Cyril Collard (1957 - 1993)


Janelas Verdes Sokağı’nı tırmanıyorum. Eski Sanatlar Müzesi’ne giriyorum. Karanlık ve serin. Koridorları dolaşıyorum. Büyük bir merdivenden çıkıyorum. Nuno Gonçalves’e atfedilen birkaç parçadan oluşmuş bir resmin önünde duruyorum; Kilise görevlileri, askerler ve burjuvalar Aziz Vincent de Fora’nın önünde diz çökmüşler.


Gideceğim ama tablonun yanında, bir çukurda, Aziz Vincent’i gösteren başka bir resim görüyorum. Aziz Vincent siyah bir sütuna dayanmış, sol bacağı öbürünün önünde, elleri arkasında, saçları koyu kestane, kulaklarında ve ensesinde uzuyor; hepsinin üstünde altın çizgili bir hale var.

Saint Vincent, belinden sarkıp cinsel organını saran bir kumaş dışında çıplak. Vücudu kuru, kaslı, adanmış, içeri doğru hafif kıvrılmış. İki gözü sanki aynı yöne bakmıyor. Ağzı açık, alt dudağı dolgun ve çekici.

Bir başkentin kaldırımındaki jigolo gibi şiddet ve şefkati, günahı ve anlığı birleştiriyor.

Dışarıda her şey değişti. Yağmur durdu. 9 Nisan Parkı’nda eski bir tahta sıraya oturuyorum. Güneş yüzümün sağ kısmına vuruyor. Rıhtım orada; aşağıda, Estoril’e doğru kıyı boyunca giden tren ve tramvay yolundan sonra; ardından Tago nehri, açık yeşil dalgacıklarla bezeli; karşı kıyıda yükselen dev İsa heykelini tamamıyla kaplayan vinçler; bacalar, gemi gövdeleri.




İki adam Panama bandıralı küçük gri bir gemiden iniyorlar: geminin adı Sambrine; bir tanesinin omuzundan sarkan palamar çıplak göğsüne vuruyor yürüdükçe.

Gözlerimin önünde yeşile boyanmış bir demir parmaklık var. Hava hiç olmadığı kadar güzel. Yaşıyorum; dünya' yalnızca oraya, benim dışıma konmuş bir şey değil: ona katılıyorum.




Bana sunulmuş. Büyük bir ihtimalle AIDS’den öleceğim, ama bu artık benim hayatım değil: ben hayatın içindeyim.

Bir araba tutuyorum ve güneye doğru gidiyorum. Geceyi Sagres yakınında Fortaleza do Beliche’de geçiriyorum. Otel, Saint-Vincent burnunun iki kilometre ötesinde, denize tepeden bakan eski bir kalenin içinde.


Ertesi sabah, öğle üzeri biterken, uluyarak konuşan Hollandalı turistlerden oluşmuş bir duvarı aşıyorum ve Avrupa'nın en uç kısmına doğru gidiyorum: Saint-Vincent burnundaki fenere. Bazı azizlerin vücutlarından Öldükten sonra çok tatlı bir kokunun yayıldığı söylenir, kutsanmışlığın kokusu. Kale siperiyle fenerin binasının birbirine ulaştığı yere doğru iniyorum: ulaşabileceğimiz en batı noktası. Ama o noktaya doğru ilerlerken, giderek keskinleşen bir koku havayı dolduruyor. Güçlü rüzgârın kovmadığı bir sidik kokusu. Yırtıcı gecelerin kokusu.


*


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder