Kötülüğün Metafiziği ve İntihar

I

Üstün düşünce kapasitesine sahip olan insanların çoğu ölüp gitti. Geriye aptallığın egemen olduğu insan türü kaldı. İnsan türünün bu aptalca olan varoluş durumunu sürdürebilmesi için, türün içinden çıkan üstün nitelikli insanların çalışmalarını sömürmeleri gerekiyor. İnsan türünü küçümseyen yaratıcı bireyler sonuçta mensup oldukları türün hizmetkârı oluyorlar. Bu çelişki radikal kötülüğün kaynağıdır. Çünkü yaratıcı bireylerin bu hizmetkarlık durumuna karşı verecekleri tepkinin etkin olması ancak kötülük yoluyla mümkündür.


Kötülüğün kavramsal açıdan tanımlanmasının imkânsızlığı kötülüğün her eylem, her insan ve her düşünce için potansiyel bir nitelik olmasından ileri gelmektedir. Her tarafa bulaşan bir kir gibidir kötülük.

Arzu yoksa, kötülük de yoktur. Bu nedenle bilge insan için kötülük anlamsızdır.

Arzusuz yaşam nedir? Yalın olarak var olmak mümkün müdür? Diyojen, Kant gibi istisnalar bu soruya olumlu yanıt vermek için yeterli değildir.

Kötülüğün yaygınlığı yaşamın anlamsızlığının en açık göstergesidir. İnsan türü evrimin rastlantısal bir sonucu olduğu için bireylerin mikro dünyalarında kurguladıkları iyiliğin, adaletin insan türüne aşılanması ola­naksızdır.  

İnsan türü varlığını sürdüremeyecek ölçüde kötülüğe battığı, zaman kötülükler azalma eğilimine girer, işte bu dönemlerde iyilik göreceli olarak artış gösterir.

İnsan türünün varlığının kaynağı canlıların evrime tâbi olmasıdır. Evrimin yasaları kötülüğü gerektirirse -ki bunun gerekli olduğu acı bir gerçektir- buna duygusal, fikirsel olarak karşı durmak olanaksızdır.




Ama bir yol vardır. O yol metafiziksel bir karşı duruştur. Bu duruştan ahlâk adını alan bir eylem planı ortaya çıkmıştır. Türün içinde azınlıkta kalan bazı insanlar bu eylem planını evrensel boyutta gerçekleştirme hayali kurmuşlardır. Bu hayalin en büyük temsilcisi Alman filozof Kant'dır. Kant ahlâk alanında iki büyük eser yazmıştır: Biri Ahlâkın Metafiziğinin Temellendirilmesi, diğeri ise Pratik Aklın Eleştirisi'dir.

Kant Ahlâkın Metafiziğinin Temellendirilmesi'nde insan türünün yaşadığı büyük trajedinin nedenini, ahlâkın temelini akla değil de, biyolojik, duygusal ve faydacı unsurlara dayandırılmasında görmüştür. Kant ödevin kökenini insanın yapısında veya insanın içine yerleştiği dünyaya bağlı koşullarda değil, “a priori”de (deney öncesinde) ve yalnızca saf aklın kavramlarında aramak zorundayız. " derken akla doğaüstü, tanrısal bir nitelik kazandırmış olmaktadır. Kant ahlâkı aklın evrensel kurallarına dayandırmasının mantıksal sonucu olarak ahlâkın üç evrensel kuralını ortaya koyar:

1. Her zaman, eyleminin temelini evrensel bir kural haline getirebilecek şekilde davran.

2. Her zaman insanlığı kendinde ve başkalarında bir araç olarak değil bir amaç olarak görecek şekilde davran
.
3. Her zaman, akla dayanan istencini evrensel bir kural koyucu gibi görecek şekilde davran.

Kant ahlâkı metafiziksel olarak temellendirdikten sonra ahlâkın yapısını Pratik Aklın Eleştirisi adlı eserinde inceler. Pratik akıl yetisini, bil­menin sınırlarını belirleyen teorik akıl yetisinden ayırır çünkü burada ön­ceden verili ilkeler vardır. Buna karşın teorik akıl ilkelerden değil duyulardan yola çıkar:

Pratik aklın eleştirisinde ilkelerden başlayarak kavramlara ve ancak olabildiği yerlerde kavramlardan duyulara gidebiliriz; oysa teorik akıl­da duyulardan başlayıp işi ilkelerde bitirmemiz gerekiyordu. Bunun nedeni gene şudur: bu defa konumuz istençtir ve aklı nesnelerle ilgi­sinde değil, istençle ilgisinde ele almalıyız. İşte burada, deneysel ola­rak koşullanmamış nedenselliğin ilkelerinden başlanmalıdır... Özgür­lükten gelen nedensellik yasası, yani herhangi bir saf pratik ilke, kaçınılmaz olarak başlangıcı oluşturuyor ve ancak kendisinin .olabileceği amaçları belirliyor. {Pratik Aklın Eleştirisi, s. 17-18)

Şimdi de Kant’ın ahlâkla inancı ve Tanrı’nın varlığını nasıl buluşturduğuna bakalım:


Ahlak yasası bana, bir dünyada olanaklı en yüksek iyiyi, her türlü day­anışımın en son amacı yapmamı buyurur. Böyle bir şeyi de ancak istencimin, kutsal ve iyilikli bir dünya yaratıcısının istenciyle uyuştu­ğunda gerçekleştirmeyi umabilirim, (s. 140-141)

Saf aklın postülatları (koyutları), ölümsüzlük, pozitif anlamda (düşü­nülür dünyaya ait olması bakımından bir varlığın nedenselliği olarak) özgürlük ve Tanrı’nın varlığı postulatlarıdır. Bunlardan ölümsüzlük, sürenin, ahlâk yasasının tam olarak yerine getirmeye uygunluğunun pratik zorunlu koşulundan çıkar; özgürlük, duyular dünyasından bağımsızlığın ve bir varlığın istencini düşünülür bir dünyanın yasasına, yani özgürlüğe göre belirleme yetisinin zorunlu kabulünden çıkar; Tanrı’nın varlığı, en yüksek kendi kendine yeter iyinin, yani Tanrı'nın varlığının kabulünün, böyle düşünülür dünyada en yüksek iyinin ola­bilmesi için koşul olması zorunluluğundan çıkar, (s.143-144)

Fiziksel dünyada kötülüğün kaçınılmazlığı, metafiziksel bir dünyanın ta­savvur edilmesini zorunlu hale getiriyor. Kötülük sonlu varoluşun kaçı­nılmaz bir sonucudur. Ahlâkın hedefi ise varoluşun sonsuzluğunu, ölüm­süzlüğünü insanın düşünsel dünyasına yerleştirmektir. Böylece iyiliği he­defleyen düşünce dünyası, kötülüğe batması kaçınılmaz olan duyular dünyasına hâkim olacak ve bu şekilde ahlâki ilkeler kötülüğün oluşmasını engelleyecektir.

İnsanlık tarihine baktığımızda kötülüğün egemen olduğunu ama yine kötülüğün içinde battığını görüyoruz. Kötülük bir şekilde kendi kendini kötülükle yiyor ve içinden iyilik fışkırıyor. Kötülüğün en zayıf tarafı onun sürdürülemezliğidir. Bu sürdürülemezlik iyilik düşüncesini zorunlu hale getiriyor. Böylece ahlâk kendiliğinden ortaya çıkıyor ve duyular dünyasına egemen oluyor.

Ahlâk duyular dünyasına egemen olamadığı zaman intihar kötülüğe karşı koymak için etkin bir yöntem haline geliyor, intihar duyular dünya­sına son vererek yeni bir tinsel dünyanın var olmasını mümkün hale geti­riyor. intihar etme kararında olan kişilerin bizlere şu sözleri söylemek istediklerini tahmin ediyorum: "Bana uygun olmayan bir yere gelmişim. Ben buralardan gidiyorum. ”          

Kaçınılmaz kötülük hepimizin inancını derinden etkiliyor. İnanç geldiği zaman iyiliği kötülükle olan savaşımın içinden çıkartma etkinliği oluyor. Ahlakçılar, kötülüğe izin veremeyiz çünkü varlığın anlamı iyiliğe dayanmak zorundadır, derler. Zaten kötülüğün insanlığa verdiği en büyük ceza yaşamanın anlamsızlığına neden olmasıdır. Bu anlamsızlık bazen insanlığı sona erdirmeyi istetecek kadar radikal boyutlara varabilir. Bu durum da kişinin intiharını kaçınılmaz hale getirir.

O halde insanın anlamlı bir hayat sürmesi için düalist felsefeyi benimsemesi gerekiyor. Platon’un idealar dünyası ve Kant'ın numen dünyası, duyular dünyasının ahlâki açıdan aşılma çabaları olarak değerlendirilebilir, Nietzsche’nin üst insan ahlâkı yoluyla duyular dünyasında ahlâki değişimi gerçekleştirme fikri, güçlünün ahlâkına varmakta ve yeniden kötülüğün başka bir yolla kabul edilmesine neden olmaktadır.

II

Günümüze özgü kötülüğü analiz etmek için biraz geriye gitmemiz gerekiyor. Bu yolculukta karşımıza yaşadıkları yılların sıralamasına göre Marx, Nietzsche ve Freud çıkıyor.

Marx’ın Rousseau’nun görüşlerinden etkilenerek insanın doğal olarak iyi olduğu ve kötülüğün kaynağının sınıflı toplum ve buna bağlı olarak sö­mürü düzeni olduğu düşüncesi herkesin malumudur. Rousseau’nun bu gö­rüşü yalnızca gözleme ve sezgiye dayanmaktadır. Doğadaki insanın içinde­ki saldırganlığı harekete geçirecek dış unsurların azlığı onu görece olarak iyi gösterebilir ama bu durum Rousseau’nun iyimserliğini haklı kılamaz. Sınıflı toplumun var olan kötülüğü azdırdığı ve dayanılmaz hale getirdiği açık bir gerçektir. Ama bunu sınıflar arası savaşa dayandırarak çözmeye çalışmak kötülüğü yok etmenin etkin bir yolu olabilir mi? Son iki yüzyılın tarihi, kötülüğün yalnızca kılık değiştirdiğini göstermektedir. Sınıfsız ve devletsiz toplumu hangi insanlar gerçekleştirecektir? Evrim kuramı üzeri­ne çalışan binlerce bilim insanı, insan türünün eksik ve doğal işleyen bir sü­recin ürünü olduğunu, bu nedenle onu mükemmel işleyen bir varlık ola­rak düşünmenin yanlış olduğunu saptamışlardır. Marx’ın başarısı milyon­larca insanı tarihin kötü gidişatını değiştirmek için harekete geçirecek güçte bir kuram inşa etmiş olmasıdır. Aslında Marx komünist ideolojinin sadece ileride zaten gerçekleşecek sınıfsız ve devletsiz toplumlar olgusu­nu hızlandıracağını ileri sürmüştür. Marx’a göre zaten kötülük ekonomik altyapıdaki karşı durulamaz devinimin sonunda tamamen yok olacaktır. Kötülüğün insan türünün kaderi olmadığını haykırmıştır, Marx. Düalist, idealist dünya görüşüne karşı çıkan Marx insan türünün bu kötülük belasından kurtulacağını ileri sürmüş ve bu nedenle yaşamı mutlak olarak olumlamıştır. Marx'ın çağdaşı olan Nietzsche de monist dünya görüşüyle kötülüğü yok etme yerine onu olumlayan bir felsefenin kurucusu olmuştur.

Nietzsche’nin derin anlamlar içeren ve aynı zamanda çelişkili düşüncelere sebep olan aforizmaları kötülüğe bakış açısını genişlettiği görüşündeyim. Kötülük insanın doğal ve enerjik yapısının bir sonucuysa, bunu ilkesel, a priori ahlâk kurallarıyla önlemek, onun dinamizmini yok edecek ve böylece insan köleleşecektir. Sanki Nietzsche köleleşme yerine kötülüğü yeğler gözükmektedir. Nietzsche idealist ahlâk kurallarını Hıristiyan öğretiye bağlayarak o kadar acımasızca eleştirir ki kötülüğe karşı neyin duracağı artık bilinmez olur. Ecce Homo'da Nietzsche şu inanılmaz düşünceleri dile getirir: “Günah kavramı o kendinden ayrılmaz işkence aracılığıyla özgür istem kavramıyla birlikte, içgüdüleri sapıttırmak, onlara karşı güvensizliği bizde ikinci bir yaradılış haline getirmek için uydurulmuş. Çıkar gözetmezlik ve kendini yadsıma kavramları yoluyla, o asıl decadence belirtisi, zararlı olana doğru eğilim, kendine yarayanı artık bulamaz olmak, kendi kendini yıkmak, gerçeğin ta kendisi, ödev, ermişlik, insandaki tanrısal yan katına yükseltilmiş. Son olarak -en korkuncu da bu- iyi insan kavramıyla tüm zayıfların, hastaların, kusurluların, kendi kendinden acı çekenlerin, yok olması gereken ne varsa hepsinin yanı tutulmuş, - ayıklama yasası çarmıha gerilmiş; gururlu, yetkin, olumlayan, geleceğe {yenen, geleceği doğrulayan insanın karşısına bu ülkü çıkarılmış -ona kötü denmiş- bundan böyle...” (Ecce Homo s. 107-108 YKY, Çeviri: Can Alkor). Bu ifadeler, Nietzsche’nin Kant’ta en yüksek anlatımını bu­lan ahlâk felsefesine en radikal ve doğrudan saldırısıdır. Nietzsche’nin bu üst insan ahlâkı, zayıfları, hastaları, kusurluları yok edilmesi gereken za­rarlı unsurlar olarak değerlendirmektedir. Ve Nietzsche böylece kötülüğü bizim iyilik sandığımız eylemlere yüklemekte ve bizim kötülük olarak değerlendirdiğimiz eylemleri üst insan ahlâkı olarak sunmaktadır. Burada biz demekle Nietzsche’nin ahlâk felsefesinin insan türünden koptuğunu vurguluyoruz. Belki de Nietzsche bu düşüncesiyle insan türünü ne tür dik­tatörlerin yöneteceğini bize önceden haber vermektedir. Ben kişisel olarak burada Nietzsche’nin insan türünün zavallılığını vurgulamak ve ahlâ­ki ilkelerle alay etmek için bu şaşırtıcı ifadeleri kullandığı görüşündeyim.

Freud, insanın saldırgan yapısını, ruh hastalıklarını tedavisi sırasında bizzat saptadıktan sonra, saldırganlığın hem bireysel ve hem de toplumsal alandaki sonuçlarını araştırmıştır. Bireylerin bu saldırganlıklarını bastır­mak zorunda kaldıkları için ruh hastalıklarına açık bir yaşam sürdürdük­lerini ve toplumların da var olabilmek için bireyleri hiç istemedikleri bir çalışma düzenine sürüklediğini saptamıştır. Uygarlık adını alan bu gelişmişlik düzeyi bu nedenle içinde potansiyel korkunç bir saldırganlığı içermektedir. Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu adlı eserinde insanlar ve toplumlar arasıvsavaşın kaçınılmazlığını ortaya koymuştur. Günümüzde  uygarlık ve teknoloji geliştikçe saldırganlığın neden olduğu sorun kritik eşiğe gelmiştir: Bu trajik durumu Freud şöyle belirtiyor:

Bana öyle geliyor ki, insan türünün kaderini belirleyecek olan soru uygarlık gelişiminin, birlikte yaşamın insanların saldırganlık ve öz yıkım dürtüleri tarafından bozulmasına engel olacak bir hâkimiyet kurup kuramayacağı ve bu olgunun ne ölçüde gerçekleşeceğidir, insanlar günümüzde doğa güçleri üzerindeki hâkimiyetlerini o denli arttırmış durumdalar ki, bunların yardımıyla birbirlerini son insana varana dek ortadan kaldırmaları işten bile değildir. Bunu kendileri de bildiklerinden günümüzdeki huzursuzluklarının, mutsuzluklarının ve kaygılı hallerinin esaslı bir bölümü buradan kaynaklanıyor. Artık diğer “semavi güç"ün, ebedi Eros’un, kendisi gibi ölümsüz olan rakibiyle giriştiği kavgada kendi üstünlüğünü göstereceğini umabiliriz. Ama zaferi ve sonucu kim önceden kestirebilir ki. (Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, s. 98, Metis, Çeviri: Haluk Barışcan)

Freud bu konudaki fikirlerini “İnsanları Savaş Belasından Kurtarmanın Yolları” adlı bir bilimsel araştırma çerçevesinde Einstein’ın yazdığı mektuba verdiği yanıtta daha da ayrıntılı olarak açıklamıştır:

İnsanları savaşa sürüklemenin bu kadar kolay olmasına şaşırıyorsunuz ve bundan insanların içindeki savaşa yönelik arzuyu karşılayan aktif bir olgunun, bir nefret ve yok etme içgüdüsünün var olduğu sonucunu çıkarıyorsunuz.

Bu konuyla ilgili çok sayıdaki denememizden ve kararsızlığımız­dan sonra ulaştığımız içgüdü yasalarının bir kısmını size sunmak isti­yorum. Biz insanın içgüdülerinin iki kategoride toplandığını kabul ediyoruz.

Bir taraftan korumak ve birleştirmek isteyen içgüdüler: Bunları erotik veya cinsel olarak adlandırıyoruz. Diğer taraftan yok etmek ve öldürmek isteyen içgüdüler: Bunları saldırgan güdü veya yok edici gü­dü terimleri içinde topluyoruz.

Bu güdülerin her ikisi de aynı derecede gerekliler; bu güdülerin birleşik veya çelişik eylemleriyledir ki yaşamın olayları meydana ge­lir. Oysa, bu iki kategoriden yalnızca birinin tek başına etkin olması çok güç görünüyor; bizim kendi ifademizle bu iki kategoriden her biri her zaman amacını değiştiren veya duruma göre amacına ulaşmasını sağlayan  diğerine bağımlıdır. Örneğin koruma içgüdüsü mutlaka erotik yapıdadır; ama tam da bu içgüdü eğer arzularını gerçekleştirmek istiyorsa saldırganlığa başvurmak zorunda kalabilecektir. Aynı şekilde aşk içgüdüsü sonuçta aşkının nesnesine ulaşmak istiyorsa belirli bir oranda sahip olma içgüdüsüne gereksinimi vardır. Ve bizi uzun süre içgüdüyü tanımaktan alıkoyan şey, oluşumları içinde bu iki tür içgüdüyü birbirlerinden ayırt etme zorluğudur.

Nietzsche ve Freud’un ortak özelliği, eserlerinin hiçbirinde akıl kavramına, yetisine, olgusuna başvurmamış olmalarıdır. Bugünün dünyasının ve yaşamın trajedisini işte bu üç düşünür önceden görmüşlerdir. Akıl nerededir ve gerçekten böyle bir olgu var mıdır? Yoksa çaresizlikle tıpkı kendi yarattığımız, gerçekte olmayan bir olguya mı sarılıyoruz?

 Kant doğrudan böyle bir yetinin var olduğunu belirtmiş ve bu yetiyi Tanrı'nın varlığına bağlamıştır. İnsanların özgürlüğü akıl yetisi olmadan düşünülemez. Bu yeti yoksa ahlâk da yoktur. Ahlâkın olmadığı bir dünyadaki özgürlük mutlak anlamda kötülüğün egemen olmasına yol açacaktır. Bugün yaşanan kritik eşik aklın var olup olmadığı sorunudur. Nietzsche ve Freud’un düşünceleri doğruysa, insan türü kaçınılmaz bir sona doğru gitmektedir.

Günümüzün finans ekonomisinin neden olduğu toplumsal düzensizlik Kant’ın idealist ahlâkının bireyler tarafından benimsenip, pratikte uygu­layabilmelerini son derece zorlaştırmıştır. İdealist bireysel ahlâk yüksek metafizik tutkuları olan bireylerin dışında görülememektedir. Çünkü günümüzün ekonomik düzeni bireyleri parasal anaforun içine çekmektedir. Marx, Nietzsche ve Freud’un monist dünya görüşleri bu anaforun yoğun­luğuna entelektüel, bilimsel bir katkı sağlamaktadır.

Nietzsche bir taraftan kendi kurgusu olan ve içeriği hakkında hiçbir bilgi vermediği üst insanın var olacağını ileri sürerken tarihi dairesel bir devinim olarak görüp küçük insanın sonsuzca geri geleceğini belirtmiştir. Nietzsche böylece insan türünü, varlık deviniminin hiç kurtulamayacağı bir bela olarak sunmuştur. Bugün insanlığın içine düştüğü dayanılmaz ba­yağılık, sıradanlık durumunu Nietzsche’nin öngördüğünü görmekteyiz. Bu nedenle filozoflar varlığı insan türünden kurtarmaya yönelmiştir. Var­lık ile insan türünü birbirinden farklı değerlendirmek yeniden düalist ide­alist dünya görüşüne dönmek demektir. Bence insan türünü kötülüğün ezici baskısından kurtaracak olgu, düalist dünya görüşünü benimseyen kuşakları eğitim yoluyla yetiştirmektir. Eğitimin nihai amacının, kapitalist ekonomik düzene uygun insanlar yetiştirmek olmayıp insanlığı kurtaracak olan idealist dünya görüşünün belleklerden silinmemesi gerekiyor.

*
Doğu-Batı (70)
M. Mukadder Yakupoğlu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder