İNSANIN KENDİ DOĞASIYLA SAVAŞI


***

M. Mukadder Yakupoğlu

İnsanı diğer canlılardan ayıran onun doğal durumunun doğal olarak sür­dürülebilir olamamasıdır. İnsan doğal haliyle öyle bir çelişki içindedir ki bu çelişkiyle varlığını sürdürmesi olanaksızdır. Bu nedenle varlığını sür­dürmeye karar veren bir insan yaşamının dayanacağı temeli belirlemek zorundadır. Ama bu temel çoğunlukla daha önceden belirlenmiştir ve de insan kendiliğinden bu yaşam biçimini kabullenir. Daha doğrusu her gü­nün getirdiği zorunluluklar insanı belirli bir yaşam biçimine mahkûm hale getirir. Bu mahkûmiyet insanın kendi doğal durumunu dönüştürme arzu­suna yol açar. Bu arzu çoğu zaman pratik yaşama biçimini benimseme yoluyla günlük bir programın parçası haline gelir.

Yaşama biçiminin belirlenmesinde önceki kuşakların yaşama biçimle­ri model oluştururlar. Aile ve okul eğitimi bir ölçüde insanı nasıl yaşaya­cağı konusunda koşullandırır. Bu koşullandırma yaşamın acı gerçekleri karşısında yavaş yavaş etkinliklerini kaybederler. Bu süreçte insan yaşa­mı konusunda karar vermek zorunda olduğunu fark eder. Bu zorunluluğa rağmen insanların çoğu kendilerini olayların akışına bırakır. Bu durumda o insanların yaşamının nasıl olacağını ekonomik sistem ve onunla bağlan­tılı olarak toplumsal kurumlar karar verir.

Bu kayıtsız çoğunluğun karşısındaki azınlık ise kendi yaşamları üzeri­ne kararı kendileri vermek isterler. Bu azınlığın önünde geniş bir yelpaze vardır. Verilecek kararların her aşamada yeni kararlar almaya neden ola­cağı açıktır. İnsanların çoğu böyle bir sürece dayanıklı olabileceklerini düşünmediklerinden halihazır kalıpların içinde kalmayı tercih edeceklerdir.

Hiyerarşik yapılanmaya boyun eğmek ve paranın güç olduğu savını kabullenmek, sistemin uyulmasını istediği önermelerdir. Dünyada kabul gören baskın yaşama biçimi, hiyerarşik basamakları çıkmaya çalışmak veya para kazanmanın bir yolunu bulmak için öldüresiye çaba göstermektir. Sosyoloji ve sosyal psikoloji bu yaşam biçimini bir veri olarak kabul eder. Bu kabul edişin doğal sonucu olarak insanın diğeri tarafından kabul edilmesinin ön koşulu ya hiyerarşik bir basamakta bulunmak, ya da parasal bir güce sahip olmaktır.

Bu önerme genel olarak doğrudur ve zaten bu nedenle pratik yaşam biçimi genel olarak insanların benimsediği bir yaşam biçimidir. Bir önermenin genel olarak doğru olması onun mutlak anlamda yanlış olduğunu gösterir. Pratik yaşam biçimini kabul etmeyen, sosyolojik determinizmi reddeden insanların sayısı az değildir. Bunun nedeni pratik yaşam modelinin insan ruhunu tatmin edemeyişidir. Bu model öncelikle statü ve para üretimine neden olur ve toplumsal alan enflasyonist bir statü ve para gösterisine sahne olur. Başkası tarafından kabul edilme arzusu trajikomik bir tiyatro oyununun sürekli tekrarlanmasına neden olur.

Kapitalist üretim-tüketim sisteminin dayattığı sosyolojik oluşumları karşı konulamaz gerçekler olarak kabul eden çoğunluk hep birlikte tek tip bir yaşam biçimini egemen kılmışlar ve böylece tarihin bitişini ilân etmişlerdir.

Ama isyankâr bir azınlık insanlığın içine düştüğü bu yoksul yaşam bi­çimine karşı çıkmış ve öngörülemeyen yaratıcı bir devinimle yepyeni yaşam biçimlerinin örneklerini ortaya koymuşlardır.

Pratik yaşam biçimi aldatıcıdır, çünkü insana bir amaç sunmaz. Bir gün bitecek günleri iyi geçirmek üzerine kurulu ve diğer insanların yaşa­mına kayıtsız kalmayı öğütleyen ve özü ahlâki bir norma dayanmayan pratik yaşam biçimi insanı ruhsal sefalete götürür. Bu nedenle bu yaşam biçimine isyan etmek ahlâki bir görevdir.

Pratik yaşam biçiminin ilkelerini şöyle özetlemek mümkündür: yaşam maddi bir olaydır, yaşamı mümkün kılan hücrelerin ve özellikle nöronla­rın birleşmesinden meydana gelen biyolojik makinenin düzenli işleyişi­dir. Bu makinenin iyi çalışması için en uygun ortamı yaratmak pratik yaşam modelinin temelini oluşturur.

Pratik yaşamın amacı yaşamın içinde kalmak zorunda olduğundan kendi kendini yok etmeye mahkûmdur. Ne kadar saçma görünürse görün­sün yaşamın dışına sıçrama zorunluluğu kaçınılmazdır. Belki de bu saç­malık insanı hep intiharın sınırında tutar. Yaşamın dışına sıçrayarak saçmalığın baskısından kurtulabiliriz. İntihar pratik yaşamın neden olduğu bir eylemdir.

Pratik yaşamın görünürdeki cazibesi aldatıcıdır. Bu cazibe sanki yaşamı dolu dolu yaşamak mümkünmüş gibi bir olasılık yaratır. Böyle bir Olasılık yoktur. Aslında başkaları tarafından kabul edilme kaygısıyla sür­dürülen pratik yaşam bir dizi atraksiyonu (dikkat çekici davranışları) gerekli kılar.

Kendi kendine yani içe dönük yaşam varlığımızın özüne inmemizin olmazsa olmaz koşuludur. Buna karşın pratik yaşam bizi bizden uzaklaştırır ve özümüze yabancılaştırır. Varlık bir zevk makinesine indirgenir, (Goethe’nin Faust’unu anımsayalım. Şeytan Faust’u bir zevk makinesine dönüştürmeye çalışır ama Faust’un ruhu bu makineleşmeye direnir. Belki de felsefi veya dinsel yaşamın çıkış noktası bu direnmedir.

İnsanın kendi kendisiyle savaşımı, insanı hiçbir yere götürmeyen pra­tik yaşamla bir amaç varmış yanılsamasını mümkün hale getiren dinsel- felsefi yaşam arasındaki uzlaşmanın zorluğundan doğmaktadır. Kendini akıntıya bırakmak, içgüdülerin mutlak egemenliğini kabul etmek çoğu insanın seçtiği yoldur ve sonu anlamsız bir hiçliktir.

Yaşam bize verilen biyolojik bir sıçrama mıdır? Buradaki “biz” ne an­lama gelmektedir? Biz kendimize atfettiğimiz metafizik bir öze işaret etmektedir. Biz veya ben olgusu yaşama dışarıdaki bir fenomen olarak bakmamızı sağlar. Bizi dışarıya doğru uzatan bu biyolojik sıçrama içinde hep potansiyel bir düşüşü taşır. Yaşam kısa bir süre yükselen ve daha sonra sürekli düşüşe yönelen bir titreşim gibi algılanabilir.


Kazanmak için kaybetmenin gerekliliği üzerine kurulan şu zavallı varolma savaşı...Varoluş sıçraması, yaşamı kaybetmenin üzerinde ger­çekleşir. Yavaş yavaş can sıkıntısı içinde tükenmek. Kapanmak, yok ol­mak. Belki de çırpınmayı önleyen en emin yol budur... Ayrıcalıklı bir azınlığa katılabilmek için öldüresiye çırpınmak riskli ve ahlâksız bir yol­dur ama bu yolu deneyip kazanan insanlar vardır. En çok böbürlenen insanlar da onlardır.

Her gün biraz daha yenilmenin keyfîni yaşıyorum. Bu kadar berbat bir dünyada ve özellikle bu kadar sefil bir toplumda kötü bir rolü kabul et­mektense, yenilmeyi stoacı bir tarzda özümsemek en emin yoldur. Ne çare ki bu kadar çabuk paranın sahte gücüne boyun eğen bu insanlardan oluşmuş bir topluma güvenmem olanaksız. Varlığının derinliğindeki ışığı fark etmekten âciz insanlar kolaylıkla parayı adi yollardan ele geçirenlerin emrine giriyorlar.

Bütün hayatları boyunca rol kesen insanlar gördüm. Bugün bu insanlar bu yapay dünyada kendilerine uygun bir yer buldular Ölünceye kadar da bu rollerini sürdüreceklerine eminim. Bu insanlar benimle bir süre arkadaş oldular. Sonra ben onlar için faydasız ve rahatsız edici oldum. Beni bir kalemde sildiler ve şimdi çok rahat bir hayat sürdürüyorlar. Her gün biraz daha varlığın ışığından uzaklaşıyorlar ve kendilerinden nefret eder hale geliyorlar.

Dünyanın tinsel (manevî) merkezi Hindistan, Himalayalar, Tibet olarak adlandırılan coğrafi bölgedir. Bu bölge ve çevresi binlerce yıllık tinsel yolculuklarıyla bize bir yol göstermektedir. Bu yol bize çırpınmayın ve sakin olun, kendinize ve çevrenize telaşsızca bakın ve içsel bir yolculuğa çıkın, demektedir. Bu bölgedeki felsefi ve dinsel yoğunluğu dile getiren metinler batıdaki gibi sistematik değildir ve size yalnızca ışık tutarlar ve sizi bedenden mutlak ruha doğru giden büyük yolculuğa davet ederler.

Bu topraklarda oturan bizler bu yolculuğu yapacak donanıma sahip değiliz çünkü bizler bütün dünyayı içine alan bayağılık rüzgârına kendimizi kaptırmışız. Ben şunu ısrarla tekrar ediyorum: Kendimizi diğer insanların ortaya çıkardığı bayağılıktan kurtarmak için direncimizi arttırmak zorundayız. Yoksa bu bayağılık hepimizi yutar.

Eski yüzyıllarda monarşi, oligarşi veya diktatörlük rejimi bütün insanları canından bezdirmişti. İşte bu nedenle insanlık demokrasi rejimini bir kurtuluş gibi gördü. Ama demokrasi yeni bir felâkete yol açtı: bayağılık, sıradanlık, sürüleşme. Yığınların iktidarı dayanılmaz ölçüde iğrenç bir atmosferin oluşmasına neden oldu. Artık soluduğumuz hava dayanılma­yacak kadar ağır. Caddeler, sokaklar kitlelerin işgaline uğramış. Her ko­nuda haklılar çünkü iktidar onların ve demokratik rejim devam ettiği taktirde bireyin kitleye boyun eğmenin dışında bir çıkışı yok:

İnsanlığın bu bayağılıktan kurtulması mümkün görünmüyor. Ne yapa­lım? Bunun yanıtı kısaca hiçbir şey. Sorun insan türünü yaratan meka­nizmanın sıradanlığı. Evrim kuramını izlediğimizde önümüze iğrenç bir tablo çıkıyor. Belki önceleri durum biraz daha katlanılabilir görünüyordu. Ama evrimin devinimi yırtıcı hayvanları ve sonunda bunlardan tuhaf bir şekilde yırtıcı olan insanı üretmeye başlayınca bütün dünya mezbahaya döndü. Ben bu evrimden iyi bir şey çıkmayacağını söylüyorum.

O halde yolumuzu değiştirmeliyiz. Bu canlılar topluluğunu kendi sal­dırganlıklarıyla baş başa bırakıp tinsel bir yolculuğa çıkmalıyız. Bu yol­culuk insan olmanın reddedilmesiyle başlayacaktır. Ben bu canlı halimizi komik ve sıradan buluyorum ve canımı bırakıp varlığımın içine dalıyorum.

Geriye baktığım zaman insan türünün tarihinin boşunalığını görüyo­rum. Boşlukta kaybolup giden insanlar. Onların yaşayıp tükettikleri ha­yatlar büyük bir trajedinin sürekli tekrarından başka bir şey değil. Ama olsun. Bu böyle sürüp gidecek. Ebedi dönüşün kaçınılmazlığı bizi hep bu hayata bağlı kılacak. Varoluş devinimi bizi hiçliğin başdöndürücü uçurumu içine atarken hayat bizi hep yukarı çekecek.

İşte bu noktada insanın kendi kendisiyle savaşımı ve buna bağlı olarak kendi doğasını değiştirme zorunluluğu ortaya çıkıyor. Kendi kendine sürüp giden ve bizi sadece bir malzeme, araç olarak kullanan yaşam fe­nomenini olduğu gibi kabul etmemeliyiz. Ona karşı varlığımızın bize verdiği tinsel gücü kullanmalıyız. Bu güç Yunus Emre, Kant, Bergson, Gandhi gibi insanların varolmasını sağlamıştır. Onlar yaşamın sıradanlığını yok etmeyi başarmışlar ve insanlara üstün varlık olma imkânının var olduğunu göstermişlerdir.

Kendi kendimizle savaşmaktan bıkmamalıyız ve biyolojik yapımızın bize hazırladığı tuzaklara yakalanmamaya özen göstermeliyiz. Yoksa sıradanlığın içinde boğuluruz. Ben bu dünya düzenine, insanın insanı çeşitli yollardan ezmesine hayır diyorum ve hepimizi bu varoluş savaşı­mına çağırıyorum.

Belki de her çaba boşunadır. Bize verilen sadece biyolojik bir yaşam­dır. Gerisi sadece yaşamı kolaylaştırıcı avuntulardır. Sonsuzluk, ruh, yük­sek ahlâk gibi yaşamı anlamlandıran olgular yaşamın hizmetindeki geçici araçlardır. Yaşamı terk edecek kadar kendimizi kötü hissettiğimizde bu olgular hemen devreye girer.

Belki de her çaba bizi yüce varlığa yaklaştıracak ve çektiğimiz acıla­rın, sıkıntıların ödülünü alacağız. Olabilir veya olmayabilir. Ben olabilir diyenlerin safındayım. Zaten insan varlığı için başka çıkış yok.

Bizi yaşama mahkûm eden içgüdülerimize karşı çıkarak hayatı yaşar­ken reddetme olanağına sahibiz. Yaşam bizi aşağılara çekiyorsa içgüdüle­rimizi köreltip varoluşumuzun özüne dönebiliriz. Hiçbir şey bizi diğer insanların yaşadığı rezilliği kabul etmeye zorlayamaz. En çok kızdığım söz, başka çaremiz yoktur sözüdür. Her zaman daha iyiyi denemek zorundayız. İçgüdülerimiz bize oyun oynuyorsa bu oyunu bozabilecek tinsel güce sahibiz.

Adım adım ölüme yaklaşıyoruz. Bu nedenle her adımın başka bir an­lamı vardır. Ölüm zaten içgüdülerin adım adım körelmesine dayanır. Bu körlük yaşamın ötesindeki gerçeği görmemizi sağlar. Bir an gelir çelişki­lerden, kısır çekişmelerden kurtuluruz. İşte o an ölüme doğru büyük ve anlamlı yürüyüş başlar. Bu yürüyüşe çıkmaktan korkmayalım. Yoksa yaşamın daracık, boğucu atmosferinde nefesimizi tüketiriz. Herkesin böbürlendiği içi kof başarıların peşine düşmeyelim.

İnsanların ortak yaşamına baktığımızda umutsuzluğa kapılmak kaçınılmaz oluyor. Herkesin başkasını felâkete sürükleme pahasına kendini kurtarma çabası içine girdiğini görüyoruz. Ama işin garip olan tarafı bu dünyadaki yaşamın bize hiçbir kurtuluş olanağı vermemesidir, verilen yalnızca günü yaşayıp ertesi güne anlamsızca geçmenizdir. Günleri birbirine bağlayan tek olgu üretici çalışmadır. Mevki, para, şöhret, günleri birbirine bağlamaz. Aksine her günü diğer günlerden koparır. Umutsuzluğu yenmenin tek koşulu üretimdir ve bu üretileni de insanlığa armağan etmektir. Her sahip olunan şey bizi daha çok ağırlaştırır ve daha çok karanlık dibe doğra çeker. Üretip, onu armağan etmek bizi hafifletir ve yukarı çıkarır.

Yaşlanırken bütün dünya önemsiz hale geliyor. Evrenin var olması ile yok olması arasında hiçbir fark kalmıyor. Yaşlı için varlık hiçliğe eşittir. Bu da hayata ve kendine karşı mutlak bir kayıtsızlığa yol açıyor. Artık umutsuzluğa kapılma ve dolayısıyla depresyona girme olanağı da ortadan kalkıyor. Biyolojik işlevdeki ufak bir aksilik varlığı hiçliğe dönüştürüyor. Bu sürece maruz kalan yaşlı insan kolaylıkla kendini unutabiliyor ve kendini fark etme arzusunu yitiriyor.

Ne tuhaftır ki arzu yanan bir mum gibi sessizce sönüyor ve ölüm bitip tükenen bu arzunun bedendeki izdüşümü oluyor. İşte o an kendini kurtarma çabasının gülünçlüğü bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıyor.

Hepimiz gülünç bir oyunun içinde debelenip duruyoruz. İçimizde baş­aramadığımız arzu bizi bir oyundan diğerine sürüklüyor. Hayat boyunca amaçsızca koşturup duruyoruz. Uyandığımız andan itibaren bir gün başlı­yor ve kendiliğinden bitiyor. Bizden bağımsız olarak kayıtsızca kendili­ğinden yok olup giden günü biz bir yaşam olayı haline getirmeye çalışıyoruz. Bu çaba bizi yoruyor, bizi tüketiyor.

Umutsuzca kendi içimizde bir ben oluşturmaya çalışıyoruz. Bu ben yoluyla tanrıya ve tanrı yoluyla sonsuz varoluşa ulaşmak istiyoruz. Bu istek günlük yaşamın sıradanlığı, boşunalığı içinde kaybolup gidiyor. Böylece umutsuzluk denen o ölümcül hastalığa yakalanıyoruz. Kierkegaard inançlının bu hastalığa karşı bağışıklığı olduğunu ileri sürü­yor ama akıldışı inancın düşünen insanda nasıl mümkün olacağını açıkla­yamıyor. Bir şekilde mutlak varlığa ulaşmanız gerekiyor yoksa bu dünyada ölemeden ölümün acısını sürekli içinde taşırsınız. Zaten düşünen, rasyonel insana olan da bu. Bili Gates’le en yoksul insan bu açıdan eşit durumdalar.

İnanmak zorundayım o halde inanıyorum- Çağdaş insanın dramı bu önermede özetleniyor. İnanmak için ölesiye çaba göstermemiz gerekiyor ama bu bizi inançlı kılmıyor. Belki de inanca giden yol her koşulda iyi olmaktan geçiyor. İyi olmak bu maddi dünyada kaybetmek demektir. O halde mutlak varlığa ulaşmak için bu dünyada kaybetmeyi göze almamız gerekiyor.

Zevke yönelik içgüdüsel bir donanıma sahip insanın kendini iyiliğe adaması genel olarak zor görünüyor. İnsanlık tarihine ve bugününe baktı­ğımız zaman içgüdülerini bastıran ve yönünü salt iyiliğe çeviren insan sayısının toplam insan nüfusuna göre çok küçük bir azınlık olduğunu fark ediyoruz. O zaman inançlı insan sayısının da çok düşük olduğu açığa çıkıyor. Büyük çoğunluk içgüdülerini diğer insanlara fazla zarar vermeden tatmin etmeye çalışıyor. Küçük bir azınlık ise mutlak olarak içgüdü­lerini tatmine yöneliyorlar ve kötülüğün içine düşüyorlar. İnsanlık tarihi de temel olarak bu tür kötü insanların arzularını tatmin etme çabalarının trajik sonuçlarından oluşuyor.

İnsanoğlunun ulaştığı düzey, kapitalist-teknolojik bir düzenin sağla­dıklarıyla sınırlıdır. Bu düzen vasat insanın köleliğine dayanır. Bu düzen vasatın üstündekileri çıldırtır. Bunun en önemli nedeni bu düzenin insanı bayağı bir varlık düzeyine düşürmesidir. “Sistem senin aç karnını doyu­ruyor” sloganında özetini bulan bu alçaklık düzeni, Nietzsche’nin “üst insan” kavramını alt-üst etmiştir. Nietzsche’nin düşüncelerini tahrif eden kapitalizmin sözde büyük düşünürü Ayn Rand iş adamlarını “üst insan” düzeyine çıkararak insanlığın bu insanlar sayesinde ayakta kaldığını söy­leme bayağılığını göstermiştir. Aslında iş adamı insanın köle ruhundan faydalanan bir fırsatçıdan başka bir şey değildir.

İnsan vasatlığı onu kendi kendine köleleştiren bir sisteme tutsak et­miştir. İnsan yaşamı boyun eğme üzerine kuruludur. Kime boyun eğiyor insan? Yine insana. Bundan daha gülünç ne olabilir? Herkes herkesin boyunduruğu altındadır. Efendi kimdir? Her an öldürülme riski taşıyan bir budala. Efendi budaladır çünkü yaşamını kin, nefret ve korkuya dayandırmıştır. İşte Hegel’in efendi-köle ilişkisi.

Ölümü kabullenmede her zaman gülünç ve aşırı bir taraf var. Yaşadı­ğımız neydi de bu sona eriyordu? Bence yanıtlamamız gereken en önemli soru budur.

Doğu Batı - 48

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder