Gemiye döndüm; çabuk kapanan yara yeniden açılmıştı; Euphorion'un başımın altına sıkıştırdığı yastığa göz
yaşlarımı gömdüm. Zamanın iki akımıyla ayrı yönlere sürüklenen ceset ve ben
birbirimizden uzaklaşıyorduk. Aralık ayından beş gün önce, Athyr ayının ilk
günüydü: Her geçen an bedenini daha derinlere gömüyor; ölümü giderek örtünüyordu. Bir kez daha o hain yokuşu tırmandım: O ölü ve yok olmuş günü,
tırnaklarımla kazıyarak mezarından çıkarmaya çalıştım. Kapı eşiğinin
kenarında oturan Phlegon içeri birilerinin girdiğini, ancak pupadaki kabinin kapısından arada bir sızan rahatsız edici güneş
ışınları sayesinde fark edebilmişti. Cinayetle suçlanan bir adam gibi her saat hesap vermeye çabalıyordum; yazı yazdırmıştım; Efes Senatosu'na yanıt vermiştim; acı acaba hangi sözcük grubuna rastlamıştı? Gemiyi kıyıya bağlayan köprünün ayakları
altında yaylanmasını, kuru nehir kıyısını, kıyıda uzanan düz
taşlığı; her şeyi yeniden yerli yerine koymaya çalışıyordum; sonra alnını
bir tapınağın taşına dayayıp kestiği bir tutam saçı, elleriyle
sandallarını çözebilmek için büktüğü dizini düşünüyordum; gözlerini kaparken özgün bir biçimde dudaklarının aralanışı aklıma
geliyordu. Onun gibi iyi bir yüzücü için o kara çamurda boğulmak gerçekten korkunç bir karar olmalıydı. Ciğerler yaşamı içine
çekmeyi durdurduğu zaman yüreğin ve beynin duracağı o anı, her birimizin geçireceği o değişimi belirlemeye çalıştım
düşüncelerimde. Ben de benzer çırpınmalar geçireceğim; ben de öleceğim. Ancak her ölüm farklıdır; son acısını kafamda canlandırma
çabalarım safsatadan ibaret; çünkü o, yalnız öldü. Kangrenle savaşırcasına üzüntüme karşı koymaya çalıştım; zaman zaman söylediği yalanları ve direnişini anımsadım; kendi kendime, bir gün nasıl olsa ağırlaşıp, yaşlanacağını ve değişmiş olacağını söyledim. Çabalar boşunaydı; bir başyapıtı kopya etmeye çalışan titiz bir işçi gibi, kalkana benzeyen o dik, yuvarlak
pürüzsüz göğsü tam olarak canlandırmak için kafamı delice yoruyordum. Zaman zaman görüntü kendiliğinden kafamın içine sıçrıyor, bir
yumuşaklık seli tüm benliğimi kaplıyordu. Bir kez daha, Tibur'da bir
meyve bahçesinde, sepet olmadığı için yemişleri giysilerinin eteğine toplayan genci görüyordum. Gecenin zevklerine eşlik eden, Euphorion'a yardım etmek ve imparatorluk
giysilerimin büklümlerini düzeltmek için topukları üzerinde çömelen genç dostu ve onunla birlikte her şeyi, her şeyi bir anda
yitirmiştim. Rahiplere inanacak olursak, gölge de acı çekiyordu; bedendeki sıcak barınağını arayarak, tanıdıklarından uzak,
inleyerek geziniyordu dostu andıran yerlerde; hem uzak hem de yakın; var olduğunu belirleyemeyecek kadar zayıf.
Söyledikleri doğruysa, sağırlığım ölümden de beterdi. Yaşayan oğlanı, o
sabah, yanımda hıçkırırken iyi anlayabilmiş miydim?
Bir akşam, Khabrias, o zamana kadar görülmedik bir yıldızı, Kartal takım yıldızları arasında parıldayan bir yıldızı
göstermek için yanına çağırdı; değerli bir taşmışçasına parıldıyor, yürek gibi atıyordu. Onun yıldızı ve burcu olarak seçtim. Her gece,
yorgun düşünceye kadar hareketini izleyecektim; gökyüzünün o
bölümünde garip bir parlaklık görüyordum. Halk beni delirdi sanıyordu ama bunun hiçbir önemi yoktu.
ÖLÜM
Ölüm korkunç ama yaşam da öyle. Her şey çarpık görünüyordu. Antinoopolis'in kuruluşu gülünç bir uğraştı; dolandırıcı ticareti, resmi zorbalığı, orospuluğu, düzensizliği,
ölülerini unutmadan önce bir süre ağlayan korkakları barındıracak bir kent daha olacaktı, o kadar. Sonsuzlaştırmak boş bir törendi:
Halkın hayranlığı, onu bayağılık ve alaylara bahane, tarih
sayfalarında çürüyecek bir efsane, bir yaltaklanma ve skandal öğesi
yapmaktan başka bir işe yaramayacaktı. Tuttuğum yas, bir tür iç
boşaltmaktan, bir tür sefillikten öteye değer taşımıyordu: Alçakça kendine pay çıkaran, bir tür zevk duyan, deneyimler yapan
bir adamdım ben sadece: Sevgili bana ölümü bırakmıştı geriye.
Düş kırıklığına uğramış bir adam kendisi için ağlıyordu.
Düşünceler birbirine sürtünüyordu; sözcükler anlamsızca gıcırdıyordu; sesler, çöldeki çekirgeler ya da gübre yığınları üzerindeki
sinekler gibi vızıldayıp törpüleniyordu; güvercin göğsü gibi şişen yelkenleriyle gemilerimiz entrika ve yalanla yüklüydü;
insanların suratlarına aptallık egemendi. Zayıflığı ya da
çürümüşlüğüyle, ölüm her yerde yüzeye çıkıyordu; meyvenin üzerindeki çürük leke, bir perdenin ucunda görünmeyen yırtık, kıyıya
vurmuş bir leş, bir yüzdeki sivilceler, gemicinin sırtındaki kamçı izleri. Ellerim hep kirliymiş gibi geliyordu. Yıkanma
saatinde, kölelere tıraş etmeleri için bacaklarımı uzattığım zaman, bu
katı bedene, yemek yiyen, yürüyen, ne yapıp yapıp uyuyabilen, bir gün yine aşkın tekdüzeliklerine kendisini alıştıracağını bildiğim bu bozulması olanaksız makineye nefretle bakıyordum. Göçüp
gideni anımsayan birkaç uşaktan başka kimsenin varlığına
katlanamıyordum; kendi bildiklerince sevmişlerdi onu. Üzüntüm, masajcının saçma yasında, lambaların yanmasından sorumlu
kara tenlide buluyordu yankısını. Ama, akşam, nehir boyunca havalanmaya
çıktıkları zaman üzüntüleri, aralarında fısıl fısıl gülüşmeyi engellemiyordu.
Sel gibi bildiriler yağıyordu; Pankrates, en sonunda
bitirebildiği şiirini yolladı bana; Homeros'un altı tef'ileli mısralarının
sıradan bir demetiydi ama hemen har satırda görülen ad benim için pek çok başyapıttan daha duygulandırıcıydı. Numenius,
bu tür yapıtlar için olağan biçimde yazılmış bir Avunç yolladı.
Her tür yavanlığı içerdiği halde, bir gecemi onu okuyarak geçirdim. İnsanın ölüme karşı yaratmış olduğu bu zayıf savunmalar iki yönde gelişiyordu; birincisi ölümü bize, karşı konmaz bir
kötülük olarak gösteriyor ve ne güzelliğin, ne gençliğin ne de
sevginin çürümekten kaçınabileceğini anımsatıyordu; yaşamın ve kötülüklerinin böylece saptanmasının ölümden de beter olduğunu, bu yüzden yaşlanmaktansa ölmenin daha iyi olduğunu
belirtiyordu. Yinelenen bu gerçekler bizi boyun eğmeye yöneltmek amacı taşıyordu ama aslında umutsuzluğu haklı çıkarıyordu. İkinci savunma birincisiyle çelişki içindeydi ama bizim
düşünürlerimiz bu tür titizliklere aldırmazlar. Konu artık ölüme boyun
eğmek değil onu yok saymaktı. Yalnız ruhun önemli olduğunu söylüyorlar, var olduğunu saptama sıkıntısına henüz katlanmamış oldukları
ve beden olmaksızın nasıl bir etkinlik göstereceğini bilemediğimiz o belirli belirsiz varlığın ölümsüzlüğünü gerçekmiş gibi gösteriyorlardı. Ben buna o kadar inanmıyordum:
Gülümseme, gözlerin anlatım, ses, gibi açıklanıp belirlenemeyen.
gerçekler yok olduğuna göre; ruhun yok olmaması için bir neden kalmıyordu. Ruh, beden ısısından daha özdeksiz olabilir
miydi? Ruhun artık içinde olmadığı, o geride kalan bedeni hiç
önemsemiyorlardı; o beden bana kalan tek şeydi, yaşayan oğlanın yaşamış olduğunun tek kanıtıydı. Irkın ölümsüzlüğü, kişisel ölümü
göz ardı etmekten başka bir şey olabilir miydi? Sangarios
boylarında sonsuza kadar birbirlerini izleyecek olan Bithynia nesilleri
hiç ilgilendirmiyordu beni. Yüreği kabartan o şan şöhretten
sözederiz, ancak sonsuz sözcüğüyle karıştırırız onu , bir insanın
ardında bıraktığı iz sanki varlığıyla aynı şeymiş gibi. Ceset yerine debdebeli bir tanrı görmemi istiyorlardı; oysa o tanrıyı
yaratan bendim; kendimce inanıyordum ona; yıldızlar düzeyinde ölüm sonrasının en parlak yazgısı bile onun kısa hayatının yerini
dolduramazdı; tanrı, yitirmiş olduğum canlı varlığın yerini alamamıştı. Varsayımları olaylara yeğleyen düşleri düşten öte bir şey sanan kuramlara insanların delice saplanması öfkelendiriyor
beni. Her şey bittikten sonra yaşamı sürdüren insanın
zorunluklarını başka türlü algılıyorum, ben. İnsanın ikiyüzlülük ve
toprakla
çabucak örtbas etmeye çalıştığı, bu pıhtılaşmış kan,
sessizlik, soğuk ve buz kesmiş uzuvlar gerçeğine doğrudan bakma
yürekliliğini göstermiş olmasaydım, ölüm anlamsız, gereksiz ve boş bir şey olurdu. Zayıf lambalara bel bağlamaksızın,
karanlıkta el yordamı ile yolumu bulmayı seçtim ben. Çevremdekilerin bu
kadar uzun süren bir üzüntüden gücenmeye başladıklarını anlıyordum; nedeninden çok üzüntümün şiddeti utandırıyordu onları. Bir erkek kardeşin, ya da oğlumun ölümü için aynı biçimde
gözyaşı dökseydim, kadın gibi ağladığım için suçlanırdım.
İnsanların pek çoğunun bellekleri, sevmekten vazgeçtikleri ölülerinin
sessiz sedasız yattıkları terkedilmiş mezarlıklardır. Unutulmayan
acı unutkanlıklarına yönelen bir küfürdür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder