Bir gün öğleden sonra, geç saatlerde, sesleri, biçimleri, dolaylı anlatımları yüreklice biraraya getiren, yankılar ve aynalar düzenini önümüze sürdüğü için çok hoşuma giden, Lykophron'un anlaşılması güç bir yapıtını okuyorduk. Diğerlerinden biraz uzakta, genç bir oğlan, yarı uykulu, dolgun dolgun bizim zor kıtaları dinliyordu, aklıma birden, ormanın derinliklerinde, garip bir kuşun çığlıklarından belli belirsiz haberli bir çoban geldi. Ne yazı yazacak bir levha ne de kalem getirmişti. Havuzun yanında, oturmuş, o güzel, dingin yüzeyde elini gezindiriyordu. Sonradan öğrendim, babası imparatorluğun engin toprakları üstünde küçük bir yöneticiydi; genç yaşta büyükbabasının denetimine bırakılmıştı ve oradan Nikomedia'ya okumak için, ana babasının eski bir konuğu, bu orta halli aile için zengin sayılabilecek bir gemi sahibi ve kentin yapımcılarından birisinin yanına yollanmıştı. Ötekiler gittikten sonra onu alıkoydum. Çok az okumuştu ve dünyaya ilişkin hemen hemen hiçbir bilgisi yoktu; çocuksu güvenine karşılık düşünmeye açıktı. Doğum yeri. Claudiopolis'i görmüştüm; onun için gemilerimizin direklerini sağlayan büyük çam ormanlarının yanıbaşındaki memleketi konusunda konuşmasını istedim; tiz müziğine bayıldığı Attys'in tepe üstündeki tapınağından, ülkesinin üstün atlarından ve garip tanrılarından söz etti. Sesi alçaktı, Yunancası'nda Asya lehçesi vardı. Dikkatimi,
belki de gözlerimi dikişimi birden fark ederek şaşırdı, kızardı ve kısa zamanda alışacağım o inatçı sessizliğine büründü. Yavaş yavaş bir yakınlık gelişti. Ondan sonraki tüm gezilerimde bana yoldaşlık etti ve efsane benzeri yıllar başladı. Antinous Yunanlıydı; bu eski ama az bilinen ailenin öyküsünü Propontis kıyılarında, ilk Arkadialar'ın yerleşmelerine kadar geriye götürebildim. Bal damlasının şarabı bulutlandırıp hoş bir koku vermesi gibi Asya da o kaba kanda kendi etkilerini yaratmıştı. Apollonius'un müritlerindeki gibi onda, gizemli boş inançlar, dinsel tapınmayla birlikte kralına boyun eğen Doğulu'yu buluyordum. Varlığı olağanüstü sessizdi; beni bir hayvan, ya da bilinen bir ruh gibi izliyordu. Genç bir köpek gibi ateşli ve tasasızdı, oyun oynamaya ve çabucak dinlenmeye sonsuz yeteneği vardı. Okşamalara ve buyruklara açık bu tazı, ayağımın dibindeki yerini aldı.
Kendi hoşuna gitmeyen ve mezhebine uymayan her şeye karşı gösterdiği umursamazlığı çok beğeniyordum; ilgisizliği, kurnazlık ya da acıyla öğrenilen her tür erdemin yerine geçiyordu. Tüm benliğini kapsayan ağırbaşlı bağlılığını, sert yanları da olan inceliğini olağanüstü buluyordum. Yine de bu boyun eğiş, gözü kapalı bir boyun eğiş değildi. Uysallıkla ya da düşler içinde sık sık indirilen o göz kapakları her zaman kapalı değildi; dünyanın bu en dikkatli gözleri, zaman zaman üstüme dikildikçe yargılandığımı anlıyordum. Bir tanrının kendisine tapanı yargıladığı gibi yargılanıyordum; sertliklerim ve ani kuşkularım (sonradan oluştu) sabır ve ağır başlılıkla onaylanıyordu. Yaşamımda ilk kez bir varlığın mutlak sahibi oluyordum. Böylesine apaçık bir güzellikten şu ana kadar söz etmemişsem, bunu tümden fethedilmiş bir adamın suskunluğuna yorma.
Umutsuzlukla yakalamaya çalıştığımız yüzler genellikle bizden kaçar; yalnız bir an için ... kara saç kitlesiyle eğilmiş bir kafa, göz kapakları uzun, gözleri çekik gibi, dinlenen geniş yapılı genç bir yüz görüyorum. Bir bitkiymişçesine bu ince beden sürekli değişiyordu ve bu çeşitlemelerin bir bölümü büyümeyi andırıyordu. Çocuk değişti; boylandı. Bir haftalık tembellik onu tümden yumuşatmaya yetti; ayda geçen bir ikindi vakti bu genç atleti yeniden sertleştirip çevikleştirdi; güneş altında bir saat kalmaya görsün, teni yasemin renginden bal rengine dönüşüyordu. Çocuksu kaslar uzadı; yüzü, ince çocuksu yuvarlaklığını yitirdi ve yüksek elmacık kemiklerinin altları çukurlaştı; genç koşucunun dolu göğsü, Bakkha rahibesinin yumuşak, parlak eğmeçlerine dönüştü; düşünceli dudaklar acı bir hırsı, üzüntülü bir doyumu dile getirdiler. Aslında yüzü, gece gündüz yonttuğum bir mermer gibi değişiyordu. O günleri yeniden düşündüğüm zaman, Altın Çağ'a geri döner gibi oluyorum. Sıkıntı kalmamıştı; geçmişin çabaları ilahi denilecek bir rahatlıkla ödenmişti. Geziler, zevkler, tasarlanıp denetlenmiş, beceriyle tasarlanmıştı. Dur durak bilmeyen çalışmalar zevkin değişik bir kipinden başka bir şey değildi. Hayatta her şeye geç ulaşmıştım, iktidar ve mutluluğa da geç ulaştım. Yaşam, öğle güneşi parlaklığına, odadaki tüm nesnelerin ve yanında yatan bedenin altın gölgelerle yıkandığı aydınlık pırıltılı bir ikindi vaktinin uyku saatine kavuşmuştu. Doyuma ulaşmış tutku, diğer tutkular gibi çabuk kırılır bir saflık taşır; geri kalan insan güzellikleri benim için yalnızca seyredilebilir düzeye inmiştir; artık izlenmesi gereken bir oyun olmaktan çıkmışlardı. Gerçek bir rastlantı olarak başlayan bu serüven, yaşamımı hem zenginleştirdi hem de yalınlaştırdı; gelecek fazla ilgimi çekmiyordu; kahinlere sorgularım sona ermişti; yıldızlar artık o gökyüzü kemerinin çok güzel biçimlerinden başka bir şey değildi. Yaşamımın hiç bir döneminde, uzaktaki adalarda gün doğuşunun pırıltısı, su perilerinin kutsal mağaralarının serinliği, gelip giden kuşların uğrak yeri, gün batarken kekliğin alçaktan uçuşu böylesine coşku vermemişti bana. Ozanları yeniden okudum; bazıları daha iyi geliyordu ama çoğu daha kötüydü. Her zamankinden daha yetersiz bulduğum kendi mısralarımı yazdım. Ağaç denizleri, mantar meşesi ve çam ormanlarıyla Bithynia vardı; oğlanın bildiği uğrak yerlerinde, hançerini ve altın kemerini çıkarıp, oklarını oraya buraya saçarak, deri sedirlerde köpeklerle boğuştuğu, kafesli balkonlarıyla av evi vardı. Düzlükler uzun yazın sıcağını bağrında toplamıştı; yabanıl atların koşuştuğu Sangarius (Sakarya) boylarındaki kırlardan pus yükseliyordu. Gün doğarken, yolumuzun üstünde çiğden ıslanmış uzun otlara sürünerek, Bithynia'nın amblemi hilal tepemizde asılı, ırmağa yıkanmaya giderdik...
Antinous'u atalarının Arcadia'sına götürdüm: Ormanları, eski kurt avcılarının zamanında olduğu gibi balta girmez ormanlardı. Arada bir, bir atlı kamçısını şaklatarak bir engerek yılanını ürkütüyordu. Taşlık yüksekliklerde, güneş, yaz gibi yakıcıydı. Genç oğlan başı önüne düşmüş, saçları esintiden hafifçe kıpırdayarak, yaslanmış olduğu kayada gündüz Endymion'u gibi uyukluyordu.
Yavaş yavaş ışık değişti. İki yıldan daha uzun bir süre, genç bir insanın kendisini kusursuzlaştırmaktaki ilerleyişi, parlaklaşması, doruğa tırmanışı, zamanın geçişine damga vurmuştu;
ciddi bir ses, kılavuzlara, avcı efendilere buyruk yağdırmaya başlamıştı artık; koşucunun adımları uzuyordu; binici atına hakimdi artık. Claudiopolis'te Homeros'un uzun parçalarını ezbere öğrenen okul çocuğu artık anlaşılması güç erotik şiirlere merak sardırır olmuştu; Platon'un belirli bölümleri aklını çeliyordu. Benim genç çobanım genç prense dönüşüyordu. Durakladığımız zaman atından aşağı sıçrayıp avucunun içinden bana su içirmeye hevesli genç oğlan değildi artık, o sunucu, verdiği şeyin büyük değerinin farkındaydı artık; Toscana'da, Lucius'un topraklarında düzenlenen avlarda bu kusursuz surat, yüksek yetkililerin ağır ve sorumluluk taşıyan suratları arasına, ya da keskin profilli Doğulular'la ve geniş, kıllı suratlı barbar avcılarla yan yana yerleştirmek, böylece sevgiliyi aynı anda dostluğun güç rolüne zorlamak beni sevindiriyordu. Roma'da bu genç insanın çevresinde entrikalar çevrilmiş, etkisini kazanmak ya da ayağını kaydırmak için alçakça hilelere başvurulmuştu. Onların tümünü kötüleyecek ya da umursamayacak kadar bilgiliydi; tek bir düşünceyle uğraşmak on sekiz yaşındaki bu gence, en akıllı insanları bile kıskandıracak bir umursamazlık yetisi kazandırmıştı.
Ama, güzel dudaklar yontu ustalarının gözünden kaçmayan, acı bir anlam kazanmışlardı.
Burada ahlakçılara kolay bir zafer fırsatı tanıyorum. Eleştirmenlerim, başıma gelenlerin sapıklık ve aşırılıklarımın sonucu olduğunu ileri sürmeye hazırlar; onların söylediklerini çürütmek, yanlışın ve aşırılığın nerede olduğunu göremediğim için daha güçleşiyor. Eğer ortada bir suç varsa, o suçu tüm boyutlarıyla yeniden gözden geçirmeye çalışıyorum. Kendi kendime, intiharın sık sık rastlanan bir olay olduğunu, yirmi yaşında ölmenin olağan olduğunu anlatmaya çalışıyorum; Antinous'un ölümünün yalnız benim için bir sorun ve felaket olduğunu söylüyorum. Belki de bu tür bir felaket bir sevinç taşkınlığından, bir deneyim fazlasından başka bir şey değildi. Doğal bir sonuçtu belki. Arkadaşımı tehlikeden nasıl kurtaramadımsa kendimi de bu felaketten kurtaramayacaktım. Vicdan azabım, zamanla, onun yazgısına hükmeden zavallı bir efendi olduğum inancını geliştirdi bende. Vicdan azabım ve pişmanlığım bir tür sahiplenme duygusuna dönüştü. Her sevilenin bizim için güzel bir yabancı olarak kalacağı kuşkusuzdur. O da benim için kendi kararını kendi veren güzel bir yabancı olarak kalacak. Tüm yanlışı kendim üstlenerek, genç insanı kendi ellerimle biçimlendirebileceğim ya -da - mumdan bir heykel boyutuna indirgiyorum. Ayrılışıyla ortaya koymuş olduğu o baş yapıtı küçültmeye hakkım yok; çocukcağızın kendi ölümünün onurunu kendine
bırakmalıyım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder