Van Gogh'un Ayçiçekleri bugün sanatın ikonu sayılmaktadır. Öylesine ki yalnızca bir değil on bir yorumu vardır. Dördü 1887’den, beşi 1888’den ve ikisi 1889’dan. Ama Ayçiçekleri sözcüğünü her okuyan, şu anda Londra'daki National Gallery’de sergilenen resmi düşünür. Bu eser, 1888 yılının Ağustos ayında (Van Gogh’un kendisini alıntılayacak olursak) “balık çorbası yiyen bir Marsilyalı’nın hevesiyle” yapılmıştı. Van Gogh, sonra iki versiyon daha yaptı. Biri şu anda Tokyo’daki Seiji Togo Memorial Sompo Japonya Güzel Sanatlar Müzesi’nde diğeri de Amsterdam’daki Van Gogh Müzesi’ndedir.
Özgün eser, 1924 yılında, Vincent’ın kardeşi Theo’nun dul eşi Jo Van Gogh-Bonger tarafından Londra’daki Courtald Vakfı’nın mütevelli heyetine satılana kadar ailesi tarafından saklanıyordu. Jo Van Gogh-Bonger “Sanat galerinizde hiçbir resmin, Vincent’ı Ayçiçekleri'nden daha saygıdeğer bir tavırda temsil edemeyeceğinin” farkına vardığını söyleyerek, gönülsüzce ondan ayrılmaya karar verir: “Bu Vincent’ın başarısı adına bir fedakârlıktır.” Cezanne’ın lehine Van Gogh’u kötüleyen eleştirmen ve ressam Roger Fry bile bu eserden etkilenmişti: “Üstün bir neşeye, canlılığa ve bir saldırının şiddetine sahip... Doğa karşısındaki duygusal tepkisinin ateşli yoğunluğunun, gerçekleştirme gücüne hiçbir sınırlama getirmediği ... şanslı bir kendine güven anına aittir.”
Bu ölüdoğa, Van Gogh tarafından, ona Arles’da eşlik etmeye söz veren Gauguin’i etkilemek için yapılmıştı. Gauguin, Van Gogh’un 1887 yılında yaptığı ayçiçekleri resimlerinden ikisine sahipti. Bundan ötürü Van Gogh’un Sarı Ev olarak adlandırılan evdeki atölyesini “yalnızca ve yalnızca büyük ayçiçekleriyle” süsleme fikri aklına gelmişti. Duvarlarda parıldayan ayçiçekleri, ona göre sanatlarının ilerlemesi gereken doğrultusunu simgeliyordu, önce altı, ardından da on iki resim yapmayı düşündü ama yalnızca dördünü yapabildi. Bunlardan ikisi Londra’daki ve ondan önce yaptığı, şu anda Münih’te sergilenen, mavi arka planlı olanlar iyi tasarlanmış birer resim denemesiydi. Ancak bu iki eseri atölyesine koymadı. Van Gogh, bütün daireyi süslemeye karar verdi ve iki ölüdoğayı misafir odasına yerleştirdi. Gauguin Ekim sonunda geldiğinde, iki resmi de beğendi ama sarıyı tercih etti ve onu daha sonra “bütünüyle Vincent’a ait bir üslubun mükemmel örneği” olarak tanımladı.
Bu yargı dikkate alındığında, ölüdoğanın, iki ressam arasındaki yaratıcı rekabette bir meydan okuma olarak yer aldığını görmek sürpriz olmaz. Gauguin’in ifadesiyle “saf bir rengin, o rengin bütün türevleriyle uyumlu bir biçimde düzenlenmesi” olgusu üzerine çalışmaya birlikte karar verdiler. Gauguin balkabağını, sarı renkteki arka ve ön planlarla ölüdoğa biçiminde resmetti ve Van Gogh da (şu anda Tokyo’da olan) sarı arka planlı ayçiçeklerinin serbest bir tekrarını yaptı. Bu sanatsal diyalog, birbirlerini resmettikleri portrelerde de aynı doğrultuda devam etmiştir. Van Gogh, arkadaşını, bir balkabağının ölüdoğası üzerinde çalışırken göstermişti, Gauguin de, Van Gogh’u ayçiçeklerini resmederken betimlemişti. Onun için Van Gogh’un sanatı, bu özel resimde simgeleşiyordu ve 1888’in sonunda Arles’dan ayrılışının ardından, arkadaşından resmi kendisine göndermesini istedi. Van Gogh, Gauguin’in “söz konusu tuvaldeki hakkını” kesin olarak reddeder ama onun yerine yeni bir yorumunu yapar (şu anda Amsterdam’da olan). Bununla birlikte, Gauguin karşılığında herhangi bir resmini önermediği için, tabloyu göndermedi.
Aralarındaki bu halat çekme oyunu, resmin önemini de yansıtır. Van Gogh bu durumla gurur duyuyordu, çünkü 1889’da yazdığı gibi “ayçiçeklerini başkalarından önce almıştı”. Henri Fantin-Latour menekşelerde ustalaşmıştı, Ernest Quost ise gülhatmilerinde. Ama Helianthus annuus üzerine uzmanlaşan ilk kişi oydu. Ayçiçek yorumları gerçekten de özgündü. Ölüdoğa ressamları her zaman çiçekleri en güzel hallerinde gösterirdi, ama o, ayçiçeklerini solduktan sonra resmetti, tohumlarını ve çiçeğinin solmuş yapraklarını sergiledi. Van Gogh, böylece, günlük, eski objelerin güzelliğini kutlayan Gerçekçilere olan borcunu gösterdi. Gençlerden çok, yaşlı kadınları, topuğu eskimiş çamurlu ayakkabıları ve yıkılmak üzere olan kulübeleri tercih ederdi, ayçiçekleri de bu kategoriye aitti. Çiçekler, solmuş taçyapraklarıyla Van Gogh’un “o hafif solmuşluk, hayatın üzerinden geçip gittiği o şey” olarak ifade ettiği sonsuz çekiciliğe sahipti.
gauguin'den van gogh |
Bu tarz bir hümanist şiirsellik Gauguin'i etkilememişti ama arkadaşının, bitkileri modern bir tarzda resmetmesi ilgisini çekmişti. Van Gogh, nesnelerin morfolojik biçimlerini (1887 yılındaki ölüdoğalarında yaptığı gibi) izlemektense, naif ve daha sistemli bir temsili tercih etti, örneğin, solmuş ayçiçeklerinin göbeklerini, kahverengi yerine yeşile boyadı. Bu ilkel yorum, Gauguin'in Emile Bernard’la vardığı “çocuk gibi resmetme” kararlılığıyla uyum içindeydi. Van Gogh, kendi gözünde gerçek bir dâhi olarak gördüğü arkadaşına, modern sanat için verilen savaşta güvenilir bir ortak olduğunu göstermek istemişti. Kendi katkısının belirgin ve basit renkler kullanmasında yattığına inanıyordu, ama ayçiçekleri yalnızca göze hoş görünmek üzere yapılmamıştı. Daha yüksek bir hedef için çabalıyordu. Bir tabloda, “müziğin sahip olduğu rahatlatıcılığa benzer bir şey söylemek” istiyordu ve bunu renklerin “gerçek parlaklığı ve vuruculuğuyla” aktarmayı umuyordu. Ayçiçekleri'nde olduğu gibi, bu durum Van Gogh'un, resmin renklendirilmesindeki başarıyı rahatlatıcı bir “müzik” olarak gördüğü izlenimini verir ve belki de birçoğumuz için hâlâ öyledir. Her ne kadar renkler biraz kararmış olsa da, bu ölüdoğa ışık saçar ve sarının birçok tonuyla bizi büyüler. Tablonun benzer bir haz duygusuyla resmedildiği açıktır. Bu eser, Van Gogh'un, hevesli bir biçimde Gauguin’in gelişini beklediği, hayatındaki en mutlu döneme aittir ve sanki “neşe ve mutluluğa, umut ve aşka olan ihtiyacını” sonunda tatmin etmiş gibi görünüyordu.
Louıs Van Tılborg
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder