Claude Lanzmann, çekimlerini 11 yılda tamamladığı ve ilk kez 1985'te gösterime giren 566 dakikalık filmi Shoah'ta. |
Shoah’dan söz etmek kolay değil. Bu filmde bir büyü var, büyü de açıklanamaz. Savaştan sonra, gettolar hakkında, soykırım kampları hakkında bir sürü tanıklık okuduk; altüst olmuştuk. Ama bugün, Claude Lanzmann’ın olağanüstü filmini gördüğümüzde, hiçbir şey bilmediğimizi fark ediyoruz. Tüm öğrendiklerimize rağmen, o korkunç deneyim bize uzak kalıyordu. Onu, ilk kez, kafamızda, yüreğimizde, bedenimizde yaşıyoruz. Bizim deneyimimiz oluyor. Ne kurgu ne de belgesel olan Shoah’nın, geçmişi böyle yeniden yaratmayı başarırken kullandığı olanaklar şaşırtacak denli kısıtlı: yerler, sesler, yüzler. Claude Lanzmann’ın, büyük ustalığı, yerleri konuşturmakta, onları sesler aracılığıyla diriltmekte, bir de, sözlerin de ötesinde, söylenemezi yüzlerle anlatmakta yatıyor.
Yerler. Nazilerin önemli kaygılarından biri bütün izleri silmek oldu ama, tüm anıları yok edemediler ve Claude Lanzmann, gizleme çabalarının –genç ormanlar, yeni biten otlar– altındaki korkunç gerçekleri ortaya çıkarmayı başardı. Bu yeşermiş çayırlığın altında, kamyonlarda yolculuk boyunca gazla zehirlenmiş Yahudilerin getirilip boşaltıldığı huni biçiminde çukurlar vardı. Bu güzelim ırmağa, yakılmış cesetlerin külleri saçılıyordu. İşte Polonyalı köylülerin kamplarda olup bitenleri duyabildikleri, dahası görebildikleri sakin çiftlikler. İşte, bütün Yahudi nüfusun toplanıp kamplara götürüldüğü güzel eski evleriyle köyler.
Claude Lanzmann bize Treblinka, Auschwitz, Sobibor tren garlarını gösteriyor. Bugün otlarla kaplanmış olan, yüz binlerce kurbanın gaz odasına doğru sürüldüğü “rampaları” eşeliyor. Kimi basit, kimi daha gösterişli, hepsinin üzerinde isimler ve adresler yazılı, üst üste yığılmış valizler, benim için bu görüntülerin en yürek parçalayıcılarından biri. Anneler onların içine özenle süttozu, talk pudrası, Blédine unlu mamaları yerleştirmişlerdi. Daha başkaları da, giysiler, yiyecek içecek, ilaçlar. Ama hiç kimsenin hiçbir şeye ihtiyacı olmadı.
Sesler. Anlatıyorlar; filmin en uzun bölümü boyunca, hepsi aynı şeyi söylüyor: trenlerin gelişi, açılan vagon kapılarından yere yıkılıveren cesetler, susuzluk, korkuyla delik deşik bir her şeyden habersizlik, soyunma, “mikroplardan arındırılma”, gaz odalarının açılması. Ama bir an olsun, aynı şeylerin yinelenip durduğu izlenimine kapılmıyoruz. Öncelikle, seslerin farklı oluşu yüzünden: Treblinka’daki SS subayı Unterscharführer Franz Suchomel’in, soğuk, nesnel –olsa olsa en başta heyecandan bir iki kez titreyen– sesi var: Her kafilenin yok edilişiyle ilgili en kesin ve en ayrıntılı açıklamayı yapan o. Bazı Polonyalı köylülerin biraz huzursuz sesi var: Almanların votka vererek destekledikleri ama susamış çocukların çığlıklarına zor dayanan lokomotif sürücüsü; yakındaki kampın üzerine birden çöküveren sessizlikten kaygı duyan Sobibor istasyon şefi.
Ama, köylülerin sesleri çoğunlukla duyarsız, hatta biraz alaycı. Bir de sağ kurtulmuş çok az sayıda Yahudinin sesleri var. İçlerinden ikisi üçü, serinkanlı kalmayı başarabilmiş görünüyor. Ama birçoğu konuşmaya zor katlanıyor; sesleri kısılıyor, gözyaşlarına boğuluyorlar. Anlattıklarının birbirine benzemesi insanı asla bıktırmıyor, tersine. Müzikal bir temanın ya da bir nakaratın bile isteye tekrarlanışını düşündürüyor insana. Çünkü, dehşetin doruk noktasına ulaştığı anlarıyla, dingin manzaralarıyla, yanık ezgileriyle, donuk anlarıyla, Shoah’nın incelikli yapısı bir besteyi çağrıştırıyor. Bütün bunlara ritmini veren de, kamplara doğru ilerleyen trenlerin dayanılmaz denebilecek gürültüsü.
Yüzler. Çoğu zaman sözcüklerden çok daha fazlasını söylüyorlar. Polonyalı köylülerin yüzlerinde göstermelik bir merhamet var. Ama çoğunluğu ilgisiz, alaycı dahası hoşnut görünüyor. Yahudilerin yüzleri, sözleriyle uyum içinde. En tuhafı, Almanların yüzleri. Franz Suchomel’inki, Treblinka’ya övgüler düzen bir şarkı söylediği ve gözlerinin parladığı anların dışında, duygusuz kalıyor. Ama ötekilerin yüzlerindeki sıkıntılı, sinsi ifade, her şeyden habersiz oldukları, masum oldukları yolundaki karşı çıkışlarını yalanlıyor.
Gerçekten de, Claude Lanzmann’ın büyük ustalıklarından biri, bize Holocaust’u1 kurbanlar açısından olduğu kadar, bu kıyımı mümkün kılan ve tüm sorumluluğu reddeden “teknisyenler” açısından da anlatmak olmuştur. Bunların en belirgin örneklerinden biri, taşıma işlerini düzenleyen bürokrat. Geziye ya da tatile giden ve yarım tarife ödeyen grupların yararlanması için özel trenler ayrılmıştı, diye açıklamada bulunuyor. Kamplara yönlendirilen konvoyların da özel trenler olduğunu yadsımıyor. Ama kampların soykırım anlamına geldiğini o sıralar bilmediğini ileri sürüyor. Sanıyormuş ki, bunlar çalışma kamplarıymış, orada da en güçsüzler ölüyormuş. Olup bitenden habersiz olduğunu savunurkenki tedirgin, kaypak yüz ifadesi onu yalanlıyor. Az sonra, tarihçi Hilberg’den, seyahat acentelerinin “nakledilen” Yahudileri tatilcilerle bir tuttuğunu ve Yahudilerin, bilmeden, toplama kampına gönderilme masrafını da kendilerinin karşıladığını, çünkü Gestapo’nun ödemeyi Yahudilerden müsadere etmiş olduğu mal mülkle yaptığını öğreniyoruz.
Bir yüzün sözcükleri nasıl yalanladığına başka bir çarpıcı örnek de, Varşova gettosunun “yöneticileri”nden biri: Gettonun ayakta kalmasına yardım etmek, tifüsten korumak istiyormuş, öyle söylüyor. Ama Claude Lanzmann’ın sorularını, dili dolanarak yanıtlıyor, yüzü allak bullak oluyor, gözlerini kaçırıyor, tam bir tedirginlik yaşıyor.
Claude Lanzmann’ın kurduğu yapı, tarih sırasına göre bir düzenleme gözetmiyor, bence bu –eğer böylesi bir konu hakkında bu sözcük kullanılabilirse– şiirsel bir yapı. Dayandığı yankılanma, bakışımlılık, bakışımsızlık ve armoni gibi özellikleri göstermek için benimkinden daha derinlemesine bir çalışma gerekirdi. İşte, Varşova gettosunun, ancak filmin sonunda, bizler çevresi duvarlarla kuşatılanların acımasız yazgısını artık öğrenmişken betimlenmesi de böyle açıklanabilir. Bu bölümde de tekanlamlı değil anlatı: Ustaca iç içe geçirilmiş birçok sesin katıldığı, ölümü duyumsatan bir kantat bu. O zamanlar sürgündeki Polonya hükümetinin kuryesi olan Karski, iki önemli Yahudi sorumlunun ricalarına boyun eğerek, (zaten beyhude) tanıklığını dünyaya iletmek üzere gettoyu görmeye gidiyor. O yalnızca, bu can çekişen toplumdaki tüyler ürpertici insanlık dışı durumu görüyor. Alman bombalarının ezip geçtiği isyandan sağ kalan tek tük kişiyse, tersine, bu ölüme mahkûm topluluğun insanca yaşamını korumak için gösterilen çabalardan söz ediyorlar. Büyük tarihçi Hilberg, gettodaki Yahudilere yardım edebileceğine inanmış olan ve ilk gruplar kamplara gönderildiği gün tüm umudunu yitiren Czerniakow’un intiharı hakkında Lanzmann’la uzun uzun tartışıyor.
Filmin sonu, bence, hayranlık verici. İsyandan sağ çıkabilmiş bir avuç kişiden biri, kendini yıkıntıların ortasında tek başına buluyor. O anda bir tür dinginlik hissettiğini ve şöyle düşündüğünü anlatıyor: “Ben Yahudilerin sonuncusuyum ve Almanları bekliyorum.” Hemen ardından, kamplara yeni bir yük götüren bir trenin geçişini görüyoruz.
Bütün seyirciler gibi, geçmiş ile şimdiyi birbirine karıştırıyorum. Shoah’nın mucizemsi özelliğinin bu karışıklıktan kaynaklandığını söylemiştim. Buna, iğrençlikle güzelliğin böylesi bir birlikteliğini asla hayal edemeyecek oluşumu da eklemeliyim. Elbette, biri ötekini gizlemeye yarıyor değil, estetik kaygısı söz konusu değil: tersine, biri ötekini öyle bir yaratıcılık ve kesinlikle ortaya çıkarıyor ki, büyük bir yapıtı seyre daldığımızın bilincindeyiz. Katıksız bir başyapıt.
Simone de Beauvoir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder