YÜZ PARÇA İŞKENCESİ


Tehlike altındaki kurban, işkence bahçesinde asılmış adam, çarmıha gerilen adam... Kiliselerde görülen bu vahşi temsillerin yarattığı korku, diz çöktüren ve titreten korku: Bataille, dindar olduğu dönemden beri, bütün bu imgeleri birer anı olarak, hatta belki de daha ziyade bir tercih konusu olarak korudu. Hıristiyanlık, en berbat şeyi yaparak -bir Tanrı’nın haysiyetsizce ve mide bulandırıcı ölümü-, müphem ve karanlık, aynı zamanda da sanrılı olan kendi gizemini açacak anahtarın ne olduğunu kuşkusuz doğru algılamıştır. Bataille da, Nietzsche gibi, bu acınası çıplak Tanrı’ya olan sevgisini korumuştur.

Fakat 1925 yılında, bir başka işkencenin sanrısına cevap verdi. 1922 yılında Madrid’te bilinçli düş görme yöntemleri deniyordu. 1938 yılında, düzensiz ve sarsıcı meditasyonlara girişecekti. 1925 yılında, dolaysız ve karanlık hazlara kendini verir. Haçın imparatorluğu kötülüğün imparatorluğudur: Pascal, Nietzsche ve Shestov gibi, Bataille da diriliş öyküsüne sağırdır. Hıristiyanlıkta onu tek ilgilendiren şey, altıncı saatte haç üzerinde terk edilmedir, onu sadece en insafsız bir şekilde terk edilmiş İsa ilgilendirmektedir. Çarmıh sınırsız kötülüğün tahakkümünü kurar (Kötülüğü düşünmeye çok geç başlayacaktır), fakat insanı kavrayan, sanrılar veren, hayran bırakan bir kötülüktür bu. 1925 yılında Adrien Borel, Çin’de uygulanan bir işkencenin, Yüz Parça İşkencesi'nin fotoğrafını ona gönderir. Bu, bir tanrı katlinin doğası gereği idealleştirilmiş temsili yerine, her türlü kurtuluştan mahrum, suçlu birinin sıradan infazını koymaktadır. İşkence görenin adı Fou Tchou Li’dir. Prens Ao Han Ouan’ı öldürmekten suçludur. İmparatorun bağışlayıcılığı (!), onun öngörüldüğü gibi yakılmasını değil, parçalanmasını sağlar ve yüz parçaya bölünür, canlı canlı kesilir. 10 Nisan 1905’teki bu işkenceye muhtemelen Georges Dumas ve kesin olarak da Louis Carpeaux tanık olur ve fotoğraflarını gönderirler. Adrien Borel'in Georges Bataille’ın bilgisine sunduğu fotoğraf bunlardan biridir hiç kuşku yoktur:


 “Bu fotoğrafın hayatımda belirleyici bir rolü oldu.” 



Bu rolün, gülmeyi keşfine denk olduğu varsayılabilir; Nietzsche’yi keşfine de denk: Dünyasını derinden sarsan bir rol. Bu fotoğraflarda şaşkına çeviren şey (burada yeniden yayımlanan fotoğraflardan hangisinin 1925 yılında Bataille’a gönderilen olduğunu bilmiyoruz; muhtemelen daha sonra hepsi ondaydı) işkence görenin "büyülenmiş", kendinden geçmiş halidir -belki de enjekte edilen afyon dozlarının etkisidir. İşkencecinin maharetli çalışması ne kadar acımasız olsa da, kurban hangi acılara katlanmak zorunda kalmış olsa da, dikelmiş saçlarıyla ve allak bullak olmuş gözleriyle kurbanın yüzünde dile gelmez bir ifade okunur. Daha önce bir insanın yüzünde hiç görmediğimiz bir acı mıdır bu? Yoksa sevinç midir, çılgınca ve kendinden geçmiş bir sevinç? Dumas, ihtiyatsızca, böyle bir kendinden geçme olduğunu savunur (ihtiyatsızca, çünkü onun kitabı bilimsel bir kitaptır); Bataille onun haklı olduğundan kuşku duymaz. Fotoğrafın bütün hoşgörülemez güzelliğini edinmesi için böyle görülmesi gerektiğinden kuşku duymaz.



Bu fotoğraflar Bataille’ın aklından hiç çıkmaz. Sık sık onlardan söz eder; hep yanında taşır. Bir gün, korku içindeki dikkati işkenceciye yönelirken -“Fotoğrafımdaki Çinli celladın, kurbanın bacağını dizinden kesmekle meşgul olan celladın imgesi kafama takıldı...”- bir başka gün kurbana yönelir: “Celladın yaptığı işe kendini teslim etmiş [...] genç ve baştan çıkartıcı Çinliyi seviyordum.” Bir gün sadizm bu sahneyi aydınlatarak, anahtarını verir: “Ben, dinsel vecd ile erotizm, özellikle sadizm arasındaki temel bağlantıyı açıklamak istiyorum” (Eros’un Gözyaşları'nda  Bataille şunu da yazar: “Sade bunu yalnızlıkta görmek isterdi, en azından görece yalnızlıkta; bu yalnızlık olmadan kendinden geçme ve şehvet etkisi imkânsızdır”)  (çarmıhın dibinde diz çökmüş azizelerin erotik sadizmi burada nasıl akla gelmez?). Başka bir gün, sadizm yoktur: “[...] Sadist içgüdünün yer almadığı bir sevgiyle onu seviyordum: Bana acısını, daha doğrusu acısındaki aşırılığı aktarıyordu ve benim de aradığım tam buydu; bundan haz almak için değil, içimde yıkıma karşı koyan şeyi yıkmak için.”


Dumas'nın işkence gören adama ihtiyatsızca atfettiği kendinden geçmeyi Bataille, bir tür mazoşist bulaşıcılıkla (“İşkence altında ölmek isterdim... ölüme giderken gülmek isterdim”) çok sonraları tanıyacaktır. 1938 yılında, bir dostu ona yogayı öğrettiğinde, “sonsuz tersine dönme kapasitesini değerlendirmek için bu fotoğrafı kullanır: “öyle afallamıştım ki, kendimden geçme noktasına vardım.”  (Bu kişi, emin olamasak da, muhtemelen Jean Bruno’dur. Her koşulda Bataille fazla ortodoks olmayan bir yogayla ilgilenmiştir; karanlık, sapkın bir yoga.)


Anahtar, bunaltıdır. Sınırsız bir bunaltı. Felakete bağlı bir bunaltı. Çarmıha gerilme, “mutlu” bir işkenceden biraz daha fazlasıydı: Tanrı ve kefaret ona iki anlamını vermişti. Fakat bu iki daha fazlaydı. Dehşet ancak açığa çıktığında dehşettir. Sadece o zaman kutsaldır: Dehşet ne kadar büyükse, kendinden geçme o kadar tanrısaldır: “Aniden gördüğüm şey  bu kusursuz zıtlıkların, dehşetin aşırılığı olarak bu tanrısal kendinden geçme ile zıddının özdeşliğiydi.”

Gerçekten de altüst oluş sonsuzdu. Bataille’ın 1925 yılında keşfettiği ve ölümünden bir yıl önce 1961'de, yani otuz yedi yıl sonra yayımladığı fotoğrafla onun eserinin temel pınarlarından biri olarak fışkırır: Aztek işkencesinin savurganlığı, kaygılı erotizm ve anlamsız israf, bu Çinli Dionysos’un olası imgeleridir: parçalanmış, çirkin, ürkek, kan içinde, bir yabanarısı kadar güzel.



Azteklerin kanlı tuhaflıklarının ve Yüz Parçanın imkânsız Çinli işkencesinin onu büyülemesi “delilik” midir? İnsanın kafasının tepesinde güneş ışığına gözünü kırpmadan meydan okuyabilen bir göze sahip olduğu inancı “delilik” midir? Acephale Cemiyeti’nin kutsala erişmesi için Bataille’ın insan kurban etme projesi tasarlaması “delilik” midir?... Bataille’ın düşüncesinde, kendisi hakkında bu hipotezi defalarca ortaya atmaması için fazlasıyla neden vardır. Bu hipotezi ancak kendini eleştirmek ve üzmek için yayardı. Fakat kuşkusuz, son tahlilde irrasyoneli tercih ettiğini (bu kadar şiddetli bir irrasyonel, aklını yitirmeye çok yakın olsa da) doğrulamadığı için kendine yönelteceği eleştiri ve sitem daha büyük olurdu:

“Akla ve rasyonel düzene hiç karşı olmadım (açıkça her fırsat çıktığında ben de başkaları gibi akıldan ve rasyonel düzenden yana oldum). Bu dünyadaki herhangi bir şey, yararlılık ihtiyacını aşmadan, olmayan cazibesiyle bile insanı mahvedip kanını dondurmadan, artık katlanılamayacak hale getirmeden, hoşlanılası olmuş mudur bilmiyorum."


***

Ürkmek ona yetmez, örneğin işkence gören, sabırla, titizlikle parçalanan, canlı canlı yüz kez parçalanan Çinli’nin ürkütmesi, bu ürküntü, bu dehşet, (titreyen, ürperen bir dikkat bile olsa) sadece dikkatimizi çekmekle kalmaz. Ayrıca, dayanılmaz biçimde bir mutluluk hali de olur; daha kötüsü, bu mutlulukta kendinden geçirten bir sevinç vardır (işkence sırasında çekilen fotoğraflardaki gülümseyiş elbette altüst edicidir). Bataille’ın düşlediği bu mutlulukta -ve bu dayanılmaz olduğundan (akla rağmen, buna dayanmamız istenir), resmin ortaya çıkmasını sağlayan tarifsiz nitelik vuku bulur. Her şey daha kötüye doğru gösterişli bir biçimde yönelmiştir ve bununla birlikte olası bütün korkulardan (aklın karşılık vereceği her korkudan) daha berbatı vardır: İşkence görenin hastalıklı aşırılığı, haz alışı ve tadını çıkarması.

Doğranarak, içi deşilerek, parçalanarak işkence gören Çinli sadece acımasız bir halde değildir, üstelik mutludur (en azından, onda bunu gören Bataille’ın görülmesini istediği budur).

*
Michel Surya
BATAİLLE

*
İlgili okuma:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/02/BATAİLLE'IN MASASINDAKİ FOTOĞRAF

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder