G. F'ye
Bu
kitabın tüm olarak, kısım kısım, ya da çeşitli biçimlerde ilk
yazılışı 1924 ile
1929 yıllarına, benim yirmi ila yirmi beş
yaşlarıma rastlar.
O zaman yazdıklarımın tümünü yok ettim.
•
Flaubert'in
mektuplarında cildin sayfalarını karıştırırken, 1927 yılına
doğru çok okuyup altını birçok kez çizmiş olduğum beğendiğim bir
cümle yeniden karşıma çıktı:
«Tarihte, İsa'nın henüz ortaya çıkmadığı, tanrıların varlıklarının sona erdiği, Cicero'yla Marcus Aurelius dönemleri arasında, insanın tek başına direndiği benzersiz bir an vardır.»
Hayatımın büyük bir bölümü, öbür varlıklarla sıkı bağlar içinde bulunduğu halde tek başına var olabilen bu insanı tanımlayıp resmini çizmekle geçecekti artık.
«Tarihte, İsa'nın henüz ortaya çıkmadığı, tanrıların varlıklarının sona erdiği, Cicero'yla Marcus Aurelius dönemleri arasında, insanın tek başına direndiği benzersiz bir an vardır.»
Hayatımın büyük bir bölümü, öbür varlıklarla sıkı bağlar içinde bulunduğu halde tek başına var olabilen bu insanı tanımlayıp resmini çizmekle geçecekti artık.
•
Kitaba
ilişkin çalışmalarıma 1934 yılında
yeniden başladım; uzun
süren araştırmalardan sonra yapıtın, bana son biçimini almış
gibi görünen son on beş sayfası tamamlanmıştı. Tasarı, daha
sonra,
1934 ve 1937
yılları arasında, birkaç kez daha ele alınmak suretiyle
bir yana bırakıldı.
•
Uzun
bir süre, yapıtı, o dönemin tüm seslerinin duyulabileceği bir
dizi konuşmayla biçimlendirmeyi düşündüm. Ancak ne yaparsam
yapayım, ayrıntılar gereksiz önem kazanıyordu; bölümler tümün
dengesini bozacak gibiydi. Hadrianus'un sesi öbür sesler
arasında boğuluyordu. İnsanın görüp algıladığı dünyayı yeniden
canlandırma çabasında başarılı olamıyordum.
•
1934'teki
yazılışından yalnız tek cümle kaldı: "Ölümümün yandan
görünüşünü kavramaya başlıyorum." Resmedeceği manzarayı seçtiği
halde sehpasını durmadan bir sağa bir sola çeviren ressam
gibi, sonunda, kitaba hangi noktadan başlayacağımı bulmuştum
işte.
•
Tarih
içinde sabitleşmiş, kaydedilmiş, bilinen bir yaşam kesiti alalım;
öyle bir yaşam kesiti alalım ki, tek bir bakışta tüm süreci
algılanabilsin; daha da önemlisi, bu kesit içinde öyle bir nokta,
öyle bir an yakalayalım ki, bu hayatı yaşamış olan insan, hayatını
ölçüp biçip incelemiş, yaşamı hakkında yargı yetisine ulaşabilmiş
olsun. Öyle
ki, biz bu yaşama bakarken hangi açı içinde
bulunuyorsak, o da kendi yaşamı karşısında aynı açı içinde bulunsun.
•
Villa
Adriana'da geçirdiğim o sabah vakitlerini anımsıyorum; Olympeion'un
çevresindeki kahvelerde geçirdiğim sayısız akşamları;
sonra Yunan denizlerine yaptığım yolculuklar; Küçük Asya
yolları. Anılarımdan tam anlamıyla yararlanabilmek için, ilk
önce, benden İkinci Yüzyıl'a kadar uzaklaşması gerekiyordu tüm
bunların.
•
Zamanla
başa çıkmak kolay mı?: On sekiz gün, on sekiz ay, on
sekiz yıl; ya da on sekiz yüzyıl. Louvre'daki Mondragona Antinous'nün başı gibi heykellerin hareketsiz yaşamlarını sürdürmeleri, geçmiş
bir zamanda, ölmüş olan bir zamanda yaşamalarından kaynaklanıyor.
Zaman sorunu insan nesilleri biçiminde çözümlendi:
Buruşuk elleriyle, birbirlerine bir zincir biçiminde kenetlenmiş
yirmi beş kadar yaşlı adam, Hadrianus'la aramızda kırılmaz
bir bağ kurmak için yeterli olabilirdi.
•
1937
yılında A.B.D.'ye ilk gidişimde, bu kitap için, Yale kitaplıklarında bazı
şeyler okudum; doktora gidişini ve bedensel idmanlardan
vazgeçişini anlatan bölümleri yazdım. Sonradan üzerinden
geçtiğim bu bölümleri yapıta katmış bulunuyorum.
•
Bu
iş için çok gençtim. İnsanın kırk yaşını aşmadıkça yazmaya kalkışmaması
gereken kitaplar vardır. Önceden, insandan insana,
yüzyıldan yüzyıla gelişen insanlık aleminin sonsuz çeşitliliğini bölen
doğal sınırları anlamamak tehlikesi vardır; ya da
insanla insan arasında yükselen gümrük kapıları ve gözcü kulübelerini
gerektiğinden çok önemseme tehlikesi. İmparatorla aramdaki
uzaklığı ölçmek yıllarımı aldı. Paris'teki
birkaç gün dışında, 1937-39 yılları arasında çalışmalarıma
son
verdim.
•
T.E.
Lawrence'ın bazı sözlerinden, Küçük Asya'daki yollarının bir
kaç Hadrianus'unkilerle kesişmiş olduğunu çıkardım.
Ancak Hadrianus'un
gerisinde kalan topraklar çöl değil, Atina tepeleriydi. Bu
iki adam hakkındaki düşüncelerimi geliştirdikçe; yaşamını
ve her şeyden önce kendisini reddeden Lawrence'ın serüveni
bende, Hadrianus aracılığıyla, her deneyimi kabul etmek, ya
da birini kabul ederken öbürünü reddetmeyi öngören görüşü
anlatmak isteğini yarattı. Birinin çileciliğiyle öbürünün hazcılığının
yer yer kesiştiğini bilmem ayrıca söylemeye gerek var
mı?
1939
yılı Ekim'inde notların ve yazmaların büyük bir bölümü Avrupa'da
kaldı. A. B. D.'ne giderken, Yale Kitaplığı'nda okuduklarımın özetlerini
ve yıllarca yanımda taşımış olduğum Trayan'ın öldüğü
zamana ilişkin Roma İmparatorluğu'nun haritasını beraberimde
götürmeyi ihmal etmedim yine de. 1926 yılında Floransa Arkeoloji
Müzesi'nden almış olduğum Antinous'un o ciddi
ve
hoş profilini de götürdüm yanımda.
•
1939'dan
1948'e kadar tasarı, bütünüyle bir yana bırakıldı. Zaman
zaman gerçekleşmesi olanaksız bir şey düşünür gibi, cesaretsizlik ve
umursamazlıkla aklıma getiriyordum tasarıyı. Sık sık,
böyle zor bir işe kalkıştığımdan ötürü utanç duyuyordum.
•
Kendimi
tembelliğe kaptırdığım kederli anlarda, teselli bulmak için
Hartford'un güzel müzesine gidiyordum: Genç bir ikindi vaktinin
mavi göğünde, altın sarısı ve kahverengiye çalan Parthenon'u
gösteren, Canaletto'nun Roma tablosunu seyrediyordum; her
seferinde rahatlamış ve huzur bulmuş olarak ayrılıyordum müzeden.
1941
yılına doğru New York'ta resim malzemeleri satan bir dükkanda
şans eseri dört Piranesi gravürü buldum; G... ile birlikte satın
aldık. İçlerinden bir tanesi daha önceden hiç görmemiş olduğum Hadrianus'un villa'sının görüntüsü Canopus tapınağının içiydi;
sonradan. On yedinci yüzyılda, Mısır stilindeki Antinous
ve yanındaki rahibelerin bazalt heykelleri Vatikan'a taşınmışlardı. Ön kısımdaki, patlamış bir kafatasına benzeyen yuvarlak
yapının üzerinden saç tellerini andıran yıkılmış ağaçlar, çalılar
sallanıyordu, belli belirsiz. Piranesi'nin dehası gerçekten de
bir hayal öğesi oluşturuyordu yapıda. Uzun zamandan beri
süregelen yas ayinlerini ve bir iç dünyanın trajik mimarisini kavramış
olduğu anlaşılıyordu. Eski girişimimden bütün bütüne vazgeçtiğimi zannettiğimden olacak birkaç yıl boyunca hemen hemen
her gün baktım bu çizime. Kayıtsızlığın işte böyle garip sapmaları
olur bazen.
•
1947
baharında bazı kağıtları düzene sokarken. Yale'de almış olduğum
notları yaktım; artık yararsız olduklarını sanıyordum.
•
Ancak
tüm bunlara karşın, 1943'lerde, savaş yıllarında yazmış olduğum
ve Roger Caillosis'nın Buenos Aires'te, Les Lettres Françaises dergisinde yayınladığı Yunan Mitolojisi hakkındaki makalemde,
Hadrianus'a ilişkin birtakım şeyler yazdım. Sonra 1945
yılında, ciddi bir hastalığın başlangıcından hemen önce
yazmış olduğum,
« Canticle of the Soul ana its True Freedom» adlı
bitirmediğim
bir denemede, Unutkanlık Irmağının akıntısında.
Antinous'un boğulmuş görüntüsüyle karşılaştım yeniden.
Antinous'un boğulmuş görüntüsüyle karşılaştım yeniden.
•
Burada
söylediğim her şeyin, söylemediklerimin dışında kaldığı unutulmamalıdır.
Bu notlar sadece bir boşluğu doldurma
amacı güdüyor. Örneğin o güç yıllarda yaptıklarıma, düşündüklerime, çalışmalarıma, üzüntü ve endişelerime, hatta sevinçlerime ilişkin herhangi bir şey yok burada. Dış olayların büyük tepkisine, insanın kendisini gerçeğin biley taşında bilemesine de yer verilmemiştir. Hastalık deneyimlerimi ve beraberinde getirdiği daha derin izler bırakmış olan öbür deneyimleri de geçiyorum; sevginin varlığı, ya da sevgi için giriştiğim arayışları deşmek istemiyorum.
amacı güdüyor. Örneğin o güç yıllarda yaptıklarıma, düşündüklerime, çalışmalarıma, üzüntü ve endişelerime, hatta sevinçlerime ilişkin herhangi bir şey yok burada. Dış olayların büyük tepkisine, insanın kendisini gerçeğin biley taşında bilemesine de yer verilmemiştir. Hastalık deneyimlerimi ve beraberinde getirdiği daha derin izler bırakmış olan öbür deneyimleri de geçiyorum; sevginin varlığı, ya da sevgi için giriştiğim arayışları deşmek istemiyorum.
•
Boş
verin. Süreklilikteki o kesinti, o dönemde pek çok kişinin benden
daha trajik ve daha kesin olarak yaşadığı deneyimler, -
(aslında herkesin kendine göre yaşamış olduğu birtakım deneyimler) -
belki de beni Hadrianus'tan ayıran uzaklığa köprü kurmaya,
daha da önemlisi, beni gerçek kişiliğimden ayıran uzaklığı
kapatmaya zorladı.
•
İnsanın
ard düşünceye kapılmadan, kendine pay çıkarmaya çalışmadan
yaptığı her şey sonunda değer kazanır. O yıllarda, zamanımı,
tanımadığım bir ülkede antik çağın yazılarını okumakla geçirdim,
kırmızı ya da yeşil kapaklı Loeb-Heinemann yayınlarının
ciltleri benim için birer ülke olmuştu. Bir insanın düşünce
biçimini yeniden oluşturmanın en iyi yolu, onun kitaplığını yeniden
kurmaktır.
•
Farkında
bile olmadan Tibur'daki kitap raflarını düzenlemeye başlamıştım
çalışırken. Bundan böyle, hasta adamın buruşuk ellerinde
tuttuğu el yazmalarını hayal etmekten başka bir
şey
kalmıyordu yapılacak.
•
On
dokuzuncu yüzyıl arkeologlarının dıştan yaptıkları -bir araya
getirme- işlemini içten yapmak .
•
1948
yılının aralık ayında, savaş yıllarında İsviçre"de bırakmış olduğum,
içinde aileme ilişkin kağıtlar ve on yıllık mektuplar bulunan
sandığım elime geçti. Ateşin karşısına oturarak, bir ölümün
ardından demirbaş dizelgesi çıkarır gibi elimdeki yığını karıştırıp
bir şeyler bulmaya çalıştım. Desteleri bir bir açıp unutmuş olduğum
insanların, ya da beni unutmuş olan insanların yazdıklarını
son satırına kadar tüketinceye dek gözden geçirerek tek
başıma kaldım birkaç gece. Bazı sayfaların tarihleri bir önceki nesle
aitti; isimlerini bile anımsamadığım insanlar vardı aralarında.
Uzun zamandır gözden yitirdiğim bir Marie, bir François,
bir Paul'le birlikte geride bıraktıkları ölü düşünceleri, kağıtların
katlarını açıp bir biri ardına ateşe fırlatırken, daktiloyla yazılmış
dört beş kadar sarı sayfaya rastladım. Mektubun başlangıcı
pek bir şey demiyordu bana: Sevgili Marc . . . Marc . . Hangi
dost, hangi sevgili, hangi akrabaydı bu? Çıkaramadım bir
türlü. Bu Marc'ın, Marcus Aurelius olduğunu ve elimde yitirdiğim yazmaların
bir bölümünü tutmakta olduğumu anlayıncaya kadar
epeyce zaman geçti. O andan itibaren ne pahasına olursa
olsun, bu kitabın yeniden ele alınıp yazılması gerekiyordu artık.
•
Aynı
gece, büyük bir bölümünün yitmiş olduğu bu kitaplığın artıklarından
bana gönderilen iki cildi yeniden açtım. Ciltlerden birisi,
Henri Estienne'in o güzelim baskıyla çıkarttığı Dio Cassius, öbürüyse,
Historia Augusta'nın sıradan bir basımıydı. Bunlar kitabı
yazmayı düşündüğüm zamanlarda satın alınmış, Hadrianus'un yaşamına
ilişkin iki temel kaynaktı. Geçen zaman içinde, dünyanın
ve benim başımdan geçen her şey şimdi, geride kalmış bir
tarihsel dönemin kayıtlarını zenginleştirmeye, imparatorun yaşamına
başka gölgeler düşürmeye, başka ışıklar tutmaya
yarıyordu.
Eskiden Hadrianus'u daha çok bir ilim adamı, bir gezgin, bir
şair ve bir sevgili olarak düşünmüştüm. Bu niteliklerinin tümü
yerli yerinde duruyordu ama, şimdi onun bu değişik suretlerinin arasında
beliren en resmi ve en gizli biçimi, imparatorluğu
vardı karşımda. Çevremizde tepetaklak olan bir dünyada yasamış
olmak gerçeği Prens'in önemini öğretmişti bana.
•
Bilge
diye nitelendirebileceğimiz bu adamın portresini durmadan
çizmek
tutkusuna kapıldım.
•
Düşüncelerimi
aynı biçimde çelen bir tarihsel sima daha var;
o da Ömer Hayyam, şair ve astronom Ömer Hayyam. Ancak Hayyam'ın
yaşamı, eylem dünyasını pek önemsemezken, arı bir düşünürün,
ağırbaşlı bir kuşkucunun yaşamı. Ayrıca İran'ı ve dilini
bilmiyorum.
•
Gerçekten
olanaksız bir başka şey de, bir kadını, örneğin Plotina'yı
alıp olayları onun çevresinde geliştirmek, Hadrianus'un yerine
onu, öykünün ekseni yapmaktı. Kadınların yaşamı ya çok
gizli ya da çok sınırlıdır. Bir kadın kendi hayatını anlatmaya kalkışırsa,
hemen, kadınlık niteliklerinden uzaklaşmakla suçlanır.
Bir erkeğin ağzından çıkanlara bile gerçek unsuru sağlamak
başlıbaşına bir sorundur .
•
Kitaba
yeniden başlamak için New Mexico'ya, Taos'a hareket ettim;
yanımda boş kağıtlarım vardı. Karşı kıyıya ulaşıp ulaşmayacağını
kestiremeyen bir yüzücü gibi. Bir Mısır mezarının bir
metre küplük boyutlarına sıkışır gibi kapandım kompartmanıma. New-York
ile Chicago arasında gecenin geç saatlerine kadar
çalıştım. Kar ve fırtına yüzünden geciken bir treni beklerken
ertesi günün tümünü Chicago istasyonundaki bir lokantada çalışarak
geçirdim. Sonra Santa Fe limitedin gözlem vagonunda
Colorado dağlarının siyah sivri tepeleri, yıldızların sonsuz
biçimleriyle çevrili gecede yalnız başıma gün doğana kadar
çalışmamı sürdürdüm. Böylece, aşk, uyku, yemek ve insanı anlamaya ilişkin bölümler bir çırpıda yazılmış oldu. O günden daha
heyecanlı bir gün, o geceden daha aydınlık bir gece anımsayamıyorum.
•
Yalnız
uzmanların ilgisini çekebilecek üç yıllık bir araştırmayı, yalnız
çılgınları, ilgilendirebilecek olan yöntemin geliştirilmesini geçiyorum.
Bu yöntem, kontrol altında sürdürülen bir hezeyandı.
Yine de bu hezeyan deyimi romantik çalınıyor kulağa. İsterseniz
buna, geçmişin olabildiğince farkına varabilme, geçmişe
sürekli katılma, diyelim.
•
Bir
yandan bilimsellik, öbür yandan büyü sanatları; ya da daha
belirgin bir biçimde benzetme yapmadan söylemek gerekiyorsa şöyle
diyelim: insanın, bir başkasının beden ve ruhuyla bütünleşmesini sağlayan
tılsımlı duygudaşlık .
•
Bir
sesin portresi. Hadrianus'un Anıları'nı, birinci şahısla yazmayı
seçmiş olmamın nedeni, her aracıyı, kendim bile olsam herhangi
bir aracıyı ortadan kaldırmak. Hadrianus, kendi yaşamı hakkında,
benden daha etkin ve daha ince bir biçimde konuşurdu elbet.
•
Tarihsel
romanları apayrı bir sınıfa koyanlar, yazarın, dönemin sağladığı
tekniklerle, bazı geçmiş olayları yorumlamaktan başka
bir şey yapmadığını unutuyorlar. Yazarın bilinçli ya da bilinçsiz
olarak ortaya koyduğu anılar, ister kişisel, ister başka türlü
olsun Tarih'le aynı malzemeden dokunmuştur. Proust'un yapıtı,
tıpkı Savaş ve Barış'ta da olduğu gibi yitmiş bir zamanın yeniden
bir araya getirilmesidir. 1930
tarihsel romanlarının, melodrama, pelerinli hançerli aşk masallarına
meyilli oldukları doğrudur, ancak Balzac'ın o görkemli Laneais
Düşesi'nden, ya da o çarpıcı» Altın Gözlü Kız»ından
daha fazla olduğu söylenemez bu meyilin. Flaubert, yüzlerce küçük
ayrıntıyla doldurduğu betimlemesiyle Kartaca Sarayı'nı
yeniden ortaya çıkarırken, kendi döneminin, Normandy'sini, Yonville'ini
anlatırkenki yöntemi yineliyordu sadece. İç dönüşün egemen
olduğu günümüz yazın biçimlerinde, tarihsel roman, ya
da kolay oluyor diye öyle adlandırılan romanlar, yeniden yakalanan
zamana dalmak zorundadırlar; bunu yaparken bir iç
dünyadaki yerlerini almak zorundadırlar.
Zamanın
tek başına, olayla hiçbir ilişkisi yoktur. Uzay konusunda beyliklerini
açıkça ilan etmiş olan çağdaşlarımın, insanın istediğinde
yüzyıllar arasındaki uzaklığı daraltabileceğinin
farkında
olmayışları hep şaşırtmıştır beni.
•
Her
şeyin, herkesin hatta kendimizin bile izini yitiriyoruz. Babamın
yaşamındaki olayları Hadrianus'un yaşamındakilerden daha
az biliyorum. Kendi yaşamımı yazacak olsam, başkasının yaşamıymış
gibi yazardım. Belirli olmayan noktaları ortaya çıkarmak için,
benim dışımdaki şeylerden başlardım araştırmaya; başkalarının
anılarına, başkalarının mektuplarına dönmek zorunda kalırdım.
Geri kalan, un ufak olmuş duvarlar ya da yığınlardan
başka nedir ki? Metinde Hadrianus'un yaşamına ilişkin
boşlukların, onun tarafından da unutulmuş olabileceğini anlamamız
gerekir.
•
Bu,
sık sık söylediği gibi, tarihsel gerçeğin hiçbir biçimde yeniden
elde edilemeyeceği anlamına gelmemelidir. Tüm gerçekleri olduğu
gibi bu gerçeğin sorunu da aynıdır; İnsan az ya çok
yanılır.
•
Oyunun
kuralları: Her şeyi öğren, her şeyi oku, her şeyi araştır, aynı
anda Loyola'lı Ignatius'un Ruhsal
Deneyimlerini, ya da
Hintli sofuların yöntemini benimse; kapalı göz kapaklarının
ardında
yarattıkları görüntüleri daha iyi görebilmek için tükeninceye dek
çalış. Kartlara yazılan yüzlerce notun içinde, her bir
olayı ortaya çıktığı zamana kadar izle; yalnız taş üzerinde
görebildiğimiz
o yüzlere yeniden hareket ve incelik vermeye çalış. İki
metin, iki iddia, ya da belki iki fikir çelişkiliyse, birini seçip ötekini atmaktansa, uzlaştırmaya çalış; onları, tek bir gerçeğin iki
ayrı yüzü, ya da birbirini izleyen safhaları olarak algıla; gerçeğin
karmaşık olduğunu ve bundan ötürü zorunlu olarak inandırıcı
nitelikler taşıdığını bil. İkinci yüzyılın bir metnini, ikinci
yüzyılın gözleri, ruhu ve duygularıyla okumaya çalış; o zamanın
sağlayabileceği ana çözümler içinde demlendirmeye
bırak;
o insanlarla aramızda birikmiş olan inanç ve duygu yığınlarını
eğer mümkünse bir yana bırak; ön çalışmalar yaparak, bizi
elimizdeki metinden, zamanın insanlarından ve gerçeklerinden ayıran
olayları ve görüşleri karşılaştır, birbirlerini doğrulamaları için
tüm olanaklardan yararlan; zaman içindeki belirli bir
noktaya geri dönebilmek için mihenk taşı yap bunları. Gölgeni resmin
üzerine düşürme; aynayı soluğunun buharından uzak
tut; içimizde sürekli ve temelsel olan ne varsa onu al; bizim gibi
zeytin yemiş, şarap içmiş, ya da parmakları bala batıp yapışkanlaşmış, acı
rüzgarlara ve köreltici yağmurlara karşı savaşmış ya
da yazın kavak ağacının gölgesini aramış, zevkleri, düşünceleri
olmuş o insanlarla kesişen noktalarımızı yakalamaya çalış.
•
Birkaç
kez, Hadrianus'un hastalığına ilişkin bölümleri yazmak için
doktorlara teşhis koydurdum. Belirtiler, Balzac'ın son günlerindeki
klinik raporlarındakinden çok farklı değildi.
•
Hadrianus'un
hastalığını daha iyi anlamak için kalp hastalığının
ilk
belirtilerinden iyi yararlan.
•
Ağır
ağır gezinen oyuncu, trajik kraliçenin ardından ağlarken Hamlet,
«Hecuba'dan ona ne?" diye sorar. Böylelikle, Danimarka Prensi,
babasına yapılmış olan kötülükleri yeterince hissedememiş
olmaktan ötürü intikamını almakta güçlük çekmekte ve
içten gözyaşları döken bu oyuncunun üçbin yıl önce ölmüş
bir kadınla, kendisinin babasıyla olan ilişkilerinden daha derin
ilişkiler içinde bulunduğunu itiraf etmektedir.
•
İnsan
malzemesi ve yapısı pek değişmez; bir topuğun eğiminden, bir
ökçe sinirinin konumundan, bir ayak parmağının biçiminden
daha bozulmaz bir şey olamaz. Ancak ayakkabının ayağı
başka zamanlara oranla daha az bozduğu dönemler vardır. Sözünü
ettiğim yüzyılda, çıplak ayağın gizlenmemiş, özgürlüğüne daha
yakınız.
•
Hadrianus'da
bir peygamber sezgisi bulunduğunu söylerken tüm
olasılıkları saptamak istiyorum. Bu tür teşhisler, belirsiz ve genel
anlamda geçerliliklerini korurlar. İnsan olaylarının tarafsız inceleyicisi,
bu olayların eninde sonunda alacağı biçim konusunda genellikle
az yanılır ama olayların kesin olarak nasıl oluşacakları, dönüm
noktaları ve ayrıntıları konusunda ciddi yanlışlara düşebilir.
Napolyen, Saint Helena'da, ölümünden yüz yıl sonra
Avrupa'nın ya ihtilalci olacağını ya da kazakların eline geçeceğini
söylemişti; sorunun her iki yönünü de iyi belirtmişti ama
birbirlerinin üstüne yerleşeceklerini pek kestirememişti. Aslında, genellikle,
gururumuz, büyük bilgisizliğimiz ya da yürekli olmayışımızdan
ötürü geleceğin bellibaşlı çizgilerini görmeyi reddederiz.
Eski dünyanın bilge adamları hiçbir dinsel inançla bağlı
olmadıklarından, bizim gibi tüm evrene uyguladıklarını, fiziksel
ya da daha doğrusu fizyolojik anlamda düşünüyorlardı; insanın
sonunu ve kürenin ölümünü öngörmüşlerdi. Plutarkhos da
Marcus Aurelius da tanrıların ve uygarlıkların gelip geçici olduklarını,
öleceklerini biliyorlardı. Amansız bir geleceğe bakan ilk
bizler değiliz.
•
İmparatora
bir başkasının düşüncelerini okuma yetkisi vermem, «
Sybilline Versus» de, Aelius Aristides'in yazılarına, ya da
Fronto'nun çizmiş olduğu yaşlı Hadrianus portresinde görülen
kişiliğindeki
Faust benzeri unsurları ortaya çıkarmaktan öteye bir
şey değildir. Doğru ya da yanlış, ölmekte olan bu adamın çağdaşları
ona, insanüstü güce benzer şeyler mal etmişlerdir.
•
Bu
adam, dünyama barışı sağlayıp ülkesinin ekonomisini canlandırmış
olmasaydı, kişisel şansı, ya da şanssızlığı beni daha az
duygulandıracaktı.
İnsanın
metinler arasındaki ilişkileri yutarcasına incelemeye zamanı
yoktur. Thespiae'de, Narsisus Irmağının yanında Helicon tepelerinde Aşk Tanrısı ve Urania Venüsü için adanmış av zaferi
şiirinin tarihi olarak 124 yılının
sonbaharı belirlenebilir; bu
zamanda imparator Mantinea'dan geçmişti ve Pausanius'a bir şiir
yazmıştı. Mantinea yazıtı şimdi yitirilmiş ama Hadrianus'un diktirdiği
yazıt, ancak Plutarkhos'un Ahlaklar'ında, Epaninondas'ın, yanı
başında, vurulan iki genç dostu arasında gömülü olduğunu
anlattığı bölümün ışığında anlaşılabilir. İmparator ve Antinous'un
karşılaşma tarihi olarak, İmparatorun Küçük Asya'da geçirdiği
123-124 yıllarını kabul edecek olursak, -ki bu tarih en
akla yatkın tarih olup en iyi ikonograf kanıtlarıyla da desteklenmektedir- O
zaman bu iki şiir Antinous dönemi diye adlandırabileceğimiz kısmın
bir parçasını oluşturur; ikisi de, gözdenin ölümünden
sonra, genci Patroklos'la kıyaslayan Arrianos'un daha
sonradan söz ettiği kahraman aşıklar Yunanistan'ından esinlenmiştir.
•
Portrelerinin
geliştirilmesi gereken birkaç kişi vardır: Plotina Sabina,
Arrianos, Suetonius. Hadrianus onların yalnız bir bölümlerini
görebiliyordu; kendi bulunduğu yerdeki görüş acısından, görebileceği
kadarını görüyordu sadece. Antinous, imparatorun anılarından,
yansıma yoluyla çıkmalıdır ortaya; titiz ayrıntıların
kırılmasıyla belirginleşmelidir .
•
Antinous'un
davranışına ilişkin söylenebilecek her şey, her hangi
bir benzeri için yazılmış olanlarda görülebilir: ·İstekli ve kayıtsız
sevecenlik, somurtkan kadınsallık. Shelley bir ozan açık sözlülüğüyle,
önemli olanı altı sözcükte dile getiriyor; ondokuzuncu yüzyıl
sanat eleştirmenlerinin ve tarihçilerinin çoğu, konuyu iyi
söz söyleme uğruna ya dağıtıyorlar ya da belirsizlik ve ikiyüzlülükle yüceltiyorlardı.
•
Antinous
portreleri açısından zenginiz; nitelik olarak sıradanından, eşsiz
olanına kadar birçok portre var elimizde. Yontu ustalarının
becerilerinden, Antinous'un yaşından kaynaklanan değişkenliklerden,
ya da canlıyken yapılmış portrelerle, ölümünden sonra
anmak için yapılanlar arasındaki farklılıklara karşın yüzünün
akıl almaz gerçekliğini algılayabiliyoruz. Farklı yorumlar arasında
dahi, hemen tanınabilir. Bir devlet adamı ya da bir düşünür
değil de, sadece sevilmiş bir insan olarak yaşamını sürdürmesi
açısından klasik çağın özgün örnekleridir bunlar; çarpıcı ve
duygulandırıcıdırlar. Bu portreler içinde en güzel ikisi en az
bilinenleri: içlerinde yalnız bu ikisi yontu ustalarının adlarını da
bize ulaştırıyorlar. Bir tanesi Afrodisiaslı Antonianos'un imzasını taşıyan
bir yarı kabartma, elli yıl önce bilimsel tarım enstitüsü
Fundi Rustici'nin topraklarında bulunmuş ve şimdi bu kuruluşun
kurul odasına yerleştirilmiş. Roma'ya ilişkin hiç bir rehber
kitabı, heykellerle dolu kentte bu yapıttan söz etmediği için
turistler bu yapıtın varlığını bilmezler. Antinous'un bu heykeli, İtalyan
mermerinden yontulmuş olduğu için, kesinlikle İtalya'da ve
hiç kuşkusuz Roma'da yapılmış olacak; ya sanatçı o
zamanlarda
başkente yerleşmişti ya da imparator gezilerinin birisinde onu
da beraberinde getirmişti. Olağanüstü bir inceliği var.
"Düşünceli bir biçimde eğilmiş genç başı, asma filizlerinin birbirine
dolandığı ince arabesk biçiminde bir çerçeve içerisinde; ister
istemez yaşamın kısalığı akla geliyor, kurban salkımı ve
sonbahar akşamının meyve kokulu havası. Ne yazık ki, son savaş
yıllarında bir mahzene kapatılmış olan mermer biraz bozulmuş; beyazlığı
geçici olarak bulanıklaşmış ve toprak lekeleri var
ve sol elin üç parmağı kırılmış Tanrılar insanların ahmaklığını böyle
öderler.
*
(Yukarıdaki paragraf ilk kez kitabın altı yıl önceki
basımında yer
aldı; bu arada, yarı kabartmayı, Stendhal ya da Balzac'ın düş
gücünü çelebilecek nitelikte garip bir adam olan Romalı banker,
Arturo Osio ele geçirdi. Sinyor Osio, Roma ucundaki mülkünde
doğal durumlarında özgürce hareket eden hayvanlarına ve
Orbetello'daki kıyı malikanesinde yetiştirdiği binlerce ağaca gösterdiği
titizliği bu güzel nesneye de gösteriyor. Ağaç yetiştirmek az
rastlanan erdemlerden birisi; Stendhal daha 1828'de «İtalyanlar
ağaçlardan nefret ederler» , diye yazmıştı; bugün emlakçıların Roma'ya
giderek daha çok dev apartmanlar sıkıştırmak için
kentin şemsiye çamlarını koruyucu yasaları aldatmak için
kullandıklarını görse ne derdi acaba? Yöntemleri çok yalın; sıcak
su şırınga ederek ağaçları öldürüyorlar. Hayvanları avlamak yerine
gerçek bir Cennet bahçesi yaratmak amacı güden bu toprak
sahibinin korular ve hayvanların özgürce dolaşabildiği kırlar
yaratması birçok zengin insanın hoşuna gidebilecek az rastlanan
gösterişlerden birisi. Çok dayanıklıymış gibi görünen ama
çok çabuk bozulabilen o huzur verici nesneleri, klasik antik çağın
o heykellerini sevmek, geçmişten ve gelecekten kopmuş huzursuz
zamanlarımızın özel koleksiyoncularında pek görülmeyen bir
tutku. Antonianos'un yarı kabartmasının yeni sahibi, bilirkişilerin
önerilerine uyarak onu bir uzmana temizletti ve elle,
yavaş yavaş silinen mermerin pasları ve nem lekeleri geçerek su
mermeri ya da fildişini andıran yumuşak pırıltısına kavuştu
yeniden.)
•
İkinci
başyapıt, şimdi dağılmış bulunan ama bir zamanlar, bir
ailenin koleksiyonunda bulunduğu için Marlborough Mücevheri adı
verilen ünlü tabakalı akik taşıdır. Otuz yıldan uzun bir süre,
bu üzeri oymalı değerli taşın kaybolmuş olabileceği ya da saklanıldığı
zannedildi ama 1952 yılının Ocak ayında Londra'da bir
açık artırmada ortaya çıktı. Büyük kolleksiyoncu Giorgio Sangiorgi'nin
bilgili zevki sayesinde yeniden Roma'ya geldi. Bu özgün
ve değerli taşı görüp ellemek fırsatını bana tanıdığı için kendisine
gönül borçluyum. Taşın ucuna doğru yarı yarıya okunabilen bir
imza var. Yarı kabartmanın yontucusunun Afrodisiyas'lı Antonianos
olduğu sanılıyor. Usta yontucu o kusursuz yandan
görünüşünü öylesine bir beceriyle tabakalı akik tasının dar
çevresine oturtmuş ki. Bu bir parçacık taş ortadan kalkmış bir
sanatın eşsiz bir kanıtı; bir heykel ya da bir kabartma gibi. Bizans
döneminde bir ara, altın külçe içine yerleştirilen bu değerli taş
Venediğe gelinceye kadar adlarını bilmediğimiz koleksiyoncuların ellerinde
dolaşmış; Venedik'te büyük bir Onyedinci yüzyıl
koleksiyonunun parçası olarak adı geçiyor. Ondan sonraki yüzyılda,
ünlü antikacı Gavin Hamilton tarafından satın alınıp
İngiltere'ye götürülüyor ve şimdi yine oradan, başlangıç noktası
olan Roma'ya geri geliyor. Bugün yeryüzünde Hadrianus'un tutmuş
olduğu tek şey bu taştır, diyebiliriz.
•
İnsanın
en yalın şeyleri ortaya çıkarabilmek için bir konunun en
kuytu köşelerine kadar inmesi gerekir. Yazınsal alanda genellikle
bu hep böyle olur. Hadrianus'un yazmanı
Phlegon'u incelerken,
Goethe'nin baladının ve Anatole France'ın Korent
Düğünü'nün esin kaynağını, o ağır başlı ve şehvetli Korentli
Gelin yazarına borçlu olduğumuzu ve öykünün ünlü hayalet
öykülerinin ilki ve en iyisi olduğunu öğrendim. Ancak Phlegon'un
sıradan deneyimlerin ötesine geçmek çabasıyla, o açık
ve eleştiriden uzak merakıyla iki kafalı canavarlara, çocukları olan
hermafroditlere ilişkin saçma sapan öyküler yazdığını da
unutmamalıyız. İmparatorluk masasında en azından arada sırada
böyle şeyler de konuşuluyordu hiç olmazsa.
•
Hadrianus'un
Anıları yerine Günlüğü'nü
yeğleyecek olanlar, eylem
adamının günlük tutmaya pek vakti olmadığını unutmuş olacaklar;
genellikle sonradan, yaşlılık dönemlerinde, elden ayaktan
düşünce toplarlar anılarını bir araya; notlar alır ve sık sık
yaşamlarının aldığı yola kendileri de şaşırmaya başlarlar .
•
Diğer
belgeler olmayıp da bir tek, Karadenizin Çepeçevre Dolaşılmasına
İlişkin Arrianos'un İmparator Hadrianus'a Mektubu olsaydı; bu, imparatorun geniş anlamda çizgilerini yeniden yaratmak
için yeterli olurdu: Tüm ayrıntıları bilmek isteyen devlet
başkanının titiz kesinliği; hem barış hem savaş konusundaki işlere
ilişkin ilgisi; heykellerin iyi benzerler olmasına ilişkin endişesi
ve iyi yapılmalarını istemesi; eski günlerin şiirleri ve
efsanelerine tutkusu . . . Marcus Aurelius'tan sonra ortadan tamamen yok olacak ama hangi dönemden olursa olsun az rastlanacak bir
toplum; Marcus Aurelius ise, saygısı ve uyumu ince bir
gölgede altında olmasına karşın, hala prensi dostum diye adlandırabilen bilgili
bir bilim adamı, bir yönetici. Herşey bu belgede: Eski
Yunan'a ve ülkülerine duyulan özlem, yitik bir aşka ilişkin
akıllı imalar ve yaşamaya devam eden kederli sevgilinin
büyülerde
teselli arayışı; bilinmeyen toprakların, barbar iklimlerin büyüleyici
çekiciliği. Yalnız deniz kuşlarının bulunduğu çöl
ıssızlığının romantik bir ruha olan çağrısı, Villa Hadriana'da bulunan
ve şimdi Roma'daki Terme müzesinde sergilenen kusursuz
vazoyu getiriyor insanın aklına; mermer tozlarının kar
taneleri gibi serpiştiği alanın üstünde yabanıl balıkçıl sürüsü, mutlak
bir yalnızlık içinde, kanatlarını açarak uçmaya hazırlanıyor.
•
1949'da yazılmış bir not:
Tam bir portre çizmeye ne kadar uğraşırsam o kadar herkesin hoşlanabileceği bir adamdan ve kitaptan uzaklaşıyorum. Yalnız birkaç insan yazgısı öğrencisi anlayabilecek bunları.
Tam bir portre çizmeye ne kadar uğraşırsam o kadar herkesin hoşlanabileceği bir adamdan ve kitaptan uzaklaşıyorum. Yalnız birkaç insan yazgısı öğrencisi anlayabilecek bunları.
•
Zamanımızda,
roman tüm öteki biçimleri yiyip yutuyor; anlatım aracı
olarak insan sadece roman biçimini kullanmaya zorlanıyor. Hadrianus
adındaki adamın yazgısını inceleyen bu yapıt On
yedinci yüzyılda yazılmış olsaydı tragedya biçiminde olurdu, ya
da Rönesans döneminde yazılmış olsaydı belki bir makale olurdu.
•
Bu
kitap yalnız kendim için bir araya getirmiş olduğum geniş bir
çalışmanın kısaltılmışıdır. Her akşam, otomatik bir biçimde, zaman
içinde başka bir döneme kendimi yakınlaştırarak elde ettiğim
sonuçları yazmak alışkanlığı edindim. En küçük bir sözcük,
ufak bir hareket, fark edilmesi güç bir dolaylı anlatım, her
şey kaydediliyordu; şimdi kitapta bir ya da iki satırla özetlenmiş olan
sahneler yavaş hareket edermişçesine en ufak ayrıntılarına kadar
önümden geçtiler. Tümü bir araya getirilseydi bu
cildin binlerce sayfa tutabileceği malzemeyi oluşturacaklardı; ancak
her sabah bir gece önceki çalışmaları yaktım. Bu biçimde gerçekten
anlaşılması güç birçok düşünce ve ayıp sınırına yaklaşan bir
kaç betimleme yazdım.
•
Hırsla
gerçeği arayan, ya da hiç olmazsa doğruyu bulmaya çalışan, Pilate gibi genellikle gerçeğin mutlak ya da arı olmadığını anlayabilecek
kişidir. Böylece, daha tutucu bir kafanın gösteremeyeceği en
dolaysız saptamalara karışmış duraksamalar, sapmalar
ve saklamalar buluruz. Az da olsa, belirli anlarda bana imparator
yalan bile söylüyormuş gibi geldi. Böyle durumlarda herkes
gibi ben de yalanıyla başbaşa bıraktım onu.
•
"Hadrianus'un
kendini kastediyorsun," diyenlerin büyük ahmaklığı, zamana
ve alana böylesine uzak bir konuyu insanın neden
seçtiğine şaşanlarınki kadar kabadır. Gölgeleri uyandırmadan önce
kendi baş parmağını kesen büyücü, kanını yalayabilmek için
çağrısına yanıt vereceklerini bilir. Kendisiyle konuşacak seslerin
kendi gürültülü çığlıklarından daha akıllı ve dikkate değer
olduğunu bilir ya da bilmesi gerekir.
•
Çok
büyük bir adamın yaşamına girmiş olduğumu anlamak uzun
sürmedi. O andan
sonra, gerçeğe daha büyük bir saygı, daha
yakın bir ilgi ve kendi açımdan daha büyük bir sessizlikle yönelmem
gerekti.
•
Bir
anlamda yeniden anlatılan her yaşam örnek olarak ortaya sürülür;
evrenin bir görüşünü savunmak ya da ona karşı koymak, kendimizin
olan davranış düzenini belirtmek için yazarız. Ancak
her yaşam öyküsü yazarının konusunu fazla ülküleştirerek ya
da bazı ayrıntıları bilinçli olarak abartarak diğerlerini de
dikkatlice ortadan silerek, kendisini dışladığı doğrudur. Anlaşılması ve
anlatılması gereken adamın yerini, keyfi olarak yaratılmış
bir insan alır. Kim ne derse desin insan yaşamının grafiği,
birincisi insanın kendisini nasıl gördüğünü belirten, ikincisiyse nasıl
olmak istediğini gösteren iki dikey çizgi ve aslının ne
olduğunu anlatan bir yatay çizgiyle çizilemez; çizginin üç eğik
çizgisi olmalıdır ve bu eğriler sonsuza uzanırken hem bir araya
gelebilmeli hem de bir noktadan itibaren birbirlerinden ayrıla
bilmelidirler.
•
İnsan
ne yaparsa yapsın anıtı kendi bildiği gibi yeniden diker. Ama
başlangıçtaki taşları kullanmış olmak bile bir kazançtır.
•
Yaşama
serüvenini geçirmiş herkes kendimdir .
•
İkinci
Yüzyıl bana çok çekici geliyor uzun bir süre, insanın tüm
bir özgürlük içerisinde düşünüp kendisini anlatabildiği son yüzyıldı.
Bize gelince belki de o zamanlardan çok uzağız şimdi.
•
1950
yılının Aralık ayının 26ıncı günü, Atlantik kıyısı ötesinde, Mount
Desert Adasının, o kutupsal sessizliği içinde dondurucu soğukta
bir akşam, 138 yılında Baiae'de bunaltıcı bir Temmuz sıcağı
gününde yorgun ve ağır adaleler üzerinde bir çarşafın ağırlığını
anlamaya, yaklaşmakta olan ölümü gibi başka seslerin
mırıltısına tüm dikkatini vermiş bir adamın gelgitsiz denizin zaman
zaman duyulabilecek sesini nasıl işittiğini yakalamaya çalışıyordum.
Son yudumladığı su damlasına, acının son nöbetine,
kafasındaki son görüntüye kadar algılamaya çalıştım. Artık
imparator ölmeliydi.
•
Bu
kitap hiç kimseye adanmadı. G. F... ye
adanması gerekirdi, adanacaktı,
ama kişiyi silmeye çalıştığım yerde kişisel bir yazı
koymak uygunsuz olabilirdi. Böyle olağanüstü bir dostluğu onurlandırmak
için yazılacak uzun bir ithaf yazısı bile çok kısa kaçacaktı. Yıllardır benim olan bu değerli tanımlamaya çalışırken, böylesine
bir ayrıcalığın ne kadar az rastlanırsa rastlansın benzersiz
olmadığına inanıyorum; bir kitabı başarıyla sonuçlandırma serüveni
içinde, ya da bazı şanslı yazarların yaşamlarında, zaman
zaman, geride, belki de yorgunluktan «Aman kalsın»,
demek eğiliminde olduğumuz zayıf ya da doğru olmayan bir
satıra izin vermeyen birisi vardır; gerekirse sorunlu bir sayfayı
bizimle yirminci kez yeniden okuyan birisi; yararlı bir şey
bulacağımız sanısıyla kitaplık raflarından ağır ciltleri indiren birisi;
yorgunluk bizi vazgeçme raddesine getirirken ısrarla
okumayı
sürdürmemizi söyleyen birisi; yürekliliğimizi destekleyen, fikirlerimizi
zaman zaman onaylayıp zaman zaman bizimle tartışan
birisi; bizimle eş düzeyde, hiç kolay olmayan ama hiç de
sıkıcı olmayan, ikisi de zorunlu sonsuz bir iş olan sanat ve yaşama
keyfini paylaşan; ne bizim gölgemiz, ne yansımamız ne de
bütünleyicimiz olan, yalnızca kendisi olan birisi; bizi tam
özgür
kılan ama bizi tam anlamıyla kendimiz olmamıza zorlayan
birisi,
HOSPES COMESQUE.
•
Yapıtlarından
çok yararlanmış olduğum, iki kişinin, 1951 yılı
Aralık ayında Alman tarihçi Wilhelm Weber'in ve 1952 yılı Nisan
ayında bilgin Paul Graindor'un ölüm haberlerini aldım. Roma'da
Villa'nın farklı bölümlerini çizerken oymacı Pierre Gusman'ı
tanımış olan G. B . . . ve J.F . . . le bir kaç gün önce konuştum. GENS
AELIA'dan olmanın verdiği duygu, büyük adama yardım
etmiş yazmanlar kalabalığından olmak, her büyük anı çevresinde
şairler ve beşeri ilimlerle uğraşanlarla birlikte imparatorluk muhafızlarının
değişen nöbetlerine katılmak. Böylece, hiç
kuşkusuz Napolyon'u inceleyen uzmanlar ya da Dante'yi sevenler
gibi çağlar içinde, aynı ilgiden ve beğeniden ya da aynı
sorunlarla uğraşmaktan kaynaklanan bir akrabalığın üyesi olmak.
•
Güldürünün
burnu büyükleri, Vadius ve Blazimı hala yaşıyorlar ve
şişman kuzenleri Basil de ortalıklarda. Ancak bir kez o
hakaret ve kaba takılmalarla karşı karşıya kaldım; Cümlelerimize söylemek
istemediklerini söyletmek için budanıp karalanmış ya
da beceriyle biçimleri bozulmuş bölümler; kaynaklara bakacak
zamanı ya da isteği olmayan akademik tuzaklara saygılı
okuyucuların aldatıcı iddialarına dayandırılmış, belirsiz ve
sözde tartışma kabul etmez öneriler. Tüm bunlar Allahtan çok
az rastlanan bir türün nitelikleri. Bunun tam karşıtı, aşırı uzmanlaşma
çağımızda, geçmişi yeniden biraraya getirmeye uğraşan
herhangi bir yazın uğraşını kendi alanlarına girmek
açısından açıkça aşağı görecekken, çok sayıda bilgin içten iyi
niyet göstermiştir. . . . Bir çokları gönül alırcasına, basılması tamamlanmış
bazı yanlışları düzeltmek sıkıntısına katlanmışlar ya
da bir ayrıntıyı doğrulamışlar, bir varsayımı desteklemişler, yeni
araştırmalar göndermişlerdir. Bu tür iyi niyetli okurlara
burada şükran borcumu belirtirim. Yeniden basımı yapılan
her kitap, onu okuyarak farketmiş olan kişilere birşeyler borçludur.
•
Elinden
gelenin en iyisini yap. Yeniden yap. Az da olsa yine de
geliştir.
Düzeltmelerinden söz eden ozan Yeats, «Yeniden yaptığım, kendimim", demişti.
Düzeltmelerinden söz eden ozan Yeats, «Yeniden yaptığım, kendimim", demişti.
•
Dün,Villa'da, Hadrianus'dan zamanımıza kadar birbirini izleyen bitkilerini
andıran düşünceden yoksun yabanıl hayvanlarınkini andıran
ve sinsilik ve sessizliği bürümüş o binlerce yaşamı düşündüm; Piranesi gününün çingeneleri, yıkıntıların yağmacıları; dilenciler,
keçi sürüleri, bir moloz yığını köşesinde iyi kötü
barınacak bir yer bulan köylüler. Bir zeytinliğin ucunda, kısmen
temizlenmiş eski bir geçitte, G . . . ile birlikte, bir çobanın sazdan
yatağına ve iki Roma taşı arasında kendince yaratmış olduğu
giysi askısına, ve henüz soğumamış ateşinin küllerine rastladık.
Louver'da kapanış saatinden sonra heykeller arasında koruyucuların
yatakları ortaya çıktığı zaman, alçak gönüllü, sıradan
şeylere duyulan yakıcılık gibi.
...Villa öldürücü bir değişiklik geçirdi. Hiç
kuşkusuz tümü değil; yüzyılların yavaş yavaş yıktığı ama sonra
yine biçimlendirdiği bir bütün öyle çabuk değişmez. İtalya'da çok
az rastlanan bir yanlışlık, eseri, kazıları ve gerekli onarımları
kuşku yaratan «süslemeler» izledi. Göze batacak bir park
yeri yapmak için zeytinlik kesilmiş ve sergi yerlerine özgü bir
dükkan ve tezgahla tamamlanarak Poecilium'un soylu yalnızlığı kent
alanına dönüştürülmüştü, konuklar, eskinin öykünmesi çimento
bir çeşmenin alçıdan yapılma maskesinden su içebilecekler; daha
anlamsız bir başka alçı maske, bir ördek filosunun gezindiği
havuzun duvarını süslüyor. Daha çok alçı da Kanal'ı güzelleştiriyor;
son kazılarda buralarda bulunan heykellerin dökmeleri,
iki yaka boyunca rastgele bir biçimde sehpalar üzerine oturtulmuşlar;
orijinalleri sıradan bir Greko-Romen işçiliğinin eseri
olan bu heykeller ne böylesine göze çarpıcı onurlandırma konumunu
hakediyorlar ne korkunç bir malzemeyle kopya edilmeyi;
ne de dayanıksız bir biçimde kendilerine gösteren saygısızlığı.
Yeni dekor, bir zamanların hüzünlü Canopus'una, «İmparatorluk
Romasında Yaşam film için hazırlanmış stüdyo havası
veriyor. Güzel
yerlerin dengesi kadar kolay bozulabilecek bir şey yoktur.
Bir metin, saçma yorumlarımıza aldırmaksızın bütünlüğünü
korur; anlatımlarımızla başedebilir; ancak taş üstünde yapılan en
küçük bir akılsızlık, yüzyıllarca otların barış içinde yetiştiği
bir tarladan geçirilen taş kırıntılarıyla döşenmiş yol, sonu
olmayan, onarımı ve geri dönüşü olmayan şeyleri yıkar. Güzellik
gider, onun gibi tarihsel uyum da yok olur. İnsanların
yaşamak için seçtikleri yerler, zamanın akışının dışında
kendileri için yapmış oldukları görünmez oturma yerleri vardır.
Tibur'da yaşadım ve belki de Hadrianus'un Achilleus'un adasında
yapmış olduğu gibi orada öleceğim.
Hayır.
Villa'ya bir kez daha gittim; dinlenmek ve yalnız kalmak için
yapılmış bahçe pavyonlarına, debdebeden uzak gösteriş izlerine,
olabileceğince imparatorluktan uzak, varlıklı bir zevk
uzmanının sanat ile kırsal yaşamın güzelliklerini bir araya toplamağa
çalıştığı yere gittim. Pantheon'da 21 Nisan sabahı güneşin
vuracağı kesin noktayı gözlemlemeye imparatorun son günlerinde
dostları Khabrias, Diotimos ve Celer'in sık sık yürüdükleri kabrinin
salonlarında, cenaze yolunu yeniden çizmeye çalıştım.
Ancak, o insanların o andaki varlıklarını, o olayların yaşayan
gerçeklerini duymayı sona erdirdim; hala yanımdalar, ama
artık kendi yaşamımın anıları gibi geçmişe aitler. Başkalarıyla alışverişimiz uzun sürmez; doyuma ulaşılınca, ders öğrenilince, yardım
edilince, kitap tamamlanınca sona erer. Söyleyebileceklerim söylendi; öğrenebileceklerim öğrenildi. Şimdi kalan zamanımızda başka
işler yapmaya bakalım.
Marguerita Yourcenar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder