***
M. Mukadder Yakupoğlu
Edebi ve felsefi metinleri öteki
metinlerden ayıran özelliklere genel olarak baktığımızda yaratıcılık,
bireysellik, keyfilik özelliklerinin öne çıktığını görüyoruz. Bu metinlerle ilgili
sonu gelmez tartışmaların kaynağı belki de bu özelliklerde bulunmaktadır.
Edebiyat ile felsefe arasında çok
karmaşık ilişkiler ve karşı konulamaz geçişler vardır. Felsefi bir metin edebi
bir metin olarak okunabileceği gibi bunun tersi de aynı ölçüde doğrudur.
Felsefi bir metnin değeri edebi ölçütlere vurulabildiği gibi edebi bir metnin
değeri felsefi çerçeve içinde ölçülebilir. Edebiyat ile felsefenin bu kadar iç
içe olmasının nedeni nedir?
Bunun nedeni, hem edebiyatın ve
hem de felsefenin çıkış noktasının varoluş sorunu olmasıdır. Edebiyat ve
felsefe yazarları hep kendilerinin varoluş-sal sorunlarından çıkmışlar ve
dünyaya, topluma ve evrene bu sorunların içinden bakmışlardır. Edebiyat
etkinliğinin varoluş sorununun bir yansıması olduğunu gösteren çok önemli bir
eser var. Bu eser Maurice Blanchot
tarafından yazılan L’espace litteraire (Edebiyat Alanı) adlı kitaptır. Blanchot
bu kitabında özellikle Mallarme, Kafka ve Rilke’den yola çıkarak edebi
yaratıcılığın kökenlerini araştırmıştır. Blanchot’nun edebiyat olgusuna bakış
açısı da bu yazımın esin kaynağı olmuştur. Yazımın ilk bölümünde bir edebiyat
yazarının varoluş sorununu içselleştirmesi ve eser olarak yansıtması konusu
ele alınacak ve ikinci bölümde bu perspektiften yola çıkılarak ülkemizde
edebiyat alanındaki kurumlaşma, iktidar ilişkileri, medyatik yönlendirme
(beyin yıkama), edebiyat eleştirisinin işlevi irdelenecek ve üçüncü bölümde
edebiyat ve felsefe yazarının yaptığı işin özü açığa çıkarılmaya
çalışılacaktır.
* *
Blanchot’nun kitabında edebiyatın
genel olarak insanın varoluşsal sorununa bütünsel bir bakış olarak
değerlendirildiğini görüyoruz. Yazar yazmadan önce sorunlu bir varoluş durumu
içindedir ve bu sorununa bu dünyada ve bu toplumda bir çözüm bulamamaktadır.
Blanchot yazarın bu durumunu “temel yalnızlık” olarak betimliyor ve eserin bu
yalnızlığın içinden fışkırdığını belirtiyor. Yazar eserden yola çıkar ve bu
eser yoluyla içinde bulunduğu dünyayla ve toplumla bağlantı kurar. Bu nedenle
yazarla okur arasında hiçbir bağlantı yoktur. Okurun yazarla hiç iletişim
kuramamasının nedeni bu bağlantısızlıktır.
Dış dünyada yazar eseri yoluyla hiçleşir ve mutlak
yalnızlığını yaşama olanağını elde eder. Kafka örneğinde olduğu gibi büyük
yazarlarda yazı veya edebiyat toplumla, dünyayla bağlantı kurmanın tek yolu
haline gelir.
Yazar dünyayla, toplumla hiçbir
zaman aşılamayacak uyumsuzluğunu kendi yarattığı dünyanın içinde en azından
eserini okuyan insanlara bir değer olarak sunar. Okuyucu bir şekilde yazarın
eser yoluyla ilettiği deneyime saygı göstermek zorunda kalır. Okuyucu yazarın
kurguladığı dünyayı bağımsız bir gerçek olarak algılar. Hatta yazar eserin
içindeki kurmaca kahramanları çoğu zaman gerçek dünyada ilişkide olduğu
insanlardan çok daha büyük bir gerçeklik gücüyle donatabilir. Örneğin benim
için Madame Bovary veya Doktor Jivago gibi roman kahramanları yaşayan
insanlardan çok daha yüksek bir varlık düzeyine ulaşmışlardır. Bu kahramanlar
yaşamı aşan, yaşamın ötesine geçen bir varoluş gücüne sahiptirler. Bu tuhaf
görünen olgunun nedeni nedir? Bunun nedeni bu kahramanları yaratan yazarların
yazdıkları eser yoluyla içinde bulunan dünyanın ve toplumun ötesinde bir
varoluş durumunu kurgulama gücüne sahip olmalarıdır. Gerçek edebiyat bu
dünyadaki unsurları daha yüksek bir varoluş durumuna çıkaran büyük eserlerin
oluşturduğu edebiyattır.
Birey tüm yaşamı boyunca kendine
yabancı olan dünyayı, toplumu ve bunları yöneten kuralları içselleştirme ve
dolayısıyla uyum sağlama çabasındadır. Birey bu uyumu sağlarken çoğu zaman
kendi benliği olarak kabul ettiği çok şeyi kaybetme tehditiyle karşı karşıya
gelir. Bu tehditlere karşı en büyük tepki yalnızlığın içine çekilmektir. Bu
yalnızlığı mutlak olarak gerçekleştirmek bir insan için hem fiziksel ve hem de
tinsel olarak zordur. Birey bu zorluğun üstesinden gelebilmek için çok sayıda
araca başvurur. Bu araçların başında dil ve emek gelir. Öteki insanlar için
emek sarf etme yoluyla birey toplumun içine girer ve böylece kabul görür.
Dilin öteki insanların dünyalarına girmek ve onlarla ortak bir duygusal ve
düşünsel bir alan yaratmak için kullanılması da bireyin toplum içinde yaşamını
sürdürmesini sağlar. Bir yazara baktığımızda onun bu eylemleri yapmakta
isteksiz olduğunu ve onun yerine eser adını verdiğimiz bir araç kullandığını
görürüz. Zaten bir yazarla iletişime girmeye çalıştığımızda araya her zaman
onun yazdıkları girer. Bunun nedeni yazarın bu dünyanın içinde fiilen yer almak
istememesidir. O bu oyunun dışında kalmak istemektedir. Zaten hepimizin dikkati
yazardan çok onun yazdıklarına yönelmiştir. Yazar kişisel olarak yokolmuş onun
yerine eser varolmuştur. Böyle bir iletişim çoğu zaman yazarın topluma yabancı
olması olgusunu pekiştirir ve yazarın yalnızlığını ikiye katlar. Yazar iki kez
yalnız olur. Yalnız olduğu için yazmıştır ve yazdığı için de yalnızlaşmıştır.
Okurlar yazarla karşı karşıya geldikleri zaman (konferanslar, imza günleri,
sohbetler, vs.) hep bir keyifsizlik ve yoksunluk duygusu hissederler.
Eserlerin gücü karşısında yazar
çok zayıf ve sıradandır, hatta tanıdıkları bazı kişiler bu yazarlardan çok
daha çekici ve ilginçtirler. Bunun, tarafların özelliklerinin dışında
varoluşsal bir nedeni vardır. Okurla yazar karşı karşıya geldiğinde iki kişinin
varoluşsal düzlemde bir karşılaşması gerçekleşmemektedir. Okurla yazar eserin
fazlalıkları olarak devinimsizliğe giden donuk ve kalıplaşmış bir iletişim
modeli içinde cansız varlıklar haline gelmektedirler. Eser kendi dünyasına
yabancı kalan hem yazarı ve hem de okuru öldürmektedir. Bence okurla yazar
hiçbir şekilde karşı karşıya gelmemelidir.
Yazar eseri yoluyla varlık olarak
hiçleştiği için bu dünyanın dışına çıkmakta ve okurların gözünde tinsel bir
varlık katına yükselmektedir. Yazarın eser yoluyla ünlenmesini de bu bağlamda
görmek mümkündür. Yazar yazar olarak zaten ölüdür. Onu canlı bir varlık olarak
gördüğümüz zaman bir yabancılık duygusunun içimizi sardığını fark ederiz. Çoğu
zaman hayran olduğumuz eserlerin yazarlarının yaşayıp yaşamadığına dair
tereddütler geçiririz. Çünkü eser zaten yazarını öldürmüştür. Yazarı ünlü kılan
onun ölü olarak bir hayalet gibi aramızda var olmasıdır. Belki yazar yaşıyordur
ama bu yaşam onun yazar olarak sürdürdüğü bir yaşam değildir. O bu yaşamda
herkes gibidir. Hiçbir ayrıcalığı yoktur. Ama onun onu aşan ve büyük bir
eserin yaratıcısı olarak onu ünlü kılan tinsel bir varoluşu vardır. Bu varoluş
ancak eserin varlığına bağlıdır. Ünlü olan yazardır, yaşayan kişi değildir.
Yazar her zaman ölüdür. Bazen ünlü bir yazarın ölüm haberini gazetelerde
okuruz. İlk tepkimiz o ölmemiş miydi, sorusunu sormaktır. Yazar ölümünü yazdığı
eserle gerçekleştirmiştir.
Gerçek edebiyat hep bu dünyada
yalnız yaşayanların işi olmuştur. Edebiyatın sosyal alanda kabul görmek, güçlü
olmak için kullanımı her zaman edebiyatın yok olmasına neden olmuştur. Yazar
görünür hale geldiği andan itibaren yazarlığını varoluşsal anlamda yitirir.
Buradan çok satmak ve tanınmak için yazan ve kitle iletişim araçlarıyla
tanınmak isteyen kişilerin kendilerini edebiyatın dışında bulmalarının nedeni
ortaya çıkıyor. Varoluşsal anlamıyla edebiyatın içinde olanların kitaplarını
okumadan “best seller” yazarları olumsuz eleştirilerle boğmalarının nedeni bu
tip yazarların gerçek edebiyatın dışında olduklarından emin olmalarıdır.
Edebiyat üzerine olan
gözlemlerimizi sağlamlaştıran büyük bir eser var: Böyle Buyurdu Zerdüşt. Bu eşsiz eser edebiyatla felsefenin aynı
varoluşsal krizden beslenen bir varoluş çığlığı olduğunu göstermektedir.
Nietzsche bu eserini sunmak, anlatmak için okurlarla buluşsaydı, konferanslar
düzenleseydi, edebiyat çevreleriyle iyi ilişkiler kursaydı ve böylece yaşarken
ünlü olsaydı şeklinde düşünceler geliştirdiğimizde bunun eserle çatışan
durumlar yaratacağını görmekteyiz. Eserde yaşadığımız, gördüğümüz dünyadan
bambaşka bir dünya ve yepyeni bir öğreti vardır. Bunun bizim öğrendiklerimizle,
bilimin bulduklarıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bu kitapta insan ve onun inançları
toptan reddedilmektedir. Nietzsche bu kitabıyla bu dünyaya ait olmadığını haykırmaktadır.
O halde bu yazarın bu dünyada geçerli olan ilişkilere girmesinden daha saçma
ne olabilir? Bu eser bu dünyanın tamamen dışında bir varlık olarak kendini
kabul ettirmiştir. Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı kitabı dünyanın bütün büyük
kütüphanelerinde, yüzbinlerce insanın evinde, dünyadaki mevcut kitabevlerinin
çoğunda bulabilirsiniz. Bu eserde bir varlık olarak önümüze yepyeni bir
varoluş olanağı sunulmaktadır: üst insan. Yazarın bu olguyla çelişen bir insan
olarak sürdürdüğü sefil yaşamı var. Yazar bu büyük eserini kendini yok ederek
var ediyor. Burada yazar - okur ilişkisinden söz edebilir miyiz? Hayır.
Nietzsche okura değil yol arkadaşlarına hitap etmektedir. Eserin içinde yol
alanlara, onunla aynı varoluşsal yolculuğu yapanlara. Bu eser okunmaz, bu
eserle yaratılan yepyeni bir dünyanın içine girilir. Edebiyat, felsefe bilgi
alanları değil, varoluş alanları yaratır.
Blanchot eserinde yazarları
kuşatan yalnızlık, ölüm deneyimlerinin edebiyat eserleri yoluyla başka
dünyaları yarattığını belirtmiş ve özellikle Kafka’nın yapıtlarını bu çerçevede değerlendirmiştir, “...artık kişiliğine gerçeklik ve tutarlılık vermek, yani
onu saçmalıktan kurtarmak değil de onu tümüyle yitimden kurtarmak hakkında
aydınlattığını ve Kafka’nın bu gerçek dünyadan kovulmuş, içinde sadece kendisi
için değil aynı zamanda bir başka dünya için de savaşmak zorunda olduğu, bu
başka dünyanın belki de şimdiden vatandaşı olduğunu hissedeceği zaman yazmanın
ona artık yalnızca, bazen düş kırıklığına uğratıcı, bazen görkemli, her şeyi
yitirmeksizin yitirebileceği bir savaş aracı olarak görüneceğini söylerken
kuşkusuz dışarıdan bakıp hata etmiş olmayacağız hiç değilse.” Blanchot, yazarın
eser yoluyla öteki insanlarla, okurlarla iletişim kurma amacında olmadığını
çok açık olarak dile getiriyor. Eser, başka dünyaların özlemiyle yanıp
tutuşanların ortak iletişim alanıdır. Edebiyat eserlerinde bu dünyanın bir
açıklanması gayreti yoktur. Daha çok bu dünyanın yok edilmesi gayreti vardır.
Edebi kurgulamayı sağlayan bu dünyanın yok edilmesi yoluyla yaşanan hiçlik
deneyimidir. Ölüm ve yeniden varolma. Yeniden varolabilmek için ölümümüzün
herhangi bir ölüm değil de kendi ölümümüz olması gerekir. Edebiyat eseri kendi
ölümümüzdür. Blanchot özellikle Rilke’nin yapıtlarından söz ederken bu olguya
değinir:
“Adsız ölüm korkusu. ‘Biri ölüyor’un korkusu ve içine bireyselliğin gizlendiği
‘Ben ölüyorum’un umudu onu öncelikle ölüm anına kendi adını ve kendi yüzünü
vermek istemeye çağrılırlar: Vızıldayan aptallık ve hiçlik içinde bir sinek
gibi ölmek istemez; kendi ölümüne sahip olmak ve bu tek ölümle adlandırılmak,
selamlanmak ister.”
Edebiyat eserinde ölümle yaşam aynı varoluş
gerçeğinin iki yüzü olarak birleşmiştir. Edebiyat bir varolma ve ölme biçimidir.
Hiçbir iz bırakmadan yok olmaya karşı gösterilen bir tepkidir.
Bu genel girişten sonra ülkemizde
edebiyat adı altında toplanan etkinlikleri değerlendirmek istiyorum.
Ülkemizde edebiyat kurumları
edebiyatın yukarıda sözünü ettiğim varoluşsal özünü yok etmek için birbirleri
ile yarış halindedirler. Edebiyat dergileri tam anlamıyla büyük sermaye
çevrelerinden aldıkları reklamlara bağımlıdırlar. Yayınları bu çevreleri
memnun etme amacını taşımaktadır. Edebiyat yazarları bu çevrelerin çizdiği
daire içinde dönüp durmaktadırlar. (Başka kimi sermaye çevreleri de
yayınevleri kurarak bu kervana katılmaya başlamışlardır.)
Ülkemizde edebiyat çevreleri,
edebiyat kurumları, edebiyat dergileri vardır ama edebiyat yoktur. Çünkü
edebiyat özü olan bireyin varoluş deneyimi yerine bir şekilde tanınmayı
beceren ve gücü ele geçiren insanların yazdığı sıradan kitaplara dayanmaktadır.
Bu kitapların sıradan olmasının nedeni bunları yazanların ego’larının çok
şişerek esere gerekli olan varoluşsal öze giden yolu tıkamasıdır. Bizim
yazarlarımız, örneğin Orhan Pamuk, Ahmet Altan, kendilerini o kadar önde
tutmaktadırlar ki eser - yazar ilişkisini tersine çevirmektedirler. Yukarıda belirttiğim gibi yazar eserini
yaratırken ölmektedir. Bizim yazarlarımız ise kendilerinin üstünlüğünü
hepimize kabul ettirmeye çalışırlarken eserlerini katletmektedirler.
Türkiye’de eserleri’ olmayan büyük yazarlar yetişmektedir. Belki de edebiyat
ölmüştür. Çünkü edebiyat artık bir yaratma etkinliği olmayıp sadece bir
üretimdir.
Türk edebiyatı iktidar
ilişkilerinin içinde boğulmuştur. Tanınmış adlarımızın her iki-üç yılda bir
romanı çıkmaktadır. Bu romanlar hemen çok satanlar listesine çıkmakta ve birkaç
ay sonra hiçbir iz bırakmadan yokolup gitmektedir. Edebiyat toplumdan,
dünyadan uzakta duran yalnız insanların işiyken ülkemizde tamamen toplumda
etkin rollere kavuşan insanların işi olmuştur. Edebiyat iktidarın, gücün
görünümlerinden biri haline gelmiştir.
Bu konjonktürde ve bu koşullarda
edebiyat adına ne yapılabilir? Bence edebiyatın varoluşsal özüne inanmış
yazarların hiçbir şekilde edebiyat çevreleriyle, edebiyat kurumlarıyla, kitle
iletişim araçlarıyla ilişki kurmaması gerekir. Bu yazarların yarattıkları
eserleri biriktirebildikleri parayla bir matbaaya bastırmaları ve bu eserlerini
ortalığa atmaları gerekir. Bu ortalık sahaflar olabildiği gibi, kentlerin
kaldırımları da olabilir.
Ülkemizde varoluşsal sorunun
edebiyata yansıması açısından Oğuz Atay’ın
Tutunamayanlar'ının iyi bir örnek
olduğunu düşünüyorum. Romanda işlenen temel bir sorun vardır: Bir insanın
(varlığın) bu dünyaya, bu topluma tutunma koşulları nelerdir? Bazı insanlar
doğdukları andan itibaren bu dünyadan dışlanmışlar mıdır? Bu sorun Selim Işık
adındaki karakter yoluyla tartışılmaktadır.
“Selim’in içgüdüleri iyi gelişmemişti. Çıkarını pek bilmezdi. Oysa
çıkarlarını düşünmeyenler unutulacaklardır. Her olayda bir kenara çekilenler
gerçekten de bir kenarda kalacaklardır... Kendini beğenmişliğin cezasını daha
bu dünyadan çekmeye başlayacaklardır. Sıkıntılarını kimseyle paylaşmasını bilmedikleri
için, yalnız başlarına ıstırap çekeceklerdir. Duygu alışverişinden nasipleri
olmayacaktır... Hayattan çıkarı olmamak, hem Tanrının hem de insanların
gözünde affedilmez bir suçtur; gelişip yayılmaması için gerekli her türlü
tedbir alınacaktır.”
Ülkemizde bu kitabın eleştirisi
yapılırken öne çıkarılan hep aydın sorunuydu. Ben aksine bu romanda bireyin bu
dünyada varolma sorununun dile getirildiğini düşünüyorum. Ve özellikle Oğuz
Atay bir varlık olarak kendi sorununu romanda dile getirerek kendisi için bir kurtuluş
projesi geliştirmek istemiştir. Atay bu kitabıyla ülkemiz edebiyat dünyasında
bir yer edinmeyi amaçlamamıştır. Onun amacı kendisi gibi bu dünyada tutunamayan
insanlara seslenmektir. Bu insanların aydın olup olmamasıyla ilgisi yoktur. Bu
kitabı garip bir aydın sorununun içine hapsetmek bu özgün esere öldürücü bir
darbe vurmak demektir.
“Kişisel değer saydığımız şeylerin, toplumun baskısıyla edinilmiş sahte
nitelikler olabileceğini de hiçbir zaman akıldan çıkarmamalıyız.” Ülkemizde
aydın olma da böyle bir sahte niteliktir.
Atay’ın temel sorunu aydının
topluma yabancılaşması olmayıp biricik varlığın sürüye katılmak istememesidir:
“Sonunda pişman olacaklar. İnsan müzesinde bir manken eksik kalacak.
Bir biçim veremeyecekler bana. Vicdan azabından kahrolacaklar. Bir türlü bir
biçime sokamayacaklar beni. Böylece intikamımız alınacak.”
“Gene
yanlış bir ortama girmişsin Selim. Önüne gelen nimetleri değerlendirmesini
bilmeyenlerin, seni senden başka türlü bir insan yapmak isteyenlerin arasına
düşmüşsün. Aldatıcı yumuşaklığınla boş yere ümitlendirmişsin onları.”
“Fakat, bütün bunları bilmiyormuş gibi bize yeniden öğretmeye kalkmana
da karşıyız. Bunun bir yolu yordamı var. Önce kendini tanıtmalısın, yaptıklarınla
ispat etmelisin kendini. Başkaları nasıl yapmışsa, nasıl yapıyorsa öyle
davranmalısın. Kendini önce başkalarına kabul ettirmelisin ki biz de kabul
edebilelim.”
Bu çarpıcı satırlar ülkemizde
edebiyat çevresi de dahil bütün çevrelere katılma işinin sürüsel özellikleri
benimseyen insanlar için mümkün olduğunu gösteriyor. Selim Işık tıpkı yazarın kendi yaşamında olduğu gibi kendi varoluşunun
özgün ve üstün özellikleriyle bu dünyaya, bu topluma katılmak istemiş ve
sürüsel istekleri karşılamadığı için dışa atılmıştır. Burada özellikle “Kendini
önce başkalarına kabul ettirmelisin ki biz de kabul edelim.” tümcesinde ifadesini
bulan büyük bir varoluşsal çıkmaz vardır. Bilinmeyen bir güce boyun eğmemiz bu
dünyaya tutunmamızın ön koşuludur. Selim
Işık bu koşulu hiç kavrayamamış ve kendini evrenin ortasında yapayalnız
bulmuştur.
Artık Selim Işık için bu dünyadan kaçınılmaz bir şekilde ayrılma süreci
başlar. Bu süreç artık çok iyi bilinen depresyon sürecidir.
“Bu sabah uyandığım zaman, gecenin sıkıntısı göğsümden kalkmamıştı.
Demek ölüm bu, diye düşünüyordum. Sabahları uyandığıma sevinemiyorum. Gecenin
sıkıntısı, öğleye kadar sürdüğü için, sabahın verdiği diriliği yaşayamıyorum.
Öğleden sonra da akşamın hüznü çöküyor.”
“Dönüşte Günseli’ye uğramak istedim. Yolda o sıkıntı gene geldi. Orada
düşüp öleceğimi sandım. Bir otomobile zor attım kendimi. Eve döndüm. Beni öyle
bir durumda görmesine katlanamazdım.”
“Saat dörde doğru uyandım. Sabah yaşadığım öldürücü saatleri düşündüm.
Bu duruma nasıl geldim? Neden bana yaşamasını öğretmediler? Hayata atılmak gibi
bir çılgınlığı nasıl yaptım? İnsanların dünyasına atılmayı nasıl göze aldım?
Ben insan değildim ki.”
“Yatağın içinde, hiçbir şey yapmaya cesaret edemeden korkuyorum. Kafka'nın
korkusu gibi değil; insanın evrendeki hiçliğiyle ilgili bir korku değil.
Anlamsız bir korku. Zavallı bir böceğin vücudunda duyduğu ve anlamını bilmediği
bir korku. Bitkisel bir korku.”
Tutunamayanlar romanı yaratıcı bireyin ölümünü anlatır. Geriye
yalnızca eser kalır. Belki de Atay
beynindeki tümörün varlığını sezmiş ve ölümü bir edebiyat eserine dönüştürmek
istemiştir. Şu satırlar kendi ölümünün nedenini yedi yıl önceden sezdiğini
gösteriyor:
“Bazı meşhur adamların hayat
hikâyelerinde vardır böyle karanlık sonlar: adam, esrarlı ve anlaşılmaz bir
kimliğe bürünür, eski dostlarına davranışı değişir, yerli yersiz kavga eder
onlarla. Son aylarda kimseyle görüşmüyordu, kimseyi kabul etmiyordu, diye yazar
kitaplar. Birtakım esrarengiz insanların etkisine kapılmıştı ve... ve sonunda
ölür tabii. Sonrası daha da acıklıdır: yapılan otopside, beyninde bir yapı
bozukluğu bulunur, ya da bir ur filan. Vah vah derler; bilseydik daha önce
tedbirini alırdık.”
* * *
Başka bir romandan söz etmek
istiyorum. Romanın kahramanı Mayıs 1968 olayları sırasında 17 yaşındadır.
İçinde bulunduğu ruh halini şöyle tanımlar:
“Anarşizmimi içimde tutarak, İstanbul’un caddelerinde, sokaklarında saatlerce
yürürdüm. Yürüyüş yolum her zaman Tünel’den başlar, Şişli Camiinde sona ererdi.
Zamanımın büyük kısmını Tünel’deki Hachette ve Osmanbey’deki Sander
kitapevlerinde geçirirdim. Kitaplara gömülürdüm ve kitapevinden çıkarken
yalnızlığım hiçbir zaman içimden atamadığım hüznümü arttırırdı. Yaşam bana
itici geliyordu ve onun içine atlamaktan korkuyordum. İnsanlık tarihi bana
yabancı bir türün tarihi gibi geliyordu. Sanki ben birdenbire olmuştum. Ortada
kalmıştım ve tutunacak bir dalım yoktu. Anarşizm beni içine alıyor ve
yutuyordu. Toplumsal kuralların hepsi beni çileden çıkarıyordu. Bu kuralların
boğucu havası içinde ne yapacağımı bilemiyordum. Çıkışım yoktu.
‘Yalnız onunla konuşurken kendimi iyi hissediyordum. Bu nedenle o benim
ruhsal sağlığımdaki kritik durumu fark edemiyordu. Konulardan konulara geçmem,
fikirlerimi büyük bir coşkuyla dile getirmem onun hoşuna gidiyordu.
Gerilimlerimi krize yaklaşan heyecanlarımı büyük bir zevkle paylaşıyordu.
“Gençlik bunalımlarının kaynağı neydi? Birdenbire içimizi boşaltan hiçlik
duygusu nereden geliyordu? Bunalım neden cinsel duyguların uyanışıyla
başlıyordu?
“Bedenlerimizin sarsılması ruhlarımızı tedirgin ediyordu. Onun bedenine
çok tedirgin bir ruh haliyle yaklaşıyordum. Bedenimi cinsel heyecanlarım için
eksik buluyordum. Bu gerilimli durumumda bakışlarımız karşılaşınca içim daralıyordu.
Sanki boğularak ölecek gibiydim. Uzun koridorlara dalıyor ve sonu gelmeyen
kapıları teker teker açıyordum. Cinsel heyecanlarım büyük ve derin boşluklara
açılıyor ve amaçsızca tükenip gidiyordu.
“1968 mayısının havası hepimizi çarpmıştı. Cinsel arzularım devrimin büyüsüyle
yüce davranışların çekimine kapıldı. Devrimci şarkılar, kadınlara duyduğum
arzuları şiddetlendiriyordu. Onunla birlikte bir çatışmada ölme hayali kendimi
kaybetmeme neden oluyordu. Gözlerim kapanıyor, bütün gücümü yitiriyor ve
yatağın üzerinde ağzım açık, dilim dışarıda, kesik kesik soluyordum. İstiklal
Caddesi’nde yürürken dükkânların alev alev yandığını, arabaların patlayarak
havaya uçtuğunu, insanların dehşetle sağa sola kaçıştıklarını hayal ederdim.
Cinselliğimle yüz yüze gelmem için sanki devrim gibi bir şiddet olayı
gerekiyordu. Şiddetli bir sarsıntı kendimi unutmamı ve erkekliğime teslim
olmamı sağlayacaktı.
“Ben kimdim? Cinsiyetim varoluşuma baskın mı çıkacaktı? Nietzsche’nin
Cosima ve Salome karşısındaki çaresizliğini, güçsüzlüğünü düşündüğüm zaman,
erkek ve kadın olmanın çok büyük riskleri göze almak anlamına geldiğini
görüyordum. Okuduğum kitaplar beni bu tehlikeye karşı güçlendirmiyordu.
Ergenlik çağına gelen erkekler ve kızlar arasındaki gerilim iç dünyalarımızı
büyük bir yıkıma sürüklüyordu. Kendimize yabancı bir gücün içimize yerleşmesi
karşısında aklımızı ve düşüncelerimizi seferber etmenin hiçbir yararı
olmuyordu.
“Belki de devrim düşü gerilimimizi yatıştırıyordu. Genç insanlar devrim
imgesini kendilerini yakıp kavuran ateşi söndürmek için kullanıyorlardı.”
Yazar burada edebi metni
kullanarak cinsellikle devrim arasındaki bağlantıyı keşfetmeye çalışmaktadır.
Cinsellik hormonlarının çalışması genç insanları çıkmazlara sürüklemekte ve
yaşamlarını durgun bir nehir gibi sürdürmelerini önlemektedir. Şiddetin
kaçınılmazlığı şeklindeki felsefi bir görüş edebi bir metinle anlatımına
kavuşmaktadır.
Düşler yatıştırıcıdır. Aşk da
devrim gibi düştür ve onun gibi tehlikelidir ama aynı zamanda yatıştırıcıdır.
Aşk ve devrim varoluş sorununun somutlaşmasıdır ve edebiyat bu deneyimi
iletir. 1960’lı yıllardan itibaren yazılan romanlarımıza baktığımızda (Bir Gün
Tek Başına, Tutunamayanlar başta olmak üzere) ülkemiz insanının varoluş
sorununun özünü görebiliriz: Aşkın ve devrimin imkânsızlığını bir varoluş
çığlığına dönüştürmek.
Ülkemiz insanı ergenlik çağında
yaşadığı aşk ve devrim travmasının ardından nihilist bir süreç geçirir.
“Artık yapayalnızdım. Zaman ve uzam bambaşka bir gezegendeymişim gibi
içinde bulunduğum dünyanın dışına çıkmıştı. Toplum, dünya, yaşam, hiçbir şey
beni ilgilendirmiyordu. Sanki ölmüştüm. Tek çıkış yolu olarak kitaplara
gömüldüm. Dostoyevski’nin Ecinniler'i, Kafka’nın Dava’sı ve Başkalaşım’ı,
Camus’nün Yabancı'sı, Beckett’in Godot’yu Beklerken'i kendime en yakın
bulduğum kitaplardı. İntihar düşüncesinden, yaşamın anlamsızlığı duygusundan
özel bir zevk alıyordum. Yaşayan insanlardan çok roman kahramanlarına
benziyordum. Bu büyük yazarlar da tıpkı benim gibi nihilizmin karanlıklarında
bunalmışlar, yollarını kaybetmişler ve sonunda bu muhteşem yapıtları bizim
gibi bunalımlı insanlara miras olarak bırakmışlardı.
“Yeni bir yaşam biçimi bulmalıydım. Toplumun çizdiği kulvarlarda koşamazdım.
Belki de yoksulluğa düşmekten korkmamalıydım. Toplumun bana vereceği rüşvet
için bu iğrenç yaşam biçimini kabul edemezdim. Sıradan bir meslek, sıradan bir
evlilik, monoton ve kaygısız günlerin birbirinin üzerine yığıldığı bir yaşam.
Hayır, hayır. Böyle bir şey bana göre değildi.
“Kafam karmakarışıktı. İnsan toplumundan nefret ederken, onu küçümserken,
onun değerlerine karşı çıkarken, yaşamak için kendine nasıl bir amaç edinebilirdi?
Yalnız başına kalan bir insan artık kendini tüketecektir. Bu da sonunda
ölümdür, hiçliktir. Ne pahasına olursa olsun kendi toplumumu bulmak
zorundaydım. Kitaplarına hayran olduğum yazarların kendileriyle değil, yalnızca
fikirleriyle birlikteydim. Onlarla gerçekte değil, hayalimde konuşuyordum.
Kitapların içinde yaşadığım zaman yaşamım kuruyordu. Coşku yok oluyordu.
Yaşamak için diğer insanlara gereksinimim çok büyüktü. Bu acı gerçek canımı
sıkıyordu. Bana hitap eden özel insanları nasıl bulacaktım? Binlerce insanla
görüştükten, onları tanımak için yıllarımı verdikten sonra aralarından
hiçbirini kendime yakın bulamadığım zaman ben ne yapacaktım? Yoksa bütün
yaşamımı mucizevi rastlantıları bekleyerek tüketecek miydim?”
Kahramanımız sıradan ama güzel
olan bir kızla evlenir ve sonunda boşanmak zorunda kalır.
“Böylece hayatımın bir evresi daha sona ermişti. Ruhum entelektüel ve
duygusal olarak özgürlüğüne kavuşmuştu ama bu özgürlük toplumdan hiçbir talebim
olmamasına bağlıydı. Para ve kadın yoktu ve ruhsal çöküntünün tam dibindeydim.
Bütün tutkularımı tüketmiştim. Artık fikirlerle yaşayabilirdim. Halim haraptı
ama özgürdüm. Sartre'ın ‘Varlık ve Hiçlik’i, Heidegger’in ‘Varlık ve Zaman’ı
herhalde benim gibi bir varlığı anlatıyordu. Harika bir felsefi varlık
olmuştum. Gerçekten hiçlik varlığımın özünü oluşturuyordu. Vardım ama
yaşamıyordum. Yaşam beni tatmin etmemiş, özüm olan varoluşuma dönmüştüm. Ama
içimde büyük bir devinim hissediyordum ve bu devinimim dıştaki sefil görünümüme
hiç uymuyordu. Yaşam-dışı bir varoluşun sonsuz mutluluğunu hissediyordum.
Yaşamın geçiciliğine karşın varoluşun sonsuzluğu vardı.
“Bu topluma, bu dünyaya tek başıma nasıl karşı çıkmıştım? Bu gücü nereden
alıyordum? Bana güç veren ölüm içgüdüsü müydü? Kötü duruma düşmek, felaketle
burun buruna gelmek, yaşamı aşmanın bir yolu muydu? Bu yaşam, bu dünya neden
iğrençti? Sorular art arda geliyordu. Yaşamın içinde ölümü taşıması
huzursuzluk yaratıyordu. İnsanlar ölümü unutmak için her çareye
başvuruyorlardı. Bu çarelerin en başında, güçlü olmak arzusu bulunuyordu.
İnsan diğerlerinden daha güçlü olmak istiyordu. Bu güç savaşı dünyayı iğrenç
hale getiriyordu. İnsan güçlü olarak ölümü alt edeceği yanılsamasına kapılıyordu.
Güç hayaldi.”
Romanlar bu tür karakterlerle
doludur. Tek başına karşı çıkmak gerçek hayatta mümkün olmamasına rağmen bunun
kurgulanması mümkündür. Edebi ve felsefi metinler insanlığın yazgısına karşı
çıktığının ve onu değiştirmek istediğinin yazılı belgeleridir. Cinsel sorunlar
ve aşk, tinsel sorunlar ve inanç, ahlak ve şiddet insan varlığının çıkmazları
olarak hep edebiyatın ve felsefenin ana ekseninde yer almışlardır. Edebiyat ve
felsefe aynı konuları durmadan işleyecek ve her yeni edebiyatçı veya filozof
kendi varoluşu açısından bu konuları yeniden ele alacaktır. Bu durum ebedi dönüşün
kaçınılmaz bir sonucudur.
*
Yakupoğlu'nun blogda yer alan diğer yazıları:
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/07/yıgınlar-ve-birey.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/07/m-mukadder-yakupoglu.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2015/05/hicbir-zaman-olmadigi-kadar-agirlasan.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/07/entelektuel-edebiyatn-iflas-enis-batur.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/07/varolus.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/07/nietzsche-ve-batailleda-varolus-ask-ve.html
Hayat Hikayesi
M. Mukadder Yakupoğlu
Galatasaray Lisesi (1970) ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi (1974) mezunu.
Lise öğrenciliği yıllarında pozitif bilimler ile yabancı dillere olağanüstü ilgi duyuyordu.
Ancak, 1968 olayları sırasında geçirdiği depresyondan sonra hayata bakışı değişti, felsefe ve psikanalizle ilgilenmeye başladı.
Bunların yanında edebiyat, sosyoloji ve psikoloji alanındaki eserlerle ilgilendi. Bankacılık, yayıncılık ve danışmanlık gibi çeşitli işler yaptı.
Çalışmalarını Ankara'da avukatlık yaparak sürdürdü.
Kendisini, her yazdığı tümceye önem veren, bu nedenle de çok yazmayan yazarlardan biri olarak değerlendiriyor.
Yazılarının okuyucuları şaşırtması, onlara yeni düşünce alanları açması amacını güdüyor.
Yazı, çeviri ve eleştirilerinin bir kısmı Doğu-Batı, Ütopya, Cumhuriyet Kitap ve Adam Sanat gibi çeşitli dergilerde yayımlandı.
Henüz yayımlanmamış olan "İşte Edebiyat" adlı eserinde; insanın içinde gizlenen varlık ve bu varlığın dünyada bulunuşu sırasında ortaya çıkan unsurları anlatmış. Bu eserde, varlığın dünyadaki yolculuğunu bir üst varlığa ulaşma çabası olarak ele almış ve ahlakın bu çabada olumlu, şiddetin ise olumsuz bir işlev üstlendiğini ortaya koymayı amaçlamış.
Dergilerde yayımlanmış olan "Orhan Pamuk ve Yapısalcılık'', "Bir Varoluş Sorununun Yansıması Olarak Edebiyat, "Entellektüel Edebiyatın İflası; Enis Batur ve Acı Bilgi", "Batı Düşüncesinin Temel İkilemi Olarak Aşk ve Cinsellik", "Özne ve Söylem", "Binlerce Yıllık Serüvenin Boşluğundan Duyulan Hoşnutsuzluk" gibi yazılarını da birer eser olarak düşünüyor.
Felsefe ve edebiyat alanında yirmi bir çeviri eseri vardır.
ESERLERİ:
DENEME:
Varoluşun Anlamı (1995)
Ahlak ve Şiddet (1997)
Varoluş Ahlak ve Ölüm (2001).
ÇEVİRİ:
Felsefe Yazarlarından Seçilmiş Metinler (der. Armand Cuvillier'den, 1995)
Mutlak (Abbe Pierre - Albert Jacquard'dan, 1995)
Ölümcül Hastalık Umutsuzluk (Soeren Kierkegaard'dan, 1997)
İç Deney - Nietzsche Üzerine (1998)
İmkansız (1999)
Erotizm İç Deney Lanetli Pay (G. Bataille'dan)
Nietzsche ve Kısırdöngü (Pierre Klossowski'den, 1999)
Bir Meçhulün Güncesi (Jean Cocteau'dan, 1999)
Aşk Üzerine (Stendhal'dan, 2003)
Ahlakın ve Dinin İki Kaynağı (Heri Bergson'dan, 2004)
İnsanlaşma Sürecinde Dinin Oluşumu (Gorges Bataille'den, yay. haz. Yaşar Selçuk)
Nietzsche ve Kısırdöngü: Baphomet (Pierre Klossowski'den).
*
Yakupoğlu'nun blogda yer alan diğer yazıları:
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/07/yıgınlar-ve-birey.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/07/m-mukadder-yakupoglu.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2015/05/hicbir-zaman-olmadigi-kadar-agirlasan.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/07/entelektuel-edebiyatn-iflas-enis-batur.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/07/varolus.html
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/07/nietzsche-ve-batailleda-varolus-ask-ve.html
Hayat Hikayesi
M. Mukadder Yakupoğlu
Galatasaray Lisesi (1970) ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi (1974) mezunu.
Lise öğrenciliği yıllarında pozitif bilimler ile yabancı dillere olağanüstü ilgi duyuyordu.
Ancak, 1968 olayları sırasında geçirdiği depresyondan sonra hayata bakışı değişti, felsefe ve psikanalizle ilgilenmeye başladı.
Bunların yanında edebiyat, sosyoloji ve psikoloji alanındaki eserlerle ilgilendi. Bankacılık, yayıncılık ve danışmanlık gibi çeşitli işler yaptı.
Çalışmalarını Ankara'da avukatlık yaparak sürdürdü.
Kendisini, her yazdığı tümceye önem veren, bu nedenle de çok yazmayan yazarlardan biri olarak değerlendiriyor.
Yazılarının okuyucuları şaşırtması, onlara yeni düşünce alanları açması amacını güdüyor.
Yazı, çeviri ve eleştirilerinin bir kısmı Doğu-Batı, Ütopya, Cumhuriyet Kitap ve Adam Sanat gibi çeşitli dergilerde yayımlandı.
Henüz yayımlanmamış olan "İşte Edebiyat" adlı eserinde; insanın içinde gizlenen varlık ve bu varlığın dünyada bulunuşu sırasında ortaya çıkan unsurları anlatmış. Bu eserde, varlığın dünyadaki yolculuğunu bir üst varlığa ulaşma çabası olarak ele almış ve ahlakın bu çabada olumlu, şiddetin ise olumsuz bir işlev üstlendiğini ortaya koymayı amaçlamış.
Dergilerde yayımlanmış olan "Orhan Pamuk ve Yapısalcılık'', "Bir Varoluş Sorununun Yansıması Olarak Edebiyat, "Entellektüel Edebiyatın İflası; Enis Batur ve Acı Bilgi", "Batı Düşüncesinin Temel İkilemi Olarak Aşk ve Cinsellik", "Özne ve Söylem", "Binlerce Yıllık Serüvenin Boşluğundan Duyulan Hoşnutsuzluk" gibi yazılarını da birer eser olarak düşünüyor.
Felsefe ve edebiyat alanında yirmi bir çeviri eseri vardır.
ESERLERİ:
DENEME:
Varoluşun Anlamı (1995)
Ahlak ve Şiddet (1997)
Varoluş Ahlak ve Ölüm (2001).
ÇEVİRİ:
Felsefe Yazarlarından Seçilmiş Metinler (der. Armand Cuvillier'den, 1995)
Mutlak (Abbe Pierre - Albert Jacquard'dan, 1995)
Ölümcül Hastalık Umutsuzluk (Soeren Kierkegaard'dan, 1997)
İç Deney - Nietzsche Üzerine (1998)
İmkansız (1999)
Erotizm İç Deney Lanetli Pay (G. Bataille'dan)
Nietzsche ve Kısırdöngü (Pierre Klossowski'den, 1999)
Bir Meçhulün Güncesi (Jean Cocteau'dan, 1999)
Aşk Üzerine (Stendhal'dan, 2003)
Ahlakın ve Dinin İki Kaynağı (Heri Bergson'dan, 2004)
İnsanlaşma Sürecinde Dinin Oluşumu (Gorges Bataille'den, yay. haz. Yaşar Selçuk)
Nietzsche ve Kısırdöngü: Baphomet (Pierre Klossowski'den).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder