Ey hoş kokulu katırtırnağı,
çöl çiçeği; sen bu ürkütücü dağın,
soykıran Vezüv’ün çorak
yamacındasın; salarsın yalnızlığı seven
salkımlarını etrafa; ne bir ağacın ne bir
çiçeğin şenlendirebileceği bu yerde,
sadece sen varsın.
Taş kesilmiş, sanki dalga dalga,
lavların koyu renge boyadığı bu ıssız
yamaçlara sık sık gelir otururum geceleri;
görürüm yükseklerden alev alev
yandığını yıldızların, denizin ayna gibi
yansıttığı uzaklardan; bu görülmedik
mavilik içinde gökyüzünü; bu hüzünlü
çorak topraklar üstünde; her taraf
kıvılcımlarla dolu; ışıl ışıldır dünya bu
sonsuz boşlukta. Gözlerimi o ışıklara
diktiğimde, bir nokta gibi görünürler
gözüme; oysa sınırsız boyuttadır
büyüklükleri gerçekte; bir nokta kadar
ufaktır yanında deniz ve toprak. Tümden
habersizdir bu yıldızlar insandan; insan
ne ki, dünyadan; insan bir noktadır onun
yanında. Bakarım çok daha ötelere
sonsuz uzaklıktaki yıldız kümelerine;
bir sis perdesi gibidir gözümün önünde;
yalnız insan değil, dünya da değil,
görülmedik sayıda ve yoğunlukta
yıldızlarımız, buna altın renkli güneş de
dâhil, tümü birden ya hiç gözükmezler bu
yıldız kümelerine ya da kendileri
nasıl görünürlerse dünyadan, tıpkı öyle,
bir bulutlu ışık noktasıdır gözlerinde.
bir bulutlu ışık noktasıdır gözlerinde.
İşte o zaman, ey insanoğlu,
acımamak elde mi senin hâline?
Anımsadıkça yeryüzündeki durumunu
-şu anda bastığım bu toprak tanığıdır bunun-
ve evrenin kralı, son ereği olarak yaratılmış
olduğuna inandığını; dahası, adına dünya
dediğimiz bu karanlık kum tanesinin üzerinde,
evreni yaratanların, senin aşkına, gökten inip
gelerek, benzerlerinle seve seve
söyleştiklerini düşlemekten nasıl
bir mutluluk duyduğunu; sanki tüm çağları,
bilgi ve uygarlıkta sollayan;
alay konusu olmuş boş lafları yeniden
gündeme getiren ve bilge kişileri küçümseyen
çağımızı düşündükçe; sana karşı, ey mutsuz
ölümlü, hangi duygu, hangi düşünceyi
besleyeceğimi kestiremiyorum. Gülsem mi
yoksa ağlasam mı hâline bilemiyorum.
Yoktur bir ayrıcalığı insanın
Doğa’nın gözünde; fazla özen göstermez insana
ya da ilgi karıncaya gösterdiğinden fazlasını;
ve eğer ilkindeki kıyım daha enderse,
yoktur bir başka nedeni; çünkü daha az
çoğalmaktadır insan soyu ötekine kıyasla.
Ve sen kokulu çiçeklerinle süslüyorsun
bu çorak toprakları, ey yumuşak başlı
katırtırnağı! Sen de boyun eğeceksin
çok geçmeden yer altından gelen ateşin
acımasızlığına; dönecek bir gün o, tanıdığı
yerlere, serecek açgözlü örtüsünü
senin yumuşak dallarının üstüne.
Eğeceksin masum başım ölümün
ağırlığı önünde; direnemeden.
Eğmemiştin oysa şimdiye dek boşuna
ve alçakça yalvararak,
önünde sonunda başını eğdirtecek olana.
Ve kaldırmadın başını da çılgınca bir gururla
yıldızlara doğup büyüdüğün ve yaşadığın
bu topraklardan, bir rastlantı sonucuydu bu,
istediğin için değil.
Ama daha akıllısın sen insandan
ve daha delice
çünkü inanmıyorsun sen ölümlü soyunun
ölümsüzlüğüne; ne yazgıdan, ne de
yaptıkların ve hak ettiklerinden ötürü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder