Athyr ayının ilk günü, iki yüz yirmi altıncı Olimpiyat'ın
ikinci yılı . . . Ölüler tanrısı Osiris'in ölüm yıldönümü; nehir boyunca, tüm
köylerden, üç gün süreyle, kısık kısık inlemeler, ağlamalar duyuldu. Doğu'nun
gizemlerine benim kadar alışık olmayan Romalı konuklarım bir başka ırkın törenlerini merak
etmişlerdi. Benim için, tam karşıtı, aşırı düzeyde yorucu ve
sinirlendiriciydiler. Geminin diğerlerinden uzağa demirlenmesini istemiştim,
tüm yerleşme yerlerinden uzak olmasını istiyordum; ama nehir yakasında, firavunlar zamanından kalma, yarı terk
edilmiş bir tapınak ve içersinde rahipleri olduğu için ağıtlardan tam anlamıyla
kaçamamıştım.
Bir gün önce, Lucius beni kendi gemisinde akşam yemeğine çağırdı. Gün batarken gittim. Antinous benimle gitmek
istemediği için kıçtaki kamaramda aslan postuna uzanıp Khabrias'la aşık kemiği oynadı. Yarım saat sonra, karanlıkla birlikte
fikrini değiştirdi ve kayığı istetti. Tek kürekçinin yardımıyla,
akıntıya karşı, bizi öteki gemilerden ayıran uzaklıkta epey kürek
çekti. Akşam yemeğinin verildiği güvertedeki çadıra girişi, dans eden bir kızın eğilip bükülmelerine karşı kopan alkışları susturdu.
Meyve zarı kadar ince, uzun bir Suriyeli giysisi giymişti, üzerine
çiçekler ve ejderler saçılmıştı. Rahat kürek çekebilmek için sağ
kolunu çıplak bırakmıştı; pürüzsüz göğsünde ter damlacıkları
titreşiyordu. Lucius'un fırlattığı çelengi havada yakaladı; keskin neşesi, bir an için bile yatışmadı, içmiş olduğu bir kupa Yunan şarabının bu neşeyi vermiş olduğu söylenemezdi. Lucius'un
yukarıdan sert bir biçimde «güle güle» demesinden sonra, altı
kürekçinin çektiği kayıkla geri döndük. Sabah farkında olmaksızın göz yaşlarına bulanmış yüzüne değdi elim. Sabırsızca,
ağlamasının nedenini sordum; alçakgönüllülükle yorgunluğunu ileri sürdü. Yalanını kabul ederek yeniden uykuya daldım. Gerçek acısı, o yatakta, benim yanımda ortaya çıkmıştı.
Roma'dan mektuplar yeni gelmişti ve gün boyunca onları okuyup yanıtladık. Her zamanki gibi Antinous odada sessizce dolaşıyordu; bu güzel yaratığın yaşamımdan hangi anda
uzaklaştığını bilemiyorum. On ikinci saate doğru, büyük bir huzursuzluk içinde, Khabrias içeri girdi. Tüm kurallara karşın, genç
çocuk nereye gittiğini, ne kadar kalacağını bildirmeksizin gemiden ayrılmıştı; iki saatten fazla olmamıştı gideli. Khabrias bir
gece önce anlattığı garip şeyleri ve daha o sabah benim hakkımda
söylediği sözleri anımsıyordu. Hemen nehir yakasına indik. Yaşlı öğretmen, içgüdüsel olarak, daha önce Antinous'la birlikte gitmiş
olduğu, su yakasındaki tapınağın dışındaki küçük dini yere doğru ilerledi. Bir kurban masasında hala sıcak küller duruyordu; parmaklarıyla külleri karıştıran Khabrias, hiçbir yeri bozulmamış bir tutam saç çıkardı ortaya.
Kıyıyı araştırmaktan başka yapacak şeyimiz kalmamıştı. Bir zamanlar kutsal törenler için kullanılmış olduğu anlaşılan
bir dizi barajcık nehrin belirli bir kıvrımına kadar uzanıyordu;
son havuzun kenarında, hızla batan güneşin alacakaranlığında,
Khabrias, katlanmış bir giysi ve sandallar buldu. Kaygan
merdivenlerden indim; şimdiden nehrin çamuruna batmış, dipte yatıyordu. Khabrias'ın yardımıyla, taş gibi ağır bedeni kaldırdık.
Khabrias bir kaç gemiciye el salladı ve yelken bezinden bir kefen
yaptılar. Hemen çağrılan Hermogenes, yalnızca ölmüş olduğunu
açıklayabildi. Bir zamanlar öylesine uyanık olan o beden yeniden ısınmaya, canlanmaya karşı koyuyordu. Gemiye taşıdık. Her
şey bitmişti; her şey sanki yok olmuştu. Olympos Zeus'ü,
Herkesin Efendisi, Dünyanın Kurtarıcısı, tümü birbirinin üzerine
devrilmişti ve geminin güvertesinde yalnızca, saçları ağarmış, hıçkıran bir adam vardı.
Hermogenes beni cenaze konusunda kandırıncaya kadar iki gün geçmişti. Antinous'un kendi ölümünü çevrelemesini
istediği kutsal ayin, hangi yolu izleyeceğimizi göstermişti bize; bu
sonun Osiris'in mezarına indiği gün ve saate rastlamasının bir
anlamı olmalıydı. Nehri geçerek, Hermopolis'e, mumyacıların
bulunduğu yere gittim. İskenderiye'de nasıl çalıştıklarını görmüştüm
ve bu bedene ne çirkinlikler verebileceğini biliyordum; ama bu
sevgili teni dağlayıp kömürleştirecek ateş de korkunçtu; topraktaysa çürür. Nehri hemen geçtik; kıçtaki kamaranın bir köşesine
çömelmiş, Euphorion, alçak sesle, hangi Afrika ağıtı olduğunu
bilmediğim bir şarkı söylüyordu; bu kısık, belli belirsiz şarkı bana kendi hıçkrıklarımmış gibi geldi. Sevgili ölüyü, bana
Satyros'taki kliniği anımsatan suyla temizlenmiş odaya taşıdık; mum
sürülmeden önce yüzü yağlamak için kalıpçıya yardım ettim. Tüm mecazlar anlam kazanmıştı; yüreğini elimde tutuyordum. Boş bedeni bıraktığım zaman,
güneş ve havanın hiçbir zaman dokunmayacağı, tuz ve mür sakızıyla işlenmiş değerli bir malzeme, korkunç bir başyapıtın ilk aşaması, bir mumyacının hazırladıklarından başka bir şey değildi artık.
güneş ve havanın hiçbir zaman dokunmayacağı, tuz ve mür sakızıyla işlenmiş değerli bir malzeme, korkunç bir başyapıtın ilk aşaması, bir mumyacının hazırladıklarından başka bir şey değildi artık.
ANTİNOPOLİS YAPILIYOR
Dönüşte, kurban yapılan yerin yakınındaki, tapınağa gittim; rahiplerle konuştum. Kutsal yerleri, Mısır'ın tümü için bir hac merkezi olacaktır; medreseleri zenginleştirilecek,
büyütülecek ve bundan böyle benim tanrıma ayrılacaktı. En duygusuz anlarımda bile bu genç varlığın ilahiliğinden kuşku
duymamıştım. Yunanistan ve Asya ona bizim gibi tapacaklar, oyunlar
oynanacak danslar yapılacak, çıplak ve bayaz bir heykelin ayaklarına dinsel armağanlar sunulacaktı. Ölümün acısına tanık olan Mısır, mabutlaştırmakta kendine düşen görevi yapmış olacaktı
böylelikle; en gizli, en ciddi, en zor rol Mısır'ın rolü olacaktı çünkü
bedenini sonsuzlaştıracak mumyacının rolüydü bu. Yüzyıllarca kafaları tıraşlı rahipler, kendileri için hiçbir anlam taşımayan ama, benim için her şey demek olan adı yineleyeceklerdi. Her yıl,
kutsal gemi, suretini nehir boyunca taşıyacak, Athyr ayının ilk
günü yas tutanlar benim yürümüş olduğum kıyıda yürüyeceklerdi. Her bir saatin kendine özgü bir görevi vardır. Her bir saat diğerini boyunduruğu altına alır: O anın sorunu benden
geriye kalanları ölüme karşı savunmaktı. Buyruğum üzerine, Phlegon, beraberimdeki mimarları ve mühendisleri kıyıya toplamıştı;
bilincim tamdı; her şeyi açıkça görebiliyordum; taşlı tepelere tırmanmaya başladım, sarhoş gibiydim; onlara beni izlemelerini söyledim tasarımı açıkladım; çepeçevre yapılacak kırk beş stadialık
surları, zafer kemerinin ve mezarın yerini kumda işaretledim.
Antinopolis yaratılacaktı; o uğursuz topraklara bir Yunan kenti kurulacak ölüm denetlenecek. Hindistan yolunda yeni bir pazar açılacak
ve Erithrea göçebelerini engelleyecek bir tabya kurulacaktı.
İskender, Hephaestion'un cenazesini, yakıp yıkmalar ve yoğunlarca
kölenin boğazlanmasıyla kutlamıştı. Gözdeme, meydanlarında kalabalıkların kaynaştığı, akşam sohbetlerinde isminin anıldığı ve
ziyaretlerde gençlerin birbirlerine çiçeklerden yapılma taçlar
fırlattıkları bir kent armağan etmek istiyordum. Bir noktada kararsızdım: Bu bedeni yabancı topraklara terk etmek olanaksız görünüyordu bana. Bir sonraki molasında kalacağı yeri sağlama almak için birden fazla handa yer ayırtan bir yolcu gibi, Roma'da,
adına bir anıt yapılmasını buyurdum. Tiber kıyılarında benim
mezarımın yakınında olacaktı. Villa'da bir kapris sonucu yaptırtmış olduğum Mısır tapınakları şimdi trajik bir yararlılığa
bürünmüştü birden. Mumyacıların isteği üzerine, iki ay sonra yapılacak
cenaze töreni için gün aldık. Cenaze korosunun bir araya getirilmesi işini Mesodemes'e bıraktım. Gecenin geç bir saatinde gemime
geri döndüm; Hermogenes uyku ilacı hazırladı bana. Nehrin yukarısına doğru gezi sürüyordu ama benim yolum ölüm yoluydu. Tuna'nın kıyılarında, tutuklular kampında, bir seferinde, insanların kafalarını akıl almaz bir şiddetle
sürekli duvara vurduklarını ve sonu gelmeksizin aynı adı
yinelediklerini görmüştüm. Colleseum'un yeraltı odalarında birlikte yaşamaya alıştırıldıkları köpeklerden ayrı düştüklerinde üzüntüden
ölen aslanlar göstermişlerdi bana.
...
...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder