Kendisini hiç gizlemeyen, kişiyi deli eder: öylesine
çekinmeniz gerektir çıplaklıktan! Evet, tanrı olsaydınız, o zaman utanabilirdiniz
giysinizden! Dostun için ne denli süslensen azdır; çünkü sen onun için, bir ok
ve bir özlem olmalısın Üstinsana.
(Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt)
“Kendi yaşamının şairi” olan Üstinsana geçiş, tek başına
aşılacak bir yol değildir. Dostluk, Nietzsche'nin insanın yaşamını nasıl “gösterişli
bir tarzda” düzenleyeceğine dair görüşlerinde önemli bir rol oynar. Dostlar,
sanat gibi, kendi yaşamımıza belli bir mesafeden ve farklı bir bakış açısından
bakmamızı sağlar. Nietzscheye göre dost insanın “en iyi düşmanı” olmalıdır.
Yani dost, ötekinin bütün çirkin ve sağlıksız yanlarının düşmanı olmalıdır.
Dost, insanın amaç edineceği bir güzellik deneyimi sunmalı ve böylece ötekini,
mevcut durumunun sefilliğini küçümsemeye cesaretlendirmelidir. Nietzsche’nin
metinlerinde sanatçının rolüyle dostun rolü arasında belli bir yakınsama
gözlemlenir. Sanatçılar bir şeyi güzelleştirmek için o şeyden uzaklaşmanın
yolunu ortaya koyar. Benzer biçimde, (iyi) bir dostlukta da mesafe gereklidir.
Bunun nedeni, dostluğun “hata ve aldatma" üzerinde temellenmesi ve bu
türden insanca (pek insanca) ilişkileri sürdürmek için bir miktar sessizliğin
gerekli oluşudur. Bundan da anlaşılacağı üzere, dost "görmek istememelidir
her şeyi” (Zerdüşt, s. 59). John Coker’a göre, Nietzsche başkalarını oldukları
haliyle değil neye dönüştüklerine göre kabul edip sevmek gerektiğini savunur.
Bir başka deyişle, dost başkası olarak sevilmelidir, komşu ya da Aynı olarak
değil. Nietzsche bu görüşünü şu dizelerde ifade eder:
Lütfen burnumun dibinden biraz öteme yerleş,
Biraz uzağımda, biraz da yükseğimde eğleş!
Yoksa nasıl derim ben, “cananım yıldızlara eş”?
(Nietzsche, Şen Bilim, 30)
Nietzsche, sanat gibi dostluğu da iki temel türe ayırır:
yaşamı olumlayan ve yaşamın tıka basa doluluğunda temellenen dostluk ve yaşamı
reddeden ve şefkatte ve yaşamın yoksullaştırılmasında temellenen dostluk. Şöyle
buyurur Zerdüşt: “Kendisinde dünyanın yetkin durduğu, iyinin kabı olan dostu
öğretiyorum size - her zaman bağışlayabileceği yetkin bir dünyası olan
yaratıcı dostu.” (Zerdüşt, s. 63) Nietzsche, iyi dost olmadan önce kendimizi
(yani olabileceğimiz şeyi) sevmemiz gerektiğini savunur. Antikitede dostluğun
en yüce duygu kabul edildiğini ve kendine yeterliğin ve bereketin “kutsal
kardeşi” olduğunu iddia eder. Ben bu makalede Foucault’nun son dönem
yazılarında, bu antik ethos'u yirminci yüzyılın son dönemi bağlamında hayata
döndürme yolunda bir çabanın bulunduğunu savunacağım. Nietzsche şöyle sorar:
“O yüce sanatı, şenlik sanatını kaybedersek, sanal eserlerimizin sanatının ne
anlamı kalır?" (Şen Bilim, s. 144) Zerdüşt yanıt verir: “Yeryüzünün
şenliği olsun size dost ve üstinsanın önceden duyulması” (Zerdüşt, s. 63) Ben
dostlukla sanat arasındaki ilişkinin Foucault'nun son dönem yazılarında tekrar
ortaya çıktığını öne süreceğim. Foucault'nun çalışmaları bazen erkek egemen
yapısı nedeniyle eleştirilse de, bana göre onun “bir sanat yapıtı olarak yaşam
mefhumu egemen erkeklik söylemlerini aksatır. Bundan başka, dostluğu modern
toplumsal cinsiyet rejimine ve onun temelindeki heteroseksüel söyleme meydan
okumanın temel alanı olarak konumlandırmamızı sağlar.
Gelgelelim, burada duraklamamızın
bir nedeni de muhtemelen Nietzsche’nin dostluk anlayışının eril yapısıdır.
Linda Williams, Nietzsche'nin dostluk anlayışında kadınlara da yer olup
olmadığını sorgular. Geleneksel dostluk söylemini bozan bir şey varsa onun
Kadın olduğunu işaret eder. Nietzsche, sadece kadınların değil erkeklerin de
dost olma yeterliliğini eleştirerek endişelerimizi biraz olsun yatıştırır.
Şöyle yazar: “Ama deyin bana siz erkekler, hanginiz dostluğa yeterlisiniz? Ah
sizin yoksulluğunuz, ey erkekler, hele sizin gönül oburluğunuz! Sizin dostunuza
verdiğiniz kadarını, ben düşmanıma dahi veririm, hem bununla züğürtleşmem.
Arkadaşlık var: ko dostluk olsun!” (Zerdüşt, s. 58) Buna rağmen, Nietzsche'nin
mesafe ve sessizliği takdir edişi bizim için, dostlukla ilişkilendirilen duygu
ve yakınlığın “eril” reddini andırmaktadır. Nietzsche’nin düşünceleri yine de
dostluğun doğasına ilişkin önemli sorular öne sürmektedir ve bizim de ona yöneltecek
daha çok sorumuz olacaktır. Ama öncelikle Nietzsche’nin zamanında ve bizim zamanımızda
(özellikle erkekler arasındaki) dostluğun durumunu ele alalım.
Oscar Wilde'ın 1895'te "bariz ahlaksızlık” suçlamasıyla
yargılanmasından sonra erkekler arası dostluk yeni bir boyut kazandı. Bundan
böyle cinsellik meselesi “eşcinsel” figürüyle birlikte erkekler arasındaki
bütün ilişkilerin merkezine oturacaktı. Gerçekten de erkekler arası dostluk,
eşcinsellik hayaletinin güçlü heteroseksüel erillikler için bir tehlike teşkil
ettiği en önemli alandır. Wilde’ın başına gelen felaketin, erkeklerle sanat
yapıtı arasındaki kati ayrımda izini bıraktığı nadiren dile getirilir. Wilde’dan
bu yana, “sanatın” alımlanışı hem “dişil” olanla hem de "eşcinsel” olanla
kati biçimde ilişkilendirilmiştir- Wilde’ın etkili bir örneği olduğu
“estet-dandy” figürünün bünyesindeki üç unsurdur sanat, dişillik ve
eşcinsellik. Dolayısıyla, heterosek-süellik kurumu ve eşcinsellik korkusunun,
eril kimliklerin sanatla bağlantı kurmasını etkin biçimde engelleyen baskın
erillik mefhumlarının inşasının esas unsurlarından olageldiği söylenebilir.
Sanat, erillik ve dostluk arasında karmaşık karşılıklı-ilişkilerin söz konusu
olduğu bu belirsiz alan, bu makalenin daha sağlam bir dayanak bulmak adına
üzerinde temelleneceği zemindir. Heteroseksüel / eşcinsel ayrımının
belirsizleştiği bir alan olarak dostluk, erkekler ve sanat arasındaki ilişkiyi
tekrar düşünme imkânı sunabilir.
Eve Sedgwick eril eş-sosyal
(homosocial) arzu ve eril eşcinsel arzu arasında bir devamlılık olduğunu
savunur: “Bir erkek için, başka bir erkeğin erkeği olmak, ‘erkeklere ilgi
duymak’tan sadece görünmez, dikkatle bulandırılmış, hâlihazırda aşılmış bir
hatla ayrılır." Homofobi burada, erkekler arası eş-sosyal ilişkilerin
çağdaş biçimlerini ayakta tutan güç olarak ele alınmaktadır. Sedgwick’e göre
eşcinsel / heteroseksüel zıtlığı yirminci yüzyılda, bütün Batılı kimlikler ve
toplumsal örgütlenme biçimleri açısından asli öneme sahip esas kodlardan biri
olmuştur. Modern Batılı toplumların örgütlenişine özgü dostluk belli ki bu
bağlamda da bir rol üstlenmektedir. Ancak dostluğun toplumsal cinsiyet
sorununun ortaya çıktığı bir alan haline gelmesi sadece “homoseksüelin”
maskesinin toplum önünde indirilmesinden sonraki döneme özgü değildir. Örneğin
Alan Bray, on altıncı yüzyıl İngiltere'sinde “eril” dostla "oğlancı"
arasındaki farkın, Elizabeth döneminde ileri sürüldüğü gibi keskin olmadığını
söyler. Bray’e göre, cinsel açıdan uygunsuz fiil suçlamaları, erkekler arası
dostluğun kamusal emarelerinin kolaylıkla farklı -oğlancı- bir ışıkta
okunabileceğine dair örtük inanca dayanıyordu. Bunun sonucunda, Elizabeth
döneminde, erkekler arasındaki yakın ilişkilerde takdir edilecek davranışlarla
korkulacak davranışlar arasında bir ayrım yapmanın zor olduğunu görüyoruz.
Burada, yirminci yüzyıldan oldukça farklı bir bağlam söz konusu ama bu
farklılığın temelinde, oğlancılığın yaygınlaşmasının herkes için büyük tehlike
teşkil edeceği düşüncesi var. Buna karşın, modern erkekler, korkularının yer
değiştirmesini olanaklı kılan bir “eşcinsel azınlık’a sahip olmanın sağladığı
rahatlığa (ya da rahatsızlığa) sahip. Burada sorgulanan, bu yer değiştirme
stratejisinin başarısı.
Bray’in ayrıntılı olarak sunduğu
gerilimlere rağmen, on dokuzuncu yüzyıla kadar baskın olan (erkekler arası)
dostluk ideali, geleneksel ruhani kardeşlik modelini yansıtmaktaydı hâlâ.
George Moss, on sekizinci yüzyıl dostluk kültünün Avdınlanmacılığın akla
dayanan eşitlik ideallerini yansıttığını ve böylece bir erkeğin bir kadına
duyduğu (cinsel ve bedensel) sevgiden üstün olduğunun varsayıldığını işaret
eder. Mosse, bu erkeklerin birbirlerini öpüşleri, okşamaları ve sevgi
gösterilerinin beraberinde bir eşcinsellik şüphesi getirmediğini iddia eder.
Ama dostluğun değerinin bu kadar kuvvetle vurgulanmasının altında vatan
dinamik, erkekler arası ilişkilerin doğasını çevreleyen giderek artan kaygılara
bir tepki olarak da anlaşılabilir. Her durumda, erkek dostluğundaki değişimler
hep aynı şekilde baş göstermemiştir. Örneğin, Bray ve Michel Rey, erkekler
arası samimi ilişkilerin sembolik işaretlerinin İngiltere'de on yedinci
yüzyılda kaybolmaya yüz tutarken kıta Avrupasında bir süre daha varolmaya devam
ettiğini iddia ederler. Ama Batının her yerinde erkek dostluğuna dair giderek
artan bir tedirginlik olduğuna şüphe yok. Foucault, bu durumu şöyle özetler:
Antikiteden sonraki yüzyıllar boyunca dostluk toplumsal
etkileşimin önemli bir türüydü: İnsanların belli bir özgürlüğe, (her ne kadar
sınırlı olsa da) seçme şansına ve oldukça yoğun duygusal ilişkilere sahip
olduğu toplumsal bir ilişki... Bence on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda, bu
türden dostlukların, hiç değilse erkekler söz konusu olduğunda azaldığını
görüyoruz. On altıncı yüzyıldan itibaren, dostluğu tehlikeli bir şey olmakla
itham edip eleştiren metinler ortaya çıkıyor... Benim hipotezlerimden biri de
... eşcinselliğin on sekizinci yüzyılda bir sorun haline geldiği - yani,
erkekler arasında yaşanan cinselliğin bir sorun haline geldiği... Bence bunun tam
o dönemde bir sorun olarak, bir toplumsal mesele olarak baş göstermesinin
nedeni dostluğun ortadan kaybolmuş olmasıdır. Dostluk önem teşkil ettiği,
toplumsal kabul gördüğü sürece, kimse erkeklerin cinsel birliktelik yaşadığının
farkına bile varmadı... Toplumsal bir ilişki olarak dostluğun ortadan
kaybolması ve eşcinselliğin toplumsa/siyasal/tıbbi bir sorun olduğunun beyanı
aynı sürecin parçasıdır.
Foucault burada önemli bir
meseleye parmak basmaktadır. (Eşcinselliğin ortaya çıkması ve devamında bir sorun
olarak kurulması, dostluğun değerini kaybetmesiyle yakından ilişkilidir. Bundan
başka, Foucault’nun sunduğu temel şemanın doğruluğunu işaret eden çok sayıda
tarihsel kanıt da ileri sürülebilir, özellikle de on dokuzuncu yüzyıldan.
Örneğin Jeffrey Richards, erkekler, özellikle de erkek öğrenciler arasındaki
ilişkilere karşı tavrın İngiltere’de on dokuzuncu yüzyılda büyük değişimler
geçirdiğini savunur. 1880’lerden itibaren ve eşcinselliğe dair farkındalığın
kavda değer biçimde arttığı bir bağlamda, okullarda erkek öğrencilerin
hemcinsleriyle yakın ilişki kurma konusunda gözünü korkutma politikası
benimsenmiştir. Benzer şekilde Barbara Franco da on dokuzuncu yüzyılın ikinci
yarısında Kuzey Amerika’da kardeşlik birliği örgütlerinin yayılmasının, erkekler
arası dostluklar için “güvenli” bir ortam sağlama kaygısıyla paralel olarak
geliştiğini savunur. Böyle bir ortama gerek duyulmasının nedeni dostluğun
duygusal dışavurumla ve dolayısıyla dişil hassasiyetle ilişkili olarak
algılanmasıdır. Franco, dostluğun "dişileştirilmesi" bağlamında
kardeşlik birliklerinin erkekleri, normatif toplumsal erkeklik taleplerinden
koruduğunu savunur. Benzer biçimde, Robert Martin de on dokuzuncu
yüzyıl ortası Amerikan popüler edebiyatında erkek dostluğunun yüceltilmesinin,
erkekler arasındaki dostluğa geçit vermeyen bir medeniyetten kaçışı temsil
ettiğini söyler. Martin, çoğunlukla Amerika’nın batısında geçen bu romanların,
erkeklerin “anormallik" suçlamalarına maruz kalmadan yakın dostluklar kurabildiği
ve kardeşliğin özgür olduğu hayali bir alan yarattığını iddia eder. Gelgelelim,
erkekler arası kardeşlik sevgisinin ne idealleri ne de kurumları yirminci
yüzyıla kadar sağ kalır. Donald Yacovone on dokuzuncu yüzyılın son yirmi
yılında eşcinselliğin kamusal bilinçte yer edinmesiyle birlikte erkekler arası
kardeşçe sevginin dilinin de ortadan kaybolduğunu belirtir. Önceleri soylu
addedilen erkekler arası samimi ilişkiler artık bir erkeğin karakteri ve
erilliğini tartışmaya açık hale getirmektedir.
O halde, yirminci yüzyılın
başında, (tıpkı sanat gibi) etkili bir biçimde “dişileştirilmiş” bir dostluk
mefhumunun baskın çıktığını görüyoruz. Ama artık “dişil” sayılan bu dostluk
idealinin nasıl olup da kuvvetli bir biçimde “eril” olan dostluk geleneğiyle
dile getirildiği sorusu, nadiren sorulur. Ben, Foucault’nun son dönem
eserlerine bakarak toplumsal cinsiyet ve dostluk (ve bu ikisinin sanatla
ilişkisi) üzerine felsefi ve toplumsal açıdan önem arz eden sorular
sorabileceğimizi savunacağım. Önce, Foucault’nun Nietzscheci “sanat yapıtı
olarak yaşam” fikrinin neden önemli olduğuna bakalım.
Çerçevenin Ötesi
Dostluk ve sanat arasındaki ilişki meselesini etraflıca ele
almak için önce, sanat yapıtının bir müzede veya bir galeride sunulan bir
nesne olduğu ya da bir kitabın sayfaları arasında veya bir tiyatro sahnesinde
bulunabileceği düşüncesini soruşturalım. Sanat görüşümüzü modern Batı estetiği
çerçevesiyle sınırlarsak, sanat yapıtını da salt bir konunun sunumuyla
saptanan bir nesneye indirgemiş oluruz. Böyle bir sanat kavrayışı sanatın
işleme ehliyetini sınırlar. Foucault’nun yardımıyla, sanat yapıtını toplumsal
cinsiyet ve (hetero)- seksüellik üzerinden tekrar ele alabilmek için alışıldık
“estetik” anlayışını aksatarak “Sanat” çerçevesinin ötesine geçmemiz gerekir.
Ancak burada, daha uygun bir sanat tanımı sağlayabileceğimizi düşünmekten de
kaçınmalıyız. Derrida’nın da gösterdiği üzere, “Sanat nedir?” sorusunu sormak
bile, yanıtı, sorunun biçimine özgü bir dizi kavramsal karşıtlık (anlam/biçim,
içerisi/dışarısı, gösterilen/gösteren, vs.) temelinde önceden belirler. En
metafizik soru biçimi olan "... nedir?” sorusunu sorarak estetik
çerçevenin içinde hapsoluruz.
Sanatı varoluşumuzun merkezindeki
kaygıların dışında bir yerde konumlandıran, Kant’tan miras alınmış bilgeliği
sorgulamamız gerekmektedir. Derrida gibi biz de, burada söz konusu olan
çerçeveleme işleminin durumunu sormalıyız. Kant, Yargı Yetisinin Eleştirisinde
estetik yargıyı kavramsal anlama alanından ayırarak, onun hakikate
erişimini tümüyle ortadan kaldırma girişiminde bulunmuştur. Ama bu ayrım,
estetik nesnenin Kant’a göre sorunsuz ve onaylanmamış bir biçimde
çerçevelendiğini farz eder. Ama bu çerçeve nerededir? Ne içerisi ne de dışarısı
olan bu yer (yer olmayan yer) nedir? Derrida, “estetik yargı çözümlemesinin
bütününde içsel olanla dışsal olan arasında kesin bir ayrım yapılabileceği
varsayılır” der. Ama Derrida’nın Kant’a yönelttiği sorunun devamı vardır: “Ya
söz konusu eksik sadece çerçeveleme teorisinin eksiğine değil de, çerçeveleme
teorisinde eksiğin yerine dairse?" Burada bir şeyi, örneğin bir sanat
yapıtını çerçeveleme yolunda her girişimin, "çerçevenin içindeki"
anlamı üretebilmek için kaçınılmaz olarak çerçevenin "dışındaki" şey
üzerinde bir asalak olacağı işaret edilmektedir. Böylece Derrida’ya göre
çerçeve, tam da çerçeveleme eyleminde üretilen eksiğin eklentisi olmalıdır.
Gerçekten de, Kant’ın güzellik teorisinde asıl iş gören çerçevedir, sözde
"saf kesinti ’dir.
Kant’a göre güzellik insan
zihninde, estetik nesnede bulunan “amaçsız bir amaçlılık” tarafından üretilir;
böylece, Derrida’nın da savunduğu üzere, “güzelliği bahşeden -sızlıktır.” Bu “mutlak kesintiye uğratma” -“dışarısına” bağlı olan bir çerçeveleme-
olmasa, bir “içerisi", takdir edilecek bir estetik nesne de olmazdı. Oysa
Kant'ın çerçevesi de, varsaydığı kadar güvencede değildir. Burada sanat
yapıtının, vuku bulması söz konusuysa, sınırlarının içinde mi dışında mı vuku
bulduğu net değildir. Sanat yapıtını, bir nesne ya da tözsel birlik yerine bir
olay ya da vaka olarak ele alırsak hâlihazırda çerçevenin ötesine götürecek
önemli adımı atmış oluruz.
Derrida’nın çerçeve yapıbozumu,
sanat yapıtını modern Batı estetiğinin sınırlarında ya da o sınırların ötesinde
arama imkânını açar. Bundan başka, yargılayan öznenin doğasının tarihsel ve toplumsal
olarak inşa edildiğinin kabulü, sanat yapıtını geleneksel özne/nesne
karşıtlığının ötesine geçerek değerlendirme imkânı sunar. Sanatı yakından
incelemenin siyaset ve etik alanlarından muhakkak ayrılması gerektiği
yolundaki itirazlara karşılık vereceksek “estetiğin” hermetik sızdırmazlığını
da açmamız gerekir. Çünkü böyle bir itiraz sadece Aydınlanmanın epistemolojik
çerçevelemeleri bağlamında bir anlam ifade edebilir. “Bir sanat yapıtı olarak
yaşam” imkânı ancak estetik çerçevenin bu şekilde sorguya açılmasıyla ortaya
çıkar.
Bir sanat yapıtı olarak yaşam
Şimdi, cinselliğin tarihine baktıktan sonra, dostluğun ya da
dostlukların tarihini anlamaya çalışalım. Bu tarih çok, çok önemli. Dostluk,
Foucault’nun son monografileri Hazların Kullanımı ve Kendilik Kaygısında
merkezi önem atfedilen bir konu gibi görünmese de, bu metinler düşünürün son
yıllarında verdiği çok sayıda röportajla ve diğer kısa metinleriyle birlikte
okunduğunda, konu (giderek daha çok kabul gördüğü üzere) yeni bir ehemmiyet kazanır.
Foucault’nun kaleme aldığı şekliyle “cinselliğin tarihi’nde dostluk meselesine
odaklanarak şu gibi iddialarına nasıl yanıt verilebileceğine dair fikir sahibi
olabiliriz: “[Bugünün] ahlaklılık eksikliğine bir varoluş estetiği arayışı
karşılık gelir (karşılık gelmelidir)." veya “Kendiliğin bizim için verili
olmadığı fikrinin kanımca tek bir fiili sonucu vardır: kendimizi bir sanat yapıtı
gibi yaratmak zorundayız.” Sorulacak ilk soru, Foucault’nun dostluğa neden ilgi
duyduğudur. Bundan başka, neden özellikle Yunan antikitesindeki dostluğa ilgi
duyduğu sorulmalıdır. Çok sayıda neden ileri sürülebilir. Öncelikle,
Foucault'ya göre insanların kimliklerinin “cinsiyette" ve “cinsellikte”
temellendiği modernliğe karşın antikite, dostluk ilişkilerinin en yüce değer
olarak konumlandırıldığı topluma bir örnektir. İkincisi, Foucault’nun Yunan
dostluk ilişkilerine ilgi duymasının nedeni tam da söz konusu dostluk
ilişkilerinin bilhassa erkekler arasındaki dostluklar olmasıdır. Bu durumun
beraberinde getirdiği dışlamaları ve eşitsizliği kesinlikle desteklemek- sizin
teslim ederken heteroseksüel bir kültür tarafından çevrelenmeyen yaşam
biçimlerinin oluşumu üzerine düşünme imkânı da buluruz. Üçüncüsü, Yunanda ahlak
üzerine düşünmenin sadece toplumun belirli üyelerini (örneğin, özgür erkekleri)
kapsadığı gerçeği evrensel olmayan etiğin bir örneğidir. Özellikle de “kendilik
kaygısı” Foucault’ya göre yeni bir özgürlük etiğinin kapısını açabilecek bir
kavramdır.
Dostluk ilk olarak Hazların
Kullanımı'nda, antik Yunanda erkekler ve oğlanlar arasındaki ilişkinin sorunlu
doğası üzerine bir tartışmada ortaya çıkar. Güzellik ve aşkın gelip
geçiciliğinin ve oğlan çocuğun önünde sonunda mevcut pasif rolünden özgür bir
erkeğin aktif rolüne geçişinin yol açtığı kaygı, bu ilişkiyi bir dostluk ya da
philia ilişkisine çevirme imkânını araştırmaya yol açar. Foucault Ksenophon'un
gelip geçici aşkı karşılıklı, eşitlikçi ve kalıcı bir dostluğa dönüştürmenin
gerekliliğine yaptığı vurguyla gözler önüne serdiği o dönemin genel geçer
erotizm bilgisiyle (erotics), aşkı “kendi varlığı çerçevesinde” bilmeye
uğraşan yeni ve ilkinden radikal olarak farklı Platoncu erotizm bilgisini
kıyaslar. Ksenophon'a göre philia ve eros arasında basit bir karşıtlık söz
konusu değildir; daha çok, philia ilişkiye herhangi bir somut içerik tayin
etmeden erosun gücünü muhafaza etmesini olanaklı kılar. Öte yandan, Platoncu
erotizm bilgisi arzunun gerçek doğasına ilişkin bir ontolojik araştırma sunar.
Böylece dikkati kişinin duygulanımlarının nesnesinden uzaklaştırıp arzulayan
öznenin kendine yöneltir. Böylelikle (hakiki) nesne öznenin arzusunun doğasına
göre belirlenir. Böylelikle, Foucault’ya göre, Platon aşkı temelde hakikatle
bir ilişki kurma olarak belirleyip bedenlere duyulan aşkı daha ast bir aşk
türü olarak tesis eder. O halde, bir bakıma philia (veya dostluk) probleminin,
(hetero)seksüelliğin zeminini hazırlayan arzu teorisinin “kökeninde”
bulunduğunu söyleyebiliriz.
Foucault’ya göre bu, bedensel
hazlara yönelik şüphenin giderek daha da görünür hale geldiği Roma dönemi için
zemin hazırlar. Foucault Kendilik Kaygısında evlilik bağının daha önce dostluk
olarak kurulmuş olan alanı nasıl ele geçirdiğini ayrıntılı olarak aktarır. Dostluğun
evlilik ilişkisi karşısında değerini nasıl yitirdiğini ve bu ikili, heteroseksüel
ilişkiye, bütün diğer ilişki türleri zararına nasıl bir doğal ayrıcalık
atfedildiğini betimler. Foucault’ya göre Plutarkhos’un Aşk Üzerine Diyalogu zamanla
hem birlikçi bir aşk kavrayışına hem de
aynı cinsle ilişkiyle karşı cinsle ilişki arasında katı bir haz ayrımına
gidilmesiyle sonuçlanacak bir hareketin başlangıç aşamasına tanıklık eder.
Böylece farkçı bir arzu yapısına sahip ve heteroseksüelliğe ayrıcalık tanıyan
modern cinselliği tesis eder. Foucault’ya göre Plutarkhos’un
Diyalogu daha önce aynı cinsiyetten âşıklar arasındaki philia için tahsis
edilmiş olan özellikleri, bir kadının bir erkek karşısında “doğal olarak”
sergilediği rızanın çift taraflı ve sorunsuz bir aktiflik / pasiflik ilişkisi
kurduğu gerekçesiyle evlilik içi ilişkiye aktarır.
Burada Foucault’nun izini sürmeye
çalıştığı genel hareket, özgürlüğün yitirildiği harekettir. Bu kayıp,
bireylerin bir varoluş estetiği üzerinden kendi yaşamlarına şekil verebildiği
dostluk ilişkileri, sevginin "hakikatinin” etik ve ahlakın temeli olarak
ortaya çıkarılmasını görev edinen bir arzu hermenötiğiyle yerinden edildiğinde
vuku bulur. O halde yapılması gereken, Foucault'ya göre bu özgürlüğün bir
bölümünü "kendilik kaygısı" fikrinin ıslahı üzerinden geri
kazanmaktır. Bunda başarı kaydedilirse, kişinin kendi yaşamını bir sanat yapıtı
olarak baştan yarattığı ve başkalarının yaşamını da eşit ölçüde bir sanat
yapıtı olarak kabul ettiği bir duruma yol açılmış olur.
Böyle bir çabanın beklentilerini
değerlendirmeden önce, "sanat yapıtı” ve "varoluş estetiği" ile
ne denmek istediğini netleştirmemiz gerekiyor. Bu iki mefhum bana kalırsa özdeş
değil, birbirini tamamlayıcıdır ve özellikle sonuncusu şimdiye değin hep bir
nebze kafa karışıklığına yol açmıştır. Andrew Thacker, Foucault’nun Yunan
estetik anlayışıyla Kant-sonrası estetik anlayışı karıştırdığını, dolayısıyla
onun varoluş estetiği mefhumunun nasıl anlaşılması gerektiği konusunda bir
netlik oluşmadığını iddia eder. Buna karşın, Timothy O’Leary’nin de işaret
ettiği üzere, böyle bir sav sadece iki olasılık arasında seçim yapılmasının
söz konusu olduğunu varsayar. Bundan başka, Thacker'ın savı Yunan estetiğinin
Platoncu olduğunu varsayar, oysa, gördüğümüz üzere Foucault'ya göre Platon
Yunan düşünce tarzıyla bağlarını koparmıştır. Foucault’nun estetik anlayışının
bu iki modelden hiçbirini temel almadığı konusunda O’Leary’yle hemfikirim.
Foucault’nun şu yorumu, modern Batılı estetiğinin temelini çürütmeye kararlı
olduğunu açıkça gösterir:
Gördüğüm kadarıyla toplumumuzda sanat insanlarla veya
yaşamla değil de sadece nesnelerle ilişkili bir şey haline gelmiş durumda.
Sanat, aynı zamanda sanatçı olan uzmanlar tarafından yapılan veya üretilen bir
şey. Ama, herkesin yaşamı bir sanat yapıtına dönüşemez mi? Neden bir lamba veya
ev bir sanat nesnesi olabiliyor da yaşamımız olamıyor?
Bununla birlikte, bir "varoluş estetiği" yerine
bir "yaşam tekniği’nden bahsetmenin daha isabetli olacağını öneren
O’Leary’nin Foucault’nun düşüncesinin önemli bir veçhesini gözden kaçırdığını
düşünüyorum. O’Learv, Foucault için esas önemli olanın aslında "belirli
teknikleri ‘kullanarak’ kişinin yaşamına biçim verme meselesi” olduğunu
düşünür. Foucault kendi payına böyle bir yoruma destek çıkar şüphesiz:
"Benim için entelektüel emek kendini dönüştürmek anlamına gelen
'estetizm' adı verilen şeydir... Bana göre kişinin kendini bilgisiyle
dönüştürmesi estetik deneyime oldukça yakındır." Böylelikle, kişinin
yaşamını Foucaultcu bir sanat yapıtı olarak üretmenin esas unsurunun ihlal ve
dönüşüm istemi olduğu sürekli iddia edilir hale gelmiştir. İhlal eylemi elbette
önemli bir faktör ama bana göre yapbozun sadece bir parçası. Bunun sanat
yapıtını açıklamaya yeterli olup olmadığını sorgulamak gerekiyor. Nihayetinde,
sadece sanatçı “yeni bir şey” denedi diye her sanat yapıtı üretme girişimini
başarılı bulamayız. Bundan başka, Heidegger’in de hatırlattığı üzere, bir eser
sadece sanatçıyı gerektirmez, ondan başka eserin “hakikatini” alımlayıp
muhafaza edecek insanlara da ihtiyaç vardır. Bunun olabilmesi için de her
şeyden önce muhafaza etmeye değer bir şev olması gereklidir. Ama bundan ihlalin
veya dönüşümün herhangi bir biçiminin bu kriteri karşılayacağı sonucuna
varılamaz.
Foucault Hazların Kullanımında,
Yunan varoluş estetiğinin "onu temaşa edebilen ya da belleğinde
tutabilenlerin gözüne görünen açık bir güzelliğin parlayışlarına” sahip olan
bir yaşamın üretimine yöneldiğini açıkça belirtir. Ben estetiğin güzellikle bu
bağlantısının muhakkak muhafaza edilmesi gerektiğini savunacağım. Güzelliğin
öneminin, Foucault yorumcularının büyük bölümünün dikkate almakta başarısız
olduğu bir şey olduğunu düşünüyorum. Foucault’nun da açıkladığı üzere:
Kişinin kendi yaşamına (başkalarının gözünde, kendi gözünde
ve bir örnek teşkil edebileceği gelecek nesillerin gözünde) en iyi biçimi verme
için onu nasıl çekip çevireceğini bilme meselesi bu. Benim yeniden kurmaya
çalıştığım şey bu: kendini kendi yaşamının güzelliği için çalışan bir işçi
olarak kurmayı hedefleyen kendilik pratiğinin biçimlenmesi ve geliştirilmesi.
Bir yaşam, kişinin yaşamını bir varoluş estetiğiyle
şekillendirmesi sonucu üretilen bir güzelliği ortaya koymadığı sürece bir sanat
yapıtına dönüşemez. Kısacası, güzellik onun işlemesini sağlayan şeydir.
Peki, güzellik nedir? Bu noktada Heidegger’in tutumunu ele
almak vararlı olabilir.
Heidegger şöyle yazar:
Heidegger şöyle yazar:
Hakikat eser içine girdiğinde görünür olur. Eserin içindeki
ve eser olarak hakikatin varlığı olarak görünüş, güzelliktir. Demek ki güzellik
hakikatin gelişine, hakikatin kendi yerini alışına dairdir. Salt hazla ilişkili
ve onun nesnesi olarak varolmaz.
Bu noktada Heidegger’in hakikati bağımsız bir gerçeklikle
mutabakat açısından değil Yunanca aletheia veya "üstünü açma"
açısından düşündüğünü hatırlayalım. Buna göre, sanat yapıtındaki güzellik de
üstünü açma ve üstünü örtme arasındaki (her zaman faal olan ama nadiren
alımlanıp o haliyle muhafaza edilen) oyunun mevcudiyete gelmesinde
aranmalıdır. Böyle bir eser her günkü açığa çıkarma ufkumuzu” böler ve mevcut
düzenlemelerin olumsallığını açığa çıkararak kendimizi onlardan bir dereceye
kadar özgürleştirmemize imkan tanır. Heidegger için güzellik varlığın
gizeminin hatırlanması, metafiziğin kesinliklerinin temelini çürüten hakikatin
abisinin ayırdına varılmasıdır. Bu anlamda güzellik yücedir. O halde
Heidegger’in açıklaması Kant'ın ve başkalarının tesis etmeye çalıştığı güzellik
ve yüce arasındaki (ve dolayısıyka örtük olarak dişil ve eril arasındaki)
karşıtlığı bozar.
Ben Foucault’nun da güzellik ve güzelliğin hakikat ve
özgürlükle ilişkisi üzerine benzer şekilde düşündüğünü öne sürüyorum. 1982
tarihli bir sövleşide- müzik üzerine bir soruyu şöyle yanıtlar
Foucault:
Foucault:
Benim için hep çok önemli bir deneyim olmuştur. Öncelikle,
gerçekten gizemli bulduğum bir sanat dalıyla temasa geçmiş oldum... Oldukça
gizemli bir şeydeki güzelliği hissettim... Bence gerçek güzellik,
anlayamadığım, üzerinde bir şey söyleyemediğim bir ‘plimse musicale, un morceau
de musique"
Buna göre Foucault için sanat yapıtının güzelliği dilin
sınırlarında bulunabilir. Ne içinde ne
de dışında, güzellik bize ifşa olunan şeyle bizden alıkoyunan arasındaki
(olmayan)alanda varolur; bir başka deyişle, güzellik bizi başkaya açan, üzerini
örtme ve üzerini açma arasındaki oyundadır. O halde, güzel yaşam hiçbir zaman
tam olarak bilinen bir şey olamaz. Daha çok, hep ona götüren yolda
ilerlediğimiz bir şey olmalıdır.
Kant için güzellik, birliği,
sensus communis'i ifade eder. Ben buna karşın, Foucault’ya göre güzelliğin
farkın ve başka olanın ayırdına varılmasını sağlayan güç olduğunu öne
sürüyorum. Bununla beraber, Foucault fiilî ve deneysel bir eleştiri -kendimizin
tarihsel bir ontolojisi- biçimini alan "sınır tutum" olarak
tanımladığı bir felsefi ethos’u geri kazanmak için Kant’a (ve Aydınlanmaya özgü
bir kavrayışa) döner. Artık bu ihlal eylemini, kişinin kendi üzerinde ifa
ettiği çalışmayı, (güzel) bir sanat yapıtı çıkartmayı hedefleyen “kendilik
kaygısını” daha iyi anlayabileceğimiz bir konumdayız. Kendiliğimizin sınırında
ötekiyi buluruz ve ben Foucault'ya göre sanat yapıtının güzelliğinin
alımlanacağı ve muhafaza edileceği yerin ötekiyle dostluk ilişkisi olduğunu
savunuyorum.
Bir sanat yapıtı olarak dostluk
ötekiyle ilişkinin önemini merkeze oturtur ve üretici ve alıcı, özne ve nesne
arasındaki ayrımı ortadan kaldırır. Foucault'ya göre kendilik kaygısının hem
ötekilerle ilişkiyi hem de ötekiler için kaygıyı içerdiğini görmek önemlidir.
Romand Coles, sınırlanmış bir tutumun bizi sürekli ötekine, bizden farklı
olanla ya da hâlihazırda içimizde olan ama mevcut kimliğimizde kendine yer
edinemeyenle bir diyaloga yönlendirdiğine dikkat çeker. Foucault'ya göre işte
ötekiyle girilen bu yakın ilişkide kendimizi sanat yapıtı olarak yaratabiliriz.
O halde rahatlıkla söyleyebiliriz ki Foucault’ya göre “kendilik kaygısı” ya da
“varoluş estetiği” narsisistik bir sadece kendiyle ilgilenme durumuna dönüşü ya
da "yoğun bir tabi olma halini” veva sadece "ayrıcalıklı azınlıklara
sağlanan bir gündelik yaşamdan elini eteğini çekme imkânını işaret etmez. Kendini
öteki için güzel bir dost olarak yaratmak daima ötekine öteki olarak karşılık
vermeye bağlıdır. Bu karşılık, ötekinin başkalığına veya gizemine eşlik eden
güzellik oyununda belirli bir Nietzscheci mesafe gerektirir. Bu mesafenin
alımlanışı ve muhafazası da en az bir öznenin sanatsal yaratımı mefhumu kadar
önemlidir.
Hetero-normatif bir kültür
bağlamında böyle bir dostluk çalışması, ötekiliği sürekli tehdit eden
normalleştirici (hetero)seksüellik ve toplumsal cinsiyet söylemlerinden kaçış
için bir alan sunabilir. Foucault’nun College de France’taki son derslerine
bakarsak, bunun tam da onun da niyet ettiği şey olduğunu söylememize yetecek
kanıt bulabiliriz. Bu derslerin ana konularından biri antik Yunan’ın parrhesia,
yani hakikat-söyleme sanatıdır; bu sanat Helenistik dünyada dostlar arasında
dürüstlüğün en hakiki göstergesi sayılır ve özgürlüğün esas unsurlarından biri
olduğu düşünülürdü. Parrhesi- estes, Nietzsche’nin “en iyi düşman’ını bir nebze
andıran, kişiye, kendini daha iyi tanıyabilsin diye onunla ilgili hakikatleri
söyleyebilen dosttur. Ancak parrhesiestes (ya da dost) yasanın gücüne dayanarak
konuşmaz ya da mutlak bir standarda göre hüküm vermez (yani, normalleştirici
bir söylem kullanmaz). Sahip olunan otorite, dile getirilen hakikat, bunların
ikisi de parrhesiestes in ethos’unda ve bios’unda bulunur. Demek ki parrhesia
ötekine, yaşamını bir sanat yapıtı olarak biçimlendirmede bir miktar özgürlük
tanıyan eleştirel, estetik bir ethos’u temel alan bir fiildir. Öyleyse,
Foucault için parrhesia kendilik kaygısının asli bir veçhesi ve güzel bir
varoluş yaratma işleminin önemli bir parçasıydı. Gerçekten de Foucault şöyle
yazar: “Kendine özen göstermen bir üstadın derslerini dinlemeyi gerektirdiği
ölçüde kendilik kaygısı ötekiyle bir ilişkiyi kapsar. Kişi bir rehbere,
danışmana, bir dosta, kendisine karşı dürüst olacak birine ihtiyaç duyar.”
Dostluğun burada -sanat yapıtındaki güzelliği karakterize eden o belirli
mesafeyi koruyan bir dostun dile getirdiği hakikatin mevcudiyete-gelişi
anlamında- ifşa etme (veya üzerini açma) ve saklama arasındaki karşılıklı
etkileşimi kapsadığı görülebilir. O halde bu, heteroseksist bir kültürün
kısıtlama ya da sınırlarının ötesine geçme ve böylece egemen erillik
söylemlerini aksatma potansiyeli taşıyan bir dostluktur.
Dost, kişinin sınırının nerede
olduğunun farkına varmasını sağlayan kişidir. Dikkatimizi bizi içine hapseden
sınırlara ve böylece özgürlük imkânlarına çeker. Ancak bu sınırlamalardan
tümüyle vazgeçmenin mümkün ve hatta arzulanır olduğunu düşünmemeli. Heidegger
bir sınırın bir şeyin sona erdiği yer olmadığını, "Yunanlıların da
ayırdına vardığı üzere, sınırın bir şeyin özünün başladığı yer” olduğunu
işaret eder. Sınırlarımız bize özgürlük alanı tanır ve işte tam da bu nedenle
dostluğu ve sanat yapıtını nihai sınırla yüzleşme noktasına getirmeliyiz.
Erillik ve
sonluluğun kucaklanması
Foucault’nun bir sanat yapıtı olarak dostluk mefhumu,
erkekler arasındaki dostluğun mevcut durumu açısından neleri ima eder?
Hegemonyacı erilliklere ve onların sanatı ve erkek dostluğunun belirli
biçimlerini dışlamasına meydan okuma konusunda ciddiysek, modern toplumsal
cinsiyet rejiminin ikili yapısını sürdüren heteroseksüellik müessesesini
sorgulamalıyız. Dost ilk bakışta, heteroseksüelleştirici bir söylemin uygulanmasını
akla getirmeyen bir toplumsal özdeşleşme terimi gibi görünür. Ama bu terimin
dostluk geleneği üzerinden üzeri örtük toplumsal cinsiyetlendirmesini de
sorgulamak zorundayız. Foucault’nun çalışmaları bu yolda bizi ancak bu noktaya
kadar getirebilecek durumda. O halde başka bir yere bakalım. Derrida Dostluğun
Siyaseti’nde dost figürünün Batı tarihi boyunca erkek kardeş (fraternal)
özelliklerine bürünerek ortaya çıktığına işaret eder; bunun sonucunda dost
figürü "ailevi, kardeşçi (fraternalist) ve dolayısıyla erkek egemen bir
siyaset düzenlemesine aittir aynı zamanda.” Derrida Nietzsche’nin dostluk
geleneğinde neden olduğu kopuşun ayırdındadır ama Zerdüşt’ün hitap ettiklerinin
de erkek kardeşleri olduğunu ve onlar için öngördüğü erdemin esasında erkekçe
(virile) olduğunu işaret eder. Erkek kardeş, kadınları dostluktan etkili bir
şekilde dışlayan bir (hetero)seksüel fark söyleminde, kız kardeşin öteki
olduğunu varsayar. Biz de yukarıda, Nietzsche’nin idealinin, şefkatli ve
duygusal yakınlık içeren ilişkilerin reddinde temellenen, özellikle "eril”
bir dostluk kavrayışını pekiştirir gibi göründüğünü işaret etmiştik.
Yine de, Nietzsche’ye adil
davranmak adına belki de şimdiki dostluk mefhumları hakkında neleri açığa
çıkarabileceğine bakmalıyız. Günümüzde iyi bir dostluk genellikle kendini
ifade etmenin önemini temel alan zımnen "dişil” bir anlamda anlaşılsa da,
Nietzsche mesafenin önemini hatırlatır ve "samimiyet" maskesinin
ardında ötekini sahiplenme olasılığına karşı dikkatli olmamızı ikaz eder.
Gerçekten de Foucault'nun şu uyarısı ışığında, kendini ifade etmeye verilen
değer çok farklı bir açıdan ele alınabilir: “İtiraf zorunluluğu artık bize
öyle farklı noktalardan dayatılır ki, onu bizi zorlayan bir iktidarın sonucu
olarak algılamayız; tersine en gizli köşelerimizde yer alan hakikat gün
ışığına çıkmaktan başka bir şey “talep” etmiyormuş gibi gelir bize.”
“Kendini ifade etme"nin
“itirafla” belli bir noktada birleşmesi, çağdaş dostluk idealini yeniden
düşünme gerekliliğini öne çıkarır. Bu ideali daha da “eril” yapmak için değil,
“eril” veya “dişil” belirteçlerinin getirdiği kısıtlamalardan kaçabilmesi
için. Derrida'nın izinden giderek dostluğun mevcut “dişil” durumunun nasıl olup
da baskın biçimde "eril” gelenekle dile getirildiğini sorgulamalıyız. Bu
durum, (bilhassa) erkekleri imkânsız ya da geçit vermez bir konumda bırakmaz
mı? Şimdide kendisine fiili olarak yer verilmeyen bir miras tarafından kısmen
kurulan "eril” dostluk sıkı kurallara tabi kılınırken bir yandan da
engellenir. Fakat belki de bu toplumsal cinsiyet aporia’sı tam da yeni
imkânlar oluşturmanın koşuludur. Belki de gelmekte olan bir dostluğu, bizi
heteroseksüelliğin ötesinde kalan bir yere, bir sanat yapıtı olarak dostluğun
alımlanıp muhafaza edilebileceği bir yere gelmemiz için çağıran gelecekteki
dostluğu vaat etmektedir.
Derrida'da günümüzde geleneksel
dostluk mefhumunun çöküşünün yeni, ama bizim zamanımızın hudutlarında varolan
bir şey imkânını sunduğunu düşünür. Maurice Blanchot'ya başvurarak şöyle
yazar: "Yıkıntıların orta yerinde bu imkânın aniden ortaya çıkışının
-bizim zamanımızda hâlâ büyük ölçüde vakti gelmemiş sayılan- edebiyatla,
‘edebiyat camiasıyla’ bağlantılı oluşunun tesadüfi bir yanı yoktur.
Derrida'nın yeni varoluş biçimlerine dair umudu (Foucault’nun dostluk öngörüsü
gibi) , bu durumda mütekabiliyetin hesaplanmışlığının ve kardeşçi, eril
dostluk standardının ötesinde bulunan, sanat yapıtıyla ilişkilidir. Ben de hem
sanatın hem dostluğun güncel
konumundaki toplumsal cinsiyetlendirilmiş mahiyetin ayırdına
varılması ve bunun sanat yapıtının/dostluğun günümüzdeki olası potansiyeline
dair her incelemede öne çıkarılması gerektiğini savunuyorum.
Bu potansiyeli ölçüp biçerken
dostluğun ölümle asli bir ilişki içinde olduğu düşüncesini de ele alabiliriz.
Aslında modern insanın da ölümle kritik bir ilişki içinde olduğu söylenebilir.
Zygmunt Bauman'ın da işaret ettiği üzere, ölümün aklın nihai yenilgisini
-çünkü akıl ölümü "düşünemez”- temsil ettiğini kabul edersek, kendini
aklın muhafızı tayin etmiş olan bizler, ölümün bilhassa modern insanlar
(erkekler) için bir sorunsal teşkil ettiği sonucuna varabiliriz. Derrida’ya
göre ölüm nihai aporia, imkânsız geçit, (değil) geçit, vuku bulamayacak olan
şeyin gelip geçmek için gelişidir. Derrida ölümün “imkânsızlığın imkanı”,
sadece imkansız olması durumunda imkanlı olan her şeyin yerine geçebilen bir
aporia figürü olduğunu iddia eder. Derrida’nın bunlara verdiği örneklerden
bazıları aşk, hediye ve ötekidir. Dostluk da bu listede kendine bir (değil)yer
bulabilir. Aslında Derrida’nın Dostluğun Siyaseti’nin bütününde dostluğun
imkânı ölümle ilişkilendirilir. Derrida'nın metninin dokusuna işlemiş olan
Aristoteles’e atfedilen söz -“Dostlarım, dost diye bir şey yoktur” - dostun
ölümünü bildirir. Orada olmayanlara (gelecek olanlara) hitap eden kesme işareti
dostluğun imkânsızlığının yasını tuttuğu kadar, ölümde dostluğu imkânlı kılan
sınırı da kabul eder. Dolayısıyla Derrida da dostluğun ölüm sayesinde ilan
edilebileceğini iddia eder. ölüm bize bir özgürlük alanı tanıyan sınırdır.
Ötekiyle ilişkimizde etiğin imkânı, bizi hep hâlihazırda ötekine terk etmiş
olan asli sonlulukta belirlenir. Ötekine, gelecek olan dosta karşı sorumluluk,
dostluğun güzelliğini kurmada ölümün (değil)yerini anıştırır. Ölümdür ötekini
asla bütünüyle tanıyamamamızın ya da ona bütünüyle sahip olamayışımızın
nedeni; bir şeyler her zaman bizden gizlenir. Bizi çağıran ve kendi
sonluluğumuzun bizi yanıt vermeye açtığı, zorladığı güzelliğin potansiyelini
ötekinin açığa çıkarılmasında buluruz.
Heidegger’e döndüğümüzde, sanat
yapıtının varsayması gereken o imkânsız "kökene dair benzer bir
açıklamayla karşılaşırız. O soruyu şöyle formüle eder: Sanat yapıtı nedir ve
nasıldır? Sanatın ne olduğu, sanat yapıtından hareketle açıklanabilmelidir.
Sanat yapıtının ne olduğunu da ancak sanatın özünden çıkarabiliriz. Herkesin
rahatlıkla fark edebileceği gibi, hep belli bir dairede dönüp duruyoruz.
Sıradan anlayış uyarınca bu döngüden sakınmamız gerekir, çünkü mantığa
sığmaz... Ama biz burada dönüp durmaya devam etmek mecburiyetindeyiz. Bu bir
geçici çözüm veya arıza değildir. Bu yola girmek düşüncenin gücü, yolda devam
etmek ise düşüncenin şölenidir. ” Derrida'yı takip ederek ifade edecek olursak,
sanat yapıtını (veya dostluğu) düşünmek için düşünme, karar verme ve yaratma
imkânını sağlayan karar verilemezlik koşulunu muhafaza etmemiz gerekir.
Heidegger’in görünürde totolojik beyanını (sanat yapıtının kökeni sanattır) da
bu şekilde anlamalıyız. Burada “köken” saf bir başlangıç olmaktan çok bütün
hakikatlere özgü olan geri çekilme ve üzerini örtme hareketine katılır. O
halde ölüm de en başından itibaren varlığını hissettirir. Hem kendiliğe hem
ötekine dair bütün bilginin nihai sınırı olarak ölüm, heteroseksüelliği ve
erilliği devam ettiren metafiziği sorgular. Dostluk ve sanat yapıtı arasındaki
geçidin anahtarı insan ölümlülüğüdür. Ölüm ve asli sonluluğumuz bizi
hâlihazırda ötekine ve dolayısıyla dostluğun önemine açar.
Bu makalede, Foucault’nun son
dönem eserlerinde bizi sonluluğumuzla barıştıran sanat yapıtı olarak bir
dostluk mefhumunun başlangıcını açığa çıkarabileceğimizi tartıştım. Güzelliğin
ortaya çıkışı açısından düşünülünce bu başkalarıyla ilişkilerimizde cinsellik-ötesi,
erillik ve heteroseksüellik gibi tümleyici kavramların ötesine geçen bir etik imkânı
sunabilir. Dostluğun güzelliği üzerinden kendiliğin sınırları cesaretle
karşılanabilir ve bir özgürlük deneyimiyle ihlal edilebilir.
İngilizceden çev. Şeyda Öztürk
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder