Yabancı'yı Yeniden Okurken / Roland Barthes

Kitabı geçenlerde yeniden okuyordum; Peguy’nin bugün yaşıyor olsaydı övgü dolu bir ifadeyle “yaşlanma”sı diyeceği özelliği beni çarptı: Eser de pekâlâ yıllanır, olgunlaşır, zamanı takip eder ve gizli özelliklerini yavaş yavaş açığa vurur. On yıl önce pek çok başkası gibi ben de o günkü teze kapılmış, kitabı -hepsi istihfaf [litote] sanatıyla üretilmiş- büyük klasiklerle eşitleştiren o hayranlık uyandırıcı sessizliğini görmüştüm özellikle. Şimdiyse gözlerime koca bir sıcaklık vuruyor kitaptan, Camus’nün ilk romanında yakalamayı becerebilseydik bile sonraki eserlerine şüphesiz ki o kadar yakıştırmayacağımız bir lirizm görüyorum onda.


Güneş

Yabancıyı bir tez değil de eser yapan, insanın onda bir ahlakın yanı sıra bir mizaç bulmasıdır. Meursault Güneş’e tensel olarak boyun eğmiş bir adamdır; bana öyle geliyor ki bu boyun eğişi neredeyse dinsel bir anlamda anlamak lazım.

Tıpkı antik mitolojilerde veya Racine’in Phadre'inde olduğu gibi burada da Güneş bedenin yazgısı olacak kadar derin bir beden deneyimidir; öyküyü yaratır ve Meursault’nun o kayıtsızlıkla geçen süresi içinde, edim üretici bazı anları hazırlar. Romanın üç epizodundan (defin, deniz kenarı, duruşma) hiçbiri yoktur ki güneşin bu mevcudiyetinin egemenliğinde olmasın; güneşin ateşi romanda Antik zorunluluğun titizliğiyle iş görür.

Sahici her eserde olduğu gibi mitik unsur, figürlerini geliştirmeye devam eder ve Meursault’yu anlatısının üç ânına taşıyan güneş aynı değildir. Başlangıçtaki cenaze güneşi ancak maddenin yapışması dolayısıyla görülebilir: Yüzlerdeki ter ya da konvoyun ilerlediği kızgın yoldaki katranın yumuşaması, bütün bunlar yapışkan bir ortamın imgesidir; Meursault ayinlerden ne kadar sıyrılabiliyorsa Güneş’ten de ancak o kadar sıyrılabilir ve güneşin ateşinin işlevi sahnenin absürdlüğünü aydınlatmak ve yapış yapış hissettirmektir. Deniz kenarındaysa diğer güneş figürü: Bu defaki sıvılaştırmaz, katılaştırır, her türlü maddeyi metale, denizi kılıca, kumu çeliğe, jesti cinayete çevirir: İnsanın yumuşak ve boğuk teninin aksine güneş silahtır, namludur, üçgendir, sakatlamadır. Ve Meursault’nun yargılandığı duruşma salonunda, kuru bir güneş vardır, toz-güneş, yeraltı mezarlığının köhne ışını.

Güneş ile hiçin bu karışımı kitabı her kelimesiyle ayakta tutar: Meursault sadece bir dünya fikriyle değil, atalardan kalma koca bir gösterge düzenine yayılmış kaderle (Güneş) de kavgalıdır, zira Güneş burada her şeydir: sıcaklık, gevşeme, şenlik, hüzün, kudret, delilik, sebep ve ışık.

Yabancıyı bir tragedya yapan da işte Sıcaklık-Güneş ile Berraklık-Güneş arasındaki bu muğlaklıktır. Tıpkı Oidipus Kolonos'ta veya Shakespeare’in II. Rıchard’ında olduğu gibi, Meursault’nun davranışı bizi kendisinin muhteşem ve kırılgan varoluşuna bağlayan tensel bir güzergâhla ikiye katlanır. Bundan dolayı da roman sadece felsefe değil aynı zamanda edebiyat üstüne kurulmuştur: Yayımlanmasından on yıl sonra bu kitaptaki bir şey bizi büyülemeye, canımızı yakmaya devam ediyor ki bunlar da her türlü güzelliğin ikiz güçleridir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder