The artist's despair before the grandeur of ancient ruins by Johann Heinrich Füssli "Harabelerin Görkemi Karşısında Sanatçının Umutsuzluğu" |
Şiir haricinde, mevcudiyetin sanatları olan görsel sanatlar için namevcudiyet'i ifade etmenin bir yolu var mıdır? Resim ağıt yakabilir mi? Pastorale klasik güzelliğin zamandışı ışığını değil, yitirilmiş şeylerdeki o iç parçalayıcı vasfı verebilir mi? Miadı dolmuşla denen boyutu hissettirmek resimde tehlikeli bir girişimdir... Bir çare kalmaktadır geriye, o da bizzat mevcudiyetleriyle bize ortadan kalkmış bir çağdan söz eden nesnelere dönmektir. Harabeler de bunlardan biridir. 18. yüzyıl duyarlılığının bu gözde teması, birçok moda gibi, bir tekrardan başka bir şey değildir. "Yeniden doğuşu (Rönesansı)" ilk düşleyenlerden olan Petrarca, Roma azametinin kalıntıları arasında yaptığı gezintileri anlatır. Daha 19. yüzyılda Waetzo bize şunu hatırlatır: Ressamlar yapmacık yapılar ile doğal dünya arasında, saray ile kaya arasında bir dekora dönüştürmek içinta tahayyül etmişlerdir harabeleri. Poliphilo'nun Rüyası, daha sonra Freud'un dikkatini çekecek olan Jensen'in Gradiva'sı gibi, harabeler içinde bir aşk arayışıdır. 15. yüzyıl ressamlarının gözünde Aziz Sebastien'e çektirilen azabın neredeyse her zaman bir harabe fonunda resmedilmesi gerektiği bilinir. Yortuların Şarkı'nın değişmez bir niteliği olacaktır bu: Hem esrarengiz bir ülkenin, hem de yeni bir inancın yürürlükten kaldırdığı eski bir ittifakın simgesi... Kısa sürede, ünlü ilkçağ eserleri (dikilitaşlar, Coliseum, Tivoli'deki Sibylla Tapınağı) ressamların keyiflerince kullanacakları figüratif aksesuarlar haline gelecektir. Lorrain, Constantinus'un zafer takını bir ırmak kıyısına dikmekte tereddüt etmeyecektir. Ve Roma'yı hiç görmemiş olanlar bile, bir manzarayı ilginç kılmak için bu yıkık tak imgesini gravür derlemelerinden ödünç alacaklardır. Geçmişin bir kalıntısı tabiatı asilleştirir, sıradan bir görüntüyü kahramanca ya da idilimsi bir manzaraya çevirir... Ve nasıl ki Salvator Rosa'nın uçurumlarının hatırası "meraklılarını" Alpler'e götürmüşse, Lorrain'in tapınaklarının hatırası da onları Roma'da Campo Vaccirıo'ya yöneltmektedir. "Büyük tur"larını yapan genç İngilizler için burası mecburi bir ziyaretgâhtır. Adanın spleen'inden kaçanlar için, melankoliyi depreştirecek bir yerdir; ama İtalya güneşi altında ne kadar asildir, nasıl da çıkardan ve yarardan uzaktır!
...
"Harabenin çekiciliği," diye yazar Georg Simmel, "insan elinden çıkmış bir eseri, tabiatın bir eseri gibi sunmasındadır (...) Yapıyı yukarıya doğru bir atılımla dikmiş olan, insan iradesidir; ona halihazırdaki görünümünü veren de, aşındırma güçleri aşağı doğru çalışan tabiatın mekanik gücüdür. Bununla birlikte, söz ettiğimiz şey taş yığınları değil de harabeler olduğu sürece, tabiat eserin hammadde gibi biçimsiz bir şey durumuna düşmesine izin vermez; tabiat açısından mutlaka anlamlı, anlaşılır ve farklılaşmış olan yeni bir biçim doğar. Nasıl ki evvelce sanat tabiatı malzeme olarak kullanmışsa, tabiat da sanat eserini kendi yaratma eyleminin malzemesi haline getirir. Böylelikledir ki harabe bir huzur izlenimi verir, çünkü bu iki kozmik gücün karşıtlığı sırf tabii bir gerçekliğin dinlendirici görüntüsü gibi etki eder; harabenin çevresindeki manzaraya uymasının, oraya bir ağaç ya da bir bitki gibi yerleşmesinin açıklaması da burada yatar; oysa saray, villa ya da köylü evi, manzaranın karakterine ne şekilde uyum gösterirlerse göstersinler, daima başka bir eşya düzenine bağlı kalırlar ve tabiatın düzenine ancak sonradan eklenmiş görünürler."
Böylece, bu gayri ihtiyari eserde, sanatın eskiden kalma dikeylik çabası, düşüş ve hareketsizlik gibi doğal güçlerle uyuşur. Bizim geçişimizin ardından, beşeri çabanın izlerinin dağıldığı ve vahşetin kaybettiği alanı tekrar ele geçirdiği anda, tabiatın ve kültürün karşıt güçlerini barıştıran bir denge kurulur. Bir çağın azametine tanıklık eden maddi biçimler, çağları aşan kargaşaya tamamen boyun eğmemiştir. Büyük bir maksadın izi ayakta kalmıştır; fakat ayakta kaldığı en kesin olan şey, yosunlar ve çılgın çalıların ilan ettiğidir. Vaktiyle niyet ettiği bir şeyin silinip gittiği ayakta kalış: Aslında unutuş olan ayakta kalış. Harabenin poetikası, unutuş istilasının huzurunda bir hayale dalıştır daima... Fark edilmiştir ki, bir harabenin güzel görünmesi için tahribatın yeterince uzak bir zamanda kalması ve tam olarak hangi şartlarda vuku bulduğunun unutulmuş olması gerekir. Artık anonim bir güce, çehresi olmayan bir aşkınlığa isnat edilebilir: Tarih'e, Yazgı'ya. Hâlâ katliam kokan taze harabeler huzurunda hiç kimse sakin sakin düş kuramaz: Bunlar çabucak hale yola konur, yeniden inşa edilir. Adı sanı belli olan bir tahripkâra karşıysa öfke patlaması yaşanır. Harabenin şiiri, bir yandan namevcudiyetin gölgesinde kaldığı halde, imhadan sonra kısmen ayakta kalabilmiş olanın şiiridir; yapının ilk halini hiç kimsenin göz önüne getirememesi gerekir. Adına layık bir harabe, terk edilmiş bir dine, ihmal edilmiş bir tanrıya işaret eder. Terk edilmişliği ve ıssızlığı dışavurur. Eski anıt belki bir şeyin anısına dikilmiştir; belki de "geleceğe dönük bir uyarı"dır. Bir hatırayı koruyordur. Ama ilk hatıra yitirilmiştir, ikinci bir anlam onun yerini alarak inşa eden kişinin taşta yaşatmak istediği hatıranın ortadan kalktığını haber verir. Melankolisi, anlam kaybının ve silinmenin bir anısı haline gelmiş olmasındandır. Harabelerde hayale dalmak, varoluşumuzun bize ait olmaktan çıktığını ve şimdiden uçsuz bucaksız unutuluşa kavuştuğunu hissetmektir.
Pannini'de Olağanüstü bir mimarlığın en büyük marifetlerini biraz da gururla hatırlatmak söz konusudur. Meraklısını tatmin etmek için, dağınık ilginçlikleri tuvale biriktirir: Sonunda bir müze etkisi yaratır. Ama kendini hayallere kaptırmamak çok zordur başkaları için: Çok eski bir çağın kubbeleri altında gidip gelen şimdiki zaman figürleri bir düş yaşar gibidirler.
Sözü Diderot'ya bırakalım:
"Harabelerin bende uyandırdığı fikirler heybetlidir. Her şey hiçleşir, her şey telef olur, her şey geçer. Sadece dünya kalır. Sadece zaman sürer. Ne kadar eski şu dünya! Ezelle ebet arasında ilerliyorum ben de. Gözümü hangi tarafa çevirsem, etrafımdaki nesneler bana bir sonu haber veriyor ve beni bekleyen sona mütevekkil kılıyorlar. Şu toprağa gömülen kayayla, şu oyulan küçük vadiyle, şu sallanan ormanla, başımın üzerinde asılı durup sarsılan şu kütlelerle karşılaştırıldığında, benim fani varoluşum nedir ki? Mezar mermerlerinin un ufak olduklarını görüyorum ve ölmek istemiyorum! (...) Bir sel, birbirinin sırtına binen ulusları ortak bir uçurumun dibine sürüklüyor; ben, sadece ben, kenarda durduğumu ve iki yanımdan akan selleri yardığımı iddia ediyorum!"
*
kitap: Özgürlüğün İcadı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder