Bekleyiş, kaygıya demir atmış bir deneyimdir: Kaygısız bekleyiş yoktur. Sorunlu olduğu kuşku götürmeyen bu sav bir yana, bekleyişin zaman zaman gerçekten de, Minkowski'nin de savunduğu gibi, ölüm imgesine bağlı olduğunu söylemek isterim.
"Zaman zaman, görünürde hiçbir neden olmaksızın, içimizde,
tüm yıkıcı gücüyle büyük adımlarla üstümüze üstümüze gelen
ölüm, havada asılı ölüm imgesi uyanır; kaygı, dehşet bizi bağlar;
biçare kalmış bizler, kaçışı olmayan, kaçınılmaz ve eli kulağında
olan hiçleşmeyi bekleriz. Eli kulağında olan bir tehlike karşısında
bizler, olduğumuz yere mıhlanır, dehşetle öylece kalakalır, bekleriz."
Elbette ki Minkowski gerek sevinçli olayların, gerekse de acılı olayların bekleyişi olduğunu kabul etmeden edemez; ama bekleyişin, asli halinin daima kaygı ve korkuyla dolu olduğunu ve her
bekleyişin kolaylıkla ve büyük bir hızla acılı bir olaya dönüştüğünü söyler.
Bekleyişin duygulanımsal içeriklerinin doğası üzerine yapılan tartışma önemli değildir; önemli olan bekleyişin, kendi zamansal oluşumundan, zamansal yapısından yola çıkılmadan anlaşılamayacağıdır.
Bekleyiş, ancak açılabileceği ve kendisine hayat verecek bir geleceğin, bir istikbalin var olması halinde vardır.
Minkowski'nin bekleyişin zamansal yapısına ilişkin yaptığı değerlendirmeler özgün ve radikaldir: Buna göre bekleyiş, bir şimşek gibidir, hayatın bir an için havada asılı kalmasıdır, onda anilik
vardır. Ayrıca bekleyişte süre yoktur, zaman tanzimi yoktur ancak birbirini özel bir şekilde izleyen iki zaman öğesi vardır: Öyle ki, geleceğin ben'e doğru aldığı yol; şimdiki zaman dışlanarak, hani
neredeyse yalnız başına yaşanmaktadır. Kısacası bekleyiş sırasında, geleceğin ani bir şekilde, taşkınlık içinde bana yaklaştığını hissederim. Psikotik olan ve psikotik olmayan insan halinin derin yapılarına dair radikal ve belirleyici bir bilgi kaynağı olan yaşanmış zamanın, içsel zamanın sonsuz biçimleriyle ilgili teşvik ve değerlendirmelerle dolu olan bu kitaptan son bir alıntı yapacağım.
"Bekleyişte, yaşayan varlığın sıkıştırılması, etkinliğin yayılımına
karşı duran 'küçülme' mevcuttur. Bekleyişte kişi, kendi üzerine
eğilir, kıvrılır, hani sanki düşman çevrenin karşıtlıklarına olabildiğince
az maruz kalmaya çalışır ve bunu yaparken, çevreden kopar,
onunla olan ilişkisinin sınırlarını saptar."
Eugene Minkowski'nin bekleyişe ilişkin fenomenolojik söylemi, o halde, zamanın gelecek tarafından nasıl yutulduğunu, geleceğin şimdiki zamanı nasıl da kendi içine çektiğini ve bekleyiş sırasında kişinin, kendisini her türlü çevresel bağlamdan uzaklaştıran ve koparan radikal derecede kişisel bir dünyada yaşadığını vurgulamak niyetindedir. En nihayetinde bekleyiş, kendilerini anilik ve
kırılganlıklarıyla ortaya koyan içselliğin ve yalnızlığın ifşasıdır ve bu içsellik ve yalnızlık, ancak solukları algılanabildiği ya da algılanamadığı ölçüde çözümlenebilir ya da çözümlenemezdir.
BEKLEYİŞ VE UNUTMA
Bekleyiş; hiç inişi olmayan, kırılgan ve yıkılmaz ipek merdivenlerinden çıkılan, her gün ve her saatte, sonu olmayan bir şekilde, durmaksızın yinelenen bir yaşam anından ibarettir. Minkowski, söylemiyle,
bekleyişin, fenomenolojik, psiko(pato)lojik ve felsefi öğelerini çözümlemiş ve derinden incelemiştir. Maurice Blanchot'nun, bu büyük Fransız edebiyat eleştirmeninin söylemi ise, bekleyişi,
tuhaf ve kıpır kıpır bir güzellik taşıyan bir deneme-romanında sadece insani değil de, şiirsel ve metafizik yönleriyle de betimlemiş ve aydınlatmıştır. Bu yapıtta, bekleyiş söyleminin arka planında
unutma yer almaktadır.
Blanchot'nun unutmayı tanımlamada kullandığı karaltılı ve capcanlı sözlere kulak verelim:
"Şimdi sözleri kendi mi unutuyor, yoksa sözler mi
onu tatlı tatlı, gizli gizli unutuyor bilmiyordu. Tatlı
unutuş, sözcüklerin tatlı anısı, sözcüklere unutmanın anısından
gitmek. .. Sözcüklerin şeffaflığında ya da soyut sefaletinde unutuşun
tatlı aydınlığının ayırdına varıyordu. Onlarda unutma, en büyük
uysallığı isteyen uysallık uysal uysal ifşa oluyordu. Bize her an
sunulan unutmaya karşı uysal olabilsek, hiç olmazsa bir kez olsun,
unutmaya dair varolan sözcükleri unuturuz."
Unutmadan bekleyişe geçilmektedir: Blanchot'nun sözcüklerinin hafif kanatlarının üzerinden, buna ilişkin ilk betime geçelim:
"Beklemek, sadece beklemek. Yabancı bekleyiş, tıpkı mekanın
her noktasının mekana her bakımdan benzemesi ve bu noktaların
baskı yapmadan devamlı baskı yapışı gibi, her anında aynı olan
bekleyiş. Önceden içimizde olup da, şimdi dışarıya geçmiş yalnız
bekleyiş, bize bekleyecek hiçbir şey bırakmadan bekleyişimizin
dışında beklemeye mecbur eden, bizsiz biz bekleyişi. Önceden
yakınlıktı, önceden yakınlığın cehaletiydi, önceden birbirini tanımayan,
hiçbir ilişkileri olmadan birbirlerine dokunan, yan yana
duran anlardı."
Söylemin umutsuzca kapalı anlatımı, her halükarda, hesaplı kitaplı soğuk bir rasyonelliğin ötesinde olan, hayatta kaçınılamayacak insani bir deneyim mahiyetindeki bekleyişin uçuculuğunu ve
elle tutulamazlığını kavramamızı sağlamaktadır. Her an içimizde olan bekleyiş, bizi, içinde barındırdığı sonsuz ve açık olasılıkların girdabına da salmaz.
Yapıtta şu da geçmektedir:
"Ne zamandan beri beklemeye başlamıştı?
Ne zamandan beri özel şeylere yönelik arzusundan, şeylerin
sonunu arzulamaya dek tüm arzularını yitirip de, kendini bekleyiş
için serbest bırakmıştı? Bekleyiş, artık bekleyecek hiçbir şey olmadığında,
bekleyişin sonu bile beklenmediğinde başlar. Bekleyiş
ne beklediğini bilmez ve onu yıkar. Bekleyiş hiçbir şey beklemez."
Kısacası bekleyiş, hiçbir zaman, bekleyecek hiçbir şeyimiz kalmadığında bile silinmeyen bir deneyim, bir varoluş biçimidir; ama özel şeylere yönelik her arzumuzu, şeylerin bitimine yönelik arzumuzu yitirdiğimizde de, amansız bir şekilde doğan, karanlık şey de bekleyiştir.
Bekleyişin nihai özüne yaklaşarak, bekleyişin ufkunda ölümün ve ölmenin olmasıyla ilgili olarak Blanchot gene derin ve köklü şeyler söylemektedir.
"Bekleyiş bekler. Bekleyen kişi, bekleyiş aracılığıyla bekleyerek
ölür. Bekleyişi ölüme götürür ve hani sanki ölümü, ölünürken hala
beklenilen şeyin bekleyişi haline getirir. Beklenen bir olay olarak
görülen ölüm, bekleyişe son vermeye muktedir değildir. Bekleyiş,
ölme olayını, beklemeyi sona erdirmek için beklenmesi yeterli gelmeyen
bir şeye dönüştürür. Bekleyiş, ölümün bekleyiş olamayacağını
bilmemizi sağlayan şeydir"
ve son olarak, bu içeriksel bağlamda şöyle demektedir:
"Bekleyiş olduğunda, hiçbir şeyin bekleyişi
yoktur. Bekleyiş hareketinde ölüm, beklenir olmayı keser. Bekleyiş,
meydana gelmekte olan her şeyin sükunetinde, bekleyiş tarafından
yoldan çıkarılır, bekleyişe yetecek şey mahiyetinde ölümün
gelmesine izin vermez; ölümü havada asılı, çözülmüş halde bırakır
ve ölüm, bekleyişin boş eşitliği tarafından sürekli aşılır."
Bu şekilde, bekleyiş ile ölüm arasındaki tuhaf karşıtlığın altı çizilir: Ölüm, kendisinin beklenmesine izin vermez: Ölüm, bekleyişe son vermeye de muktedir değildir: Bekleyiş, ölümü havada
asılı tutarak, onun gelmesine izin vermez. Ölüm gizi, öyle derin ve nüfuz edilemezdir ki, asla, kendi uçurumlarıyla yüzleşemeyen bekleyişin nesnesi haline gelemez.
Bizleri bekleyişin içine gömülü olduğu sonsuz anlam ufuklarına
götüren son bir alıntı daha yapmak isterim.
"Bekleyişte, bekleyişle ilgili sorular soramazdı. Ne bekliyordu,
neden bekliyordu, bekleyişte ne beklenir? Bekleyişin özelliği, olası
kıldığı ve dışında kaldığı her tür sorudan kaçabilmesiydi. Bekleyiş
aracılığıyla, her evetleme bir boşluğa açılıyordu ve her soru ardından
gelen, daha sessiz, hayret verebilecek bir başka soruyla ikiye
katlanıyordu."
O halde bekleyiş, uygun cevaplar verilemeyecek bir soru yağmuru doğuran gizemli ve tanınmaz bir şifre gibidir ve gitgide daha tanınmaz ve elden kaçıcı hale gelen, bin bir parçaya bölünen sorular
patlatmaktadır.
Blanchot'nun karanlık ve ölümcül söyleminin anlamını psikiyatriye aktardığımızda ne olur? Bekleyişin olası anlamları genleşir.
BEKLEYİŞİN TUTKUSU
Ginevra Bompiani'nin bekleyişi, edebi ve felsefi yönleriyle ele alan, onun can sıkıntısından ve arzudan ayrılan yönlerine eğilen harikulade kitabından gerçekten de özgün olan bazı kesitler aktarmak isterim: Aktaracaklarım özellikle de Walter Benjamin'in, Giacomo Leopardi'nin, Paul Valery'nin ve Ludwig Wittgenstein'ın düşünümleriyle bağlantılıdır ve bir araştırma perspektifiyle, bekleyişin aydınlık ve karaltılı imgelerini ortaya koymaktadır. Söz konusu araştırma perspektifi, bu düşünce zinciri hakkında düşünen psikiyatriye yabancı kalamaz.
Can sıkıntısının özü şu şekilde tanımlanabilir:
"Can sıkıntısı, gevşetilmiş bir bekleyiş şeklidir, yönü ve biçimi olmayan bir bekleyiştir.
Bekleyişin gerçek öznesi olan mutluluk ortadan kalktığında, bekleyişin ipi gevşer ve o zaman devreye can sıkıntısı girer. Bekleyiş, can sıkıntısını germenin, can sıkıntısının yayına ok yerleştirmenin bir yoludur"
ve bu yorumun izinden giderek, Giacomo Leopardi'nin, Torquato Tasso ve onun bilindik dehasına ilişkin söylediği (çok meşhur) diyaloğuna ilişkin şöyle yazmaktadır:
"Can sıkıntısının ilacı nedir?' diye sorar Tasso. 'Uyku, afyon ve acı' diye
cevap verir dehası. Bir diğer deyişle: Halüsinasyon ve tutku, bekleyişin
manevi anneleridir" ve ardından, büyük bir duygulanımsal
yankı uyandıran imgelerle şunları kaleme alır: "Bekleyiş, can
sıkıntısının küllerinden yeniden doğar, sona eremez (bekleneni
selamlayamaz); ancak baskına uğrayalabilir (misafiri ağırlayabilir).
Sisin sivri okları, hedefe varacak, bekleyeni de canı sıkılanı da aynı
şekilde yakalayacaktır. Bunu hiç beklenmedik zamanda yapacak,
onları şimdiki zamanın ölü doğasından koparacak ve kendi kızgın
fırınına atacaktır."
Torquato Tasso ile bilindik dehası arasındaki diyalog, bekleyişin can sıkıntısının içine düştüğünü bildirir; Ginevra Bompiani, kullandığı yaratıcı dille, bunun içeriksel yankılarının kapsamını
arttırır ve şimdiki zamandan geleceğe fırlayan zamana (içsel zamana) gizemli bir şekilde atıfta bulunur; ama bu gelecek, bekleyişte ve biçimsiz ve yönsüz bir bekleyişten ibaret olan can sıkıntısında
radikal derecede farklı olan bir gelecektir. Ardından, (Walter Benjamin'e atıfta bulunan) sözlerle can sıkıntısı konusunu yeniden ele alır:
"Can sıkıntısı sona erebilir mi? Hayır, onun sadece aklı dağıtılabilir, şaşırtılabilir. 'Ne beklediğimizi bilmediğimizde canımız sıkılır' der Benjamin. Can sıkıntısı hiçliğin bekleyişi değildir, 'ne- olduğunu-bilmediğim' bir beklemedir. Can sıkıntısı, güvensiz bir bekleyiştir."
Her halükarda bekleyiş ve can sıkıntısı, birbirlerine dokunan ama aslen birbirlerinden çok farklı olan iki insani deneyimdir.
Friedrich Nietzsche yaratıcı can sıkıntısına ilişkin şunları söylemektedir:
"Can sıkıntısı, düşünürler ve tüm yaratıcı ruhlar için, mutlu yolculuğu ve şen rüzgarları önceleyen, canın tatsız 'durgun denizidir'; düşünür ona katlanmalı, onun kendi üzerinde yaratacağı etkileri beklemelidir."
Ginevra Bompiani, yazdığı kitapta, Ludwig Wittgenstein'ın gizemli ve baş döndürücü metinlerinde ortaya koyduğu derin düşünümlerle de yüzleşmektedir ve bunlara dair yazdığı şeyler çok ilgi
çekicidir.
"Wittgenstein'ın Tractatus logico-philosophicus'un ardından yazdıkları, dilin çifte sınırını: ruh hali sınırını ve gerçeklik sınırını ortaya koyan sözleri aydınlatmaktadır. Bunlar, arzu, düzen, yönelim, inanç, bekleyiş gibi sözcüklerdir" ve gene Wittgenstein'ın bekleyişle ilgili düşünümüne atıfla şöyle yazmıştır: "Eğer dil düzeni ile dünya düzeni arasındaki uyumdan bir şekilde vazgeçilecek olsa, bekleyiş nasıl sona erebilir ve ne tarafından sona erdirilebilir?"
Ginevra Bompiani şöyle de demektedir:
"Tractatus'u izleyen eser, bu sorudan geçmektedir; birbirini izleyen defterlerde, bekleyiş
kendine bir yol açmaya çalışmakta, onu yol boyunca gözetleyen ve dışını içinden ayıran Çin Seddini katetmeye çalışmaktadır. Zira bekleyiş, tıpkı arzu gibi, düşüncenin dil duvarlarına en şiddetlice vurduğu mekanlardandır. Birbirini izleyen defterlerde bu düşünümler yinelenmekte, birbirini izlemekte, dönüşmektedir; ve bu düşünümler, bekleyişin sınırlarını, düşünce ile gerçekliğin, temsil ile olayın birbiriyle uyum içinde olduğu tek mekanda: dilde çizmektedir."
Kuşkusuz ki bu söylem, çok karmaşık olsa da, bekleyiş gibi görünürde öylesine sıradan ve gündelik olan bir deneyimin semantik ve içeriksel çoklu katmanları üzerine düşünmemi ve düşündürtmemi
sağlamaktadır. Öte yandan, umudun sınırlarını ancak bekleyişten yola çıkarak saptayıp netleştirebiliriz; ancak bu sayede, gerek psikotik olan gerekse de psikotik olmayan insan olma hallerinin köklü bir şekilde yapıtaşları mahiyetinde olan ve dolayısıyla, bu iki Gestalt'ın: bu iki yaşam biçiminin arasındaki geçişliliğe de tanıklık eden iki insani deneyimin: bekleyiş ve umudun arasındaki
benzerlik ve farklılıkların ayrımını yapabiliriz. (İnsan bilimleri, felsefi ve edebi disiplinler, insan olgularının derin anlamını kavramak konusunda psikiyatriye yine yardımcı olmaktadır.)
Ginevra Bompiani'nin metinlerinden yapmak istediğim son alıntı, bekleyişin daha başka yönlerini, felsefi kapsamın da ötesinde olan yanlarını ortaya koymamı sağlayacaktır.
"Dolayısıyla bekleyişin içinde iki ayrı gerilim bulunmaktadır: Bunlardan biri sürme eğilimi, diğeri de sona erme eğilimidir. Pekiyi ama bekleyiş kendi çözümünü (sürmeyi ya da sona ermeyi), enerjisini, sabrını ve sabırsızlığını nereden almaktadır? Bekleyiş şu ya da bu yöne gitmekte özgür müdür yoksa? Hayır, değildir. Bir bekleyiş haline girmeye ya da bu halden çıkmaya karar veremeyiz. Belki bu karar mevcuttur ama onu alan bizler değilizdir. Bekleyiş bir tutkudur. Her tutku gibi o da nesnesinin çağrısıyla harekete geçer. Bekleyiş bir çağrıdır. Tanrı, esin perisi, efendi, nesne işaret eder ve insan zamandan çıkar, bekleyiş içinde, yol kenarına geçer."
Bunlar, bizleri, canlı ve akıcı bir gerçekliği olan bekleyişin uç noktalarına, her halükarda varoluşsal olan uç sınırlarına götüren muhteşem metaforlardır.
Eugenio Borgna
Eugenio Borgna
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder