“Yeşil Yurt" Hikâyesi
Mehmet Rauf
Servet-i
Fünuncuların müşterek vasıfları, istibdat idaresine karşı kanlı, yırtıcı bir
husumetti. Bu husumet Saray’a karşı başlamışken yavaş yavaş bu idareye
tevekkül ve tahammül ve onu tagdiye ve idame eden memleket hayatına da sirayet
etmişti. Her gün menfur tecelliyatına şahit olduğumuz Saray şenaaderi bizi
zehirliyor, artık burada yaşamayı tahammül edilemeyecek bir işkence haline
getiriyordu.
Bilhassa
Fikret, bu hususta herkesten ziyade galeyanlıydı. O, bu hallerden artık hasta
gibi olmuş, nefret ve tahammülsüzlüğünü bütün Boğaziçi’nin serapa nur ve şaşaaya
müstagrık bırakıldığı 19 Ağustos cülus geceleri Rumelihisarı’ndaki yalısında
tek bir kandil bile yaktırmayıp o geceyi sabahlara kadar zulmet içinde geçirecek
derecede cesaretini ilerletmişti.
Yine
ben cülus günlerinden birinde Beyoğlu hıncahınç kalabalık ve sokaklar
baştanbaşa donanmış bir halde iken Tepe- başı bahçesinde oturuyordum.
Mızıkacılar yavaş yavaş toplandılar ve birdenbire çalmaya başladılar. Cülus
şerefine Hamidiye Marşı’nı çalmaya başlamasınlar mı? Bahçeyi dolduran halk
heyetiyle marşı ayakta dinlemek üzere kalktılar, şimdi ben de kalkacak mıydım?
Kalkmamak mevcut hafiyeleri faaliyete sevk ederek bin bir tehlikeyi başıma
yağdırmak olmaz mıydı? Bütün varlığım isyan ve tuğyan ederken bu melun marşa
ayağa kalkmak mümkün müydü?
Mücadele
kısa oldu. İlk saniyeler zarfında tereddüdüm ve hareketsizliğim etrafın
dikkatini celp ediyor, herkes bana bakıyordu. O zaman ani bir kararla
sıçradım, çalgıyı ayakta vaz’-ı ibadetle dinlememek için masaların arasından
geçerek kapıdan sokağa fırladım. Bu nazar-ı dikkati celp etmişse bile,
müdafaası kolay bir hareket olmuştu. Ve bu tehlikeli bir hareket bile olsa
marşı kaimen dinlemekten kurtulmuştum.
İşte
o idareye karşı tuğyanımız böyle hareketlere kalkışacak ve böyle tehlikeleri
göze alacak kadar kızışmış ve köpürmüştü.
Başka
bir makalede nakledeceğim üzere İngiltere Sefarethanesi'ne birçok imzalarla
bir temenni takririni hamil bir heyet gönderip sefirin huzuruna çıkarak Transilval’da
müşkül bir harp içinde bulunan İngiliz hükümetine muvaffakiyet temenni etmek
ve böylece üstümüze bazılarımızın tevkifi, ve bazılarımızın isticvabı
tehlikesini celp etmek de yine bu saikin mevlûdudur.
Bu
esnada bir gün Fikret beni görünce her zamanki küşayişli galeyanıyla:
“Rauf,
gidiyoruz,” dedi.
“Nereye?..”
“Melun
heriflerden kurtuluyoruz.”
Bu
hepimizin, fakat kimsesiz ve bekâr yaşadığım için hele benim en muazzez emelimdi.
“Nasıl?”
diye hemen hamlelendim.
O
vakit anlattı: Cuma günü Cahit’le beraber o zaman Çengel köyü’nde oturan Doktor
Esat Paşa’yı ziyarete gitmişler, orada edebiyatla iştigal etmedikleri halde
aynı mefkûre ile tutuşmuş, aynı
husumetle isyan halinde başka dostlara rast gelmişler. Bunların bazısı oldukça
servet ve memlekette içtimai mevkii olan zatlarmış.
Mukâleme
her zaman olduğu gibi istibdattan şikâyetle, Saray icraatını tenkitle başlamış,
ve kin ve lanet döküle döküle az sonra hep bir olup kadın erkek, çocuk, aile,
bütün akrabayı toplayıp bir heyet halinde memleketten muhaceret temennisi hasıl
olmuş ve bu fikir hepsine o kadar muvafık gelmiş ki hemen kabul edilmiş ve
karar verilmiş. Hatta şimdiden müstakbel Türk muhacirlerinin masarifi için para
verenler bile olmuş.
“İşte
böyle, artık gidiyoruz Raufcuğum... Tabii sen de gelirsin değil mi?”
Ben
mi? Ben ki herkesten ziyade bu hayattan müştekiyim, hatta birkaç kere kendi
kendime bin tehlikeyi göze alarak memleketten kaçmak üzere teşebbüslerim bile
olmuştu.
Yol
masrafı umum tarafından temin olunacak, gittiğimiz yerde hep birden çalışacağız,
herkes kazandığını ortaya koyarak, kadın erkek, çoluk çocuk, hür bir hayat
içinde serbest ve fahûr, yaşayacağız. Ne saadet değil mi? Hiç gitmemek olur
muyum? Hurra!..
Muhaceret
ama, nereye muhaceret..
Bu
hususta henüz kati bir karar yoktu. Herkes tetkik edecek, ileriki bir ictimada
bu bahis hakkında müzakere olunacaktı.
* * *
O
zaman ben, Tarabya’da karakol gemisinde ikinci kaptandım. Geminin vazifesi
yazın o sulara gelen sefaret gemileriyle teşrifat münasebetinde bulunmak
olduğundan bu sayede Fransız, İngiliz, Alman, Rus, İtalyan zabitleriyle
hararetli bir dostluğum vardı. Bilhassa İngiliz sefaret gemisi “İmogene”
süvarisi Captain Bain gayet samimi dostumdu. Ara sıra idare aleyhinde hissiyatımı
döktüğüm olmuştu. Bu tafsilata vâkıf olan Fikret:
"imogene
süvarisiyle sen de bir görüş de, ondan belki bir fikir alırsın," dedi.
Captain Bain bu teşebbüsümüzü alkışla karşıladı:
"Azizim
Rauf," dedi. “İngiltere’de muhaceret için bugünlerde herkes bilhassa Yeni
Zelanda’ya gidiyorlar. Orası gayet münbit ve mahsuldar, iklimi, ab ü havası pek
latif bir yerdir. Eğer istersen sana muhaceret heyetleri için neşrolunan
rehberlerden getirteyim. Okur, tetkik eder, ona göre karar verirsiniz.”
Hemen
Fikret’e koştum, ve müjdeyi verdim, hep birden İngiltere’den gelecek kitapları
beklemeye başladık. Ve geldiği vakit bunlarda teşebbüsümüzün muvaffakiyeti
için o kadar ümit verecek vaatler bulduk ki, bu adeta bir saadet oldu.
Fakat
bizde böyle büyük teşebbüsleri becerecek irade vüs’ati, ve ruh kuvveti nerede...
İlk gün hararetle karar verenler, münakaşalarda ileri sürülen müşkülat ve
muvafîfâkiyetsizlik ihtimallerini görüp o zamana kadar soğumuşlardı. Soğumayan
tabii en başta Fikret olmak üzere Cahit ve bendim.
Kâzım
Bey Manisa’da vâsi bağlara malikti. Bize “Eğer giderseniz Manisa’ya gidiniz,
orada oturacak yer de var, işlenmiş bağ da... Toprakçılık etmek isterseniz
orada çalışır, orada yaparsınız” demişti.
İşte
Cahit, bu vaadin kuvvetiyle Fikret’in “Yeşil Yurt” ismini koyduğu Servet-i
Fünuncuların muhaceret yurdunu teşkil etmek emelinin arkasında zamanının,
bilhassa kendisi gibi şüphe ve tarassut altında yaşayanları İstanbul’dan
dışarı bir adım atmaya müsaade etmeyen polis inzibatını aldatıp gizlice
Manisa’ya kadar gitmeye cesaret etmiş; Kâzım Bey’in bağlarını ziyaret ve
teftiş etmişti.
Fakat
hem Türk, hem de şair olan böyle muhacirler ne yapabilirler ki? Servet-i Fünuncuların
hicreti Cahit’in bu seferinden ibaret kaldı ve bundan çıka çıka bilahire Rübab
ı Şikeste'nin ancak bir sahifesini işgal eden bir “Yeşil Yurt” manzumesi çıktı.
Çevriyazı: Tamer Erdoğan
Güneş, nr. 9, 1 Mayıs 1927
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder