***
M. Mukadder
Yakupoğlu
İnsanı diğer canlılardan ayıran onun doğal durumunun doğal
olarak sürdürülebilir olamamasıdır. İnsan doğal haliyle öyle bir çelişki
içindedir ki bu çelişkiyle varlığını sürdürmesi olanaksızdır. Bu nedenle
varlığını sürdürmeye karar veren bir insan yaşamının dayanacağı temeli
belirlemek zorundadır. Ama bu temel çoğunlukla daha önceden belirlenmiştir ve
de insan kendiliğinden bu yaşam biçimini kabullenir. Daha doğrusu her günün
getirdiği zorunluluklar insanı belirli bir yaşam biçimine mahkûm hale getirir.
Bu mahkûmiyet insanın kendi doğal durumunu dönüştürme arzusuna yol açar. Bu
arzu çoğu zaman pratik yaşama biçimini benimseme yoluyla günlük bir programın
parçası haline gelir.
Yaşama biçiminin belirlenmesinde
önceki kuşakların yaşama biçimleri model oluştururlar. Aile ve okul eğitimi
bir ölçüde insanı nasıl yaşayacağı konusunda koşullandırır. Bu koşullandırma
yaşamın acı gerçekleri karşısında yavaş yavaş etkinliklerini kaybederler. Bu
süreçte insan yaşamı konusunda karar vermek zorunda olduğunu fark eder. Bu
zorunluluğa rağmen insanların çoğu kendilerini olayların akışına bırakır. Bu
durumda o insanların yaşamının nasıl olacağını ekonomik sistem ve onunla bağlantılı
olarak toplumsal kurumlar karar verir.
Bu kayıtsız çoğunluğun
karşısındaki azınlık ise kendi yaşamları üzerine kararı kendileri vermek
isterler. Bu azınlığın önünde geniş bir yelpaze vardır. Verilecek kararların
her aşamada yeni kararlar almaya neden olacağı açıktır. İnsanların çoğu böyle
bir sürece dayanıklı olabileceklerini düşünmediklerinden halihazır kalıpların
içinde kalmayı tercih edeceklerdir.
Hiyerarşik yapılanmaya boyun
eğmek ve paranın güç olduğu savını kabullenmek, sistemin uyulmasını istediği
önermelerdir. Dünyada kabul gören baskın yaşama biçimi, hiyerarşik basamakları
çıkmaya çalışmak veya para kazanmanın bir yolunu bulmak için öldüresiye çaba
göstermektir. Sosyoloji ve sosyal psikoloji bu yaşam biçimini bir veri olarak
kabul eder. Bu kabul edişin doğal sonucu olarak insanın diğeri tarafından kabul
edilmesinin ön koşulu ya hiyerarşik bir basamakta bulunmak, ya da parasal bir
güce sahip olmaktır.
Bu önerme genel olarak doğrudur
ve zaten bu nedenle pratik yaşam biçimi genel olarak insanların benimsediği bir
yaşam biçimidir. Bir önermenin genel olarak doğru olması onun mutlak anlamda
yanlış olduğunu gösterir. Pratik yaşam biçimini kabul etmeyen, sosyolojik
determinizmi reddeden insanların sayısı az değildir. Bunun nedeni pratik yaşam
modelinin insan ruhunu tatmin edemeyişidir. Bu model öncelikle statü ve para
üretimine neden olur ve toplumsal alan enflasyonist bir statü ve para gösterisine
sahne olur. Başkası tarafından kabul edilme arzusu trajikomik bir tiyatro
oyununun sürekli tekrarlanmasına neden olur.
Kapitalist üretim-tüketim
sisteminin dayattığı sosyolojik oluşumları karşı konulamaz gerçekler olarak
kabul eden çoğunluk hep birlikte tek tip bir yaşam biçimini egemen kılmışlar ve
böylece tarihin bitişini ilân etmişlerdir.
Ama isyankâr bir azınlık
insanlığın içine düştüğü bu yoksul yaşam biçimine karşı çıkmış ve
öngörülemeyen yaratıcı bir devinimle yepyeni yaşam biçimlerinin örneklerini
ortaya koymuşlardır.
Pratik yaşam biçimi aldatıcıdır,
çünkü insana bir amaç sunmaz. Bir gün bitecek günleri iyi geçirmek üzerine kurulu
ve diğer insanların yaşamına kayıtsız kalmayı öğütleyen ve özü ahlâki bir
norma dayanmayan pratik yaşam biçimi insanı ruhsal sefalete götürür. Bu nedenle
bu yaşam biçimine isyan etmek ahlâki bir görevdir.
Pratik yaşam biçiminin ilkelerini
şöyle özetlemek mümkündür: yaşam maddi bir olaydır, yaşamı mümkün kılan
hücrelerin ve özellikle nöronların birleşmesinden meydana gelen biyolojik
makinenin düzenli işleyişidir. Bu makinenin iyi çalışması için en uygun ortamı
yaratmak pratik yaşam modelinin temelini oluşturur.
Pratik yaşamın amacı yaşamın
içinde kalmak zorunda olduğundan kendi kendini yok etmeye mahkûmdur. Ne kadar
saçma görünürse görünsün yaşamın dışına sıçrama zorunluluğu kaçınılmazdır.
Belki de bu saçmalık insanı hep intiharın sınırında tutar. Yaşamın dışına
sıçrayarak saçmalığın baskısından kurtulabiliriz. İntihar pratik yaşamın neden
olduğu bir eylemdir.
Pratik yaşamın görünürdeki
cazibesi aldatıcıdır. Bu cazibe sanki yaşamı dolu dolu yaşamak mümkünmüş gibi
bir olasılık yaratır. Böyle bir Olasılık yoktur. Aslında başkaları tarafından
kabul edilme kaygısıyla sürdürülen pratik yaşam bir dizi atraksiyonu (dikkat
çekici davranışları) gerekli kılar.
Kendi kendine yani içe dönük
yaşam varlığımızın özüne inmemizin olmazsa olmaz koşuludur. Buna karşın pratik
yaşam bizi bizden uzaklaştırır ve özümüze yabancılaştırır. Varlık bir zevk
makinesine indirgenir, (Goethe’nin Faust’unu anımsayalım. Şeytan Faust’u bir
zevk makinesine dönüştürmeye çalışır ama Faust’un ruhu bu makineleşmeye
direnir. Belki de felsefi veya dinsel yaşamın çıkış noktası bu direnmedir.
İnsanın kendi kendisiyle
savaşımı, insanı hiçbir yere götürmeyen pratik yaşamla bir amaç varmış
yanılsamasını mümkün hale getiren dinsel- felsefi yaşam arasındaki uzlaşmanın
zorluğundan doğmaktadır. Kendini akıntıya bırakmak, içgüdülerin mutlak egemenliğini
kabul etmek çoğu insanın seçtiği yoldur ve sonu anlamsız bir hiçliktir.
Yaşam bize verilen biyolojik bir
sıçrama mıdır? Buradaki “biz” ne anlama gelmektedir? Biz kendimize
atfettiğimiz metafizik bir öze işaret etmektedir. Biz veya ben olgusu yaşama
dışarıdaki bir fenomen olarak bakmamızı sağlar. Bizi dışarıya doğru uzatan bu
biyolojik sıçrama içinde hep potansiyel bir düşüşü taşır. Yaşam kısa bir süre
yükselen ve daha sonra sürekli düşüşe yönelen bir titreşim gibi algılanabilir.
Kazanmak için kaybetmenin
gerekliliği üzerine kurulan şu zavallı varolma savaşı...Varoluş sıçraması,
yaşamı kaybetmenin üzerinde gerçekleşir. Yavaş yavaş can sıkıntısı içinde
tükenmek. Kapanmak, yok olmak. Belki de çırpınmayı önleyen en emin yol
budur... Ayrıcalıklı bir azınlığa katılabilmek için öldüresiye çırpınmak riskli
ve ahlâksız bir yoldur ama bu yolu deneyip kazanan insanlar vardır. En çok
böbürlenen insanlar da onlardır.
Her gün biraz daha yenilmenin
keyfîni yaşıyorum. Bu kadar berbat bir dünyada ve özellikle bu kadar sefil bir
toplumda kötü bir rolü kabul etmektense, yenilmeyi stoacı bir tarzda özümsemek
en emin yoldur. Ne çare ki bu kadar çabuk paranın sahte gücüne boyun eğen bu
insanlardan oluşmuş bir topluma güvenmem olanaksız. Varlığının derinliğindeki
ışığı fark etmekten âciz insanlar kolaylıkla parayı adi yollardan ele geçirenlerin
emrine giriyorlar.
Bütün hayatları boyunca rol kesen
insanlar gördüm. Bugün bu insanlar bu yapay dünyada kendilerine uygun bir yer
buldular Ölünceye kadar da bu rollerini sürdüreceklerine eminim. Bu insanlar
benimle bir süre arkadaş oldular. Sonra ben onlar için faydasız ve rahatsız
edici oldum. Beni bir kalemde sildiler ve şimdi çok rahat bir hayat
sürdürüyorlar. Her gün biraz daha varlığın ışığından uzaklaşıyorlar ve
kendilerinden nefret eder hale geliyorlar.
Dünyanın tinsel (manevî) merkezi
Hindistan, Himalayalar, Tibet olarak adlandırılan coğrafi bölgedir. Bu bölge ve
çevresi binlerce yıllık tinsel yolculuklarıyla bize bir yol göstermektedir. Bu
yol bize çırpınmayın ve sakin olun, kendinize ve çevrenize telaşsızca bakın ve
içsel bir yolculuğa çıkın, demektedir. Bu bölgedeki felsefi ve dinsel yoğunluğu
dile getiren metinler batıdaki gibi sistematik değildir ve size yalnızca ışık
tutarlar ve sizi bedenden mutlak ruha doğru giden büyük yolculuğa davet
ederler.
Bu topraklarda oturan bizler bu
yolculuğu yapacak donanıma sahip değiliz çünkü bizler bütün dünyayı içine alan
bayağılık rüzgârına kendimizi kaptırmışız. Ben şunu ısrarla tekrar ediyorum:
Kendimizi diğer insanların ortaya çıkardığı bayağılıktan kurtarmak için
direncimizi arttırmak zorundayız. Yoksa bu bayağılık hepimizi yutar.
Eski yüzyıllarda monarşi,
oligarşi veya diktatörlük rejimi bütün insanları canından bezdirmişti. İşte bu
nedenle insanlık demokrasi rejimini bir kurtuluş gibi gördü. Ama demokrasi yeni
bir felâkete yol açtı: bayağılık, sıradanlık, sürüleşme. Yığınların iktidarı
dayanılmaz ölçüde iğrenç bir atmosferin oluşmasına neden oldu. Artık
soluduğumuz hava dayanılmayacak kadar ağır. Caddeler, sokaklar kitlelerin
işgaline uğramış. Her konuda haklılar çünkü iktidar onların ve demokratik
rejim devam ettiği taktirde bireyin kitleye boyun eğmenin dışında bir çıkışı
yok:
İnsanlığın bu bayağılıktan
kurtulması mümkün görünmüyor. Ne yapalım? Bunun yanıtı kısaca hiçbir şey.
Sorun insan türünü yaratan mekanizmanın sıradanlığı. Evrim kuramını
izlediğimizde önümüze iğrenç bir tablo çıkıyor. Belki önceleri durum biraz daha
katlanılabilir görünüyordu. Ama evrimin devinimi yırtıcı hayvanları ve sonunda
bunlardan tuhaf bir şekilde yırtıcı olan insanı üretmeye başlayınca bütün dünya
mezbahaya döndü. Ben bu evrimden iyi bir şey çıkmayacağını söylüyorum.
O halde yolumuzu değiştirmeliyiz.
Bu canlılar topluluğunu kendi saldırganlıklarıyla baş başa bırakıp tinsel bir
yolculuğa çıkmalıyız. Bu yolculuk insan olmanın reddedilmesiyle başlayacaktır.
Ben bu canlı halimizi komik ve sıradan buluyorum ve canımı bırakıp varlığımın
içine dalıyorum.
Geriye baktığım zaman insan
türünün tarihinin boşunalığını görüyorum. Boşlukta kaybolup giden insanlar.
Onların yaşayıp tükettikleri hayatlar büyük bir trajedinin sürekli tekrarından
başka bir şey değil. Ama olsun. Bu böyle sürüp gidecek. Ebedi dönüşün
kaçınılmazlığı bizi hep bu hayata bağlı kılacak. Varoluş devinimi bizi hiçliğin
başdöndürücü uçurumu içine atarken hayat bizi hep yukarı çekecek.
İşte bu noktada insanın kendi
kendisiyle savaşımı ve buna bağlı olarak kendi doğasını değiştirme zorunluluğu
ortaya çıkıyor. Kendi kendine sürüp giden ve bizi sadece bir malzeme, araç
olarak kullanan yaşam fenomenini olduğu gibi kabul etmemeliyiz. Ona karşı
varlığımızın bize verdiği tinsel gücü kullanmalıyız. Bu güç Yunus Emre, Kant,
Bergson, Gandhi gibi insanların varolmasını sağlamıştır. Onlar yaşamın
sıradanlığını yok etmeyi başarmışlar ve insanlara üstün varlık olma imkânının
var olduğunu göstermişlerdir.
Kendi kendimizle savaşmaktan
bıkmamalıyız ve biyolojik yapımızın bize hazırladığı tuzaklara yakalanmamaya
özen göstermeliyiz. Yoksa sıradanlığın içinde boğuluruz. Ben bu dünya düzenine,
insanın insanı çeşitli yollardan ezmesine hayır diyorum ve hepimizi bu varoluş
savaşımına çağırıyorum.
Belki de her çaba boşunadır. Bize
verilen sadece biyolojik bir yaşamdır. Gerisi sadece yaşamı kolaylaştırıcı avuntulardır.
Sonsuzluk, ruh, yüksek ahlâk gibi yaşamı anlamlandıran olgular yaşamın
hizmetindeki geçici araçlardır. Yaşamı terk edecek kadar kendimizi kötü
hissettiğimizde bu olgular hemen devreye girer.
Belki de her çaba bizi yüce
varlığa yaklaştıracak ve çektiğimiz acıların, sıkıntıların ödülünü alacağız.
Olabilir veya olmayabilir. Ben olabilir diyenlerin safındayım. Zaten insan
varlığı için başka çıkış yok.
Bizi yaşama mahkûm eden
içgüdülerimize karşı çıkarak hayatı yaşarken reddetme olanağına sahibiz. Yaşam
bizi aşağılara çekiyorsa içgüdülerimizi köreltip varoluşumuzun özüne
dönebiliriz. Hiçbir şey bizi diğer insanların yaşadığı rezilliği kabul etmeye
zorlayamaz. En çok kızdığım söz, başka çaremiz yoktur sözüdür. Her zaman daha
iyiyi denemek zorundayız. İçgüdülerimiz bize oyun oynuyorsa bu oyunu
bozabilecek tinsel güce sahibiz.
Adım adım ölüme yaklaşıyoruz. Bu
nedenle her adımın başka bir anlamı vardır. Ölüm zaten içgüdülerin adım adım
körelmesine dayanır. Bu körlük yaşamın ötesindeki gerçeği görmemizi sağlar. Bir
an gelir çelişkilerden, kısır çekişmelerden kurtuluruz. İşte o an ölüme doğru
büyük ve anlamlı yürüyüş başlar. Bu yürüyüşe çıkmaktan korkmayalım. Yoksa
yaşamın daracık, boğucu atmosferinde nefesimizi tüketiriz. Herkesin
böbürlendiği içi kof başarıların peşine düşmeyelim.
İnsanların ortak yaşamına
baktığımızda umutsuzluğa kapılmak kaçınılmaz oluyor. Herkesin başkasını felâkete
sürükleme pahasına kendini kurtarma çabası içine girdiğini görüyoruz. Ama işin
garip olan tarafı bu dünyadaki yaşamın bize hiçbir kurtuluş olanağı
vermemesidir, verilen yalnızca günü yaşayıp ertesi güne anlamsızca geçmenizdir.
Günleri birbirine bağlayan tek olgu üretici çalışmadır. Mevki, para, şöhret,
günleri birbirine bağlamaz. Aksine her günü diğer günlerden koparır.
Umutsuzluğu yenmenin tek koşulu üretimdir ve bu üretileni de insanlığa armağan
etmektir. Her sahip olunan şey bizi daha çok ağırlaştırır ve daha çok karanlık
dibe doğra çeker. Üretip, onu armağan etmek bizi hafifletir ve yukarı çıkarır.
Yaşlanırken bütün dünya önemsiz
hale geliyor. Evrenin var olması ile yok olması arasında hiçbir fark kalmıyor.
Yaşlı için varlık hiçliğe eşittir. Bu da hayata ve kendine karşı mutlak bir
kayıtsızlığa yol açıyor. Artık umutsuzluğa kapılma ve dolayısıyla depresyona
girme olanağı da ortadan kalkıyor. Biyolojik işlevdeki ufak bir aksilik varlığı
hiçliğe dönüştürüyor. Bu sürece maruz kalan yaşlı insan kolaylıkla kendini
unutabiliyor ve kendini fark etme arzusunu yitiriyor.
Ne tuhaftır ki arzu yanan bir mum
gibi sessizce sönüyor ve ölüm bitip tükenen bu arzunun bedendeki izdüşümü
oluyor. İşte o an kendini kurtarma çabasının gülünçlüğü bütün çıplaklığıyla
ortaya çıkıyor.
Hepimiz gülünç bir oyunun içinde
debelenip duruyoruz. İçimizde başaramadığımız arzu bizi bir oyundan diğerine
sürüklüyor. Hayat boyunca amaçsızca koşturup duruyoruz. Uyandığımız andan
itibaren bir gün başlıyor ve kendiliğinden bitiyor. Bizden bağımsız olarak
kayıtsızca kendiliğinden yok olup giden günü biz bir yaşam olayı haline
getirmeye çalışıyoruz. Bu çaba bizi yoruyor, bizi tüketiyor.
Umutsuzca kendi içimizde bir ben
oluşturmaya çalışıyoruz. Bu ben yoluyla tanrıya ve tanrı yoluyla sonsuz
varoluşa ulaşmak istiyoruz. Bu istek günlük yaşamın sıradanlığı, boşunalığı
içinde kaybolup gidiyor. Böylece umutsuzluk denen o ölümcül hastalığa
yakalanıyoruz. Kierkegaard inançlının bu hastalığa karşı bağışıklığı olduğunu
ileri sürüyor ama akıldışı inancın düşünen insanda nasıl mümkün olacağını
açıklayamıyor. Bir şekilde mutlak varlığa ulaşmanız gerekiyor yoksa bu dünyada
ölemeden ölümün acısını sürekli içinde taşırsınız. Zaten düşünen, rasyonel
insana olan da bu. Bili Gates’le en yoksul insan bu açıdan eşit durumdalar.
İnanmak zorundayım o halde
inanıyorum- Çağdaş insanın dramı bu önermede özetleniyor. İnanmak için ölesiye
çaba göstermemiz gerekiyor ama bu bizi inançlı kılmıyor. Belki de inanca giden
yol her koşulda iyi olmaktan geçiyor. İyi olmak bu maddi dünyada kaybetmek
demektir. O halde mutlak varlığa ulaşmak için bu dünyada kaybetmeyi göze almamız
gerekiyor.
Zevke yönelik içgüdüsel bir
donanıma sahip insanın kendini iyiliğe adaması genel olarak zor görünüyor.
İnsanlık tarihine ve bugününe baktığımız zaman içgüdülerini bastıran ve yönünü
salt iyiliğe çeviren insan sayısının toplam insan nüfusuna göre çok küçük bir
azınlık olduğunu fark ediyoruz. O zaman inançlı insan sayısının da çok düşük
olduğu açığa çıkıyor. Büyük çoğunluk içgüdülerini diğer insanlara fazla zarar
vermeden tatmin etmeye çalışıyor. Küçük bir azınlık ise mutlak olarak içgüdülerini
tatmine yöneliyorlar ve kötülüğün içine düşüyorlar. İnsanlık tarihi de temel
olarak bu tür kötü insanların arzularını tatmin etme çabalarının trajik
sonuçlarından oluşuyor.
İnsanoğlunun ulaştığı düzey,
kapitalist-teknolojik bir düzenin sağladıklarıyla sınırlıdır. Bu düzen vasat
insanın köleliğine dayanır. Bu düzen vasatın üstündekileri çıldırtır. Bunun en
önemli nedeni bu düzenin insanı bayağı bir varlık düzeyine düşürmesidir.
“Sistem senin aç karnını doyuruyor” sloganında özetini bulan bu alçaklık düzeni,
Nietzsche’nin “üst insan” kavramını alt-üst etmiştir. Nietzsche’nin
düşüncelerini tahrif eden kapitalizmin sözde büyük düşünürü Ayn Rand iş
adamlarını “üst insan” düzeyine çıkararak insanlığın bu insanlar sayesinde
ayakta kaldığını söyleme bayağılığını göstermiştir. Aslında iş adamı insanın
köle ruhundan faydalanan bir fırsatçıdan başka bir şey değildir.
İnsan vasatlığı onu kendi kendine
köleleştiren bir sisteme tutsak etmiştir. İnsan yaşamı boyun eğme üzerine
kuruludur. Kime boyun eğiyor insan? Yine insana. Bundan daha gülünç ne
olabilir? Herkes herkesin boyunduruğu altındadır. Efendi kimdir? Her an
öldürülme riski taşıyan bir budala. Efendi budaladır çünkü yaşamını kin, nefret
ve korkuya dayandırmıştır. İşte Hegel’in efendi-köle ilişkisi.
Ölümü kabullenmede
her zaman gülünç ve aşırı bir taraf var. Yaşadığımız neydi de bu sona
eriyordu? Bence yanıtlamamız gereken en önemli soru budur.
Doğu Batı - 48
Doğu Batı - 48
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder