Bukowski Arası

hava, ışık, zaman ve ferahlık,



“-biliyor musun, ya ailem vardı başımda ya da iş, araya

hep bir şeyler girdi

ama şimdi

evimi sattım, nefis bir yer

buldum, geniş bir stüdyo, o ferahlık

o ışık, görmelisin

hayatımda ilk kez yaratmak için yeterince

mekanım ve ışığım olacak.”



Hayır yavrum, yaratacağın varsa

bir maden ocağında günde 16 saat

çalışırken de yaratırsın

ya da

üç çocukla küçük bir odada

işsizlik yardımı ile

geçinirken,

vücudun ve beynin

kısmen parçalanmışken bile

yaratırsın,

kör

topal

felçli,

kent depremle, bombardımanla, selle,

yangınla boğuşurken sırtına bir

kedi tırmanır ve sen

yaratırsın.



Güzelim, havaymış, ışıkmış, zamanmış, ferahlıkmış,

yok bunların bu işle ilgisi

ve hiçbir şey yaratmazlar

yeni bahaneler bulmaya yarayacak

daha uzun bir hayattan

başka.


yazar,


yazar olmaya çabalarken katlanmak zorunda 
kaldıklarımı düşündüğümde -bütün o kentlerdeki 
bütün o odalar, yediklerim bir fareyi bile 
hayatta tutmaya yetmezdi. 


o kadar zayıftım ki 
ekmek dilimleyebilirdim 
kürek kemiklerimle, ve çok 
enderdi, ekmeğimin olması...
ama sürekli yazıyordum 
kağıt parçalarına.


ve bir odadan diğerine taşındığımda
mukava bavulum buydu: içi kağıt dolu
kağıt.


her yeni ev sahibesi mutlaka
 sorardı:"ne iş yaparsın?"


"yazarım."

"hım..."


zanatımı
icra etmek için
bu küçük odalara yerleştikten sonra
 acırlardı bana, bazen bir elma, 
bir şeftali ya da biraz ceviz 
ikram ederlerdi, yediklerimin 
onların bana verdiklerinden ibaret 
olduğunu akıllarından bile geçirmeden.


ama odamda 
ucuz şarap şişeleri 
buldukları an son bulurdu 
merhametleri.


aç bir yazar olunabilirdi 
ama
aç ve içen 
hayır.
hiçbir şey için bağışlanmaz 
ayyaşlar.


ama dünya hızla üstünüze kapanıyorsa
iyi bir dosttur
şişe.




ah, bütün o ev sahibeleri, 
çoğu şişman, ağır, kocaları 
çoktan Ölmüş, kendi 
dünyâlarının merdiveninden inip 
çıkarken görebiliyorum hâlâ 
o ahizeleri.


varlığıma hükmediyorlardı:
arada sırada kirayı bir hafta geciktirmeme
göz yummasalar
sokaktaydım


ve YAZAMAZDIM 
sokakta.
oda çok önemliydi, kapı, 
duvarlar.



ah, o karanlık sabahlar 
o yataklarda 
ayak seslerini, 
öksürükleri, sifon seslerini 
dinleyerek yemeklerinin kokusunu
alarak,
New York’a ve dünyaya yolladığım öyküler 
için bir cevap bekleyerek, 
oradaki eğitimli, zeki, züppe, birikimli, 
resmi, rahat insanlara görderdiğim 
öyküler.


nasıl da nazlanırlardı 
"hayır" demek için.


evet, ev sahibeleri ufak tefek 
işlerle uğraşıp ortalıkta 
dolanır, bıçaklarını biler ve 
burunlarını her yere sokarken 
o karanlık yataklarda yatıp 
kendime özgü tarzımla 
söylemeye çalıştıklarımı anlamayan 
editör ve yayıncıları düşünür


ve yanıldıklarına karar 
verirdim.


arkasından daha da can sıkıcı 
başka bir düşünceye 
kapılırdım:


ya ben aptalın teki isem?:




hemen hemen her yazar 
sıradışı
yazdığını düşünür, 
bu doğaldır.



aptal olmak da 
doğaldır.



sonra
yataktan çıkıp
elime bir kağıt parçası alır
ve yazmaya başlardım
yine.



selam, Hamsun




hüzünlü yüreğimi güçlendirmeye yetmeyen

iki şişe şarabı içtikten sonra



bu sarhoş karanlığından uzaklaşıp

yatak odasına doğru giderken

yazacak zaman bulabilmek için

kendi etini yiyen

Hamsun’u

düşünüyorum



kapaklanıyorum

odaya

yaşlı

bir adam



yukarı

aşağı

yanlamasına yüzen

bir cehennem balığı gecede.




yedekler,



tuhaf ve cesur insanlara dair yazarken
ölümüne içen Jack London.
karanlık ve şiirsel
eserlerini yazarken kendini içki ile
bitiren Eugene
O'Neill.


çağdaş yazarlarımız
üniversitelerde ders veriyor şimdi
takım elbise,kravat,
erkek öğrenciler pür dikkat,
kız öğrencilerin buğulu
bakışları öğretmenin üstünde,
çimler öyle yeşil,kitaplar
öyle sıkıcı ve
hayat susuzluktan öyle
ölmekte
ki.



duygu meselesi,



A. Huxley 69 yaşında öldü,

o denli güçlü bir yetenek için çok genç,

ve bütün kitaplarını okudum

ama aslına bakarsanız

Ses Sese Karşı

fabrikalara,

ayyaş koğuşlarına ve

nahoş kadınlara

katlanabilme

gücü verdi bana.

o ve

Hamsun'un

Açlık‘ı,

o iki kitabın

hayli yararı oldu.

büyük kitaplar gerek bize.




Huxley'nin kitabını sevdiğime

ne kadar şaşırdığımı

hatırlıyorum

ama öylesine hırçın

harikulade ve

karamsar

bir entelektüalizmden geliyordu ki,

ve kitabı okuduğum sıralar

bana bir keresinde

Pound'un Kantolar'ını

fırlatıp

kitabın beni ıskaladığı gibi

ıskalayan

hırçın ve

kaçık bir kadınla

bir otel odasında yaşıyordum.

bir floresan fabrikasının

paketleme bölümünde

çalışıyordum

ve kafayı çektiğimiz bir gün

“al, oku şunu!”

diye bağırdım hatuna

Ses Sese Karşı'yı

kastederek



“ha, götüne sok sen o kitabı!” diye bağırdı bana.



neyse, 69 erken bir ölümdü Huxley için.

ama bir temizlikçi kadın için de erkendir.

ancak

bize dayanma gücü

veren insanlar söz konusu olduğunda,

bütün o aydınlığın

birden kararması

sarsıyor insanı biraz —

temizlikçi kadınların, taksi şoförlerinin,

polislerin, hemşirelerin, banka

soyguncularının, rahiplerin,

balıkçıların, aşçıların ve

cokeylerin

canı

cehenneme.




ustura gibi günler, sıçanlı geceler,

 

genç bir adam iken zamanımı barlarda ve kütüphanelerde

geçirirdim; sıradan ihtiyaçlarımı nasıl karşıladığım

gerçek bir bulmaca; neyse, onlara fazla kafa yormazdım

diyelim-

okuyacak bir kitabım ya da bir şişe şarabım varsa başka

şeyler düşünmezdim-

budalalar kendi cennetlerini

yaratırlar.

 

barlarda kabadayılık taslardım, bardak kırardım,

dövüşürdüm, belaydım.

 

ama kütüphanelerde farklıydım; sessizdim,

odadan odaya gider, bir kitabı baştan sona okumaktan

çok farklı konularda kitaplardan bölümler okurdum:

tıp, jeoloji, edebiyat ve felsefe. piskoloji,

matematik, tarih ve benzeri konular sıkardı beni.

müziğe gelince, teknik ayrıntılardan çok

müziğin kendisi ve bestecilerin hayatları

ile ilgilenirdim ...

 

fakat, gerçek kardeşlik bağını filozoflarla kurdum:

Shopenhauer ve Nietzsche, hatta okunması güç koca Kant:

 o sıralar çok revaçta olan Santayana'yı aksak

ve sıkıcı bulurdum; Hegel için gerçekten çaba sarfetmek

gerekiyordu, özellikle akşamdan kalma isen; o zamanlar

okuyup şimdi unuttuğum niceleri var, iyi de etmişim belki

unutmakla,

 ama ayın aslında varolmadığını kanıtlamak için

tam bir kitap yazan birini anımsıyorum, öylesine

iyi yazılmıştı ki, kitabı okuduktan sonra adama hak

veriyordunuz, ay yoktu.

 

ay bile aslında yoksa

nasıl dayanır bir genç adam

sekiz saatlik

vardiyaya?

başka neler

olmayabilirdi?

 

ve edebiyattan çok eleştirmenleri severdim;

göt heriflerdi hepsi; başka eleştirmenlere,

başka yazarlara hakaret etmek için

mükemmel, kendi içinde harikulade bir dil

kullanırlardı. gerçekten köpürtürlerdi

beni.

 

ama o karışık beynimde

asılı duran

gereksinmeyi

karşılayan

filozoflardı: aşırılıklarının

ve pıhtılaşmış sözcüklerinin içinde

yüzerken

birden

alev alev kumar kokan, insanda

saf gerçek duygusu  uyandıran inanılmaz

bir cümle ile sıçrayıverirlerdi

üstünüze, bir karton parçasından

farksız olan günlük yaşamda aradığım şey de bu

 kesinlikti.

 

 

ne harikulade adamlardı o yaşlı köpekler, ustura gibi

günlere ve sıçanlı gecelere dayanma

gücü verdiler bana; bir de cehennemden

mezatçılar gibi pazarlık eden

kadınlara.

 

 

hiç kimsenin seslenmediği gibi seslendiler

 bana filozoflar, kardeşlerim

benim; muazzam bir boşluğu

doldurdular.

 ne iyi çocuklardılar,

 ah, ne iyi çocuklar!

 

 

evet, kütüphanelerin yararı oldu; öbür

mabedim, barlar, farklı bir konuydu, daha sade.

dil ve tarz

farklıydı...

 

 kütüphane günleri, bar geceleri.

geceler hep aynıydı,

biri gelip yakınıma bir yere oturur, kötü

biri olması gerekmez, ama bir şeyine

gıcık kaparım, dehşet verici bir ölülük

vardır adamın üstünde-babamı, öğretmenlerimi,

madeni ve kağıt paralardaki yüzleri, donuk

bakışlı katillere dair kabusları hatırlatır

bana; adamla pis pis bakışmaya

başlarız, giderek bir öfke büyür

aramızda; düşmanız, kedi ile köpek,

rahip ile ateist, ateş ile su; gerilim

artar, ellerimizi kavuşturur, çözer ve

yine kavuştururuz, içmek  için bir nedenimiz

vardır nihayet.

 

yüzünü bana çevirir:

"canını sıkan bir şey mi var, arkadaşım?"

 "evet. sen."

 

"bu konuda bir şey yapmayı düşünüyor musun?"

 

 "kesinlikle."

 

içkilerimizi dipleriz, kalkarız, barın arkasından

arka sokağa çıkarız: karşı karşıya

 geliriz.

 

 "aramızda boşluk var sadece. o boşluğu

kapatmak istiyor musun?" derim ona.

 

hızla üstüme gelir ve oyunun

parçasının parçasının parçasıdır bir şekilde.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder