Rimbaud'nun biyografi yazarı Enid Starkie'nin rehberliğinde Rue Racine'deki Hotel des Etrangers'e vardım. Enid'in yazdıklarına göre Arthur bu otelde, besteci Cabaner'in odasında uyumuştu. Ayrıca lobide uyurken de görülmüştü; üzerinde kocaman bir palto ve ezik fötr bir şapka ile, haşhaş kafasının son safhalarını üzerinden atmaya çalışırken...
Yağmurluğumu geçirip Charleville sokaklarına daldım. Şansıma Rimbaud Müzesi kapalıydı; sessiz bir atmosferin içinde, bilinmedik sokaklarda yürüyüp mezarlığa çıktım. Kocaman lahanalarla dolu bir bahçenin ardında Rimbaud'nun ebedi istirahatgahı duruyordu. Uzunca bir süre orada durup mezar taşına baktım; isminin üstüne Priez pour lui kelimeleri kazılıydı. "Onun için dua edin." Mezarı oldukça ihmal edilmişti; üzerine düşmüş yaprakları ve moloz parçalarını elimle temizledim. Harar'dan gelen cam boncukları mezar taşının önündeki taş vazoya gömerken küçük bir dua okudum. Madem Harar'a dönmeyi başaramadı, o zaman ben Harar'ı ona getirirdim, diye düşünmüştüm. Bir fotoğraf çekip veda ettim.
Müzeye geri dönüp basamaklara oturdum. Rimbaud burada durmuş ve gördüklerinden hoşlanmamıştı; taş değirmen, kireçtaşından bir köprünün altından akan nehir... Onun nefret ettiği manzaranın karşısında saygıyla eğiliyordum. Müze hala kapalıydı. Hüzün içindeydim ki, yaşlıca bir adam, belki de hademeydi, bana acıyıp o ağır kapının kilidini açtı. O işlerini hallederken, Rimbaud'nun mütevazi eşyalarıyla vakit geçirmeme izin verdi: coğrafya kitabı, valizi, teneke içecek kabı, kaşığı ve kilimi... Çizgili ipekten fularında tamir ettiği yerleri görebiliyordum. Küçük bir kağıt parçası vardı; üzerine, onu kayalıkları aşıp sahile, ölmekte olan bedenini Marsilya'ya götüren gemiye taşıdıkları sedyenin resmini çizmişti.
O gece yahni, şarap ve ekmekten oluşan basit bir akşam yemeği yedim. Odama geri döndüm ancak orada tek başıma kalmaya katlanamadım. Yıkanıp kıyafetimi değiştirdim, yağmurluğumu giydim ve Charleville gecesine adım attım. Oldukça karanlıktı; geniş ve bomboş Rimbaud rıhtımında yürüyordum. Biraz korkmuştum. Daha sonra ileride ufak bir neon tabela gördüm: Rimbaud Barı. Durdum ve bir nefes aldım; şansıma inanamıyordum. Ağır ağır bara doğru yürüdüm; çöldeki bir serap gibi ortadan kaybolmasından korkuyordum. Tek bir küçük penceresi olan, beyaz alçı sıvalı bir bardı. Etrafta kimse yoktu. Çekinerek içeri girdim. İçeride loş bir ışık vardı ve müşterileri, müzik kutusuna yaslanmış genç delikanlılar ve öfkeli suratlı adamlardı. Arthur'un birkaç soluk resmi duvarlara asılmıştı. Bir Pernod ve su sipariş ettim; absinte en yakın budur, diye düşündüm. Müzik kutusu Charles Aznavour, halk müziği ve Cat Stevens'tan oluşan çılgın bir mix çalıyordu.Bir süre sonra bardan ayrılıp otel odamın ve içindeki kır çiçeklerinin sıcaklığına geri döndüm. Duvarlara serpilmiş küçük çiçekler, tıpkı gökyüzüne serpilmiş tomurcuk yıldızlar gibi. Bu defterimdeki yegane girdiydi. Sinirleri bozacak, Rimbaud'yu onurlandıracak ve bana güvenen herkesi haklı çıkaracak bir şeyler yazmayı ummuştum, fakat öyle olmadı.
Ertesi sabah hesabı ödedim ve çantamı lobide bıraktım. Pazar sabahıydı; çanlar çalıyordu. Beyaz gömleğimi giyip siyah Baudelaire kurdelemi taktım. Gömleğim biraz buruşuktu ancak ben de öyleydim. Müzeye geri döndüm, neyse ki açıktı, ve biletimi satın aldım. Yere oturup küçük bir kara kalem çizim yaptım. St. Rimbaud, Charville, Octobre 1973.
Bende bir anı kalsın istiyordum ve Ducale'da bir bit pazarı buldum. Altın telden basit bir yüzük vardı ancak param yetmiyordu. John Mckendry, Paris'ten dönüşünde buna benzer bir yüzük getirmişti bana. Zarif divanına uzanışı ve ayak ucunda oturan bana Cehennem'de Bir Mevsim'den parçalar okuyuşu aklıma geldi. Robert'ın (Mapplethorpe) yanımda olduğunu hayal ettim. O olsaydı yüzüğü alır, parmağıma geçirirdi.
Paris'te tren yolculuğu olaysızdı. Bir noktada ağladığımı fark ettim. Paris'e varır varmaz metroya binip Pere Lachaise istasyonuna gittim; New York'a dönmeden önce yapmam gereken bir şey daha vardı. Yine yağmur vardı. Mezarlık duvarının hemen dışındaki bir çiçekçide durup küçük bir buket sümbül aldım ve Jim Morrison'un mezarını aramaya başladım. O zamanlar işaret olmadığı için mezarı bulmak kolay değildi. fakat yakınlardaki mezar taşlarına dua edenler tarafından bırakılan karalamaları takip ettim. Sonbahar yapraklarının hışırtısı ve giderek hızlanan yağmur dışında ortalık tamamen sessizdi. İsimsiz mezarın üzerinde benden önceki hacılar tarafından bırakılan hediyeler vardı: plastik çiçekler, sigara filtreleri, yarı dolu viski şişeleri, kırık tespihler ve garip tılsımlar. Onu çevreleyen grafiti, şarkılarından alınmış Fransızca kelimelerden oluşuyordu: C'est la fin, mon merveiileux ami. Bu sondur, güzel arkadaş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder