Adaları seven bir adam vardı...



Tek doyumunu hâlâ yalnız olmaktan, tam anlamıyla yalnız olmaktan alıyordu. Çevresini saran boşluğu içine çektiği bir yalnızlık. Yalnızca külrengi deniz, bir de denizin yıkadığı adasının iskelesi. Başka hiçbir temas yoktu. Dehşetini onunla temasa geçirecek insani hiçbir şey yoktu. Yalnızca uzay, ıslak, alacakaranlık, denizle yıkanan uzay! Ruhunun besini buydu.

Tüm isteklerden arınmış bu yabansı dinginlik, adalının gözünde bir tür tansıktı. Canı hiçbir şey istemiyordu. En sonunda, ruhu, bedeninde duruyordu artık; garip bir bitki Örtüsünün yayılıp ara sıra bir oraya bir buraya salındığı, suskun bir balığın bir görünüp bir kaybolduğu su altında yarı aydınlık bir mağara gibiydi ruhu. Durgun, yumuşak, yakınmasız, ama kök salmış yosunlar kadar canlı.




Adalı, “Bu mutluluk mu?” diye sordu kendi kendine. Sonra kendi kendini yanıtladı: “Bir düşte gibiyim. Hiçbir şey duyumsamıyorum ya da ne duyumsadığımı bilmiyorum. Gene de, mutluymuşum gibi geliyor bana.”

...

D.H. Lawrence

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder