Albert Camus'nün ve Karl jaspers'in, meşhur metinlerinde, intihara dair yazdıklarına göndermede bulunmak isterim. Albert Camus'nün konuyla ilgili çarpıcı değerlendirmeleri şunlardır:
"Gerçekten de ciddi olan bir tek felsefi sorun bulunmaktadır:
O da intihardır. Hayatın yaşanmaya değer olup olmadığı hakkında
yargıda bulunmak, felsefenin en temel sorusunu yanıtlamak
demektir."
Camus şöyle devam eder:
"İnsanın kendini öldürmesi,
bir anlamda ve tıpkı melodramda olduğu gibi, itiraf etmek demektir:
Kişinin, hayatın kendisini aştığını ya da hayatı anlamadığını
itiraf etmesidir."
Bunlar, insani açıdan taşıdıkları radikal ve simgesel anlamları yitirmemiş olan ve acıklı intihar olayıyla, intiharın bilinmezlikleri ve giziyle karşılaştığımızda her birimizde yeniden
filizlenen değerlendirmelerdir.
Karl Jaspers'in felsefi deneyimlerinden de ziyade, olağanüstü psikopatolojik deneyimlerinden kaynaklanan düşünümleri, ölüme dair istemli arayışın varoluşsal temellerini görür gibi olmamızı
sağlamaktadır.
"İntihar dramında doğrudan doğruya rol almış kişi, bir şekilde
insaniyet becerisi kazanmışsa ve ruhun meselelerini açıkça anlamaya
biraz meyilliyse, bir şeyi kabul etmenin gerektiğini düşünecektir:
O da bu tür bir olayı açıklayacak tek bir neden olamayacağıdır.
En nihayetinde intihar daima bir sır olarak kalacaktır."
Ardından da daha da kati bir netlikle şöyle demektedir:
"Görünen o ki, en kolay ve rahat yol, bunu, akıl hastalığı varsayımına dayandırmaktır.
Zira intihar eden her kişiyi akıl hastası şeklinde tanımlayacak
kadar ileri gidilmiştir. Böylelikle intiharın nedeniyle ilgili sorun
sona erdirilmiştir. İntihar sorunu çabucak çözülüp normal dünyanın
dışına atılıverilmiştir. Ancak hal aslen böyle değildir."
KAPSAM
Psikopatolojik bir yaşam biçiminden doğan insani bir deneyim mahiyetindeki intihar ve bu mahiyette olmayan intihar, Karl Jaspers'in dediği gibi, her halükarda nüfuz edilmez bir sır damgası taşır:
İntihar arayışında bulunmuş, ardından da istemli ölümü gerçekleştirmiş kişinin içselliğinin uçurumlarına yanaşıldığı ölçüde, bu sırrı bir nebze aydınlatmak mümkündür.
Bu içeriksel ufuktan hareketle, Cesare Pavese'nin mektup, günce ve şiirlerine atıfta bulunarak, yaşadığı deneyimlerde, kaygı ve önsezilerinde intihar fikirlerinin (intihar ile ilgili hayallerinin ve
buna eşlik eden itkilerinin) ne şekilde biçimlendiğine eğilmek isterim. Bu amaçla, fırtınalı ergenlik döneminden başlayarak, içeriksel ifadeleri dönüşümlü süreçler sergilemekle birlikte, duygulanımsal
kökenleri bakımından aslen süreklilik arzederek yayılım gösteren intihar fikirlerinin tamamen somutlaştığı yetişkinlik dönemine dek uzanacağız.
Kronik (diya-kronik) intihar durumu ifadesinden, ergenlikten başlayarak intiharın gerçekleştirildiği zamana dek uzanan istemli ölüm özlemini anlayabiliriz. Söz konusu olan, daha ergenlikten
beri intiharın büyülü ve kontrolsüz albenisine kapılmış ve içsel hayatlarının fırtınalı girdaplarına ve eli kulağında yıkımına inmiş kaderlerdir. (Bu; sadece Cesare Pavese, Karoline von Günderrode
ve Heinrich von Kleist için değil, Paul Celan, Gerard Nerval, Antonia Pozzi ve Georg Trakl için de geçerlidir.) İntihar, gerçekleştirilmiş intihar kadar denenmiş ama başarısızlığa uğramış
intihar da, karşımıza, her defasında, sırlı ve elden kaçıcı şifreleriyle çıkar: Bu şifreler; hiçbir zaman ya da hemen hemen hiçbir zaman, insani eylemlerin, özellikle de nihai ve geri dönüşsüz meydan okumaların mührünü taşıyan insani eylemlerin: İstemli ölümün elle tutulmaz girdaplarının öznelliğine, içselliğine ve dile gelmezliğine yabancı kalan geometrik istatistiksel şemaların tektipleşmiş ve birimselleşmiş haliyle çözülmez. Öte yandan, sonu olmayan bir arayış
içinde, kadın ve erkek hastaların içselliğinin gizli anlamlarını çözmekle ilgilenen hermeneutik psikiyatrinin, psikanalitik (Freudcu ve Jungcu) ve fenomenolojik psikiyatrinin varoluş nedenlerini
belirleyen bilişsel patikalar da bunlardır.
Elbette ki, kronik intihar durumunun klinik ve psikopatolojik kategorisi tek yönlü değildir: Bu durumun kökenleri, zaman zaman, belki de Antonia Pozzi'de olduğu gibi, elden kaçıcı ve dur
durak bilmez gelgitleri bulunan depresif halde yatabilir. Ama bu kökenler, Margherita'da olduğu gibi, kaygı ve kendine yönelik öngörülmez saldırganlık kasırgaları içeren psikotik dissosiyasyonun
dalgalı sularında da yatabilir. Ancak bu kökenler, Pavese'de olduğu gibi, her halükarda psikotik bir yön taşımayan, sorunlu ve karmaşık kişiliklerde de yatabilir.
Her kronik intihar durumunun, bu duruma dahil edilebilecek her klinik gerçekliğin ortak noktası, önceden de demiş olduğum üzere, zamanda süreklilik gösteren öz yıkım meylidir. Bu meyil,
ergenlikten (ortak kaynakları olan ergenlikten) başlar ve intihar eylemi halini alacağı gençliğe ya da yetişkinlik dönemine dek dur durak demeden, tedavilere, uygun farmakolojik ve psikolojik tedavilere
bile direnir ve duygulanımsal hayattaki manidar olayların ışığında dahi dönüşüme uğramayarak yayılır.
DAHA ÖNCEDEN HİÇ YAŞANMAMIŞ BİR
MUTLULUK GİRDABI
Cesare Pavese'nin kuru bir modernliğin hakim olduğu mektuplarını aktarmadan önce, Karoline von Günderrode ve Heinrich von Kleist tarafından XVIII. yüzyıl başlarında yazılmış, sarhoş edici ve
mantık dışı bir romantizmin doruğundaki mektuplardan kesitler aktarmak isterim. Bu mektupların ortak konusu intihardır, kronik bir intihar durumu bağlamında hayal edilmiş ve eyleme geçirilmiş
ama birbirinden kökten biçimde farklı yaşanmış intiharlardır. Bu farklılıklar, bireysel farklı yönelimler kadar, her birinin içinde yaşadığı farklı Zeitgeist'a da bağlıdır.
Günümüzde artık Karoline von Günderrode'nin ve Heinrich von Kleist'ın varoluşlarını altüst etmiş olan hasta ve ateşli, çalkantılı ve dalgalı duygulanımların izinde ölünmemektedir, ancak her
intiharın gizli şifresi belki de tarihsel ve kültürel şartları aşan içsel kaderlerde saklıdır.
1806'da, yirmi altı yaşında kalbine hançer saplayarak istemli ölümle hayatını sonlandırmış, acı içinde kıvranan, içli Alman kadın şairi Karoline von Günderrode'nin mektupları neler söylemektedir?
Bunlar, şairin harika şiirleriyle birlikte, Christa Wolf tarafından zarif ve yürek paralayıcı bir kitapta bir araya getirilmiş mektuplardır; ve ben, ölme isteğinin zamandaki sürekliliğini (kronik intihar
durumunu) göstermek amacıyla, kendisinin ölmeden beş yıl önce, 1801 Ağustos'unda bir arkadaşına yazdığı bir mektubu hatırlatmak isterim:
"Dün Ossian'ın Darthula'sını okudum ve bana faydalı oldu; bir zamanlar ki kahramanca ölme arzum büyük bir şiddetle yeniden alevlendi; bana yaşamak da, sessiz sakin, sıradan bir ölümle ölmek
de dayanılmaz geliyordu."
Bu noktada, alıntıladığım mektuba, ölmeden kısa süre önce yazdığı iki mektubunu, yüreğini dağlayan ölüm özlemiyle ve dayanılmaz (parçalanmış) bir tatlılıkla dolu iki mektubunu daha eklemek isterim. İlkini erkek olan bir arkadaşına (Friedrich Creuzer'e) göndermiştir; eşsiz bir romantik yıkıma bulanmış bu mektup şöyle demektedir:
"Othello'nun Desdemona'ya armağan ettiği mendil ne anlam taşıyorsa senin için de aynı anlamı taşıması gereken bir mendil gönderiyorum. Onu kutsal kılmak için uzun süre kalbimde taşıdım. Sonra sol mememde, tam da kalbimin üstünde bir yara açtım ve yaradan fışkıran kan damlalarım bu mendille sildim. Görüyor musun, senin için öylesine narin bir şeyi yaraladım. Öp onu; o benim kalbimin kanıdır!"
İkinci mektubunu kadın olan bir arkadaşına (Lisette Nees'e) göndermiştir ve bunda buz gibi bir
kararlılık hakimdir:
"Mektubun beni duygulandırdı, Lisette. Pekiyi, şimdi daha huzurlu musun? Artık kötü önsezilerin olmayacak mı? Ben şimdi geleceğine son defasındakinden daha sükunetle ve daha güvenle bakıyorum; sanki kader bana senin yaşayacağını söyledi ve, eğer bunun tersi olursa, bu katışıksız bir delilik olur. Ben nasılım diye mi soruyorsun? Yaşamak beni yordu; zamanımın dolduğunu ve
şayet yaşıyorsam bunun sadece Doğa'nın bir lapsusundan kaynaklandığını hissediyorum; duyduğum bu his bazen çok, bazen daha az şiddetli. Hayatım böyle. Elveda Lisette."
Elbette ki bu son iki mektupta birbirinden radikal derecede farklı duygulanımsal renkler ortaya çıkmaktadır: Birinde, dayanılmaz ölüm özlemi, hasta ve parçalanmış bir şefkat havasına
dalınmıştır: Ölmeye dair umutsuz kararlılıkta hiçbir değişiklik yaratmayan, keskin bir bitkinlik ve cilve vardır. Diğerinde ise duygulanımsal fırtına (içeriksel sıcaklık) kurumuştur ve bunun korlarından
"zamanım doldu" diye yazdığı an, her umudun ve de geleceğin hiçleşmesinin açıkça gösterdiği gibi, hayatın reddine dair buz gibi ustura filizlenmiştir. Ama Karoline von Günderrode'nin kaderi,
her halükarda, daha ergenlikten beri, dayanılmaz (diyakronik) ölüm büyüsünün izini taşımaktadır (1801 Ağustos'unda, yirmi bir yaşındayken yazdığı bir mektupta bir zamanlar ki ölüm isteğinin
şiddetle yeniden alevlendiğini yazmıştır).
Kendisiyle birlikte ölmeye hazır olan Henriette Vogel'i beraberinde sürükleyerek (Kuzeni Maria ise beraberce intihar etme davetini kabul etmemiştir), 21 Kasım 1811'de, otuz dört yaşında intihar
etmiş olan meşhur Alman oyun yazarı Heinrich von Kleist'ın mektupları (bazı mektupları) ölüme ilişkin tutkulu ve yüceltilmiş bir bekleyişle, istemli ölüme dair umutsuz ve sonu olmayan bir arayışla
doludur.
Kuzenine gönderdiği mektuplardan iki tanesini, ölümünden birkaç gün önce yazdığı ve ölüm arzusunun bizleri altüst eden, hayret içinde bırakan ateşli ve bulanık bir dille ifade edildiği 10
Kasım ve 12 Kasım tarihli olanlarını aktarmak isterim.
10 Kasım mektubu şöyledir:
"Mektupların yüreğimi dağladı, çok sevgili Maria, ve eğer elimde olsaydı, çözüm olarak bulduğum
ölümden vazgeçerdim inan ki. Ama yemin ederim ki yaşamaya devam etmem kesinlikle imkansız; ruhum o kadar yaralı ki, hani neredeyse pencereden baktığımda gün ışığı dahi beni yaralıyor.
Birileri bunu hastalık ve kendinden geçme olarak değerlendirmek isteyecektir; ama dünyayı kendininkinden farklı bakışlarla da değerlendirebilen sen bunu yapmayacaksındır."
12 Kasım tarihli mektup şöyledir:
"Çok sevgili Maria, ölümün ve sevginin hayatımın şu son anlarını dünyevi ve göksel çiçekleri
taçlandırmak için birbirlerini nasıl da izlediklerini bilseydin, hiç kuşkusuz ölmeme sevinç içinde izin verirdin. Ah, seni temin ederim ki, son derece mutluyum. Önceden hiç yapamadığım bir şeyi
yapıyor, sabah akşam diz çöküyor ve Tanrı'ya dua ediyorum: Şimdi nihayet hayatım için, bir insanın görebileceği en ıstıraplı yaşam için şükredebilirim çünkü ölümler arasında en muhteşem ve çekici
olanıyla hayatımı telafi ediyor."
Ardından mektup, Maria'nın intihar konusunda kendisini izlemeyi reddetmesine, Henriette Vogel'in ise buna mütabık olmasına göndermede bulunarak devam eder:
"Onun ruhunda benimle birlikte ölme çözümünün filizlenmesi beni onun göğsüne çekti, bunun nasıl dile gelmez ve dayanılmaz bir güç olduğunu anlatamam; sana defalarca benimle ölmek ister misin diye sorduğumu hatırlıyor musun? Ama sen bunu hep reddettin ... Daha önce hiç yaşamadığım bir mutluluk girdabı beni sardı ve onun mezarının benim için dünyanın tüm imparatoriçelerinin yatağından daha tatlı olduğunu gizleyemem senden ... Ah sevgili dostum, Tanrı seni de hepimizin
birbirimizi, meleklerin sevgisiyle, bağrımıza basacağımız o daha iyi dünyaya tez zamanda çağırır dilerim ... Elveda."
Daha önceden hiç yaşanmamış bir mutluluk girdabı olarak tanımlanan bu ruh hali, mektup boyunca devam eder: Ölümü, açıkça mantık dışı olan bir Stimmungla, hayatın acı ve kaygılarından kurtulmak olarak değil de, dünyevi olandan radikal derecede farklı bir hayat biçiminin fethi (yeniden fethi) olarak değerlendirme ve yaşama noktasına varır. Bu ruh hali ile, ölüm özlemi çeken Ellen
West'in intihar ettiği gün kız kardeşine yazdığı mektupta ifade ettiği ruh hali bir şekilde içeriksel benzerlik taşımaktadır.
"Öyle sevinçli ve huzurluyum ki, bütün dünyayla ve dolayısıyla da, öncelikle, seninle barışmadan ölemem, çok sevgili Ulrica."
Son olarak da şöyle yazar:
"Ve şimdi elveda, Tanrı sana bana verdiğinin hiç olmazsa yarısı kadar sevinçli ve huzurlu bir ölüm nasip etsin: Bu, senin için dileyebileceğim en sevgi dolu ve derin temenni."
Mektuplarında tam anlamıyla psikotik bir deneyim mevcudiyetine işaret eden semptomlar olmasa da, Heinrich von Kleist'ın istemli ölüm seçimi ve bu yöndeki ateşli arzusu, kanaatimce, radikal
bir otistik özellik atfedilmemesi mümkün olmayan fırtınalı bir duygulanımsal çalkantı bağlamında ortaya çıkmaktadır. Ancak, bu söylediğimiz bir yana, Kleist'ın intiharı, mantık dışı ve dayanılmaz
bir ölüm özleminin işaretini taşıyan bir varoluşun imzası ve leitmotivi mahiyetindedir.
MEKTUPLAR
Cesare Pavese, on altı yaşında mektup yazmaya başlamış ve kısacık ömrüne sonsuz sayıda mektup sığdırmıştır. Bir dostuna yazdığı bu mektupların birinde amansız bir intihar çağrısına tanıklık eden
bir şiir bulunmaktadır. Şiirden hemen önce şu sözleri yazmıştır:
"Bu sana istemli bir dram gibi gelecek, ama aslen öyle değil: Hepsi gerçek."
Bir aralık akşamı yürüdüm
bir köy yolu boyunca, karanlık,
ıssız, yüreğim altüsttü.
Yanımda bir revolver vardı.
Emin olduğumda
her evden uzaklaştığıma, doğrulttum yere revolveri
ve çektim tetiği. Gümbürtüyle fırladı,
öyle hızla fırladı ki
o sessizlikte onu canlı canlı sarsmışım gibi geldi bana.
Gerçekten de titredi parmaklarımın arasında
namludan aniden fışkıran ışıkta. Bir kramp,
şiddet içeren ölümden ölen birinin amansız
son yınılımı gibiydi. Koydum o zaman
revolveri yeniden cebime, henüz sıcaktı
ve devam ettim yoluma. Böylece giderken
çıplak ağaçların arasında, hayal ediyordum
korkunç irkilişini
nihai yanılsama gecesinin vereceği
ve beni terk edecek korkuları,
ve dayayacağım şakaklarımdan birine
patlatsın diye beynimi.
Şiir budur. Bu şiirin içinde bulunduğu mektubu, Pavese, 1927 Ocak'ında, on dokuz yaşındayken yazmıştır.
Bu reverie, ifade ve niyet bakımından altüst edici bir somutluğa sahiptir ve sadece şiir içeriğinden ve içeriksel gidişatından değil de, zaman zaman karaltılı ve her halükarda fırtınalı dilinden de su
yüzüne çıktığını düşündüğüm dile gelmez bir kaygının izini taşımaktadır.
Burada, intiharla ilgili imalı ve belirsiz fikirler değil de, her yanılsamanın: her umudun uzaklaştırıldığı tüyler ürpertici bir sahne düzeni bulunmaktadır. Hızla fırlayan ve içinden hayat akan
revolver imgesi bile, beraberinde korkunç bir kaygı ve kor gibi bir huzursuzluk sürüklemektedir: Bu, kanaatimce, semantik anlam doluluğu bakımından neredeyse halisünasyon özelliği taşıyan bir
imgedir. Hiçbir yanılsama ve umudun: hiçbir geleceğin ve yaşam planının bulunmadığı bu çölde, revolveri yere yöneltme ve tetiği çekme de, aynı şekilde şaşkınlık uyandırmakta, insanın kanını
dondurmaktadır.
Kaldı ki ölüm, şiddet içeren ölüm imgesi, tabancayı alıp tetiği çekme hareketiyle de bitmemektedir; bu imge, son yanılsama ve korkular da şairi terk ettiğinde, tabancayı yeniden eline almasına,
şakağına dayayıp kendini öldürmesine dair duygulanımsal bakımdan dayanılmaz bir sahneyle yeniden doğar. Soğuk ve de kor gibi sıcak olan bu doruk noktası, istemli ölümün karşı konulmaz olarak öncelenmesiyle iç içedir.
[Şiirlerinin arasında, 1927 Ekim'inde, intihar konusunun kati bir aşikarlıkla ortaya çıktığı bir metin bulunmaktadır.
"İntihar eden zavallıcıklara o kadar çatmak niye. Hepsinin intihar etmek için korkunç ve derin nedenleri yokmuşmuşçasına, onlara aptalmış gibi, salakmış gibi, alçaklarmış gibi davranıyorsunuz."
Sözünü şöyle sürdürür:
"Doğrusunu size söyleyeyim, intihar eden kişi bir şehittir, tüm dinlerdeki şehitler kadar saygıdeğerdir.
Dinden kastım, ister Tanrı olsun ister aynı derecede tanrı olan Fikirler olsun, insan ruhunda yer alan her türlü tutkudur. Şayet bir şehit, acıları ve kanıyla iç içe olmuş düşünce ve duygularının içtenliğine,
artık bayağı olmayan ruhunun içtenliğine tanıklık eden kişiyse, (kendine ve dolayısıyla da başkalarına) yalan söylemek, gereksiz olduğunu hissettiği bir çabayı kendine dayatmak, gereksiz
olduğunu ve kendine ait olmadığını hissettiği farklı bir düzenleme yapmak yerine, kendini öldürmeyi, kendine o büyük, var olan en büyük acıyı vermeyi tercih eden intihar eden kişi neden şehit olarak
Pavese'nin intiharla ilgili bu söyledikleri, dokuz ay öncesinde yazmış olduğu şiirden fışkıran altüst edici yoğunluğa ve umutsuz tutkuya sahip değildir; bununla birlikte, kendisinin intihar eden
herkese atfettiği bu korkunç ve engin nedenleri unutmak mümkün müdür?
Pavese'nin hayatına ve hayatındaki olaylara eşlik eden bitmez tükenmez mektuplarda intihar konusu, en nihayetinde, sadece son mektuplarında, 1950 Ağustos'unda bir kadın arkadaşına yazdıklarında
(kendisi Ağustos ayında ölmüştür) yeniden ortaya çıkmaktadır. Bu mektuplarından birinde şöyle yazılıdır:
"Bak, mesele sen ve benle ilgili olduğunda elim kolum bağlanır -ikimizin ruh hali arasında öylesi bir orantısızlık var ki, benim kendi sözlerim bile ağzıma geri gelip beni yaralıyor."
Şöyle devam eder:
"Bu orgazma hakim olmaya çalışmam da lazım. İçimi delenin, kanımı canlandıranın, vahşi yüzümü (ama bu intihar eden bir kişinin vahşi yüzü, başka şey değil) ortaya çıkaranın senin dans ettiğin müzik olduğunu düşünüyorum. Öyle anlar var ki, en sıradan aryalar bile boğazıma yapışıyor ve neredeyse haykırmama neden oluyor."
Son olarak, bir başka mektupta şöyle yazar:
"Çoraklaşmış ve hatta neredeyse duygusuz olsan da, senin mumun benimki gibi sonuna gelmedi.
Sen gençsin, inanılmaz derecede gençsin, sen, benim yirmi sekiz yaşımda olduğum gibisin, o zaman bilmem hangi hayal kırıklığı yüzünden kendimi öldürmeye kararlıydım, ama bunu yapmadım
-yarınları merak ediyordum, kendimi merak ediyordum- hayat bana korkunç görünüyordu ama kendimi ilginç bulmaya devam ediyordum. Şimdi durum bunun tam tersi: Hayatın muhteşem
olduğunu ama benim, tamamen kendi yüzümden, onun dışında kaldığımı ve bunun diyabet olmak ya da sigara içenlerin kanser olması gibi, boş bir dram olduğunu biliyorum."
GÜNCE
Cesare Pavese, 6 Ekim 1935'te başlayan ve (ölümünden sadece birkaç gün önce) 18 Ağustos 1950'de sona eren meşhur günlüğünde, hayatının yılları boyunca, ilk olarak 9 Ocak 1927 mektubunda ortaya
çıkan ölüm, istemli ölüm konusuyla ve ölüm özlemiyle yüzleşmiştir. Her halükarda, bu konunun ve özlemin ötesinde, günlükte, derin bir yalnızlığın işaretleri de seçilmektedir. 6 Kasım 1938'de
günlüğüne yazdığı şeyler bunu tam olarak göstermektedir:
"Akşamlarımı kendime arkadaşlık etmek için aynanın önünde geçiriyordum... "
Bunlar; Pavese'nin hayatının ve ölümünün radikal içeriksel şifresi olan, edebi zaferlerine ve çok sayıdaki sosyal ilişkisine rağmen belki de hiçbir zaman kesintiye uğramamış, belki de hiçbir
zaman parçalanmamış yalnızlığının görülmeden edilemeyeceği yürek paralayıcı sözlerdir.
Günlükte, kurak ve kesintili, karanlık ve göz kamaştırıcı, çölsel ve zaman zaman da nüfuz edilmez olan bu günlükte, umutsuzluk süreci ve istemli ölüm ufku, nihai karara yaklaşıldıkça gitgide
daha aşikar olmaktadır. Bununla birlikte günlükte, şiirdeki intihar, kendini öldürme görmesine eşlik eden, halisünasyon içeren umutsuz karaltılar bulunmamaktadır.
1936 yılının güncesine dair bir kesit:
"Halihazırda, intihar eden insana has olan hayatım yalnız bu şekilde açıklanabilir. Ve
her sıkıntı ya da acıda her zaman intiharı düşünmeye mahkum olduğumu biliyorum. Beni yere seren de bu: İlkem, hiçbir zaman tükenmemiş ve hiçbir zaman tüketmeyeceğim, bununla birlikte
duyarlılığımı okşayan ilke intihardır."
1938 yılına ait günlükte ise şöyle yazılıdır:
"Kendini öldürmeye karar veren kişinin damar ve boğazından neden bu sağır ve derin, asli neşe filizlenir? Ölüm karşısında, ancak hala yaşadığımıza dair o ilkel bilinç hayatta kalır."
Cesare Pavese, içselliğin uçurumlarına götüren gizemli patikayı katederek, kendini, hayatın her acılı durumunda intiharı düşünmeye mahkum hisseder; pekiyi, hayatta acıdan ve ıstıraptan: ölümcül hastalıktan kaçınmak ve sakınmak nasıl mümkün olabilir? Bu, onu elbette ki yere seren bir şeydir ama sonra, iki sene sonra, istemli ölümle ölmeyi seçmiş kişinin damarlarında ve boğazında filizlenen neşeye değinir.
Pavese'nin hayatında, sıkıntılı iniş ve çıkışlarda, karşıtlıklar ve ikilemler birbirini izler; bu iniş çıkışlar her birimizin hayatında mevcuttur ancak bunlar, tıpkı Pavese'de olduğu gibi içimizde yoğun ve çatışkılı duygulanımsal dengesizlikler: hayatın anlam ufuklarını dur durak demeden
boğan, yıkılmış ve gerçekleşmesi imkansız yanılsamalar, varoluşsal tatminsizlikler, ulaşılmaz hedefler, sonu olmayan bekleyişler ve şiddetli yalnızlık girdabı şeklinde olurlarsa radikalleşirler.
Hiçbir şey Pavese'nin hayatına anlam veremez: Şöhret ve, Kafkavari absürd (saçma) tarafından yutulan, büyük edebi başarıları bile bunu yapamaz. 1946 yılında günlükte yeniden intihar ortaya çıktığında, konu buna bağlanır gibidir:
"Bu da bitti. Dağlar, Torino, Roma. Dört kadın yaktın, bir kitap bastın, güzel şiirler yazdın, pek çok akımı (Kirke'nin diyaloğunu) özetleyen yeni bir biçim keşfettin. Mutlu musun? Evet, mutlusun. Kuvvetlisin, parlak bir zekan var, işin gücün var. Yalnızsın. Bu sene iki kez intiharın kenarından geçtin. Herkes sana hayran, herkes seni tebrik ediyor, herkes senin etrafında dört dönüyor. Pekiyi o halde? Hiçbir zaman savaşmadın, hatırla bunu. Hiçbir zaman savaşmayacaksın. Birileri için bir değerin var mı?"
Burada hayata dair arzulanan ve hayal edilen ama boş yere aranan bir hayata dair acılı bir özlemin karaltısı seçilmektedir.
1948 günlüğünde, nostaljik ve acılı duygulanımların izi halen bulunmakla birlikte, sıkıntılı ve tesellisiz, umutsuz ve her umuda kapalı sözler yazmaktadır:
"Hüzünlü akşam çöktüğünde, nedensiz yere ezik olan yüreğim, sevinçli, mest edici, kendinden geçmiş bir akşamın da -önceden belirlenmiş bir randevudan, gün içinde akla gelen bir fikirden, gerçekleşmeyebilecek bir şeyin gerçekleşmesinden başka bir nedeni olmadığına dair bilindik düşüncede teselli buluyor. Yani, hiçbir şeyin bir nedeni olmadığı, her şeyin tesadüfi olduğu düşüncesinde teselli buluyorsun. Garip şey. Bir başka açıdan bakılırsa bu düşünce, insanın kanını donduran bir düşünce. Kendi ruh hallerinin değişken rengine anlamsız oldukları için tahammül edersin."
Yalnızlık konusu, yalnızlık arzusu konusu, bu söylemin içinden geçmektedir; böylelikle de nostaljik her meyil kaygı tarafından yutulmakta ve sönmektedir.
"Bu yalnızlık ihtiyacı, birilerinin senden bir şeyler istediğini, seni bir taraflara çektiğini duymama gereksinimi... Senin üzerinde küçük de olsa bir hakları olması ve sana bunu hissettirmeleri
dehşeti ... Başkalarının senden bir şeyler beklemesinin, senden bir şeyler take for granted tavrının bu aşikar kabalığı."
En nihayetinde derininde ancak kayıtsızlık ve dalgınlık, anlamsızlık ve duygulanımsal çölleşme olan insanların dünyasına yönelik bir savunma mahiyetindeki yalnızlık.
28 Kasım 1949 günlüğünden, geçici de olsa: psikopatolojik bir eğilimin sınırına dayanmış radikal bir varoluşsal dönüşümün görülür gibi olduğu, dünyanın sonu ve benin yabancılığı bağlamına
eşlik eden ıstıraplı bir kaygının deneyimleri yeniden ortaya çıkar.
"Geceleyin, uyuklamaya başladığım zaman oluyor. Her ses -tahta takırtısı, yoldaki bir gürültü, uzaktan gelen ani bir haykırış-beni bir girdap, ani ve fırtınalı bir girdap misali içine çekiyor, bu girdapta beynim çöküyor ve dünya çöküyor. O an zelzeleyi, dünyanın sonunu bekliyorum. Bu savaşın, havadan atılmış bombaların bir kalıntısı mı? Evrenin olası sonuna dair edindiğim bilinç mi? Bitkinlik -bu bir söz- ama anlamı ne? Keyifli bir şey, sarhoşluk gibi hafif bir inleyiş ve ben dişlerimi sıkıp kendime geliyorum. Pekiyi, olur da bir gün kendime gelemezsem?"
Günlüğün başka hiçbir yerinde böylesine şiddetli derecede huzursuz edici ve gizemli duygulanımsal yankı taşıyan bir kesit bulunmamaktadır. Bunlar, belleklerde silinmez bir yer edinen sözler,
ölümcül bir hastalığın kanayan işaretleridir. Öyle ki zaman zaman her hayat deneyimini ve her umudu, yıkarlar; zaman zaman da bene ve dünyaya dair her algıyı, yaygın bir tanınmazlık tarafından
yutulmuş her algıyı anlamından soyarlar.
SAKİN VE YORGUN BİR VAZGEÇİŞ
Constance Dowling
Ömrünün son yılında, 1950'de günlüğünde, intihar konusu, şiddetli artışlarla yeniden vurgu kazanır, anlam ve umuttan yoksun bir yaşamın radikal dönüm noktaları yeniden su yüzüne çıkar.
Pavese, o senenin 25 Mart'ında, eli kulağında intihara dair somut her gerekçeyi ortadan kaldırır gibi duran bir değerlendirmede bulunmuştur:
"İnsan kendini bir kadına duyduğu aşktan dolayı öldürmez. insan, kendini, bir aşk, herhangi bir aşk, ona kendi çıplaklığını, sefaletini, acizliğini, hiçliğini ifşa ettiği için öldürür."
10 Mayıs'ta ise Pavese, intiharı ile sevdalandığı meşhur oyuncu Constance Dowling'le ilişkisinde yaşadığı duygusal kriz arasında olası bir bağ olabileceği savını destekler gibi duran bir düşünceyi
dile getirir:
"Zihnimde, yavaş yavaş, geri dönse de, o hiç yokmuş gibi olacağına dair bir fikir aydınlanıyor. İnsan bırakmaya niyetli olduğu kişiye never forget you der. Öte yandan bana ağırlık veren, canımı sıkan -istemediğim- kadınlara ben nasıl davrandım? Tıpatıp aynı şekilde. Bir jest olmalı -jest intikam olmamalı. Sakin ve yorgun bir vazgeçiş olmalı, hesaplar kapanmalı, özel ve ritmik bir olay olmalı. Son söz olmalı."
Bir hafta sonra belirleyici olan sözleri söyler:
"Şimdi, kendime göre, girdaba girdim: Kendi kudretsizliğimi temaşa ediyorum, bunu iliklerime dek hissediyorum ve beni ezen siyasi bir sorumluluk üstlendim. Tek bir yanıt var: O da intihar."
Günlüğün son sayfaları 16, 17 ve 18 Ağustos'a aittir: Ve 26 Ağustos'u 27'ye bağlayan gece Cesare Pavese, yüksek dozda ilaç alarak, istemli ölümle ölmüştür.
Bunlar da, diğerleri gibi büyük bir duygulanımla okunan, bununla birlikte günlüğün daha başka yerlerinde ortaya çıkan yüksek kaygı dalgalarına yabancı kalan sayfalardır.
Constance Dowling'e yönelerek, 16 Ağustos'ta şöyle yazmıştır:
"Sevgilim, belki de sen gerçekten de en iyi olansın -gerçek olansın. Ancak sana bunu söyleyecek, bunu bildirecek zamanım yok -hem, bunu yapabilsem bile, geriye kanıt, kanıt, yıkım kalıyor.
Şimdi açıkça görüyorum ki, 28'inden beri hep bu gölgenin altında yaşamışım -birileri buna kompleks diyecektir. Desin de zaten: Bu çok daha basit bir şey. Sen de ilkbaharsın, şık, inanılmaz derecede
tatlı ve esnek bir ilkbaharsın, tatlısın, tazesin, elden kaçıcısın -doğru ve iyisin-, bildiğim birinin tabirine göre 'çok tatlı Po vadisinin bir çiçeğisin'. Bununla birlikte, sen de sadece bir bahanesin.
Suç, öncelikle bende, ardından da, sadece, 'tek başına gülümseyen kaygılı huzursuzluğumda'."
Burada duygulanımsal Stimmung sönük ve neredeyse dalgındır. Amerikan aktrisine yönelttiği sözler, acılı ve çatışkılı bir huzursuzluk göstermekte, aktris en nihayetinde sadece bir bahane olarak tanımlanmaktadır. Ancak ertesi gün, 17 Ağustos'ta varoluşsal yaralar gene su yüzüne çıkmaktadır.
"ilk olarak henüz bitmemiş bir senenin bilançosunu yapıyorum. Kendi mesleğimde bir kralım. On yılda her şeyi yaptım. O zamanki bocalamalarımı düşündükçe. Neleri bir araya getirdim?
Hiçbir şeyi. Birkaç yıl boyunca hastalıklarımı görmezden geldim, yoklarmış gibi yaptım. Metin oldum. Kahramanlık mıydı bu? Hayır, zahmetli olmadı. Ve sonra, 'kaygılı huzursuzluğun' ilk saldırısında, gene bataklığa saplandım. Mart'tan beri debeleniyorum."
Günlüğün son sayfası 18 Ağustos'a aittir, ölümünden sadece birkaç gün öncesinde yazılmıştır. Birbirlerinden kopuk kısa cümleler şeklinde olan bu sayfayı aşağıda aktarıyorum.
"Gizliden gizliye en korktuğumuz şey mutlaka gerçekleşir.
Yazıyorum: Sen, merhamet et. Pekiyi sonra? Biraz cesaret yeter.
Acı ne kadar belirgin ve net olursa, hayat içgüdüsü de o kadar
debelenir ve intihar fikri düşüverir.
Düşününce kolay geliyordu. Oysa kadıncağızlar bile bunu yaptı. Alçakgönüllülük ister, gurur
değil. Bunların hepsi iğrenç. Söz değil. Bir hamle.
Artık yazmayacağım."
Kati kararı, başkalarıyla anlamlı bir ilişkiye girme zorluğu (belki de imkansızlığı), dünyadan ve şeylerden kopukluk mahiyetindeki yalnızlığı, hayatının son günlerinde intihar fikirlerini ifade edişinde hiç olmazsa görünürde var olan soğukluğu, hayatındaki her anlamı yitirmesi, intiharın gerçekleştiği sahnede iç içe girmiştir.
VE GEÇİYOR YILDIZLAR YORGUN
Günlüğün yazıları istemli ölüm konusuna değindiğinde dahi kuru ve çıplak, neredeyse duygulanımdan soyunmuş gibidir; oysa Cesare Pavese'nin 1950 yılının Mart'ı ile Nisan'ı arasında yazdığı şiirler, çok farklı bir duygulanımsal tona, acıyla eğilip bükülmüş ve yoğun derecede içli bir renge sahiptir. Bu şiirler daha sonra, başlığını şiirlerden birinin ilk mısrasından alan bir kitapta bir araya getirilmiştir. Buradaki ruh hali, Stimmung kökten derecede farklıdır: Günlükte de, (kanaatimce) edebi metinlerinde de birkaç parça haricinde hiç görünmeyen melankoli; parçalanmış ve lirik: zaman
zaman (neredeyse) Leopardivari bir dille ifade bulan şiirlerin Leitmotivi gibi durmaktadır. Bu farklı iki ifade ve varoluş tarzı, günlüğün kuru ve geometrik anlatımı ile şiirlerdeki acılı ve takatsiz
anlatım, Cesare Pavese'nin karmaşık ve, kuşku yok ki, çelişkili hayat tarzıyla nasıl olup da bağdaşmıştır? Buna ancak duygulanım ve ruh hallerinin, tutku ve varoluşsal uyumsuzlukların her birimizin içinde gerçekten de birbirini izleyebileceğini düşünerek, bunların hayat gizinin Cesare Pavese'nin de hayatının gizinin bir parçası olduğunu söyleyerek yanıt verebilirim; o halde Pavese'nin farklı içeriksel biçimlerle yazdığı harika şeyleri çözümlemekle yetinelim. Yüksek lirik bir duyarlılığın ve hayat ile ölümün: yaşamanın ve ölmenin gizine dair acılı bir algının seçildiği üç şiirine işaret etmek isterim.
En güzel, ve de en meşhur şiiri, ölüm konusunun izini taşıyan 22 Mart tarihli olanıdır.
Ölüm gelecek ve gözleri gözlerin olacak -
bu ölüm, bize eşlik eden
sabahtan akşama, uykusuz,
sağır, eski bir pişmanlık gibi
ya da saçma bir alışkanlık.
Gözlerin boş bir söz olacak,
bastırılmış bir çığlık. bir sessizlik.
Böyle görüyorsun onları her sabah
tek başına kendi üzerine eğilirken
aynada. Ey sevgili umut,
o gün bileceğiz biz de
yaşam olduğunu ve hiçlik.
Ölümün bir bakışı vardır herkese.
Ölüm gelecek ve gözleri gözlerin olacak.
Kötü bir alışkanlığı bırakmak gibi olacak, görmek gibi aynada
Yeniden belirdiğini ölü bir yüzün,
dinlemek gibi kapalı bir dudağı.
İneceğiz burgaca, suskun.
(22 Mart 1950)
bu ölüm, bize eşlik eden
sabahtan akşama, uykusuz,
sağır, eski bir pişmanlık gibi
ya da saçma bir alışkanlık.
Gözlerin boş bir söz olacak,
bastırılmış bir çığlık. bir sessizlik.
Böyle görüyorsun onları her sabah
tek başına kendi üzerine eğilirken
aynada. Ey sevgili umut,
o gün bileceğiz biz de
yaşam olduğunu ve hiçlik.
Ölümün bir bakışı vardır herkese.
Ölüm gelecek ve gözleri gözlerin olacak.
Kötü bir alışkanlığı bırakmak gibi olacak, görmek gibi aynada
Yeniden belirdiğini ölü bir yüzün,
dinlemek gibi kapalı bir dudağı.
İneceğiz burgaca, suskun.
(22 Mart 1950)
Bu da Constance Dowling'e ithaf edilmiş bir şiirdir ve bu şiirde, artık kararı verilmiş ve kati şekilde arzulanan bir ölüme tanıklık etmekten uzak gibi görünen, oysa buna tanıklık eden, canlı ve aydınlık
imgeler bulunmaktadır. Yorgun yıldızlar, ağlayan gece, inleyen zavallı yürek, karanlık kaygı, sessizlikte sorgulanan çehre, o zaman şafak olan uzak gün, her halükarda, günlüğün eş zamanlı tarihleriyle örtüştüremediğimiz yaralı bir şefkatin imgelerini taşımaktadır.
Pavese'nin, Nisanda, yazdığı son şiir İngilizcedir, Last blues, to be read some day başlığını taşımaktadır.
'I was only a flirt
you sure did knowsome
one was hurt
long time ago.
All is the same
year has gone bysome
day you came
some day you'll die.
Some one has died
long time agosome
one who tried
but didn't know.
ltalo Calvino bu şiiri çevirmiştir.
"Bir flörttü sadece/ sen bunu biliyordun elbet-/ biri yara almıştı/ çok zaman önce./ Her şey aynı./
Zaman geçti-/ günlerden bir gün geldin/ günlerden bir gün öleceksin./
Biri öldü/ çok zaman önce-/ deneyen biriydi/ ama bilmedi."
Alıntılanmış diğer iki şiirde tiz ve titreşimli olarak ortaya çıkan lirik ve ağıtsal esin burada çoraklaşır: Hani sanki incecik ve uyumsuz da olsa bir zamanlar var olan umutlar, daimi olarak sönmüştür:
Şiirsel yaratıcılığın bir an için söndürür, hafifletir gibi olduğu istemli ölüm arzusu ve intihar çağrısı tarafından yutulmuş gibidir umutlar. Her halükarda şiirlerin duygulanımsal havası, günlüktekinden
kökten derecede farklıdır.
BİR İNTİHARIN KÖKENLERİ
Pavese'nin günlüğünün sayfaları, elbette ki her zaman olmamakla birlikte, kuru ve şematik, kesik ve çözüme odaklıdır, ölüm kaygısının ve meydan okunan hayatın gölgelerine hani neredeyse yabancı
gibidir. İntihar düşüncesine dalmış varoluşlarda, örneğin George Trakl'ın şiirsel metinlerinde, bu gölgelerin görüldüğü olur. Pavese'nin sayfaları, kendi kişilik yapısına uygun Leopardivari
bir şekilde duygulanımsal değil de, kendine has denetlenmiş tutkularına ve rasyonel kabullerine denk düşer gibi duran sayfalardır. Hayatındaki mutlu ve mutsuz olaylar, duygulanımsal ve ilişkisel
yaşamındaki yenilgiler; (belki de) varoluşsal hiçbir tatmini kalmamış bir dünya, hayatın değer ve anlamlarına ilişkin derin bir bunalım, umut yoksunluğu ve belki de zor ve sorunsal bir ergenlik
bağlamında gerçekleşmiştir.
Her halükarda Cesare Pavese'nin intiharı, duygusal bir ilişkinin kopmasından doğmuş depresif bir halin ifadesi olarak yorumlanamaz. Bu; kökenleri, onun içsel hayat hikayesinde yatan ve kronik
intihar haline dair varoluşsal bir bağlam içinde yer alan bir intihardır. Uzak zamanlarda yazdığı simgesel şiir de buna tanıklık etmektedir.
Kısacası Pavese'de intihar, yakıcı ve dinmek bilmez bir itki, ölümün büyüsüne yıldırım hızıyla aniden kapılma mahiyetinde olmamıştır; onunki, Antonia Pozzi'nin uzun zamandır düşündüğü, bununla birlikte hayali, neredeyse hülyalı bir reverieye dalmış, gerçekliğin düşsel bir dönüşüme uğradığı bir intihar da olmamıştır; soğuk ve amansız yıkıcılığıyla yaşanmış: radikal şekilde programlanmış
ve ardından da gerçekleştirilmiş bir intihar olmuştur.
Henriette Vogel'in savunmasız ve kırılgan hayatını da beraberinde sürüklemiş ve istemli ölümü hayatın en yüksek ve manidar sonu olarak görmüş, intihara mantık dışı ve hayali bir pencereden bakmış Heinrich von Kleist'ın (ve de Karoline von Günderrode'nin) romantik ve yitik bir bağlama kök salmış intiharı da Pavese'ninki gibi değildir. Ölüme dair saplantılı arayışı hastalığının yeniden
alevlenmesiyle eş zamanlı olarak şiddetlenen, yoğun bir kaygıyla beslenen kor gibi içsel çatışmalardan geçen: her intiharda var olan acının ve geri dönüşsüz yıkımın bilincinde olan Sylvia Plath'ın radikal psikotik kaynaklı intiharı da Pavese'ninki gibi olmamıştır.
Bu noktada, Antonia Pozzi'nin intiharına dair bir şey hatırlatmak ve onu Pavese'nin intiharıyla kıyaslamak isterim.
Antonia Pozzi'nin hayat ve ölüm hikayesinde iz bırakan şeyler, erken yaşta ölümü şiddetle arzulaması ve zamanın, hayatın elle tutulmazlığının ve kırılganlığının ifşası olarak geçtiğine (elden kaçtığına)
dair çok keskin algısı olmuştur. On dört yaşında tuttuğu güncenin sayfaları bunu acılı bir aşikarlık ve yolunu kaybetmiş bir şefkatle göstermektedir; aradan sadece birkaç yıl geçtikten sonra
yazdığı şiirler ise, gerek günce sayfalarında gerekse daha başka çok güzel şiirlerinde yinelenecek olan intihar arzusunu (yürek paralayıcı intihar hayallerini) barındırmaktadır. Her halükarda
gerek güncesi gerekse de şiirleri; okumasına, mezun olmasına, öğretmenlik yapmasına, seyahat etmesine, sık ve yoğun dostluk ve gönül ilişkilerine girmesine mani olmayan depresif bir halin,
melankolinin zayıf ve kesin mevcudiyetini göstermektedir ve arka planda, ölüm ve son özleminin gölgelerinin oluştuğu görülmektedir.
Diğer yandan, hiçbir zaman yardım çağrısında bulunmamış ve taedium vitae ve kabullenişin damgasını taşıyan duygulanımlarını anlatan şiirlerini ve günlük sayfalarını gizli tutmuştur. Elbette ki
hayatındaki olaylarda, Latince ve Grekçe öğretmenine olan hayal kırıklıklı ve imkansız (imkansız hale gelmiş) aşkı da iz bırakmış, olumsuz etkide bulunmuştur. Bu aşk; bardağı taşıran son damla
mı olmuştur, yoksa ölümcül yıkımın bizzat nedeni mi olmuştur?
Bu, yanıtsız kalan bir sorudur.
Günlüklerini, mektup ve şiirlerini okuyunca, melankoliyi (varoluşsal hüznü), Antonia Pozzi'nin istemli ölümünün olası kaynağı olarak değerlendirmemek mümkün değildir. Melankoli, acılı ve
bozguna uğramış ergenliğinin doruğunda yazdığı ilk şiirlerinden son şiirlerine dek tüm şiirlerini katetmektedir ve bu şiirlerin eşsiz büyüsünü melankoliye bağlamamak mümkün değildir. Antonia
Pozzi'nin güncesine bakmayıp, sırf şiirlerinden yola çıksak bile, melankolinin, onun psikolojik ve insani durumunda oynadığı önemi görüp katetmemiz mümkündür. Pavese'ninkinden farklı
bir yaşta intihar etmiştir: Pozzi'de, intihar seçimi neredeyse Opheliavari bir içerik hattı üzerinden: ölümün ve ölmenin kaygısına ve acılı gizine neredeyse yabancı kalan, nazik bir çizgi üzerinden:
kanaatimce Georges Bernanos ve Robert Bresson'un hayal ettikleri Mouchette'in intiharının izinden ilerlemiştir.
Antonia Pozzi ile Cesare Pavese'nin intiharları arasında benzerlik bulunmamaktadır, hiç olmazsa arada benzerlik yok gibi görünmektedir. On dokuz yaşında yazdığı şiiri bir kenara bırakırsak,
Pavese, günlüğünden, her halükarda radikal bir doğallık ve büyük bir içeriksel doğrudanlıkla kaleme aldığı günlüğünden su yüzüne çıktığı üzere, intiharı görünürde buz gibi bir soğuklukla ve görünürde
duygulanımsal kayıtsızlıkla düşünmüş ve hayal etmiştir.
Antonia Pozzi'nin sadece günlüklerinde değil, şiirlerinde de, melankoli (hayatın anlamına dair huzursuz edici ve kaybolmuşluk hissiyle dolu sorular) içeriksel bir öğe olarak geçmektedir; ama bu,
sadece yıkım ve sadece umutsuzlukla dolu bir melankoli değildir. Bu; iç çatışmaları ve ruhunun yaraları bir yana, hayatın anlamını bulma umudunun ve umutlarının hiçbir zaman tamamen sönmediği bir melankolidir. Onun intiharında, örneğin Mouchette'inki gibi, başka bir umudun gölgesi seçilebilir mi bilmiyorum; ama her halükarda, günlük ve şiirlerinde de, mektuplarında da, daima, ince
bir umuttan pek de uzak durmayan bir tatlılık ve kırılganlık, özlem ve Augustinusçu anlamda huzursuzluk bulunmaktadır. Umudu ve umutları, elbette ki, hayatının son zamanlarında altüst olmuş ama belki de, daima hayatta kalmışlardır. Cesare Pavese'de ise, günlüğüne ve mektuplarına bakılınca, kanaatimce, umut görünmemekte, ne Leopardivari bir umudun ne de Bernanosvari bir umudun
kırıntılarına rastlanmaktadır; sadece umudun sessizliği, umudun çölü, gündelik umutların hızla ve küllenerek silinmesi mevcuttur.
Gündelik umutları, hemen yitip gitmiştir; zira bilindiği üzere bu umutların temelleri boştur, eriyip giderler. Özellikle de Pavese'nin günlüğünün sayfalarına bakılırsa, ruhunun karanlık gecesi hiçbir
kesintiye uğramamış gibi görünmektedir. Pavese'nin intiharının kaynağında melankoli de, psikotik dissosiyasyon da bulunmamaktadır; kendisinde, kaygılarla ve huzursuzluklarla: kişiler arası ilişkilerdeki uyumsuzluk ve uyuşmazlıklarla eğilip bükülmüş bir hayat hikayesi ve ergenlik görülmektedir.
Keskin ve huzursuz edici psişik kırılganlık haline işaret eder gibi duran içeriksel öğeler, (yinelemek isterim ki) sadece, on dokuz yaşında yazdığı şiirde ve de 28 Kasım 1949'da, ölümünden hemen
hemen dokuz ay önce kaleme aldığı günlük kesitinde bulunmaktadır. Bunlarda dünyaya dair huzursuz ve mantık dışı bir algının karaltıları bulunmaktadır ve bunlar, açık ki, ben ile dünyanın: ben
ile kişiler arası ve çevresel farklı bağlamlar arasındaki sonu olmayan döngüde yer alan içsel yıpranmışlıkla birlikte yer almaktadır.
Bunlar, ortaya çıkan, ardından da neredeyse hemen ortadan kalkan karaltılı ve bulanık işaretlerdir; ancak bunlar, varoluşsal bunalım ve yaşamsal rahatsızlık anlamı atfedilmeden edilemeyecek
kati bir fenomenolojik doluluk da taşıyan izlerdir. Sözünü ettiklerimiz, acılı hayatın içsel ve dışsal şartları ve (psiko)travmatik koşullar ortaya çıktığında su yüzüne çıkan, bilince çıkan derin
meyillerdir.
İNTİHAR KADER MİDİR?
Psikotik bir deneyimin karanlık kanatları, hayatın anlam ufuklarına indiğinde, istemli ölüm tıpkı Margherita'da olduğu gibi her terapötik stratejinin elinden kaçan, tutulamayan bir şey olur; ama
gerek şizofrenik hayat biçiminde, gerekse de psikotik depresyon bağlamında, uygun farmakolojik ve psikolojik tedavilerle öz yıkım itkilerinin harekete geçmesinin önlendiği vakalar önlenemeyenlere
göre çok daha yaygındır. Ölüm özleminin, hastalıktan (psişik acıdan) beslenmesi halinde
kayda değer derecede daha başarılı sonuçlar elde edilir; bu özlemin, olup bitenlerle daha da acılı ve olumsuz hale gelen hayata ve de ölüme dair ideolojik bir konumlamaya bağlı olması halinde
ise sonuç daha az başarılıdır. Kanaatimce, Pavese'de de böyle olmuştur; hayat hikayesi babasının erken zamanda vefat etmesi, annesinin duygulanımsal olarak katı oluşu, kişiler arası ilişkilerini
zorlaştıran hassasiyet ve kırılganlıktan mustarip karakter yapısı, içsel yalnızlığı ergenliğinde ve yaşamında yara açmış, olumsuz bir Weltanshauungla birleşmesini sağlamıştır.
Seneler boyunca atıl ve gizli kalabilecek olan öz-yıkım eğilimleri, Pavese'nin hayatında belirleyici rol oynamış olaylar daha başka bir süreç izleselerdi gene de hayata geçerler miydi? Yoksa aile ortamı
ve hayattaki olaylar bir yana, bu eğilimler gene de intihar halini alır mıydı?
Elbette ki Pavese'nin intiharı, yaşamının ün ve başarıdan yana parlak bir zamanında gerçekleşmiştir ve bu sıklıkla rastlanmayan bir durumdur; ancak intiharı, radikal bir önem taşıyan duygusal
bir ilişkisinin küllendiği zamana da denk gelmektedir. O halde bu intiharı nasıl değerlendirmek gerekir? Radikal bir özgürlük yoksunluğu, her halükarda dönüşemeyecek bir kader olarak mı; yoksa,
her şeye rağmen, özgürlük yoksunluğunun ve özgürlük mevcudiyetinin, kaderin ve ortamın ikilemli ve iflah olmaz bir bunalımla karşı karşıya kaldığı varoluşsal bir durumun ifadesi olarak mı?
Önceden de dediğim üzere, her intiharın, soyut şemalar ve yekpare yorumlarla açıklanamayacak, içi doldurulmaz sırlı alanları bulunmaktadır. Pavese'nin intiharının sorunsal ve gizli şifrelerine
meydan okumayalım; ben sadece bu intiharın, Heinrich Kleist'ın ve Karoline von Günderrode'nin her nevi umut yoksunluğuna karşın umut taşıyan intiharları ya da Antonia Pozzi'nin bitkin ve cansız olmakla birlikte saplantılı ve elden kaçıcı da olan melankolik halinden kaynaklanmış intiharı gibi bir intihar olmadığını söylemek isterim.
*
kitap:
Umut ve Bekleyiş
Eugenio Borgna
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder