L'homme atlantique (1981, Marguerite Duras)


Kameraya bakmayacaksınız. Sizden bakmanızın istendiği zamanlar dışında.

Unutacaksınız.

Unutacaksınız.

Siz olduğunuzu unutacaksınız, unutacaksınız bunu.

Sanırım olabilir birşey bu.

Bunun kamera olduğunu da unutacaksınız. Ama herşeyden önce siz olduğunuzu unutacaksınız. Siz.



Evet, sanırım yapılabilir bir şey bu; örneğin, diğer yaklaşanların arasında ölümünkinden, sizin, adsız ve baskın bir ölümün içinde kaybolmuş ölümünüzün yaklaşmasından başlayabilirsiniz.

Gördüğünüze bakacaksınız. Ama mutlaka bakacaksınız. Bakışınızın sönüp gitmesine, kendi kendini körleştirmesine kadar bakmaya çalışacaksınız ve sonra öyle bakmaya zorlayacaksınız kendinizi. Sonuna kadar.

Soruyorsunuz bana : Bakmak, ama neye?


Diyorum ki işte, denize (evet, bu sözcük sizin önünüzde) denizin önündeki bu duvarlara, sürüp giden kaybolmalara, bu köpeğe, bu kıyıya, atlantik rüzgârı altında kalmış bu kuşa.

Dinleyin. Sanırım ki görmediğiniz bir şeylere bakarsanız, bu ekranda belli olur. Ve boşalır ekran.

Burada bakmakta olduklarınızı, denizi, camları, duvarı, camların ardındaki denizi, duvarların içindeki camları, daha önce hiç görmemiş olacaksınız. Hiç bakmamış.

Düşüneceksiniz ki olup bitenler bir tekrar değildir, bir başlangıçtır, tıpkı kendi yaşamınızın, sürdüğü her saniyede olduğu gibi.



Düşüneceksiniz ki çevrilen filmin o anında, benim yanımdaki binlerce insanın arasında, yerini dolduran bir tek sizsiniz.

Düşüneceksiniz ki sizi seçen benim. Ben. Sizi. Umuduma ne kadar yakın ya da ona ne kadar uzak olursanız olun, benim yanımda herşeyinizle kendiniz olan siz.

Kendinizi düşüneceksiniz ama şu duvarı düşünür gibi, denizi, ilk kez birbirinden ayrılan bu rüzgârla bu martıyı, şu yitmiş köpeği...

Düşüneceksiniz ki mucize, bu sürekli akışın her noktasındaki benzerlikte değil, fakat onları ayıran başedilmez farklılıktadır. O fark ki insanları köpeklerden, köpekleri sinemadan, kumu denizden, tanrıyı bu köpekten veya rüzgâra karşı inatçı şu martıdan, gözlerinizin canlı billurunu kumların yaralayan billurundan, salonun bunaltıcı havasını bu otelin kumsalınkine benzeyen gözkamaştırıcı ışıltısından, her sözcüğü her cümleden, her satırı her kitaptan, her günü her yüzyıldan ve her geçmiş veya gelecek sonsuzdan ve sizden ve benden ayırır.

Yani rolünüz boyunca sizden koparılıp alınamaz krallığınıza inanmanız gerekecek.

İlerleyeceksiniz. Yalnızken ve birinin size baktığını sandığınız zamanlar yürüdüğünüz gibi yürüyeceksiniz. Sanki tanrı ya da ben ya da deniz boyunca yürüyen şu köpek ya da atlantik nesnesinin önünde yapayalnız, rüzgârla çarpışan şu trajik martı sizi izliyormuş gibi.

Demek istiyorum ki: Sinema sizin şu anda yaptığınızı yansıtabileceğini sanıyor. Ama siz, neresi olursa olsun bulunduğunuz yerden, ister kumla, ister rüzgârla, ister denizle ya da duvarla, ya da kuşla, ya da köpekle bir olan bir yerleriniz oldukça, farkedeceksiniz ki, bunu yapamaz sinema.

Bırakın şimdi bunu bir kenara. Boşverin. İlerleyin.




Göreceksiniz ki herşey siz salonun sütunlarını geçtikten sonra deniz boyunca ilerledikçe gövdenizin şimdiye dek hep doğal sandığınız ilerleyişiyle başlayacak.

Sağa doğru dönüp camlar ve deniz boyunca yürüyeceksiniz, camların ardında deniz, duvarların içinde camlar, martı ve rüzgâr ve köpek.

Tamam.

Deniz boyuncasınız, bir bakışınızla birbirine kenetlenmiş bütün bu şeyler boyunca.
Şimdi deniz sizin solunuzda. Onun, rüzgârınkiyle karışan uğultusunu duyuyorsunuz.

Deniz upuzun soluklarla ilerliyor size doğru.

Siz ve deniz, benim için teksiniz, bir tek nesne, benim bu serüvendeki rolümün nesnesi.


Ben de denize bakıyorum. Siz de ona benim gibi, benim ona, sizin yerinize tüm gücümle baktığım gibi bakmalısınız.

Kameranın alanından çıktınız.

Yoksunuz.

Siz gidince yokluğunuz çıkageldi, az önce varlığınızınki gibi, onun da resmi çekildi.

Yaşamınız uzaklaştı.

Yalnızca yokluğunuz kaldı, birdenbire incecik, kendine yol açamaz, isteğe teslim olamaz yokluğunuz.

Artık tam olarak hiçbir yerde değilsiniz. Artık yeğlenen değilsiniz.

Sizden, bu kararsız, bu gezgin yokluktan başka hiçbir şey kalmadı artık. O yokluk ki bir ekranı dolduruyor, tek başına -neden olmasın- bir Fanvest ovasını ya da bu işe yaramaz oteli ya da şu kumları istila ediyor, bu özlemde boğulmuş, ağlatacak kadar köksüz yokluktan başka hiçbirşey olmayacak artık.

Bu ağlamanın, bu acının sizi ele geçirmesine izin vermeyin.

Hayır.


Unutmayı sürdürün, bilmemeyi ve tüm bunların ve kendinizin evrimi olmayı. Dün akşam, kesin ayrılışınızdan sonra zemin kattaki parka bakan salona gittim -hani kendimi hep o trajik, o kışı açan haziran ayında hissettiğim salona -Evi süpürmüş, herşeyi temizlemiştim, cenaze törenime gidecekmişim gibi. Yaşamda herşey belli, herşey bağışık, arınmıştı ve kendi kendime dedim ki:

 "Biten bir aşkın yalanından kendimi kurtarmak için yazmaya başlamalıyım."


Eşyalarımı yıkamıştım, dört şeyi, hepsi temizdi; gövdem, saçlarım, giysilerim ve tümünü (gövdeyi ve giysileri) içinde saklayan bu odaları, bu evi, bu parkı.

Ve sonra yazmaya başladım.

Ölümüm için herşey hazır olunca, nedenini sizin sezinleyemeyeceğiniz, evrimini farkedemeyeceğiniz şeyleri yazmaya başladım. Böyle oldu. Hep sizin anlamazlığınıza seslendim. Böyle olmasaydı, görüyorsunuz ya, hiç gerek kalmazdı.

Ama birden sizdeki bu imkansızlık benim için önemini yitirdi. Onu size bıraktım, kendime hiçbirşey saklamadım, size verdim onu hep yanınızda taşıyacağınızı, götüreceğinizi, onu uykunuza, size mutluluk diye öğretilenden -ki bu sevgililerin anlaşmalarındaki çürümüş mutluluktur- ayrıştırdığınız düşlerinize katacağınızı umarak.

Sonra gün her zamanki gibi döndü, gözyaşlarıyla, ve oyun için hazır. Ve oyun bir kez daha kendini gösterdi.

Ve ölmenin tam tersine, o parktaki terasa gidip, hiç heyecansız, yüksek sesle, günlerden 15 Haziran 1981 Pazartesi olduğunu, o korkunç sıcakta buradan ayrıldığınızı ve sanırım ki bu kez, evet, bu kez hiç dönmeyeceğinizi söyledim.


Sanırım gidişinizden acı duymuyordum. Herşey her zamanki gibi oradaydı, ağaçlar, güller, evin terasa düşen gölgesi, saat ve tarih, ve bu arada siz yoktunuz. Dönmeniz gerektiğini sanmıyordum. Parkın ön tarafındaki kumrular, kavuşmak için ötüp duruyorlardı. Sonra saat akşamın sekizi oldu.

Sizi sevmiş olacağımı söyledim kendime. Şimdiden sizden bana yalnızca kararsız bir anı kaldı sanıyordum ama hayır yanılıyordum, gözlerimi çevreleyen kumsallar kalmıştı. Bir de ölümü merkez almış bu bakış.

O zaman neden olmasın dedim kendi kendime. Neden bir film çevirmeyeyim. Bundan böyle yazmak fazla gelecekti. Bir film, neden olmasın.

Sonra güneş doğdu. Bir kuş terası ve evin duvarını boylu boyunca geçti. Evi boş sandığından, öyle yaklaştı ki bir güle çarptı. Versailles dediğim güle.

Bu ani bir devinim oldu. Göğün ışığına erişemeyen parktaki tek devinim. Kuşun kadife uçuşunda gülün titreyişini duydum. Ve güle baktım. Önce hareketlenip canlanmış gibi kıpırdadı, sonra yavaş yavaş her zamanki gül oldu.

Siz gittiğiniz andaki halinizle kaldınız ve ben yokluğunuzdan bir film yaptım.



Yine kameranın önüne geçeceksiniz. Bu kez bakacaksınız ona.

Kameraya bakın.

Şimdi kamera, kendi kendini gördüğü aynaya paralel olan aynada yeniden belirişinizi görüntüleyecek.

Kıpırdamayın. Bekleyin. Şaşırmayın. Söyleyeceğim size: Yine görüntüde belireceksiniz. Önceden haber vermemiştim size bunu, hayır. Evet, yeniden başlayacak.

Şimdiden ardınızda bir geçmişiniz, bir sahne var.

Şimdiden yaşlandınız.

Şimdiden tehlikedesiniz. Şimdi önünüzdeki en büyük tehlike, kendinize, bir saat önce çekilen ilk sahneye benzeme tehlikesi.

Yine unutun.

Daha da unutun.

Salondaki bütün seyircilere, hepsine teker teker ve herbirine kendisi için bakacaksınız.

Şunu iyi anımsayın: Salon tek başına tüm bir dünyadır, sizin gibi, sizin kendi kendinize olduğunuz gibi.

Hiç unutmayın.


Korkmayın.



Şimdi yapacağınız şeyi dünyada kimse, sizden başka kimse yapamaz: Tanrı emriyle buradan bugün ikinci kez, yalnız benden geçmek.

Anlamaya çalışmayın yaşamı, bu fotoğraf olgusunu.

Şimdi kendi gözleriniz önünde öleceksiniz.

Kameraya bakacaksınız sanki denize bakar gibi, sanki denize ve camlara ve köpeğe ve rüzgâr kuşuna ve dalgalara karşı sapasağlam duran kumlara.

Yolculuğun sonunda nereye bakmış olduğunuza kamera karar verecek. Bakın. Kamera yalan söylemeyecek.

Ama kendi seçtiğiniz, hep beklemiş olduğunuz bir nesne gibi bakın. Sanki ona kafa tutmaya karar vermişsiniz, onunla bir ölüm kalım savaşına girecekmişsiniz gibi.
Sanki o anda, ona baktığınız anda, sizi ilk öldürmek isteyenin kamera olduğunun farkına varmışsınız gibi yapın. Etrafınıza bakın. Gözalabildiğine durgun bu enginleri, bu savaşlarla ve sevinçle pekişmiş vadileri, bu yüzyüze duran sinema vadilerini tanıyacaksınız.

Dönün.

Geçin.

Unutun.

Sinemadan -bu ayrıntıdan- uzaklaşın.

Film böyle kalacak. Bitti. Hem varsınız, hem saklanmış. Sadece bu film boyunca var, ve sizinle ilgili her bilgi, hakkınızdaki her bilgide saklı.

Sizi sevmediğim zaman hiçbirşeyi sevmiyorum artık, hiçbir şeyi, birtek sizi, hâlâ.

Bu akşam yağmur yağıyor. Evin çevresine ve denizin üstüne yağıyor. Film böyle kalacak, olduğu gibi, ona katacağım başka görüntü yok. Nerede olduğumuzu bilmiyorum artık, hangi aşkın hangi sonunda, hangi başka aşkın hangi başlangıcında, hangi öyküde yittiğimizi. Yalnızca bu film için biliyorum. Ve film için tek bildiğim, artık hiçbir görüntünün, bir tekinin bile onu uzatamayacağı.

Gün ışığı gündüzün üzerinden henüz kalkmadı ve ormanların orada ya da tarlalarda, ya da vadilerde tek bir soluk yok. Kimse bilmiyor hala yazda mıyız yoksa yaz sonunda mı, yoksa yalancı, kararsız, korkunç, adsız bir mevsimde mi.

Sizi ilk gün gibi sevmiyorum şimdi. Artık sevmiyorum sizi.

Bu arada gözlerinizin etrafında bakışınızı çevreleyen bu enginler ve sizi uykunuzda hareket ettiren dirim hep kaldı.

Bir de gözlerinizi, gözlerinizin keşfettiği enginleri bildiğimi nasıl yazacağımı, onların o ilk anlamdan arınmışlıklarını nasıl göreceğimi bilmemenin şaşkınlığı.

Bütün bunlardan bildiğim tek şey şu: Bir zamanlar burada olan, yaşadığından haberi olmayan (yaşamasını bilmez biri derdim size) ve benim yaşadığını bildiğim birinin yaşadığından haberli olan benim, böyle, bunu bilme durumuyla kendimi ne yapacağımı bilemememin verdiği şaşkınlığa katlanmaktan başka yapacağım birşey yok.

Diyorlar ki, yaz ortasındaymışız, mümkündür. Bilmiyorum. Güller de çoktan açmışlar parkın ucunda, kimi zaman yaşamları boyunca kimseler görmüyormuş onları, birkaç gün kokular ve tereddütler içinde öylece durup, sonra soluyorlarmış. Bu yalnız, bu unutan kadın tarafından hiç görülmeden. Benim tarafımdan hiç görülmeden ölüyorlar.

Yaşamayla ölme arasında bir sevgideyim. Tam da duyarlığınızdaki bu boşluğun ardında farkediyorum benim hoşuma gitme yeteneğinizi. Sanırım bağlandığım, yalnızca, yaşamın sizi hiç terketmemesi, yoksa onun sürüp gitmesi umurumda bile değil; yaşam, bana hakkınızda hiçbirşey öğretemez, olsa olsa ölümü daha yakın, daha kabullenilir, evet, daha istenebilir kılar.

İşte böylece duruyorsunuz karşımda, sakin, sağlam, masum, akıl almaz bir kışkırtma içinde.

Bunu bilmiyorsunuz.



*Çeviri: Defter Dergisi
 Onur Cankoçak

* Duras'ın film metninin tamamına Normandiya Kıyısının Yosması isimli kitaptan
ulaşabilirsiniz. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder