Siz de Yeni Zelandalılaştıramadıklarımızdan mısınız?


Sizler de benimle aynı kitapları okudu­ğunuza göre, tarihin iki defa -ama ilk defa­sında trajedi, ikinci defasında da ucuz bir komedi olarak- yaşandığını herhalde duy­muşsunuzdur.

Ne var ki, yazarların hayatlarında her şey ilk defasında da, son defasında da yal­nızca ucuz bir komedi olarak yaşanır. Öyle olmayıp yazarlar da aşkta, ülkeler fethet­mekte, yeni sosyal düzenler kurmakta ya da düpedüz günlük işlerini görmekte başka in­sanlar kadar başarılı olsalardı (ya da olduklarına inansalardı), edebiyatın büyük trajedilerine, içeriği komik olduğunda bile biçi­mi her zaman trajik bir güzellik ve uyum barındıran o soylu hayal gücü ürünlerine gerek duyarlar mıydı?

Coleridge 1794'te Robert Southey’le ta­nıştığında daha yirmi bir yaşındadır. İngiliz toplumdaki eşitsizlikten, Başbakan Fitt'in baskıcı yönetiminden ve gençlerin bunaldığı başka birçok şeyden bunalan iki genç adam çok geçmeden ayrıntılı bir plan geliştirirler. Kendileri gibi düşünen dostlarıyla birlikte Amerika’ya göç edecek ve Susquehannah ırmağının kıyısında satın alacakları bir arazide kuracakları çiftlikte tarımla geçinip boş vakit­lerinde de yazacaklardır. Coleridge, “herke­sin eşit olduğu toplum” anlamına gelecek şekilde Yunancadan türettiği “Pantisokrasi” adını verdiği bu düşe öylesine tutulmuştur ki, bu uğurda Southey’nin kötü şiirlerini be­ğenmeye ve müstakbel baldızı Sara’yla nişanlanmaya bile hazırdır.

Ne yazık ki, adının olmayan bir kelime­den gelmesi belki de çok iyi bir alamet ol­mayan proje hiçbir zaman gerçekleşmeye­cektir. Çok geçmeden Sara’nın ablası Edith’le evlenen Southey kaytarıp Porte­kiz’e gider. Coleridge ise esrar alışkanlığına gömülür ve geriye yalnızca Sara ile yaşaya­cağı uzun ve mutsuz evlilik kalır. (Gerçi, kocasının âşık olduğu kadına gidip “O se­ni o kadar severken, sen onu neden hor görüyorsun?” diyecek olan Sara, edebiyat tarihinin bize anlattığı kadar kötü bir eş ol­mamış olabilir; ama konuyu dağıtmaya­lım.)



Abdülhamid Türkiyesi’nde Yeni Zelan­da’nın düşünü gören Servet-i Fünuncular Pantisokrasi projesinden haberdar olmuş olabilirler mi? Sanmıyorum. Öyle olsaydı, Coleridge’den de haberdar olur ve daha iyi (ya da “iyi” görece bir kavram olduğuna gö­re, “başka türlü”) şiirler yazarlardı. Ama, şi­ir konusu ne olursa olsun, iki proje arasın­daki benzerlikler -bozuk bir düzenden ka­çıp doğanın bağrında yeni bir hayat kur­mak vb- açık. Dahası, ikisinin de katılanların beceriksizliği ve tembelliği yüzünden hiçbir yere varmadan kaybolup gittiğine ta­nık oluyoruz. İlk defasında ucuz bir kome­di olarak yaşanan tarih, ikinci defasında ge­ne ucuz bir komedi olarak yaşanıyor.

Servet-i Fünuncular da, Yahya Kemal gibi, geleceğe değil geçmişe yönelik bir dü­şe bağlanıp “tarih”e çekilseler ve Yeni Ze­landa’da yaşamayı kuracaklarına, hiçbir gerçeklikle, yaşadıkları İstanbul’un günlük gerçekliğiyle bile sınanamayacak, bütünüy­le hayali bir “Aziz İstanbul’da yaşamayı seçseler sonuç elbette böyle olmazdı. Ama bu dünyanın sakarları olan yazarların gerçeklikler arasında gerçek işler becermeye kalktıklarında bir şeyleri düşürüp kırarak komik olmaları bana kaçınılmaz görünü­yor. Yazarların aksine, büyük düşlerini gerçekleştirmeyi beceren Hitler’leri, Stalin’leri, Mao’ları düşündüğümüzde de bu çok kötü bir şey değil belki.

Pantisokrasi düşünden kalan tek şeyin Coleridge’in Sara’yla evliliği olduğunu söy­lemiştim. Yeni Zelanda düşünden kalan daha güzel bir şey var: Enis Batur’un bu konudaki şiiri. Şiirin adını vermeyeceğim, merak edenler şairin yapıtlarını tarayabilir­ler. Ama Yeni Zelanda girişiminin tam bir başarısızlıkla sonuçlandığını (ve öyle olaca­ğını zaten bu düşü kuranların da için için bildiğini) ileri süren Batur’a her şeye rağ­men bütünüyle katılmadığımı da belirtmek isterim. Ben sanki, ötekilerin olmasa da, Tevfik Fikret’in Wellington’a giden gemiye güç bela binmeyi becerdiğini, ama orada Batı kültürüyle yetiştirdiği sevgili oğlu Haluk’un sonradan babasına karşı duyduğu tepkiyle Müslümanlığı benimsediğini ve imam olup kökten dinci vaizler vermeye başlaması üzerine basınımızın öfkesini uyandırıp kahraman gazetecilerimizin “Türkiye’ye gelirsen seni boğarız” çığlıkla­rıyla karşılaştığını hayal meyal hatırlar gibi­yim. Yoksa o da dünyayla ilgili bütün düş­lerin ancak kargaşalık ve şiddetle bitebilece­ğine, ölçü ve biçimin yalnız edebiyata özgü olduğuna inanan yazarın birinin kendini avutmak için sığındığı bir uydurmaca mı?

Şavkar Altınel

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder