Evren karşısındaki, kendiliğinden tavrım ne olurdu? Herhalde çok karanlık bir tavır olurdu.
Birinci tez olarak tam bir boşunalığı ve yararsızlığı öne sürüyorum: Temelde “hiçbir şey” var.
Kelimeyi gerçek anlamında kullanıyorum. Sonuçta yitip giden nesnelerin kırıntıları gibi. Evrene bakın, büyük bir boşluk. Ama sonra şeyler nasıl ortaya çıkıyor? Burada kuvantum fiziğine kendiliğinden bir sempati duyuyorum. Evrenin pozitif yüklü bir boşluk olduğu fikri hakim. Ama sonra bazı şeyler ortaya çıkıyor ve boşluğun dengeleri bozuluyor. Bu fikir benim çok hoşuma gider.
Var olanın sadece ”hiçbir şey” olmadığı, orada bazı şeylerin olduğu gerçeği. Bu da bir şeylerin korkunç biçimde ters gittiği anlamına geliyor. Yaratılışın bir tür kozmik... dengesizlik, kozmik felaket olduğunu ve şeylerin bir hata sonucu var olduklarını söylüyoruz. Hatta ben daha da ileri giderek buna karşı koymanın tek yolunun hatayı üzerimize alıp sonuna kadar gitmekten geçtiğini öne... sürüyorum. Buna bir de isim bulmuşuz. “Sevgi” diyoruz. Sevgi tam da bu türden bir kozmik dengesizlik değil mi? “Dünyayı seviyorum” veya “Evrensel sevgi” gibisinden kavramlardan oldum olası iğrenmişimdir. Ben dünyayı sevmiyorum. Ben daha çok “Dünyadan nefret ediyorum” ile “Dünyayı takmıyorum” arasında bir yerlerdeyim. Ama gerçekliğin tamamı bundan ibaret. Çok aptalca. Bu var ve ben bunu umursamıyorum. Benim için sevgi aşırı derecede şiddet içeren bir eylem. Sevgi ”Hepinizi seviyorum” demek değil. Sevgi, bir şeyi seçiyorum anlamına geliyor ki burada yine o dengesizlik yapısı var. Bu şey küçük bir ayrıntıdan, kırılgan bir bireyden ibaret dahi olsa, diyorum ki “Seni her şeyden çok seviyorum”.
“Felsefe”.
Felsefe sorunları çözmez. Felsefenin görevi, sorunları çözmek değil sorunları yeniden
tanımlamaktır; sorun olarak deneyimlediğimiz şeyin nasıl sahte bir sorun olduğunu göstermektir.
Sorun olarak deneyimlediğimiz şey gerçek bir sorun olsaydı felsefeye ihtiyacımız olmazdı.
Diyelim ki uzaydan gelen ölümcül bir virüs var. İnsanlık tarihinin sebep olduğu bir şey olmasın.
Bu virüs, diyelim ki hepimizi tehdit ediyor. Burada bir çözüm bulmak ve virüsü durdurmak için felsefeye değil bilime ihtiyacımız olacaktır. Felsefeye ihtiyacımız yoktur çünkü tehdit gerçek ve doğrudandır. Felsefi numaralar çevirip “Hayır, gerçek olan bu değildir” diyemezsiniz. Hayatımız tehlikededir. Bunu bir bilimkurgu senaryosu gözüyle bakalım. Tıpkı... ”Armageddon” veya “Deep Impact” filmlerindeki gibi, büyük bir kuyrukluyıldız yeryüzüne çarpmak üzere diyelim. Burada felsefeye değil, onu patlatmak için, ne bileyim, belki güçlü atom bombalarına ihtiyacınız vardır. Ama demek istediğimi anladınız. Tehdidin varlığı ortadadır. Böyle bir durumda felsefeye ihtiyaç duymazsınız. Filozof dediğimiz kişinin bugüne dek bir cevap üretebildiğini sanmıyorum. Ama felsefenin harika tarafı da bu. Genel anlamda demiyorum. Filozoflar sadece soru sorarlar. Nedir felsefe? Bazılarının sandığı gibi mutlak doğruları bulmak üzere yapılan ve sonra da “bilimciler sayesinde gerçeklere dayanan, ölçülebilir ve çözülebilir sorunlarla uğraşıyoruz” denerek kuşkucu bir tavrın takınıldığı çılgınca bir zihin jimnastiği değildir. Filozoflar metafizikle ilgili aptalca sorular sorar; erişilmez olduklarını bildiğimiz mutlak doğrularla bir tür oyun oynarlar. Hayır, bence...
felsefe çok mütevazı bir disiplindir. Gerçek felsefe, farklı bir soru sorar. Filozof, özgürlük...
sorununa nasıl yaklaşır? “Özgür müyüz değil miyiz? Tanrı var mı, yok mu?” gibi sorularla değil. Onun yerine tefsir” diyeceğimiz basit bir soru yöneltir. Der ki “Özgür olmak ne anlama geliyor?”
Felsefe işte temelde bunu yapar. Belli bazı sanıları, bilgileri kullandığımızda anlayışın kati ufkunun...
nerede olduğunu bulmaya çalışır. “Doğru var mı?” diye aptalca bir soru sormaz. Onun yerine... ”Bu doğru dediğinde ne demek istiyorsun?” diye sorar. Gördüğünüz gibi, felsefe gerçekten mütevazı bir şeydir. Filozoflar ölümsüz gerçeği arayan çılgınlar değillerdir.
Slavoj Zizek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder