Picasso'nun portreleri arasında en unutulmaz olanlardan biri 1937 Ekimi’nde yaptığı, aynı yıl içinde eleştirmen Ronald Penrose tarafından satın alınan (onun daha sonra Londra’daki Tate Gallery’ye sattığı, bugün hâlâ orada bulunan) Ağlayan Kadındır. Bir insan yüzü kadar küçük boyutlarda resmedilmiş olan bu portre, bakışı ters yönlere çeken alev alev tamamlayıcı renklerle bezenmiştir: yeşil ve kırmızı, mor ve sarı, turuncu ve mavi. Buruşturulmuş, keskin açılar verilmiş beyaz bir mendil, gözyaşlarını silen parmakların ve gıcırdatılan dişlerin çizgilerini almış. Genç kadın kahverengiler ve sarılarla bezenmiş bir fon üzerinde resmedilmiş (bu, bir yarısı kutsal konulara uygun altın varak kaplanmış, öteki yarısı sıradan, dindışı tutkuları sergileyen Paris bistrolarına özgü bir fon), kırmızı şapka ve bu şapkaya takılmış göz alıcı mavi peygamberçiçeği, beni tablonun tüm öteki ayrıntılarından çok daha fazla etkiliyor. Kadın güzelleşmiş, sevincini belirten canlı bir şapka giymiş, taranmış, mutluluk beklentisi içinde süslenmiş ama şimdi herkes ona bakıyor, mutlu, şık, son derece kayıtsız şapkası onunla, onun üzüntüsüyle alay ediyor. Bu çok özel üzüntüyü izlemeye gönlümüz nasıl razı olabilir? Bu tabloda olmayan ve bizlerin, ona dışarıdan bakanların onun alanına bu kadar kolaylıkla girmemizi, aynı zamanda hem acıma, hem hayranlık duygularıyla heyecanlanmamızı sağlayan şey ne? Bu portrenin öyküsünden, arada kalan yarım yüzyıllık bir mesafeden sonra, heyecanla yanan bu acılı yüzden, onu okuyabilmemiz için bizi yönlendirebilecek ne çıkarabiliriz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder