Brion Gysin


 Brion Gysin öldü. Cenaze törenine gitmedim; başkalarının ölümü bana kendi ölümümün yakınlığını hatırlattığı için değil, aramızda biri olduğu için: Yvan; bana onu tanıştırmış ve fazla yaklaşmamı istememişti. Avlanmaya izin yoktu. Birkaç saatte bir efsane ile fazla samimi olunmaz.

Brion, Tanca’ydı, Kerouac’dı, Burroughs’du, hayal makinesi, kaligrafik resim, “Çölde Çay”dı. Beni dönüştüren, onun da hala varolmayı başardığı ölmüş bir dünya. Yvan efsanenin hizmetindeydi, ama benden daha mı samimiydi? Efsanenin kendine hizmet etmesini de beklememiş miydi? Ben, her zaman yaptığım gibi, kendimi vermiyordum; Brion’un sözcükleri bana ayrıcalıklı anlar yaşatmıştı.

Four Roses içen ve gün boyunca sigaraların birini söndürmeden öbürünü yakan yaşlı centilmeni gerçekten seviyordum. Kalınbağırsak kanseri, yapay anüs ve bembeyaz gömleğinin altındaki bok torbası. Brion yetmiş yaşındayken Bastille tiyatrosunda sahneye çıkarak rock çalmıştı. Onu filme çekmiştim.

Sonra bok torbasını başka bir sistemle değiştirmişlerdi; üç günde bir lavman yaptırması gerekiyordu. Bu hayatını değiştirmişti. Ama artık kimseyi beceremiyor, kimse tarafından da becerilemiyordu. Ameliyatı: iki doktor, biri önde, biri arkada karnında el sıkıştılar; pahalıya patlayan bir el sıkışma.

Aşağı yukarı dört yıl önce Beaubourg’daki bir fast foodcudaydık. Hastanelerden ve ameliyatlardan sözediyorduk. Brion o güzel İngiliz aksanıyla diyordu ki: “Bir doktor arkadaşım var, iyileşmeyecek bir kansere yakalanmış hastalarına litrelerce ve litrelerce yeni kan almalarını öğütlüyor, böylece sekiz ya da on ay daha tutunabiliyormuşsun... Hastalar onu dinlemiyor, dünyayı dolaşıyorlar, Amerika’ya, Güney Afrika’ya, Avustralya’ya, Paris’e, Londra’ya, Zürih’e, Tokyo’ya gidiyorlar, aklınıza gelebilecek her türlü kanser şarlatanına görünüyorlar, onlar da tabii hiçbir şey yapamıyor, sonra da feci acılar çekerek üç ay içinde ölüp gidiyorlar.”

Hamburgerler, kızarmış patatesler, Cola, zayıf noktamı kollayarak, ona takılıp takılmayacağımı anlamaya çalışarak yüzüme diktiği açık ifadeli bakışı... Devam ediyor: “Biliyor musun, İngiliz hastanelerinde Brompton Cocktail denen bir şey var, eroini, kokaini ve morfini karıştırıp biraz da cin koyuyorlar, böylece usulca, kadife üzerinde kayar gibi gidiyorsun. Geceleyin başucuna koyuyorlar, hasta isterse alıyor, istemezse almıyor... Almayanın da vücuduna bağlı aletleri durduruyorlar!.. Noel’de hastane sessizce ölen yaşlı kadınlarla ve can çekişen erkeklerin hırıltılarıyla doluyor. Paskalya’da bir sabah insan uyandığında, kendisinin bayramdan önceki temizlikten sağ çıkmış tek kişi olduğunu anlayabiliyor... Mike tam o sırada odama girdi ve bana ‘Oyunun adı: hayatta kalmaca’ dedi. Üç ay sonra Mike mide kanserinden öldü...”

Brion’nın cenazesine gitmediğim için kendi kendime kızıyorum. Korkak, etki altında kalan bir insanım, suça bulaşıyorum. Parizyenliğin tüm o sözde-sanatçılarıyla temasa geçince öfkemi kaybediyorum. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder