(...) siz o metnin yazarı olmadığınıza göre, onun ne demek
istediğini büyük bir olasılıkla hiç bilmeyeceksinizdir (hatta kimi zaman
kendisi bile açıkça bilemeyebilir). Sorun bu değildir. Sorun, onun yazdığıyla
sizin ne yapabileceğinizi bilmenizdir.
Emmanuel Hocquard
Aby Warburg’un efsanevi
koleksiyonu (belgelik?) 12 Aralık 1933 tarihinde Hamburg’tan İngiltere’ye
doğru yola çıktığında, o güne dek topladıklarına iki şilep zor yeter. Warburg,
varlıklı bir ailenin çocuğu olmanın rahatlığıyla, araştırma için öngördüğü ne
varsa toplamıştır. Gerçi asıl ilgi alanı 15. yüzyılın ikinci yarısıyla sınırlı
Floransa sanatıdır; ancak günden güne artan belgeler, çok geçmeden adres
defterleri ile telefon rehberinden başlayıp havacılığa, diyapozitiflerden
mobilyalara kadar uzayıp gider. Kimi zaman olmadık bir ayrıntıdan hareketle,
şaşılası sonuçlara varan bir dedektif gibidir o; aslında sonuç önemli olmakla
birlikte, sonuca giden yolda iz sürüp, kimsenin ayırdına varmadığı ipuçlarını
toparlamak çok daha keyiflidir onun için. Örneğin, Alman pulu üzerindeki Germania’nın
şık giyimli bir aşçı kadın olduğunu fark ettikten sonra, bu figürün ardında
gerçekten emektar bir hizmetçinin yattığını ispatlayıncaya kadar rahat
etmemiştir.
Aynı olanaklara sahip olsa,
dünyayı biriktirmeye ahdeden Enis Batur da Warburg’un gizli torunudur hiç
kuşkusuz; öyle ki, tüm hayatını çekecekten korseye, kapı tokmağından vazoya
kadar hemen her şeyi sınıflandırıp, görmek üzerine inşa etmiş bir yazarla
karşılaşırız onun şahsında. Nitekim, kurmayı tasarladığı müzeler için gönlünde
yatan konu başlıkları bu bağlamda somut bir ipucu verir bize; simyadan proteze, lokanta
mönüsünden faytona kadar çeşitli alanlarda müze açmayı düşleyen Batur, bir
çırpıda sıraladığı bu listeyi gerekirse kolayca uzatabileceğini de söylemekten
geri kalmaz. Ne var ki, oyun gibi başlayan bu deneme, çok geçmeden kıssadan
hisseye dönüşüp, bürokrasi ve Türk insanıyla ilgili ince bir mizaha bırakır
yerini; bu kurumlarda müdür olacak kişiler “konuşma keyfini her şeyin üzerinde
tutan, çalışmaktan pek fazla hoşlanmayan, gereksiz her şey konusunda bilgi
sahibi olup, tanınmaya değer herkesi tanıyan insanlar” arasından seçilmelidir!
Gündelik yaşamda çoğun
önemsemeden kullandığımız nesnelerin belli bir sistem dahilinde biriktirilip,
çözümlenebilir olması, Batur’un kurmayı tasarladığı büyük ansiklopedinin
belkemiğini oluşturur; sacayağını I.Q., bellek ve bilginin tesis ettiği bu
muazzam proje, öncelikle bir disiplin sorunudur elbette.
Belli çevrelerin snop ve kendi
kültürüne yabancı olmakla suçladığı Batur, aslında kendi yatağına sığmayan bir
nehri anımsatır. Dolayısıyla, ait olduğu kültürün dışına taşıp, başka
kulvarlarda kulaç atmasına yol açan nedenler, yabancı kimliğinden değil, bu
disiplin ve bitmeyen merak duygusundan kaynaklanmaktadır; ve olaya bu açıdan
bakıldığı zaman, madalyonun yanlış yorumlara hedef tahtası teşkil eden öbür yüzü
çok daha iyi görünür; disiplinli ve yazarak düşünmeye adanmış yaşamıyla, şark
zihniyetine sahiden yabancı biri durmaktadır önümüzde — rehavetin böylesine kök
saldığı bir ortamda karına-dramaturg, Batur’a en yaraşan tanımdır belki de.
Öte yandan Batur’un öngördüğü
koleksiyonu salt biriktirmeye dayalı bir edinme arzusuyla açıklamak bizi
yanıltır; çünkü burada söz konusu olan şey, pratik işlevi dışlayan mülkiyet
takıntısı değil, sınıflandırılabilir şeyler arasındaki muhtemel ilişkileri
sorgulama tutkusudur. Öyle ki, bu koleksiyonun özünde tersine dönüşmüş bir
toplama işlemi yatar. Batur, imgelem yığınağında var olanı yaymak üzere, ele
aldığı herhangi bir nesne yahut temayı çağrışımlarına bölme yoluyla çoğaltmaktadır;
bu aşamada biriktirmek, bizzat ürettiğinin toparlanmasıyla eş anlama gelir
artık. Ona düşen, bu yayılmayı belli bir sisteme göre yönlendirip
denetlemektir sadece. Batur, belli bir konu hakkındaki bilgi ve izlenimlerini
gözden geçirip, yeni ufuklara doğru yelken açarken, okur da farkına varmadan
bu oyunun içinde bulur kendini; yazı bittiğinde, yalnız yeni bir dünyaya
girmekle kalmayıp, kendi sınırlarımızın da zorlanmaya başladığını görürüz —
bunca zamandır gözümüzden kaçan bir ayrıntı ya da sıradan nesne, şimdi ilgi
alanımıza girmeye hak kazanmıştır.
Hiç kimsenin sanat eserinde kendi
tabanından daha derine inme olanağı yoktur; en azından, biraz daha derinleşme
hep orada, o zeminde gerçekleşir. Batur, şaşılası bir sezgiyle bu hassas
sınırda yakalar bizi; kitap bittiğinde, onun ağırlığıyla açılan boşluğu
doldurmak okurun sorumluluğuna girmiştir artık — kendi tabanında başkasının
bıraktığı ize kayıtsız kalan ise zaten tartışma alanı dışındadır burada.
Batur’un toplayıp, belli bir
sistem içinde sunduğu şey, aslında okurun kendini toparlaması için bir
vesiledir sadece. Dolayısıyla, bize verilen şey hazırlop bilgi değil, bilmeye
ilişkin imkânların mevcudiyetidir — merak duygusunun portörü olduğu sürece,
rahatlıkla bu yazıların amacına ulaştığını söyleyebiliriz. Hiç kuşkusuz, bu
yaklaşımın ardında okuma ve görmeye yönelik öznel bir seçim (öneri?) söz
konusudur ilk önce. Buna göre, Memleketimden İnsan Manzaraları’nı okuma
modelleri arasında tren, hız ve ritmi odak noktasına almak şaşırtıcı, ama o
ölçüde keyifli bir tercihi imler. Batur, tıpkı Goethe gibi, özünde görmeye
öncelik tanıyan tutumuyla göz-insanı (Augenmensch) olmakla beraber, bu yazıda salt
görsel olanı ikinci plana itip, Nâzım Hikmet’in şiirini daha farklı bir
düzlemde tartışmaya açar; hapishanenin dural mekânı ile trenin sağladığı
devinim özgürlüğü arasındaki karşıtlık, demiryolu ritmiyle şiirin sentaktik
yapısı arasında ortaya çıkan uyum vb. bu esere bambaşka bir açıdan yaklaşma olanağı
verir bize. Ancak, Batur’un herhangi bir konuyu kendine özgü işleme yöntemi, bu
örnekte de alttan alta varlığını sürdürmeye devam eder; nitekim, bir punduna
getirip, tren ve istasyonlarla ilgili kapsamlı bir antoloji hazırlığı içinde
olduğunu söyledikten sonra, Butor’dan Delvaux’ya kadar bu konuya ilişkin
farklı alanlardan verdiği ipuçlarıyla okuru kışkırtmayı ihmal etmez — bundan
sonrası karşı tarafa kalmıştır artık. Bir başka deyişle, merak edip bu listeyi
kendine göre genişletme gereği duymayan kişi, boşuna okumuştur Nâzım Hikmet’in
Treni başlıklı yazıyı — ve bu olgu, Batur’un sorgulayıcı tavrını ortaya koyar
aynı zamanda: Söylenenleri öznel algı içeriği ve birikiminden hareketle yeniden
kurmaksızın, yalnızca verilen ipuçlarıyla yetinen kişi, Batur’un öngördüğü
ansiklopediyi yanlış anlamıştır; çünkü, verdiği somut bilgiden çok, kışkırtıcı
olduğu ölçüde varoluş gerekçesini sağlama alan yazılardır bunlar. Besbelli:
Okur, sıradan bağıntılar arasında uyuklayan anlam potansiyelini keşfedip, yeni
yorum ve ilişkiler kurmaya davet edilmiştir burada — edilgin bir alımlama
sürecine teslim olmak, Batur’un metnine ihanetle eşanlamlıdır.
Burada vurgulanması gereken şey
şudur: Batur’un verdiği bilgi ne denli geniş olursa olsun, öbür yüzünde eksik
kalan usulca okura devredilmiştir hep. Dolayısıyla, Batur’u okurken çoğun iki
defa yalpalarız: Biri, onun bildiği şeyler arasında yabancı olduklarımız;
öbürü, bunların oluşturduğu ışık huzmesini çevreleyen karanlık bölge. Batur,
sonunda birbirine bağlamak üzere sıraladığı şeylerden ziyade, bunların
ötesinde kalanların varlığına yaptığı dolaylı göndermeyle kolektif cehaleti
yüzümüze vurur — kurulan her bağıntı, bir sonrakini okurdan talep eder; en
azından, bu yazıların ortak paydasını oluşturan düş budur.
Tren, Memleketimden insan
Manzaraları'nda başrol oyuncusudur: “Kitap, bütünüyle demiryoluna döşenmiştir.”
Ne var ki, Nâzım Hikmet’in şiirinde herhangi bir ulaşım aracı değil,
çağdaşlığın sembolüdür bu taşıt; üstelik, tıpkı makine gibi, “yalnızca
izleksel haliyle değil, bir şiirsel araç kimliğiyle de onun yapıtındaki
vazgeçilmez yerini” almıştır tren. Batur, bu aracın çağrıştırdığı hız ve makine
kavramlarına şöyle bir değinip geçmesine karşın, yine de Nedim Günsür’ün
trenlerini anımsayan okuru yeterince kışkırtır sonuçta. Birinde Mayakovski’nin
şiirinden Meyerhold’un sahne diline kadar farklı bir estetik duyarlığı
üstlenen tren, diğerinde emekçi kesimin yazgısına gönderme yapmaktadır — aynı
araçta, hız tutkusu ile yavaşlığın temsili yan yana gelmiştir sanki.
Gerçekte Batur’un düzyazıları üç
ana eksen üzerinde yol alır; çıkış noktasını belli bir konu (kuram) yahut
nesnenin oluşturduğu bu yazılardan ilkinde, denemeden çok bilimsel kaygının
ağır bastığını görürüz. Buna göre, sacayağını Marksist kuram, yapısalcılık ve
Frankfurt Okulu’nun belirlediği bu öbekteki çalışmalar, bilimsel kariyeri
dışlamış bir aydının üniversiteden bağımsız olarak hazırladığı örtülü tezleri
anımsatır bize. Nitekim, bir söyleşide vurguladığı gibi, kendi güzergâhında
rahatça yol almak isteyen bir yazarın, o alandaki en son gelişmeleri takip
edebilmek için, yeterli donanıma sahip olma arzusu ön plandadır burada:
“Teoriler planında ben önce yapısalcılık sonra Marksist estetik nedeniyle bir
dönem çok yoğun çalıştım. Şimdi, gene teorilerle ilgiliyim. Ama, teorilerle o
dönem ilgilendiğim oranda ilgilenmem için bir nedenim yok artık. Çünkü, belli
bir temel edindim bir kere, bana yeterli olduğuna hükmettiğim bir altyapıydı
bu; ama, ondan hareketle bugün birtakım gelişmeler oluyorsa da bu alanlarda,
bunları izlememe yetecek bir altyapı bu.”
Şiir ve İdeoloji, Tahta Troya ve
Estetik Ütopya adlı kitaplar, Batur’un sözünü ettiği kuramsal yönü ağır basan
somut örneklerdir. Hiç kuşkusuz, bu yapıtlar arasında da bir sınıflandırma
yapılabilir; ama bizim için önemli olan bu değil, hesaplaşacağı malzemeyi daha
ilk adımda çözümlemek isteyen bir yazarın araştırma tutkusudur. Örneğin Şiir ve
ideoloji, diğer iki kitaba oranla denemeye daha yakın durur; ancak, burada
geçerli olan söylem tarzına, yine de öznelliğin geri plana çekildiği bir
mesafeli biçem egemendir hâlâ; en azından, belgelere dayalı, nesnel bir
değerlendirme modeliyle saltık doğruyu dile getirme özlemi, gündemde ilk
sırayı alır. Bu bağlamda, simyayla ilgili iki yazıyı (Simyacının Kargı
Portresi, İç Deney Öğretisi Olarak Simya) anımsamaya çalışalım: Batur, yıllar
sonra ansiklopediye yayacağı bilgi birikimini, burada kabına sığmayan bir
coşkuyla, nesnel bağlantıların kurulması için seferber etmiştir; öyle ki,
şimdilik kaydıyla da olsa, handiyse soru işaretinin peşinen iptal edildiği
bilimsel bir makale durmaktadır önümüzde — söylenen bunca şeyin ardında yatan
neden ise, geçerliği su götürmeyen birçok doğruyu, sadece bir doğruya feda
etmeme kaygısıdır hiç şüphesiz.
Öte yandan, çok sayıda yabancı yazar
ve kitap adının geçtiği Şiir ve ideoloji'de Batur’u izleyen kuşağın kolayca
atlayacağı bir başka gerçeğin daha vurgulanması gerekir. Söz konusu kitap
1979 yılında yayınlandığında, sıradan okur şöyle dursun, aydın kesim bile adı
geçen isimlerin çoğuna yabancıdır. Nitekim, salt bu yüzden 1970’lerde ağır
eleştirilere hedef olan Batur, uzunca bir süre çevresindekilerin tepkisini
sineye çekmek zorunda kalmıştır; ancak, henüz çeyrek yüzyıl geçmeden ortaya
çıkan tablo, Batur’un ne denli ileri görüşlü olduğunu yeterince göstermiştir
herkese. Bugün, hemen her vesileyle kendilerinden alıntı yapıp, sınırlı da olsa
kimi eserlerini Türkçe okuma olanağı bulduğumuz Georges Bataille, Maurice
Blanchot, Witold Gombrowicz vb. yazarları o dönemde dikkate alıp, Türk okuruna
tanıtma kaygısı, başlı başına bir övünç konusudur Batur için — henüz yirmi yedi
yaşındaki bir genç, yalnız ardından gelen kuşağa değil, öncellerine de ışık
tutup, örnek olmuştur böylelikle.
Aslında kendi kültürüyle
harmanlanmadığı sürece salt yabancı kaynaklara dayalı bir yazıyı ne gibi
tehlikelerin beklediğini, en az başkaları kadar, Batur da bilmektedir. Michel
Butor’un aynı konuyu işleyen denemesi ile (Simya ve Dili) Batur’un yazısını
karşılaştırdığımızda bu gerçeği olanca açıklığıyla görürüz — biri, o kültürün
üyesi olmanın rahatlığıyla yüzeyde kalıp, denemenin keyfini çıkarırken, öbürü
tasavvuf ve cinci hocadan başlayıp, Budist öğretiye kadar varan geniş bir
yelpazede şark kültürünü kucaklamak zorunda hisseder kendini. Batur, bir dizi
ilginç saptamayla ilerleyen yazısında, hiç umulmadık bir yerde, benzerliğin
kökenindeki farktan hareket ederek, ansızın topu bize atıverir: “Ayrım
ortadadır: Boş dili kullanan cinci hoca ile Yüksek dili kullanan simyacının
‘konuları da değişiktir: ilki, doğaötesinin ve doğaüstünün gizlerine karşı
anlamsız önlemler önermekte, İkincisi yalnızca doğayı aşan güçlere değil,
doğaya karşı da çoğu kez yaşamdan söküp çıkartılmış sağaltım yolları bulmaktadır.”
Batur’un şöyle bir değinip geçtiği olgunun ardında, sonuçlarını hep birlikte
gördüğümüz üzere, iki kültür arasındaki zihniyet farkı yatmaktadır esasen — Batı’da,
çözümsüzlüğe mahkûm uğraşın ardında bile pratik (somut) yaşama geçmeye hazır bir
çaba görülürken, Doğu içe dönüktür hep. Bundan sonrası, yani cinci hoca ile
simyagerin tavırları arasındaki farklılığı kurcalayıp, yaşamın (kültür) diğer
alanlarına taşımak, okurun inisiyatifine kalmıştır artık.
Şiir ve Ideoloji'de nüve halinde
yer alan bu tür yazıların, giderek iki eksen üzerinde yol alıp, belli
kitaplarda toplanmaya başladığını görürüz; bunlardan bilimsel ağırlıklı
olanları (makale?) Tahta Troya ve Estetik Ütopya'da karşımıza çıkarken,
Alternatif: Aydın ve özellikle Babil Yazılarında deneme ile makale arasındaki
hassas sınırın hissedilir ölçüde ihlal edildiğine tanık oluruz. Babil
Yazıları, Piyale Madra’nın karikatüründen Gilgameş’e, takma kimlikten kaybolan
kediye kadar uzanan açılımıyla, Batur’un kurmayı tasarladığı ansiklopediye
gizli bir altyapıdır aslında — metin, bu noktadan sonra, sıradan ayrıntılara
yayılmak üzere çatlamaya hazır duruma gelmiştir ister istemez.
Bu Kalem Bukalemun, daha alt
başlığıyla bu yarılmanın parodisidir bir bakıma: düşler, gündüşleri,
librettolar, kuruntular, oyunlar, romanlar, parça başı dikişler ve hurufi
notlar. Batur, başlangıcından bu yana parça'ya öncelik tanıdığını itiraf
ederken, konu ve nesneler açısından, ilgi alanının izlediği güzergâha da ışık
tutar böylece: “Bütün’ü telos saydım, şüphe yok; ama yazarken parçaları
istedim. (...) Sonunda, parçaların bir bütün için, bir bütün adına, bütün
olmak üzere varolduklarına; varolduktan hemen sonra da, bir gün kendisine
ulaşılacak olan, ileride, ötede duran, bekleyen Bütün’deki yerlerini soruşturduklarına
varmadım mı?”
Susan Sontag, tanıdığı yazarlar
arasında en disiplinli, çalışkan ve yazma tutkunu olarak nitelendirdiği Roland
Barthes’la ilgili çarpıcı bir gözlemde bulunur: “Bir sigara kutusunun karşısına
oturmaya görsün; bir, iki derken pek çok fikir sökün ederdi aklına — küçük bir
deneme. (...) Görüngüleri yakalayabileceği ince bir sınıflandırmalar ağı vardı
onun her zaman. (...) Yazdığı her şey ilginçti —canlı, hızlı, yoğun, keskindi.”
Batur da, gördüğü hemen her şeyi yaşantı içeriğinin kuytu bir köşesinde faka
bastırıp, seke seke yol aldığı kitaplardaki karşılığıyla yazı'ya çevirir —
yazmak yaşamaktır burada, vice versa.
Pisuvara işerken yan tarafa kayan
göz, asansörde şaşılaşan bakış hattı, merdiven, pencere, tütün, çeşme, aşk vb. gündelik
hayatın ayrıntıları üzerine ardı gelmeyen tetebbu — Batur’un tasarladığı öz/n/el
ansiklopedi, yeryüzünü topyekün kucaklamak isteyen bir koleksiyonerin muhayyel kütüphanesidir gerçekte. Kıvrak bir zekâyla şipşak kaydedilen görüntüler, nadasa
bırakıldıkları andan itibaren uç vermeye başlayıp, yazı’nın eşiğine gelirler bu
üretim modelinde. Batur‘a düşen, o konu ya da nesneyle ilgili çağrışımların
yeterince mayalanması için, ulaşabildiği tüm kaynakları seferber etmektir —
yazmak (deneme/k), sıradan bir ayrıntının çağrıştırdıklarını çepeçevre
kuşatmayla eşanlamlıdır çünkü.
Kediler Krallara Bakabilir,
Kırkpâre, Gönderen, Batur’un düşlediği devasa ansiklopedinin şimdilik ilk
ciltleri olup, son nefesine kadar üzerinde çalışacağı opus magnumudur hiç şüphesiz
— hacmiyle “kendi benimiz”i tanımaya çıkarılan davetiyenin düz orantılı olarak
arttığı başyapıt.
Batur’u okumanın birçok gerekçesi
olabilir; ama en önemlisi, onunla aynı anadili paylaşıyor olmanın verdiği
keyif, Türkçeyle sahip olduğumuz ayrıcalıktır.
1996,
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder