Theo & Vincent


Söyle bana Theo diye yazıyordu van Gogh, Haag’dan kardeşine, gerçekten içinde harikulade bir manzara ressamı saklı olup olmadığını hiç düşündün mü? Biz ikimiz de ressam olmalıydık. Hayatımızı böyle de kazanabilirdik. 

Bir can sıkıntısı anında yazmamıştı bunu. Israrla tekrar tekrar bunu söylemiş ve ciddi olduğunda hiç bir şüpheye yer bırakmamıştır. Bir sonraki mektubunda ise şöyle diyordu: 

Daha sonra düşündüm ki, son mektubumda yazdıklarım sana herhalde komik gelmiştir. Şimdiye kadar hiç bahsetmediğim bir konuda, üstelik de kararlı bir tonla aşağı yukarı şöyle bir şey yazmıştım: “Theo, dükkanı bir yana bırak ve ressam ol. Senin içinde büyük bir manzara ressamı gizli. ” 

Aylar sonra Heideland Drenthe ’de yalnızlığın da etkisiyle önerisi bir yakarışa dönüşüyordu:

 Ama gelecekte yalnız kalmayacağımı bilakis seninle birlikte iki ressam ve dost olarak bu bataklıklar ülkesinde çalışabileceğimizi düşünüyorum. 

Ve sonra düşüncesinin kanıtlarını tek bir cümlede toplamak istermişçesine şöyle yazıyor: 

Ne istiyorsun - huzur - düzen - zanaat - sanat -iyi, o uyduruk dükkanı terk et ressam ol.

Vincent’in, sözleriyle sık sık kendini sürüklediği saçma durumlar içerisinde bu sonuncusu en saçmasıydı. Yaşamının sonuna kadar olduğu gibi o sıralarda da kardeşinin parasal desteği ile yaşıyordu. Sanatsal çabalarının ürünleri ise sanat galerisi Goupil’in yöneticisi Herr Tersteeg’in çok kez tekrarladığına göre hiç bir sanat değeri taşımıyordu. Eğer Theo işini terketse, kendisi para kazanmadığına göre, Vincent yaşamım nasıl sürdürecekti? Adeta kendi bindiği dalı kesmeye hazırlanıyordu.

Şüphesiz burada söz konusu olan Theo’ya duyduğu sevgiydi, kardeşini yakınında görmek ve onu işgüzar patronlarından ve sözde “sanat çevresi”ne lâyık olmadığı şekilde bağlayan yerinden koparmak istiyordu. Vincent kardeşi ile birlikte içine atılmak istediği durumun ümitsizliğini açıkça değerlendirebilecek yetenekteydi. Ancak her zamanki gibi, önüne geçemediği, insana acı veren arzusu bütün düşüncelerini bastırıyordu. Bundan başka -kendi deyimiyle yarı sanatçı, yarı rahip olarak- ızdıraptan zevk alabiliyor, kendini yoksulluk ve ızdıraba çözülmez şekilde bağlı hissediyor ve karanlık bir suçluluk duygusu ile kendini cezalandırmanın yolunu arıyordu.

Bir evangelist olarak Borinage kömür madenlerinde bütün yoksullar içinde en yoksul oldu, yamalı giysiler giydi, ekmek ve suyla, insana yaraşmayan evlerde yüzü kurum içinde yaşadı, hristiyanlık yolunda en uç noktaya vardı. Latince ve Yunanca öğretmeni Mendes’in söylediğine göre başarısızlığını hoşgörüsüzce yargılayarak, Amsterdam’da kimi zaman kendini cezalandırır, “kapı dışarı eder”, geceyi dışarıda açıkta geçirirmiş. Desen çizmek için gölge yerine yakıcı güneş altına “sanat için acı çekmek” amacı ile çıkarmış. Yaşamına bir kurşunla son vermeden önce kendi vücuduna pek çok işkence yapmış ve yaralar açmıştı. Geriye, sevgili kardeşini ortak etmek istediği yoksul yaşamına Theo dayanabilir miydi sorusu kalıyor.


Zorluklara ve yoksulluğa dayanabilmek için mazoist eğilimi yanında, nârin kardeşinde eksik olan kuvvetli bir bünyesi vardı. Theo Mutlakı aramaya istekli değildi. Bu delice, ama ısrarla aranan, bilinmeyen hedef ona çektiği mahrumiyetle birlikte daha da pahalıya mal oluyordu. Vincent, İncil’i bırakıp resim kalemlerini eline aldığında, kafasında yoksulluğun etkisiyle sıkça düşündüğü bir soru vardı. Sanatını para kazanma yolunda nasıl kullanabilirdi? Kendini dergilere illüstrasyon çizeri olarak tanıtıyordu ve bunda da şüphesiz ciddiydi. Ama verdiği ürünler sözlerini yalanlıyordu. Çizgi stilindeki kafalılık dümdüz, tekdüze Ürünlere gereksinme duyan bir çevrenin paletleriyle uyuşmadı. “Uzmanlar”, kuşkusuz güçlü bir ifadeye varma isteğinden kaynaklanan abartmalarını baştan sona hatalı buluyorlardı.

Bunlardan başka bir de eserlerine yönelik bitmeyen ve sık sık aşağılayıcı olan eleştirilere -onları haklı bularak- yeteneksizliğini acımasızca söyleyenlere- bunlardan fazlasıyla etkilenerek -yaşamında şimdiye kadar her şeyin kötü gittiği gibi, sanatsal girişimlerinin de boşa gideceğine dair yapılan tahminlere dayanmaya çalışıyordu. Ona kalan ise belirsiz, yadsınamaz ve gözü kapalı güvendiği bir duyguydu. İçinde çabalarının er geç ödüllendirilmesini sağlayacak bir şey olduğunu biliyordu, ama o şey neydi, bilmediği buydu. Sevgi, insanlık ve ışık dünyası kadar anlamlı olan “Tanrının Ülkesi” ulaşmaya çabaladığı bir hedefti. Buna ulaşmak için tek başına bir tünel açmaya çalışan, adım adım kazan ve birgün varlığının onu kıskacına alan baskısından kurtulacağını uman bir ağır işçi gibi çalışıyordu.

İki kardeş bazı noktalarda benzeşiyorlardı, ama bu noktada değil. Theo sanattan anlayan biri, bir sanatsever, bir antikacıydı. Ama aynı zamanda da bir sanatçı mıydı? Ticari yetenekleri her zaman vardı ama yaratıcı eğilimleri hiç olmamıştı. Kardeşinin sanatla toplum arasında aracılık etmeyi bırakıp sanatla doğrudan doğruya uğraşan biri olabileceğine ve kendisi gibi, yaratıcı gücün etkisi ile hayatın zevklerinden vazgeçip, seneler boyu süren arayış ve çalışmanın ızdıraplarını taşıyabileceğine Vincent’i inandıran şey neydi? Şüphesiz şu bir tek şey: Theo mektuplarında doğayı rastlantı olarak betimlemiş ve Vincent de bunlardaki ustalığı kardeşinin manzara ressamı olabileceğinin kanıtı saymıştı.

Şöyle yazıyordu;

 "Gerçi izlenimlerini henüz herkesçe görülebilir ve hissedilebilir güçte bir canlılıkla, sağlam bir biçimde geliştirmemişsin, ama kısa betimlemende benim için hissedilebilir ve kavranabilir bir “tablo” saklı. Betimlemeni bıraktığın noktada gerçek bir ızdırap ve yaratıcılığın gerilimi başlıyor, fakat senin yaratıcı yeteneğin korkunç kuvvetti... Biliyor musun, kelimelerle çizmek de bir sanattır. Bazan, ocaktan çıkan mavi veya gri duman bulutlarının ateşin parlaklığını örtmesi gibi içinde saklı olan güce ihanet etse de."

Vincent kardeşinin yazdıklarını çizilmiş veya renklendirilmiş gibi, yani bir sanat eseri olarak değerlendiriyordu. Kardeşini uygulama hataları olan yoğunluk ve gerilim eksikliği yüzünden eleştiriyordu, zaten bu açıdan kendi de eleştirilmekteydi. Ama onun yetenekli biri olduğunu da düşünüyordu. Neden, kısaca, sanat eleştirmenlerinin bir çizime veya tabloya darkafayla bakarak ortaya koydukları ölçütleri bir paragraf için kullanmasın? Şaşırtıcı ve düşündürücü olan onun bundan çıkardığı sonuçlardır.

Vincent böylece, gerçek şeyleri sözcüklerle canlandırabilen bir insanı, bu işi kara kalemle yada boyalarla da yapabileceğine olan inancını ortaya koyuyordu. Bir manzarayı yazıyla betimlemek, çizmek yada boyamak, onun için yalnız araçlarının değişik seçilmesiyle farklılaşan, değişik ifade şekilleriydi. Görüntü bolluğunun içinden bir resim çıkarabilen ve bunu tekrar kullanabilecek kadar hafızasına işleyebilen kişi bir ressam olarak yaratılmıştır. Doğanın görsel olarak yaşanması, onun resimde görülebilir hale gelmesini sağlayabilecek görsel bir yeteneği açığa çıkarıyordu. Bu itici güç varsa, tam bir yeteneksizlik söz konusu olsa bile, potansiyel sanatçıya ifade olanakları yaratacak teknik gereçler seferber edilmelidir.

Vincent kardeşinden başlangıcın zor olacağını saklamıyor, kendisi öğrenme sürecinin yıllarca süren tarif edilemez güçlüklerini yaşadığından, Theo'ya iyi bir dost olarak yardım elini uzatacağını söylüyordu. Gerçekte, Theo için öngördüğü bu kötü durum onun kendi kaderiydi. Bir tanrı ona ressam ve çizer olmasını teklif etseydi o, Musa’nın bir sözünü değiştirerek yeteneğini şöyle anlatabilirdi: “Benim elim ağırdır efendim.” Başlangıçta, yazıyla arası resim kalemleri ve boyalarla olduğundan daha iyiydi. Emile Bernard daha sonraları onun sanatını “çizgi ve renklerden örülmüş bir çeşit edebiyat” olarak tanımlamıştır. Aslında Vincent, sözcükler yerine çizgi ve renkleri koymadan önce doğayı yazıyordu. Gördüklerini, bir ressam veya çizerin diline çevirme arayışı olmadan yazıyordu. Böyle bir doğa betimlemesi, yirmi dört yaşında iken 31 Mayıs 1876’da Ramsgate’den Theo’ya yazdığı bir mektupta vardır. Oysa o zamanlar henüz sanatla ilgili bir mesleği olacağını hiç düşünmüyordu.

"Geçenlerde gördüğüm fırtınadan sana daha önce bahsetmiş miydim? Deniz sarımsıydı, özellikle kıyıya yakın yerlerde. Ufukta bir ışık kuşağı ve üzerinde korkunç büyük karanlık, gri bulutlar, bulutlardan eğik çizgiler oluşturarak dökülen yağmur. Rüzgâr beyaz patikanın tozlarını denize süpürüyor ve'kayalarda çiçek açmış çalılıklarla şebboyları karıştırıyordu. Sağda yeşil başaklarla kaplı tarlalar ve uzakta şehir. Kuleleri, değirmenleri arduvazla örtülü damları, gotik stilde yapılmış evleri ve denize uzanmış iki dalgakıran arasından görünen limanıyla Albrecht Dürer’in bazı gravürlerindeki şehirlere benziyordu. Geçen pazar denizi geceleyin gördüm, her şey karanlık, griydi, ama ufukta gün ağarmaya başlamıştı.

Daha çok erkendi, oysa tarla,kuşu ötmeye başlamıştı bile; ve deniz kıyısındaki bahçelerde bülbüller. Uzakta deniz fenerinin ışıkları, devriye gemisi vb.

Aynı gece odamın penceresinden damları ve geçenin önüne kapkara dikilen kara ağaçların tepelerini seyrettim. Damların üzerinde tek bir yıldız vardı, ama güzel büyük ve dostça bir yıldız. Bizleri, evimizi, uçup gitmiş yıllarımı düşündüm. İçimde kabaran duygular dile geldi: Ailesinin utanmak zorunda olduğu bir evlat olmak istemiyorum. Benim için dua et. Bunu, hak ettiğim için değil, annemin arzuları gerçekleşsin diye yap. Sen sevgisin, her şeyin üstünü Ört. Senin sürekli duan olmadan hiç bir şey başaramayız.

Erkekleri öncelikle rahip olan ya da antikacılıkla uğraşan bir ailenin çocuğuydu Vincent. Bir zamanlar kendisi de antikacılıkla uğraşırken sık sık resim çizerdi. Ama hiçbir zaman bir yetenek göstermemişti ve ressamlığı meslek olarak seçme niyeti de yoktu. Bu mektubu yazdığında Vincent, öğretmen ve yardımcı rahipti. Yani sanatsal olandan çok, dinsel olana yakındı. Eğer doğayı anlatıyorsa bunu paylaşma duygusuna ve belki de izlenimlerini yazarak kabalaştırmak isteğine uyarak yapıyordu. Edebi yeteneğini, daha sonra yayımlanma düşüncesi olmadan kendiliğinden ve rahatça mektuplara dökmüştü. Gözlemleme yeteneği iyice gelişmiş ve olayları dramatize etmek için kelime bulmakta oyun oynuyormuşçasına ustalaşmıştı. Fırtınayla azgınlaşan deniz sarımsıydı, karanlık bulut kümelerinden yağmur eğik çizgiler halinde düşüyordu, rüzgâr herşeyi karıştırıyor, süpürüyordu. Ve kasırga hareketliliğinin ortasında ayakta durabilen tek bir hareketsiz unsur vardı, şehrin amatör sanatçıya Dürer’in gravürlerini hatırlatan görüntüsü.

Binaların sabit yapıları ile doğanın zincirlerinden boşanmışlığını oluşturduğu karşıtlık, ille de çizgiler ve renklerle ifade edilmesi gerekmeyen bir resmin yoğunluk ve gerilimini meydana getiriyordu. Diğer iki manzara betimlemesi de benzer nitelikler taşıyordu. Koyu gri gece içinden kuş sesleriyle selamlanan gün kendine yol açıyor, uzakta devriye gemisinin ve deniz fenerinin ışıklan parıldıyordu, Ve sonunda damları seyredişi. Gecenin ortasında tek bir yıldız, izleyiciye ibadet ve arınma özlemi veriyor, içinde teselli verici bir aydınlık uyandırıyordu.

Herbert Frank

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder