1890 yılının ya 20 ya 21 Mayısıydı. 37 yaşındaki Vincent van Gogh Auvers-sur-Oise kasabasında on hafta sonra duvarları arasında son nefesini vereceği çatı katındaki odaya yerleşiyordu. Gene de otuz kiloyu bulan eşyasıyla gelen sanatçının ne hastaya benzer bir durumu vardı, ne de yaşamından bezmiş gözüküyordu. Yengesi Jo bir keresinde onu “iri yapılı, geniş omuzlu, neşeli bakışları olan yüzü sağlıklı bir renkte ve davranışlarında kararlılık sezilen genç bir adam...” olarak tanımlamıştı. Rahatça resim yapmaya elverişli çevreyi inceliyor, saz damlı evlere sevinçle bakıyor ve büyük bir kararlılıkla resim yapmaya başlamak, istiyordu.
Bunu yapmaya da hemen koyulmuştu. Sabah saat beşte kalkıyor, resim takımlarıyla araziye çıkıyor ve başka zaman aynı sürede üreteceğinden iki kat fazla resim yapıyordu. İstatistiklere göre 840 yağlıboya tablosu vardı, bunun yarısına yakınını yaşamının son iki yılında yapmıştı — ve Auvers’de geçirdiği 69 gün içinde yaptığı tabloların sayısı ise 82’yi buluyordu. Hem de hiçbir resim türünü geri bırakmadan: Her gün yeni portreler, natürmortlar, ırmakları, köyleri, ormanları, tarlaları konu edinen manzaralar birbiri ardına kurumak üzere karanlık bir ahıra bırakılıyordu. “Bütün bu resimleri hâlâ görür gibi oluyorum...” diye anlatıyordu tanıklardan biri aradan yıllar geçtikten sonra, “şimdi büyük bir özenle el üstünde tutulan bu yapıtlar renkli bir yığın gibi insanın düşünebileceği en pis köşeye atılıyorlardı...”
Van Gogh’un yaşam öyküsü yazarı Marc Edo Tralbaut onun bu aşamasını “sanat açısından en formda olduğu zaman” olarak nitelendirmektedir. Tüm yaşamı boyunca para sıkıntısı çekmiş, kişiliğini bulma bunalımları içinde olmuş olan bu yalnız sanatçının buradaki günlük yaşamının da güney Fransa’dakinden daha rahat geçtiği anlaşılıyor. Orada çok içiyordu, güneşli Arles’de arkadaşı ressam Paul Gauguin’le aralarındaki bir tartışmadan sonra kulağıyla ilgili o olay başına gelmişti. (Bunun da bugüne kadar niteliği bilimsel olarak saptanamamıştır — sanatçı kulağının tümünü mü, yoksa kulak memesinin ucunu mu kesmiş, belli değildir.) Tam sağlığına kavuşmuşken bu kez de seksen bir yurttaşın topladığı imzalar tehlikeli olduğu gerekçesiyle yeniden göz altına alınmasına neden olmuştu. Gene burada klinik özellikleri belirlenememiş yedi ruhsal bunalım geçirmişti, son üçü de 1889’da kendi isteğiyle yattığı Saint-Remy Akıl Hastanesinde olmuştu. Bir yıl sonra iyileştiği gerekçesiyle taburcu edilmiş ve Auvers’e gitmişti.
Burada kuzeyde Paris’den aşağı yukarı 40 km uzakta insanlar çalışma hırsı dolu bu garip sanatçıya daha dostça davranıyorlardı. Hem konu bulabiliyordu, hem de kendisine modellik edecek kişiler. O sıralarda yetmiş yaşlarında olan annesine yazdığı gibi, kendisini bir yıl öncesine göre çok daha iyi hissetmekteydi. Kafasında “gerçekleştiremeyeceği kadar çok" yeni fikir vardı. “Fırça vuruşları sanki bir makineden Çıkıyormuşçasına işlemekteydi. Hatta ileriye dönük tasarımlar yapıyordu. Bir sergi açacaktı, portrelerini satacaktı ve Gauguin’i izleyerek Madagaskar’a gidecekti. (“Resmin geleceği tropik ülkelerde yatıyor-”) Hafta sonlarında Paris’ e gidip kardeşi Theo’yu, yengesi Jo’yu ve vaftiz çocuğu Vincent’i görüyordu. Orada Toulouse-Lautrec’le yeniden karşılaşmıştı. Kardeşi de ailesiyle onu Auvers’de ziyaret ediyordu.
Jo, “Açık havada yemek yemiştik,” diye yazıyor, “ondan sonra da uzun bir yürüyüş yaptık. O kadar güzel bir gündü ki, kimse bu mutluluğun birkaç hafta sonra çok üzücü bir biçimde sona ereceğini kestiremezdi. ” Olay 27 Temmuz 1890 günü olmuştu. Kargaları kaçırmak istediğini söyleyen van Gogh ev sahibi Arthur Gustave Ravome’dan tabancasını ödünç almış ve kendine de bir kurşun sıkıvermişti.
Kargalar'dan. (Detay)
Ağır yaralı olarak pansiyonuna dönebilmiş, çatı odasına çıkan on yedi basamağı tırmanmayı da başararak kendini yatağına atmıştı. Daha sonra ağzında piposu, köyün polisine kendini öldürmek istediğini anlatmış ve başucunda bekleyen Theo'nun gözleri önünde 29 Temmuz’ da saat 1.30’da ölmüştü. Bir gün sonraki cenaze törenine pek çok kasabalı ile Paris’den gelen bir avuç arkadaşı katılmışlardı. Aynı pansiyonda kalan ve onunla arkadaş olmuş olan Anton Hirschig adlı bir ressam daha sonra tutanaklara geçen şu sözleri söylemişti: “Kötü yapılmış tabutundan pis kokulu bir sıvı damlıyordu. Bu insanların yaptığı her şey bir felaket.”
Van Gogh’un ölümünden sonra bu kez olaya gerekçe aranmaya başlandı. Neden kendini öldürmüştü? Evet, kendi canına kıyma konusu bu başarısız sanatçının kendinden dört yaş küçük arkadaşı, destekleyicisi ve kardeşi olan Theo’ya yazdığı 796 mektupta sık sık geçmekteydi. Saint-Remy Hâstanesi’ndeyken yanlışlıkla terpentin içtiği ya da zehirli boyaları yediği de olmuştu. Ama Auvers’deki yaşamı düşünülürse, insan onun dokuz yıl önce söylediği, “Ben o tür eğilimleri olan bir insan olduğumu sanmıyorum” sözlerini de anımsamadan edemiyordu.
Belçika'nın yakınındaki Groot-Zundert’de doğmuş bu papazın oğlu gençliğinden beri tüm yaşamı boyunca her türlü sorunu, yanlış anlamayı, duygusal tepkileri yaşamını tehlikeye sokmadan atlatmasını bilmişti. Yatılı okulu bitirdiği on altı yaşından beri Den Haag, Paris ve Londra’da sanat yapıtları ticareti eğitimi görmüştü. Londra’da umutsuz bir aşka kapılınca uğraşında çok da başarılı olmayan “çırak”, kendini incil okumaya kaptırmıştı. “Çok çirkin bir yüzü vardı,” diye anımsıyor bir oda arkadaşı, “ama din ya da sanat konusunda konuştuğu zaman gözleri parlardı. Eski görünümü kaybolur, neredeyse güzelleşirdi.”
Genç Van Gogh bilgilerinden yararlanmasını bilmişti. İngiltere’de bir özel okulda öğretmenlik ederken bîr yandan kendini din eğitimi görmeye hazırlıyor, bir yandan da “karanlıktan aydınlığa doğru sürekli geçiş” konusunda vaazlar veriyordu. Ama sonunda tam bir eğitim görmeden Belçika’da bir madencilik bölgesi olan Borinage’a gönderildi. Burada süslü büyük, kent giysilerini sözcüğün tam anlamıyla askıya astı, elinde avucunda ne varsa hepsini acımasızca sömürülen ve ikide bir kotu hava koşullarının neden olduğu kazalara uğrayan işçilere verdi ve din adamlarını bile şaşırtan bir yumuşaklığa büründü. Papazlardan biri onu, “Bahçede yere düşmüş bir tırtıl görse büyük bir özenle kaldırır ve bir ağacın üstüne koyardı,” diye anlatmıştı.
Aynı duygusallığı birkaç yıl sonra yeniden ortaya çıkmıştı. 'Bu kez de ve gene umutsuzca —" eşini yitirmiş bir kuzenine âşık olmuştu. Onun duygularındaki yoğunluğa dayanamayan kadıncağız da selameti annesiyle babasının evine kaçmakta bulmuştu. O da arkasından gitmiş, elini gaz lambasının üstünde tutarak iki ihtiyardan hiç olmazsa eli lambadan gelen ısının acısına dayanabildiği süre kadar kızlarıyla görüştürülmesini istemişti: Onların tepkisi hemen lambayı söndürmek olmuştu. Ama sonunda van Gogh babasıyla; tartışmış, papazlıktan vazgeçmiş ve Paris’de yaşayan öncü (avangart) sanatçıların yanına gitmişti. Bunların arasında kimi oldukça ün kazanmış olan Gauguin, Toulouse-Lautrec, Pissarro, Monet ve Seurat gibi adlar bulunmaktaydı.
Ressam A. S. Hartrick bu “küçük ve yoksul adam” hakkında şunları yazıyordu: “Ama birde hıza geldi mi, arada bir omuzlarının üstünden arkaya bir bakış fırlatarak Hollandaca, İngilizce, ve Fransızca tümceleri dişleri arasından ıslık çaldıra çaldıra biribiri ardına sıralardı”
Bu tür davranışları Auvers’e gelip günlüğü 3,50 frank olan kasabanın en ucuz odasını kiraladıktan sonra sürdüremezdi doğal olarak. Daha önce hiçbir yerde — Auvers onun oturduğu yirmi ikinci yerdi — burada olduğu kadar yaşamının son aşamasına geldiğini duyumsamamıştı.
O zamanlar, yani 1880 Temmuzunda, Borinage'da mutluluk getiren adam rolünü daha fazla oynayamayacağını anlamış, kardeşine gelecekteki yaşam biçiminin nasıl olacağını anlatan ipuçlarını yollamaya başlamıştı. “Anayurdumdan uzaktayken hep resimlerin ülkesine karşı bir sıla duygusu oluyor içimde.” En büyük isteği sanatçı olmaktı, hem de bunu, gözle görülür bir yeteneği olmadan istiyordu. Buna ulaşmak için kendini hem Akademi’deki, hem de özel tutulmuş öğretmenlere ezdirmiş, Apsent denen o içkiden içmiş, bir evlilikten vazgeçmiş, parasını genelevlerde harcamış ve açlık çekmişti. "Son dört gün içinde,” diye yazmıştı bir keresinde Arles’dan, “aldığım tek besin yirmi üç fincan kahve oldu. Buna bir de parasını daha ödememiş olduğum ekmek katılabilir.” Daha sonra kahvelerin parasını da borçlanmak zorunda kalacaktı.
Ama Auvers’e geldiğinde Van Gogh artık bir ressamdı. Grup sergilerine katılıyordu, ressamlık yaşamı boyunca ilk kez bir resmini satmış ve karşılığı olan 400 frankı almıştı. Hatta bu başına buyruk sanatçıyla ilgili bir yazı bile yayımlanmıştı.
Ama o bu satırların yazarına, “Benimle ilgili olan bölüm gelecekte de çok az olacak,” diye karşı çıkıyordu. “Hiçbir zaman anlam taşıyan bir şey yapamayacağı” düşüncesiyle başka bir yazarın kendisine ilişkin bir şeyler yazmasına izin vermemişti. Sanat yapıtları ticâretiyle uğraşan kardeşi Theo’ya tablolarını alıp satmayı yasaklamıştı, annesine de, “En kötüsü başarılı olmaktır,” diye yakınıyordu. Kübalı psikoanalizci Humberto Nagera’nın da belirttiği gibi, o “hem başarılı, hem de başarısız olmak” korkuları arasında sıkışıp kalmıştı. Eğer her şeye yeniden başlamak istemiyor idiyse önünde İki yol vardı: Çalışmak ya da hastalanmak. Van Gogh önce ikinciyi denedi.
Ne kadar iyileşmiş olsa da Auvers’e hasta olarak gelmiş ve sanata ilgi duyan doktor Paul Gachet’nin gözetimine verilmişti. Altmış bir yaşındaki bu hekim cumhuriyetçiydi, ‘Cezaime, Pissarro ve Monet ile arkadaşlık ediyordu. Hem kendisi resim yapıyor, hem de sanat yapıtları topluyordu. Van Gogh onunla tanıştıktan kısa bir süre sonra ona ilişkin olarak "gerçek bir arkadaş” ve “yeni bir kardeş" gibi tanımlar kullanmıştı. Doktorun iki yağlıboya portresini, Gachet'nin baskı makinesinde van Gogh’un tek kazıresmi (gravür) durumuna getirilmiş bir de karakalem resmini yapmıştı.
Sanatçı onun evinde yemeğe kalıyor, bahçesinde resim yapıyor, eşini yitirmiş doktorun on dokuz yaşındaki kızının piyano çalarken resmini çiziyordu. Büyük bir olasılıkla kafasında kardeşinin ailesinin yanında olduğu canlanıyordu. Doktor onun için modeller bulmalı, portre siparişleri almalı, yeni grafik çalışmalarını basmalıydı. Van Gogh sanki Auvers’den Theo’ya yazdığı ikinci mektupta, “insanlarla ilişki kurmak, işte bu konuda hiç yeteneğim yok!” sözlerini kendi yazmamış gibi bu yeni arkadaşlığı boyuna zorluyor, zorluyordu.
Theo’yayazdığı on ikinci mektupta ise şöyle demeye başlamıştı: “Bu Doktor Gachet’ye hiçbir biçimde güvenilemeyeceği kanısındayım. Bir kere benden daha hasta, haydi en az benim kadar hasta diyelim. Bir köre bir başkası önderlik etmek isterse ikisi birden düşmez mi?.. Böylesine bir duygu değişmesini açıklamaya çalışan iki varsayım var. Ya van Gogh doktorun bu işten hoşlanmamasına karşın onun kızına âşık olmuştu, ya da sudan bir neden yüzünden — Gachet bir keresinde, onun bir resmini hemen çerçeveletmemişti — doktoru tabancasıyla tehdit etmiş olmalıydı.
Bu iç çatışmanın açıkça belli olduğu bir mektubunda, "Senden saklayacak değilim ya,” diye yazıyordu Theo’ya, “sağlığımın bundan sonra tam olarak düzeleceğini hiç sanmıyorum.” 10 Haziranda, “Buraya geldikten sonra korkulu rüyalarım neredeyse hepten yok oldular,” diye yazarken Temmuzun ilk çeğreği içinde kendini “tümüyle çökmüş”, yaşamını “temelinden saldırıya uğramış” görüyor, adımlarının bile “sağlam olmadığını, sallandıklarını” söylüyordu.
O dönemde bu şanssız adamla ilişkide olanların hiçbiri onun Fransa’nın güneyindeyken geçirdiği rahatsızlığın ayrıntılarını bilmiyorlardı. Ama herkesin Paris’de Boussod ve Valandon sanat yapıtları ticaret evinin bir şubesini yöneten Tbeo’nun onun yüzünden işini yitirebileceğinden haberi vardı. Vincent de parasal olarak kardeşine bağımlı olduğundan, Auvers’deyken de yedi kez 50 frankın eline ulaşmış olduğuna teşekkürleriyle bildirmişti — bu dolaylı olarak ona da zarar verecek bir durum olurdu. Kimi araştırmacılar sanatçının kendine kıyma nedeni olarak bunu da göstermişlerdir. Ama van Gogh zorluklara alışıktı, böyle bir şeyi o kadar önemsemezdi. Kaldı ki o da kardeşi gibi bir değişikliğin kaçınılmaz olduğunu biliyordu. İzlenimcilerin ortamını iyi tanıyan bir uzman olarak Theo, bir süredir kendi işini kurmayı tasarlamaktaydı. Ola ki biraz da Vincent’ i düşündüğü için bu riske girmedi ertelemişti.
Her durumda, van Gogh Paris’den gelebilecek kötü haberlere karşı yüzlerce kez başarılı olmuş bir iyileştirme yöntemini uygulamaya başladı: Çalışmak. Kardeşine ve yengesine, "Fırça neredeyse elimden düşüyordu," diye - yazmıştı, “ama ne istediğimi çok iyi bildiğimden o zamandan bu yana tam üç büyük tablo daha bitirdim." Ve onu Auvers'de "zorlayan"," için için yiyen", "dalıp gitmesine neden olan" bu çalışmanın sanattan çok tapınmaya yakınlığı vardı, tıpkı arkadaşları Gauguin, Toulouse-Lautrec, Emile Bernard, Seurat ve Pissarro’da rastlandığı gibi.
Bu arkadaşlarından resim yapmanın kimi kolaylıklarını öğrenmişti. Tamamlayıcı karşıt renkler kuramına, sentez, renk müziği gibi konulara ilişkin olarak da kulaktan dolma bilgilere sahipti. Akademili öğretmenlerinden kendi işine gelen bilgileri almıştı hep. Bunun daha çok bir inanma olduğu bilincine 1880’de Borinage’da varmış olmalıydı. Kendisi de "sefaletin yüksek okulunda parasız olarak gördüğü öğrenimin” onu "çalışan bir melankolik" durumuna getirdiğini biliyordu. Rembrandt’ı yüksek düzeydeki tüm sanatsal ve dinsel eylemlerin en iyi temsilcisi olarak görmeye başlamıştı. Her öznel davranışı, diyelim ki kaldırım taşlarından yansıyan ışığı “pembe-mor” olarak algılaması, ya da çizgisel perspektife aykırı her sapma, onda en kuçuk şeylerde bile yüce bir ruh olduğu düşüncesini uyandırmaktaydı. Resim yapmıyor, gerçek modeller, gerilim dolu çizgiler ve dışavurumcu renkler kullanarak resimsel vaazlar veriyordu.
İlginçtir, van Gogh kendini hiçbir zaman bir ressam olarak nitelendirmemişti. Daha çok “insanların dostu”, “gerçeklerin okyanusunda dolaşan bir balıkçı”, ya da “çılgınlık ya da ermişliğe varan bir coşkuyla pulluğunu süren bir çiftçi” gibi tanımlar kullanıyordu. Kendisinden sonrakiler de onun bu mistik yanını abartmaktan geri durmadılar. Kızkardeşi Elisabeth-Huberta onu “ölümü gülerek karşılayan din kurbanlarına” benzetiyor, ressam Paul Klee onun “örnek trajedisinden” söz ediyor, sanat tarihçisi Julius Meier-Graefe ise ona “Isa-adam” etiketini yapıştırıyordu. Holywood bile baş rolünü Kirk Douglas’a oynattığı bir filmde onun “acı ve coşku dolu yaşamını” anlatmıştı.
Oysa yaşamını sanatıyla bir tutmasına karşın on yıl boyunca hiçbir yapıtını satmayan, ama gene de çalışmasıyla mutlu olan Vincent van Gogh bir melek değildi. Aklı başındayken yazdığı mektupları, yaşam öyküsü dünya nimetlerinden zevk alması bunun kanıtıdır. Doğal olarak, o da ünlenmeyi düşünmüştü, özellikle de Auvers’deyken. “Bîr yüzyıl sonraki insanlara birer görüntü gibi gelecek” portreler bırakmak istiyordu arkasında. “Günün birinde benim kimi resimlerimden de hoşlanacak birileri çıkacaktır,” derken bunun böyle olacağını da çok iyi bilmekteydi. Ölümünden altı ay sonra onu izlemiş olan kardeşi Theo’ya yazmak için hazırladığı son mektup taslağında,“kimi resimlerinin çöküş içindeymiş gibi görünmelerine karşın onların gene de belli bir ağırbaşlılık içinde olduklarını” yazıyordu.
Peki ama yaşamına neden kendi eliyle son vermişti? Akla yakın gelen açıklamalardan biri sanatçının yaratıcılığını yitirdiğini söylemektedir: Ressamın görevi tamamlanmıştır, hasta ve yorgundur. Yeni bir şeyler bulup ortaya koyamayacağı günler gelmeden de hesabını kapatmak istemiştir. Son mektubunu bitirirken, “Ve çalışmalarım, evet, bütün yaşamımı onların üstüne oynuyorum, aklımın yarısını da onlar aldı götürdü,” diyordu.
Bu sona doğru giderken kardeşinden istemiş olduğu bir şey simgesel açıdan da olsa önemlidir. 4 Haziran 1890’da yazdığı bir mektupta ondan kendisine en kısa zamanda “von Bargue karakalem çalışmalarından" göndermesini diliyor, “bunları bir kez daha kopya etmek istediğini" söylüyordu. Theo onun ne istediğini anlamıştı. Resme yeni başlayanlara insan vücudunu çizmeyi öğreten bir tür alıştırmaydı bunlar ve Vincent’in daha önce de bir kez daha yolunu bulmasını sağlamışlardı — 1880’de, Borinage’da din adamlığını beceremeyip sanatçı olmayı seçtiğinde. Neyin nesiydi şimdi bu yeniden başa dönüş? Van Gogh Auvers’den yalvarıyordu: ‘Lütfen bana bir kopya ilet. Eğer insan vücudu ve oranlarıyla ilgili herhangi bir şeyi atladımsa daha ilerde çok zor durumda kalırım."
Ama ilerde değil şimdi "zor durumda" kalmıştı. “Daha ilerinin yalnız bir anlamı olabilirdi: Çalışma listesinde 2000'den çok konuyla Vincent van Gogh gerçekten Auvers’de çok iş yapmayı tasarlıyordu. Kendine sıktığı kurşun, onun yazgı olarak nitelendirmesine karşın, doksan yıl sonra bile çok anlamsız bir kaza gibi gözükmektedir.
*
yazı:
Alfred Nemeczek
fotoğraflar:
Van Gogh'un öldüğü odadan.
bak:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder