Eric

Eric’e kanımda koşuşturan virüsten söz etmiyordum. Ama ona bulaştırma tehlikesini de göze almış değildim. Karşılıklı otuzbir çekiyorduk; o beni düzmüyordu, ben onu düzmüyordum. Her birimiz diğerinin bedeninde kaybolmuş yeniyetmeliğin izlerini okşuyorduk.

Eric’i yeniden gördüm. Champs-Elysees’de sinemaya gittik. Main diyalogunda bizim zaten birbirimize söylemiş olduğunuz sözleri duyuyordum.

Çıktığımızda gece olmuştu ve bir elektrik kesintisi caddeyi karanlığa boğmuştu. Eric bana yaklaştı, sürtündü; bakışlar, duran zaman. Aşkımızın ya da aşkımız dediğimiz yanılsamanın geri döndüğünü sandım.

Ama ışık caddeye geri döndü ve büyü bozuldu. Eric arkama, motosikletime bindi. Onu Montmartre’a götürdüm. Yol boyunca ellerini kalçalarıma koydu; parmakları benim eldivenli parmaklarımı kavradı.

Ayrılırken onu öpmek istedim, onun beni öpmesini istedim. Bu anı uzatmak.
Kaçamak bir öpücükten ibaret kaldı: “Seni ararım...” Onu tutmaya çalıştım: “Ne yapabilirim?
"Sana bittiğini ve bunun değişmeyeceğini söylediğimden beri ben daha iyiyim.” 

Uzaklaştı, Blanche meydanını geçti.

 Bir pazar, hafta sonu. Eric kapıyı çaldı, onu içeri aldım. Soyundu, beni soydu, yatağıma uzandı.

Sevişiyorduk. Derisine yapışmıştım, ama aynı zamanda birbirine sarılmış bedenlerimizin üstünde havada asılıydım.

İki oyuncusundan biri olduğum bu sahneye inanamadan bakıyordum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder