarak absorbe edilir, böylece dünyanın ondan aktığı ve kurtulmuş dünyanın yaratılması sayesinde varlığını incelikle değiştiren bir tanrıya dönüşür.

Ve burada bir kez daha, Nietzsche’nin felsefesinde -tüm öğretilerine olduğu gibi- tekrar dönüş teorisinin kendi içinde oluşmasına yol açmış olan temel düşüncelerle karşılaşırız. Filozof-yaratıcının olağanüstü tanrılaştırılmasıyla karşılaşırız. Tekrar geri dönüş teorisinin kökeni ve sonucu Nietzsche’nin içindedir ve bu “sistem”in en soyut taraflarının bile, tanrısal ve insani özü birleştirerek... Nietzsche’nin egemen üstinsanının özelliklerini tarif etme çabaları olduğu söylenebilir. Nietzsche için, tekrar geri dönüş teorisi sonunda her şeyi bir tek, eşsiz, devasa bir figürasyon içinde eritir; dünyanın akışı sonsuz olmayıp kendi sınırları içinde sürekli kendisini tekrarladığı için, tüm dünyanın akışının içinde barındığı ve kendisini tamamladığı üstün bir varoluş hali kurmak mümkündü. Ancak böyle bir süreç vasıtasıyla anlam ve erek üstün varlığın kurtarıcı yaratımına doğru bir yön kazanır; ancak bu yolla bu yaratım bir hipotezden daha fazlasına dönüşür -bir gerçek olur. Ayrıca, Nietzsche’nin en temel felsefesini ve mistik öğretisini kendi adına değil, Zerdüşt adına teslim ettiğini görmekteyiz; dolayısıyla, bu öğretiyi düşünür ve insan değil, öğretiyi mutluluk dolu kurtuluşa çevirme gücü bahşedilmiş olan kişi teslim etmekteydi.  Nietzsche aforizmalarında ne zaman tesadüfen tekrar dönüş düşüncesine değinecek olsa, korku ve saygı ile sessizliğe düşer: “Ama neler söylüyorum? Yeter! Yeter! Bu noktada, sadece sessiz kalmam icap ediyor, yoksa, sadece daha genç, geleceğe daha ait ve benden daha güçlü birisine açık olan bir alana geçerim —sadece Zerdüşt’e, tanrısız Zerdüşt'e açık olan bir alana” (AS, 11, 25).

Bu noktada Zerdüşt figürü kendi tekrar dönüş öğretilerinin taşıyıcısı olarak ortaya çıktığında, Zerdüşt figürünün Nietzsche için manevi anlamı da ilk kez bütünüyle belirginleşir. Nietzsche içten içe, bu figüre dair düşünceleri mistik bir varlığın, kendi insan biçiminden ayırt edilebilen benzeri olarak alıkoymuştu. Nietzsche kendisini biyolojik ve zihinsel olarak uygun bir duruma getirmiş olan değişken ve geçici bir şimdiki zamanda doğmasının bir şans olduğuna inanmaktaydı. Kendisini decadent’lerden gibi görüyordu ama onlardan farklı olarak, kendisini sadece düşüşe uygun ve ona mahkum hissediyordu. Bununla birlikte kendisinin, insanların onun sayesinde varoluş bilmecesini çözecekleri ve özlerinin ve olası geleceklerinin farkına varacakları araca, hastalıklı bir şekilde olsa da, mahkum olduğuna inanıyordu...Nietzsche, insan decadence’inin en yüksek anlamı olarak resmettiği şeyin kendi içinde somutlaştığını düşünmekteydi. Daha üstün bir varlığı doğurma sancıları yüzünden kendini hasta hissediyordu; dünyayı kurtaracak yeni bir yaratımın gerginliğine gömüldüğünü ve bu gerginliğin altında parçalandığını hissediyordu: “Yaratan insan bizzat yeni doğan bu çocuk olmalıdır, ve doğum yapan anne ve doğum yapan anneye gelen acı olmayı da istemelidir” (“Kutlu Adacıklar Üzerinde,” BBZ, II).

Öyleyse Zerdüşt hem çocuk hem de Nietzsche’nin tanrısıdır, bir bireyin, bu bireyi tüm insan ırkına ve insan özüne bağlayan edimi ya da yaratılmış sanat-formudur. O “hem yaratılmış olan hem yaratıcıdır,” “geleceğin güçlü insanıdır,” ve acının üzerinde yükselen kişidir, insan Nietzsche-görünümüdür -o “üst-Nietzsche”dir. Onun aracılığıyla ifade edilen şey bu yüzden bir tek bireyin deneyimi ya da anlayışı değil, insanın en eski kökenlerinden kalma bilincinin kendisidir:
“ ‘Neden’leri sorulabileceklerden değilim. Benim deneyimim dünle mi sınırlı? Düşüncelerimin nedenlerini çok zaman önce deneyimledim. Nedenlerimi de yanımda taşımak isteseydim, bir hafıza fıçısına dönüşmez miydim?” (Şairler Hakkında,” BBZ, II).

Nietzsche’nin ve Zerdüşt’ünün boyuna birleştiği ve ardından yeniden çekilip ayrılır göründükleri mükemmel bir düşünce oyunu gelişir. Bu, Nietzsche’nin küçük ve bütünüyle kişisel ne kadar çok yolla gizlice Zerdüşt’ünün içine yerleştiğini ve tüm bu gizemin ona nasıl düşsel bir coşku getirdiğini bilenlere malum olur. Böylece kitabından bahsederkenki inanılmaz özgüveninin bir açıklamasını buluruz... “Öyle derin, öyle tuhaf bir kitap ki, içindeki anlaşılan ve bu yüzden deneyimlenen altı cümle şeyleri daha yüksek bir oluş düzeyine yükseltmekte!"

Eğer Zerdüşt kompozisyonu onun için, insanın onun sayesinde üstün insanı doğuracağı eser anlamına gelmekteyse, o zaman yayımlanmamış ve kısmen tamamlanmış baş eseri Güç İstenci’nin Zerdüşt figürü tarafından, yani, mutlak bağımsız, her şeyi bilen ve her şeyi ihtiva eden bir halde her zamanın ve her etkinin dışında durduğu için “tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesi” ni tek başına başarabilecek ölümsüz ve özgür-ruhlu bir figür tarafından yaratıldığını düşünmüş olabilir. Nietzsche’nin Putların Alacakaranlığı'ndaki iddiası ancak böyle anlaşılır: “insanlığa bugüne dek sahip olduğu en derin kitabı, Zerdüşt’ümü verdim; yakında, ona en bağımsız olanını vereceğim” (“Zamansız Bir Adamın Çatışmaları,” 51). İlk önce, üstün insan Nietzsche’nin insanlığından yükseldi ve ikinci olarak, hareket özgürlüğü ile şimdiden şeylerin üstünde asılı durmaktadır.

Zerdüşt figürü dünya için anlamı bakımından ne kadar mistik ve gizemli bir şekilde kavranmakta olursa olsun, Nietzsche’nin geleceğin önkoşulları olarak dehanın, özgür iradenin ve atavistik olanın doğasına dair açıklamalarına sıkı bir mantıkla bağlıdır. Bu teorilerin üzerine düşünürken insan tüm bunların üstün bir insanın muhtemel yaratımına yöneltildiğini fark eder; ve daha önceleri Nietzsche’yi teşvik etmiş ve pozitivist dünya görüşü üzerinden daha sonraki felsefi dönemlerine aktarılmış olan benzer düşüncelere götüren ipuçlarını izlemek ilginçtir. Son döneminde bu düşünceler yeni bir yaşamda canlandırılmıştı. Etiğin ve estetiğin ruhu zaten Schopenhauer felsefesinin özünü içermektedir...ama onun felsefesinde sonsuz varoluş, ya da metafiziksel kendinde-düşünce insanlığın ve dünyanın gelişiminin gerçek tarihinden tümüyle ayrılır. Nietzsche bu metafiziksel temsilleri gözönüne alır, ama dünyanın ve insanlığın bir bütünlüğünün onun tek, yalıtılmış üstün varlığı içinde kavrandığı “deha”nın tanıtımını gerekli buldu.

İnsanca, Pek İnsanca'da pozitivist bir anlamda değiştirmiş olduğu Schopenhauer’ın düşüncelerini ele alırken şöyle der: “...tarihsel gelişimin tüm alanı hakkında bir bilgi çabası.. insan dehasının bütünlüğünü idrak etmeye yönelik bir çabadır. Düşünce üzerinden bir tarih kozmik ve öz-farkındalık olacaktır” (II, 85). Bu alıntının yanına “Historia abscondita” (GS, 34) aforizmasından şu yorum konabilir: “Her büyük insan geçmişi yeniden değerlendirme gücüne sahiptir: Onun hatrı için tüm tarih yeniden teraziye konur ve geçmişin binlerce sırrı gizli yerlerinden sürünerek -onun günışığına- çıkar.” Ayrıca:

“İnsanın tüm tarihini kendi tarihi gibi nasıl deneyimleyeceğini bilen kişi sağlığından olmuş hasta bir insanın, gençlik düşlerini düşünen ak sakallı adamın, sevdiği elinden alınmış aşığın, ülküsünün düşüşünü gören şehidin, yaralara ve bir dostun kaybına yol açmış sonuçsuz bir savaşın ardından gecenin karanlığındaki kahramanın kederini oldukça genel bir şekilde duyacaktır. Ama bu muazzam keder artışını taşıyabilmek ve ikinci bir savaş patlak verdiğinde, ufku binlerce yıl ileriye uzanan ve geriye, geçmişe ulaşan ve soylu her şeyin ve geçmişin bütün ruhunun mirasçısı olan -aristokratik bir çizginin sorumlu mirasçısı olan biri gibi şafağını ve bahtını tekrar selamlayan kahraman olmak [olağanüstüdür]; onun gibisi daha önce ne görülmüş ne de hayal edilmişti. Tüm bunları kişinin benliğinin üstlenmesi -şeylerin en eskisini ve yenisini, insanlığın kayıplarını, umutlarını, fetihlerini- tüm bunları sonunda bir ruhun içinde taşımak ve hepsini tek bir duyguya sıkıştırmak, insanın daha önce görmediği bir mutluluk getirmek zorundadır bu - güç ve sevgi dolu, gözyaşı ve çınlayan kahkahalarla dolu bir tanrının mutluluğunu, geceleyin savurganca ve sürekli tüketilemez zenginliğini veren ve denize dökülen güneş gibi, en fakir balıkçı sanki altından küreklerle kürek çekerken en bereketli hisseden güneş gibi mutluluk. Bu ilahi duyguya -insanlık diyelim!” (SB, 337).



Ama insan dahi, Nietzsche’ye göre, tarihin olgunlaştırdığı birinin bilgisi ya da edinilmiş bir sempati aracılığıyla her zaman daha düşük bir düzeye aktarılır, çünkü olgunluk zaten insanların kendilerinde uzanır ve benliğin derinine dalmak ve ardından onu bilince taşımak yoluyla yüzeye taşınabilir. Zaten insanca, Pek insanca’da Nietzsche içimizde uyuklayan ve önceki varlık koşullarına ait olan her şeyi geriye dönük olarak canlandırabilen duyguların niteliğine işaret eder: “Tüm daha güçlü ruh halleri ilişkili duyguların ve ruh hallerinin bir yankısını beraberinde getirir, aynı zamanda, hafızayı su üstüne çıkarır” (1, 14). Bu sadece kişinin bireysel geçmişi ve onun etkileri açısından değil, bunla eş zamanlı olarak insan gelişimi sırasında bir kenara bırakılmış düşünceler ve duygular aracılığıyla da ortaya çıkar, çünkü birey onların oğludur ve daima onların çeşitli evrelerini taşır. Şen Bilim’deki “Görünüşün Bilinci” (54) aforizmasında bu göz önüne alınır:

“Nasıl da olağanüstü ve yeni, ama aynı zamanda nasıl da korkunç ve ironik geliyor bana, içgörüm yoluyla tüm varoluşa doğru yerleştirilmiş olmam! Her eski insanın ve hayvanlığın -aslında, ilksel ve geçmiş her şeyin- bilinçli olan her varlığın içimde şiir yazmaya, sevmeye, nefret etmeye, düşünmeye devam ettiğini keşfettim. Aniden uyandım, ama sırf hayal ettiğim ve yok olmamak için hayal etmek zorunda olduğum bilince sadece: tıpkı uyurgezerin geriye düşmekten kaçınmak için rüya görmeye devam etmek zorunda olması gibi. “Görünüş”ün anlamı nedir şimdi? Bir tür özün tersi değil şüphesiz. Onu sadece görünüşünün vasıflarıyla çağırmak dışında bir tür öz hakkında ne söyleyebilirim! Bu meçhul bir niceliğe yerleştirilebilecek ya da ondan çıkarılabilecek ölü bir maske değil ki! Benim için, görünüş gerçekleşen ve yaşayan kendinde şeydir, kendi kendini alaya alırken o kadar ileri gider ki, burada sadece görünüşün ve bataklık yakamozunun ve hayalet dansının olduğunu hissetmeme izin verir, ve -benim bile, ben “bilici”nin, rüya görenler arasında dans ettiğimi, bilicinin varoluşun seremoni efendilerine ait, dünyevi dansı yaymanın bir aracı olduğunu ve tüm bilginin mağrur sonucunun ve birbiriyle ilişkisinin belki de, hayalin evrenselliğini ve bu hayalciler arasında onun herşeyi kucaklayan anlayışını korumanın, ve de rüyanın süresini el değmeden korumanın en yüksek aracı olduğunu ve olacağını hissettirir.”

***

Nietzsche burada şimdiden sonraki mistisizmine geçişini şekillendiren bir dönüş yapmıştır. Bu dönüşte, dünya onun için “bilici”nin kurgusuna dönüşür; bilici uyurgezermişçesine bir rüyadan uyanıp onun kurgu olduğunu fark ettiğinde bu rüyanın anlamını zorunlu olarak tespit ederek, kendini bir efendi ve bir yaratıcı gibi hissedebilir. Kozmik bütünlük rüyasından uyanmanın aynı zamanda yaratıcı ve dünya kurtarıcı bir edim olduğuna dair mistik düşünce üzerinden bir dönüşüm gerçekleşir; gece yarısının ortasında on iki vuruş sesiyle günün başlangıcını uyananlara ilan eden “Eski Gümbürtülü Çan” şarkısında (“Diğer Dans Şarkıları,” BBZ, III, 3), aynı düşünce olağanüstü şiirsel bir biçimde geri dönecektir:




Gustave Mahler- Symphony 3, movement 4 
(Nietzsche- Midnight Song)

***

“Bir!
Ey İnsan Kulak ver!
İki!
Derin gece yarısı ne söyler?
Üç!
‘ Uyudum, uyudum–
Dört!
‘Uyandım derin rüyalardan:–
Beş!
‘Derindir dünya,
Altı!
‘Daha derindir, gündüzün düşündüğünden.
Yedi!
‘Derindir acısı–,
Sekiz!
‘Haz—daha derindir yürek acısından:
Dokuz!
‘Acı söyler ki: Git ve bit!
On!
‘Oysa tüm hazların istediği, bengilik–,
On bir!
‘–Derin mi derin bengilik!

On iki!” 

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder