"Neydi zaman içinde kaybolan
Adına hayât denen o acı an?"
Leopardi on his deathbed, 1837.
Hiçbir şair, hiçbir düşünür Giacomo Leopardi (1798-1837) 'den daha büyük bir açıklıkla kötümserliğini dile getirmemiştir. Açıklıkla, diyorum, çünkü örneğin Kafka gibi kendine acıyan bir kötümserlik göremeyiz Leopardi’de. Düzyazılarında da hiçbir kavram kargaşası yoktur. Bu yazılar her şeyi korkunç bir biçimde aydınlatır — tıpkı Picasso’nun Guernica'sındaki elektrik ampulü gibi.
Leopardi İtalya’nın Bataklıklar Yöresi’nden orta halli soylu bir ailenin oğluydu. Belki de olumlu tek mirası, babasından kendisine kalan zengin kitaplıktı. On yaşına geldiğinde, kendi kendine İbranice, Yunanca, Almanca ve İngilizce öğrenmişti. Bunun dışında yalnızlık, hastalıklı bir beden, gittikçe artan görme bozukluğu ve yüz kızartıcı parasal bağımlılıklarla geçti ömrü. Yazılarındaki yargıların okurlarınca özel hayatındaki acı olaylardan kaynaklandığı yolunda yorumlanmasındansa, onların yakılmasını yeğlediğini söylüyordu. Sanırım böyle düşünmekte de haklıydı.
Leopardı, olağanüstü bir biçimde, kendi mutsuzluk çukurundan geçmişteki, yaşadığı çağdaki ve gelecekteki insanların hayatlarını ve gökteki yıldızları inceleyebileceği bir kule oluşturmayı başarmış bir yazardır. İtalyan ya da İtalyanca uzmanı olmayan birinin Leopardi’nin şiirinin niteliği konusunda tam bir yetkiyle konuşması çok güç. Birçokları onun Dante’den sonra gelmiş geçmiş en büyük İtalyan şairi olduğuna inanıyorlar. Leopardi’nin yazdığı her şiirde hayatın tümünü kapsayan dünya görüşünü destekleyen ve bu görüş içinde kendi yerini alan özgün bir düşünce vardır. Bu açıdan, o da Vergilius gibi klasikler arasına girer. Bununla birlikte, hem kullandığı dili, hem de ele aldığı konuyu (bu bir köy, bir düğün ya da bir marangoz olabilir) aynı zamanda hem büyük bir yumuşaklık, hem de uzaya varan bir uzaklık duygusuyla işler. Bir yavru kuşun yumuşak göğüs tüyleriyle bir göktaşının madensi katılığı yan yana gelerek benzeri olmayan bir lirizm, bir şiirsellik yaratır.
Leopardi’nin düzyazıları da var. Bunlardan en önemlileri, Zibaldone adını verdiği ve 1817-1832 yılları arasında tuttuğu bir çeşit düşünsel günlükle Ders Alınacak Öyküler adını verdiği bir derlemedir. Günlüğü ölümünden sadece altı yıl sonra yayımlanmış. Derlemedeki parçaların çoğu ise Leopardi’nin sağlığında yayımlanmıştı.
Nietzsche, Öyküler’i okuduktan sonra, Leopardi’nin yüzyılın en büyük düzyazı ustası olduğunu öne sürmüştü. Gerçekten, biz de günümüzde Leopardi’nin tam anlamıyla bir çağdaşımız olduğunu görüyoruz. Anlatımında ince alaycılığa yer vermesi, konuyu abartmaktan kaçınması, konuşur gibi yazması, kendi kişisel önemini öne sürmeden ağırbaşlı olmayı başarması, Pasolini, Brecht ve Bulgakov gibi birbirine benzemeyen çağdaş yazarların birçok özelliklerini muştular.
MODA. Bayan Ölüm!
ÖLUM. Canın cehenneme! Çağırmadığın zaman kapına gelirim ben!
MODA. Ama ben ölümsüzüm!
ÖLÜM. Ölümsüz mü? Ölümsüzler çağı biteli bin yıl oldu.
MODA. Bakıyorum, Saygıdeğer Ölüm bile Petrarca’yı bir on altıncı ya da on dokuzuncu yüzyıl şairi gibi anabiliyor.
ÖLÜM. Petrarca’nın şiirlerini seviyorum, çünkü o şiirlerde kendi zaferimi buluyorum. Bir de şu var: hemen hemen bütün o şiirler benden söz ediyorlar. Neyse, haydi bas git burdan!
MODA. Yedi Ana Günah’a olan sevginin başı için, bir an olsun kıpırdamadan
dur da, bana bak!
ÖLÜM. Peki, baktım.
MODA. Tanımadın mı beni?
ÖLÜM. Miyop olduğumu bilmen gerekir. Üstelik İngiilizler bana uygun gözlük de yapmıyorlar. Yapsalar da gözlüğü takabileceğim bir burnum mu var!
MODA. Benim adım Moda, senin kızkardeşinim.
ÖLÜM. Kızkardeşim mi?
MODA. Evet, ikimizin de Çürümüşlüğün kızları olduğumuzu unutuyor musun?
ÖLÜM. Ben ki belleğin düşmanıyım, nasıl hatırlamamı istersin bunu benden?'
MODA. Ama ben her şeyi çok iyi hatırlıyorum. İkimizin de bu çukurda durmadan her şeyi yok etmeyi ve değiştirmeyi amaçladığımızı çok iyi biliyorum. Ama sen başka bir yoldan yapıyorsun bunu, ben başka bir yoldan.
Ders Alınacak Öyküler'de zekâ Leopardi’nin şiirlerinde gördüğümüz lirizmin yerini almıştır, ama hayata bakış açısı, düşünce özellikleri şiirlerde de, düzyazılarda da aynıdır. Leopardi Aydınlanma çağının yarattığı parlak düşünürlerdendi. Dünyayı maddeciliğin gözleriyle görüyordu. Çağının düşünürlerinin Hazlara verdiği önemi o da kabul etmişti. Dinin fazlalıklarından arındırılıp Kilise’nin tutuculuğunun ortaya çıkarılmasından yanaydı. Kendi çapında halkçı bir düşünürdü. Ama gününün düşüncesinde kesinlikle karşı çıktığı bir nokta da yok değildi. Bu da Aydınlanma çağının İlerlemeye olan sarsılmaz inancıydı. Leopardi insanlar arasındaki eşitliğin temelini gelecekte varolacak bir mutlulukta değil, şimdi ve her zaman çekilecek bir acıda görüyordu.
Napoleon’dan sonraki dönemde düşünen ve yazan biri olarak Leopardi’ nin gelecek yüzyıl için öngördüğü gerçek, yeni iletişim yollarının, paranın ve halk avcılığının sonunda her şeyi çarpıtacağı büyük bir karanlıktı. Her tarihsel dönem bir geçiş dönemi sayılır ve her geçiş döneminde mutsuzluklarla karşılaşmamız kaçınılmazdır, diyordu. Bir zamanlar, bu durumun üstesinden gelecek birtakım avunma yolları— inanç, yazgıya bağlanma ya da Tanrının bağışlayıcılığına güven gibi— vardı, ama bunların yanıltıcı olduğu artık kanıtlanmıştı. Yeni gerçekler çok daha sert ve umut kırıcı bir biçimde insanın karşısındaydı.
Leopardi’ye göre, insan dünyada en çok kendini seven bir varlıktı. Bu sevginin bir sonucu olarak da kişi hayatın kendisine mutluluk getireceğine inanırdı. Böyle bir inanç hiçbir zaman yok edilemeyeceğine göre, insan beklediği mutluluğu elde edinceye kadar sık sık acı çekmek zorundaydı. Bütün bunlar doğanın işiydi; bu bağlamda insanlar önemsiz ve değersiz birer ayrıntıdan başka bir şey değillerdi. (Öyküler’de günümüzdeki bilimkurgu geleneğine özgü birçok düşünceye rastlayabilirsiniz.) insanlığın bu durumdan tek kurtuluşu ise ölümün sonsuz uykusu olabilirdi.
Leopardi sık sık intiharın mantığı üzerine yazmışsa da, kendisi yaşayan her şeyle garip fakat köklü bir dayanışma içinde olduğu için böyle bir eyleme hiçbir zaman kalkışmamıştır.
Leopardi’nin düşünce sisteminde kendisinin de farkında olduğu bir aykırılık görülüyor. Aşağıdaki alıntıda kendi dehasını kanıtlamaya çalışmaktan çok herhangi bir metindeki sözcüklerin gizilgücünün sınırlarını irdeliyordu:
Deha ürünü yapıtların özlerinde saklı olan şöyle bir özellikten söz edebiliriz: bu yapıtlar olayların ve nesnelerin değersizliğinin bir benzerini ya da açık bir biçimde hayatın önlenemez mutsuzluğunu gösterip duyursalar, en korkunç umarsızlıkları dile getiriyor olsalar bile; kendini tümüyle çıkmazda, düş kırıklığı içinde, hayata küsmüş ve ondan bıkmış yüce bir varlığa onun düşebileceği en acımasız ve ölümcül durumlarda bile (bu durumlar ister en güçlü ve soylu duygularla, ister bambaşka bir nesneyle ilgili olsun), o kişiye her zaman bir çeşit avuntu verir, isteklerine, yeniden bir canlanma gücü kazandırır. Sözünü ettikleri ve simgeledikleri tek şey ölüm olsa bile, hiç değilse bir süre için, o varlığa yitirdiği hayatı geri verirler. (Zibaldone)
Leopardi, Marxist açıdan yorumlanacak olursa, kendisi tarih içindeki konumuna yerleştirilecek ve bize onun yapıtlarında nelerin sözünü etmediği hatırlatılacaktır: sınıf mücadelesi, kapitalist ekonomi düzeniyle insanların mutsuzluğu arasındaki dolaysız ilişki, insanın tarihsel yazgısı. Daha da ileri giderek, düşünür Leopardi, günleri sayılı soylu sınıfın umarsızlığının bir temsilcisi olarak bir kenara bile atılabilir. Bunu kim yapmaya kalkışırsa, karşısında Leopardi’yi yazılarında parlak bir biçimde savunan İtalyan Marxisti Sebastiano Timpanaro’yu bulacaktır.
Bundan iki yıl Önce, Amsterdam’daki “Transnational İnstitute” da benden "Geleceğe Umutla Bakma” konusunda bir konuşma yapmam istendi. Biraz da ortalığı kızıştırmak için, konuşmadan önce Beethoven’in (Opus 110) otuz bir numaralı Piyano Sonatı’nın plağını çaldım. Sonra da oradakilere şu öneriyi yaptım: siyasal düş kırıklıkları siyasal sabırsızlıklardan kaynaklanıyordu. Biz, Hepimiz bu sabırsızlığı yaşamak zorundaymışız gibi koşullandırılmışız. Çünkü sürekli olarak gelişme adına pek çok konuda umutlandırılmış durumdayız.
İsterseniz, bu senaryoyu bir kerelik değiştirelim, diye sürdürdüm konuşmayı; isterseniz, kendimizi gökteki cenneti yaratabileceğimiz bir dünyada değil de, tam tersine, cehenneme çok daha yakın bir dünyada yaşadığımızı düşünelim. Bu durum siyasal ya da ahlaksal seçimlerimizin tekini bile değiştirir mi? Gene aynı sorumlulukları yüklenmek zorunda kalacak, aynı savaşımı sürdürmekle yükümlü görecektik kendimizi. Belki de sömürülenler ve acı çekenlerle aramızda var olan dayanışma duygusu daha da yoğunlaşacaktı. Değişecek tek şey umutlarımızın aşırılığı ve düşkırıklıklarımızın acılığı olacaktı. Belki de Leopardici bir akıl yürütme, ama bence karşı çıkılması olanaksız bir sav.
Gene de her şeyi bu noktada bırakamayız. Koşulların gereği, ya da (Leopardi’nin de tadına varacağı bir ironiyle) ayrıcalığı yüzünden, Leopardi temelde edilgin bir gözlemciydi. Kötümserliğinin yoğunluğunu bu olguya bağlayabiliriz. Bunun adı ise can sıkıntısıdır.
İnsan üretimle ilgili herhangi bir eyleme geçtiği zaman, koşullar ne ölçüde sınırlayıcı olursa olsun, onun için tam bir kötümserlik de olanaksızlaşır. Bunun, çalışmanın saygınlığı ve ona benzer uyduruk açıklamalarla hiçbir ilgisi yoktur. Bu, insanın fiziksel ve ruhsal enerjisinin doğası gereği böyledir.'
Çalışma ve bu enerjinin kullanılması insanda acıkma, uyku ve kısa süreli rahatlama duygusu yaratır. Bu istekler o kadar yoğundur ki, bunların tam ya da bir oranda karşılanabilmesiyle ortaya çıkan doyum ne kadar geçici olursa olsun, bir sonraki ara için insanda bir umut oluşturur. Yorgun savaşçılar işte böyle sürdürürler hayatlarını; yorgunluk artı yalnızca kötümserlik ise insanı yok olmaya götürür.
İmgelem düzeyinde de buna benzer bir dürüm yaşanır. Dünyanın üretimine katkıda bulunma eylemi, bu eylem kendi başına anlamsız görünse bile, gerçekleşebilecek, özlenen bir üretimin düşlenmesini sağlar. Geçmişin o (bereketli?) günlerinde, montaj fabrikasında anlamsız bir işi durmadan yinelemek zorundaki bir işçinin yeni bir renkli televizyon seti ya da bir balık oltası düşlemesini yalnızca tüketim tutkusu ya da saptırılmış umutlar diye yargılamak yanıltıcı olurdu. Çalışma, üretici bir eylem olduğu için, insanda yaratıcı bir umudu da ister istemez ortaya çıkarır. İşsizliğin bu kadar insanlık dışı bir olgu olmasının nedenlerinden biri de budur.
Leopardı, tek başına yaşayan, çocuksuz, bedensel hiçbir işte çalışamayacak bir kişi olduğundan, hayatı boyunca yalnızca başkalarının üretimi karşısında gözlemci kalmaya yargılıydı. Kendi kişisel durumunu düşünsel konumunu açıklamak için kullanmak yanlış olur. Ne var ki, çok bilgili ve öğrenmeye saygılı bir insan olan Leopardi’nin, bu durum yüzünden, bilmediği bir şey vardı. Bu da, insan gövdesinin, bu gövde ölümlü olsa bile onu kurtaracak tek güç olduğuydu.
Leopardi’nin, geçmişin karamsar bilgeliğini doğrulamak istercesine dilinden düşürmediği bir söz vardı: “Tanrı en çok sevdiklerini yanına erken alır.”
Belki günümüzde de geçerli bir inanç bu. Ama burada hesaba katılmayan bir nokta var. O da ana, babanın ya da ikisinden birinin çocuğa duydukları sevgi ve onlarda —Tanrının sevdiği çocuğun— yaratacağı umut ışığı.
Leopardı bu umutları ve gövdenin kişiye sağladığı güven duygusunu elbette yanıltıcı olarak nitelendirecekti. Gerçekten de, bu saydığımız onun savlarını, kendi başlarına, çürütmez. Ben her iki savın da birlikte var olduğunu düşünüyorum. Tıpkı Beethoven’in Otuz Bir Numaralı sonatında sevinçle acının birlikte olduğu gibi.
Burada, daha Önce sözünü ettiğim aykırı düşünceye dönmek istiyorum. Nasıl oluyor da Leopardi’nin o karamsar sayfaları bize hâla iyimserlik aşılıyor? Leopardi’nin hayatının edilgin bir gözlemcinin hayatı olduğunu söylediğim zaman, son derece önemli bir noktayı bile bile bir yana bırakıyordum: onun kahramanca ve tek başına yazmayı sürdürmesini. Bütün karamsarlıklarına karşın, bu yazılar bizim için esin kaynağı olabiliyorlarsa, bunun nedeni, bunların kendi kurallarına göre, dünyanın üretimine katılmalarıdır. Kullandığımız bu terimin artık yalnız klasik iktisattaki üretimi değil, aynı zamanda hiçbir zaman tamamlanmayan, varoluşun durmadan yeniden üretimini dünyanın gerçeklik olarak üretimini de kapsadığını söyleyebiliriz. Ders Alınacak Öyküler’de Leopardi’nin sürekli olarak evrenin yaratılışını, onu yaratan ve hiçbir zaman tümüyle “kadirimutlak” olmayan gerideki güçleri sorgulaması, onlardan söz etmesi oldukça anlamlı.
Geride yatan güçler neydi mi? Nedir mi? Leopardi’nin soruları geriye dönük değil, yaşanan zamanla ilgili sorulardı. Gerçeğin üretilmesi hiçbir zaman bitmemiş, sonuç hiçbir zaman belirlenmemiştir. Bilançoda her zaman bir eksiklik vardır. Gerçekliğin gereksinimleri tükenmez. Biz bile, ilençli ve kıyıda köşede kalmış bizler bile bu gereksinimin bir parçasıyız. İşte bu yüzden, Leopardi’nin Yoğunluk, Schopenhauer’in İstenç dediği — insanın yaşayarak gerçekleştirdiği bu eylemler — sürekli bir yaratma eyleminin, “nesnelerin anlamsızlığı” karşısında bile sürüp giden anlam üretiminin bir parçasıdırlar. Bu yüzden de Leopardi’nin kötümserliği her zaman kendini aşar.
*
John Berger
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder