YANSIMALAR (2016 - 2019) / Zeki Z. Kırmızı

2016 yılının ortalarından beri yazışıyoruz, tanışıklığımız ise daha da geriye, 2015 yılının ortalarına kadar gidiyor. İlk Yüksel Arslan buluşturmuştu bizi, sonra Stendhal. Sonra içine çokça edebiyatı, azıcık da hayatı kattığımız mektup-maillerimiz uzun yazışmalarımızın başlangıcını oluşturdu. Size siz demekten hiç vazgeçmedim; en azından beyi kaldırdık; Zeze diyebildim; ve en nihayetinde hitap etmekten büyük bir mutluluk duyduğum ve çok sevdiğim haliyle, doğru büyüğüm demeyi uygun buldum. Çok hoşlanmasam da yaşlı dostum dediğim de oldu.

Birbirimizi hiç görmedik, siz yaşamımın olanca gerçekdışılığı içinde, ince bir çizgiden ibaret olan düşle gerçek arasında bir yere konumlandınız. Unamuno'nun olağanüstü güzellikteki kısa anlatısındaki gibi, benim uçurum kıyısındaki yaşlı bilge meşe ağacım ve yalnızca düşlerimde gerçek ve geçerli olan Don Sandalio'm oldunuz. 

Yaşlarımızı hiç dert etmedik; ama gençliğimden benim kadar siz de çok çektiniz. Demek istediğim insan aynı şeylerden kaç bin milyon kez daha yakınabilir ki? Bir mektuptan ötekine sıçramış hırçın sözcükler; öfkeler; kaygılar; pişmanlıklar; hüzün gösterileri ve karamsarlık nöbetleri bir hastalık gibi nüksetmiş. Sabırla dinlediniz, tebessüm ettiniz; beni hiç yanıtsız ve yalnız bırakmadınız. Çıktığım bu yolda azıcık şaşırdıysam da, benim kendime olan inancımdan, inadımdan ve ısrarımdan hiç vazgeçmeyeceğimi bildiğinizden siz de benden hiç vazgeçmediniz.

Şaşırdığım, utandığım, üzüldüğüm, kendimi olduğu kadar sizi de üzdüğüm yazışmalarımız olmuş. Bazıları karşısında hala mahçubum. Büyük laflar da etmişim, daha iyi açıklayamazdım dediğim doğru sözler de söylemişim: bir büyük yazgı benim için olsa olsa ele geçirilecek bir büyük yalnızlıktır derken ya da beni hayatta esenliğe kavuşturacak tek görevimin yazmak olduğunu söylerken; nasıl olduysa bu ülke bütün düşlerimin dışında kaldı diye yazarken; eldivenlerimi (birçok dost birçok eldiven: uyuz korkusundan - Baudelaire) ve maskelerimi ihmal etmezken ve tanıdığım herkesi en derinlerimdeki sularda boğarken. Yaşama sanatında hala Nietzsche'den ve ötekilerden yardım alırken... Düşlerimde öyle sahici gülerim ki, çoğu zaman gözlerimden yaş gelir demişim bir keresinde, daha iyi anlatamazdım. 

Bu yazışmalarda sizi, sizi olduğu kadar kendimi de çok karşılayabildiğim düşüncesi içinde değildim. Bu yüzden "saçmalıklarımı" yayınlamayı düşünmüyorum. Düzeltilmeye muhtaç çok fazla şey var. Bununla birlikte dolaysız bir iletişim kurduğumuzu, ıskalamadığımızı belirtmeliyim. Dilimin ucundaki sözcükler oldunuz. Kurduğumuz bu iletişim gözyaşlarımıza gelip dayandı mı?  https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/09/imkansz.html En uc nerede? Rimbaud'yu iletişim kurmaktan vazgeçiren tiksinti miydi? Güçsüzlük mü? Utangaçlık mı? Umutsuzluk mu? https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/05/iletisim-georges-bataille.html Ne kadar kaybolduk, kirlendik; ne türden bir cinayet işlemeyi göze aldık?
 https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/03/iletisim-georges-bataille.html Artık çokça eskimiş olan bu okumalara döndükçe beni ben yapan şeyin sınırlarını kestiremiyorum. Bu uçurumlara dalmayı nasıl ve ne pahasına göze alabildim? Bugün bunu daha sık düşünür oldum.  

Yesenin haksızdı, Mayakovski haksızdı, Plath, Marmara haksızdı, haksızdı bu güzelim insanlar derken haklıydınız. Nietzsche'nin yanıldığını, Dostoyevski'nin, Balzac'ın yanıldığını söylerken; Kafka, Pessoa yine de niye yazdılar derken haklıydınız; Amerika konusunda haklıydınız. Şiir duygularla yazılmaz, imza kanla atılmaz derken ve şiirinin Rimbaud'dan önemli olduğunu söylerken haklıydınız.

Bu mektuplarda sevdiğim, unutamayacağım çok fazla şey var. Bir başkasının abartılı bulabileceği övgüler, alkışlar, takdirler bir yana ki bütün bunların bir yüreklendirme çabası olarak okunmaları daha doğru olur; beni keskin bıçak sırtında gezinen gecikmiş ya da geç kalmış bir gezgin olarak tarif etiğiniz cümleleri yeniden okurken,"Bir yanın kimsenin düşlemeye bile cesaret edemediği yaşamları (ülkeleri, anıları, kurguları…) dolduruyor içine, öbür yanın bunun olanaksızlığının ölümcül göçüyle boşaltıyor kendini kendinden." ve her zaman bir aşağılama ve hakaret nedeni olmuş olan uzun saçlarımı kestirmek zorunda kalacağımı öğrendiğinizde yazdıklarınızı okurken duygulandım: "Saçların için üzgünüm, öyle sanıyorum onları bir dünya armağanı, sana bağışlanmış bir şey gibi (ırmak, ağaç, at, vb.), senden bile ayrı, senin ötekin gibi taşıyorsun. Onlar bana öyle geliyor ki seni hem örtüyor, hem açıyor. Anlamı sandığımdan da büyük olmalı."

Ayvalık hakkındaki son mektubunuz da dahil beni bunca çıplak gözle görüşünüzle ürkütüp kaçırabilirdiniz de... Ama son mektubunuzda gözden kaçırdığınız bir şey vardı: en az savrulan dallar, yapraklar, kitaplar ve sigara dumanı kadar saçlarım da bu hikayenin parçasıydı. Ayvalık henüz kendimi hazır hissetmediğim bir deneme, sınama olduğu kadar hem kendime hem de Ayvalık'a bir vedaydı. 

Yayınladığım bu mektuplar da son zamanlardaki vedalarımın bir başkası. Rimbaud gibi, Zeki Z. Kırmızı Okumaları gibi. Blogu uzun zaman önce terk ettim. Eskisi gibi okumuyorum, izlemiyorum, düşünmüyorum. Eski alışkanlıklarımı sürdürmek zorlaştı, bizi bir araya getiren nedenler azaldı. Size benzemekten korktum, düş kurmaktan yorgun düştüm. Sayısız bahane sıralayabilirim. Bir yandan da daha yüce bir şeylerin peşine düştüm.  

Benim için çok kıymetli olan bu yazışmaların siz tarafını Yansımalar (2016 - 2019) başlığı altında, birkaç mektuplaşma sürecini dışarıda tutarak, toplu halde ilk kez paylaşıyorum:


SELAM

2 Mayıs 2016

Selam için teşekkür ederim. İncelikli bir dost selamı.
Ben de blogun için benzer şeyi söyleyebilirim. Bir okyanus gibi. Dolayısıyla onun kadar da ürkütücü. Bir okyanusla nasıl bağ kurulur.

Düzenlemesi, yüksek içeriği, inanılmaz zenginliğiyle ilgiyi ve cesareti başta kırıyor. Ancak inatçı, emek vermekten çekinmeyen, niteliğe bedel ödeyebilecek insanlar bu okyanusa kıyısından dalmayı göze alabilir. Aynı yılgınlığı Aziz Yardımlı'nın sitesinde yaşamıştım.

Şöyle bir göz attım ve en iyisi sorayım dedim:

Özellikle özgün, sana ait ve değerini kavrayabilecek birilerinin okumasını istediğin alanlar, bölümler, başlıklar konusunda ip ucun var mı? Aktarımlar da kusursuz olmakla birlikte benim de doğrudan ilk kaynağa gitmeyi yeğleyeceğim şeyler... Aktarımların değerini kabul ederek (çünkü bütüne baktığımızda yapılmış seçimlerin de bir siyaseti var) bu konuda kendi seçimim özgün kaynağa, düşünceye doğrudan bakmaktan yana artık, uzunca bir süredir. Bu nesnenin arkasında nasıl biri var? Ne düşünüyor? Nasıl kendine katıyor, içselleştiriyor? Derdi ne? Blogun nefis aktarımlarından çok sana ait işaretlerinden, belirtilerinden ötürü ilgimi çekebilir (ne yazık ki), Zamanım çok az, evet. 

Sana sormamı da bağışla. Biraz zaman ayırarak ben de blogunda sana ait olanı ayıklayabilirim ama bu bile ciddi bir enerji gerektiriyor.

Sağlıcakla, dostlukla. 



 BÖYLE DURUMLARDA...

3 Mayıs 2016

Böyle durumlarda rahat bırakmakla, yani yazgıyı kendine bırakmakla denemekten vazgeçmemek arasında salınmaya başlarım. Her şeyi bilmeye yakın duyumsarım kendimi ve hiçbir şeyi bilememekle arasındaki ayrımı kaçırırım. Bilmek bir varsayımsa eğer, bilmemek de aşağı yukarı öyle. Bilmek, üstlenmek girişimi, tasarıdır. Bir tasarı, seçim ve siyasettir bilmek.

Seni ‘ciddi’ye almam için çok neden var ve biri yine de ‘paylaşma’ sevincin. Sen söylüyorsun ve ben bildiğimi sanıyorum:  Paylaşılan şeyden daha önemlisi (önemli?) paylaşmanın kendisi. O hep gizilgüç ya da gizli gömü gibi yaşamlarımızı dürtecek, hatta ölmeye bile bırakmayacak bizi.

Sana sen diyorum ve sonra yine diyorum ki, hakkın olanı (kimsenin sana vermediği, kendi yarattığın kendin olarak) iste-mekten vazgeçme! Başkalarına ödünç verdiğin zamanı… Kendi zamanını başkalarından istiyorsun gerçekte.

Bu kaygılar bana da yabancı değil. Her şeyi atlatmışın, şimdi durulmuşun yerinden (hatta iktidarından) konuşacak değilim. Beni en çok yaralamış ya da yaralayabilecek şeyi (60’ları tırmandığım bu yaşımda) söyleyeyim sana: Yoldaki bedene, bu eşsiz konuğa ihanet! Vazgeçmenin, ölü beden olmanın düşünü görmek... Böyle bir düş görülemez, düşsüzlüğün düşüdür bu. Görülen olsa olsa ölümü yaşama yedirmedir, adını ne koyarsak koyalım. Düşe bile sığmayacak bu önemsiz, anlamsız şey (ölüm) ise şarkı olamaz, yalnızca oradan, yokluğun mağarasından yansıyan kara ışığı olsa olsa yaşama sevincini parlatır. Çünkü burada olmamızın bir nedeni yoksa da (hatta olmaması iyi ve doğru: Camus) tam da bu nedensizliktir var kalmamızın, görevler üstlenmemizin, bedeni yola sürmemizin gerekçesi.

Nihil parlak bir retorikten ibaret olabilir mi? Gençliğim keskin uçurum kıyılarından dönüşlerin kendime yonttuğum coşkulu kahramanlıklarıyla süslü. Utanmıyorum. Onu da taşıyorum. Hiçbir şeye şaşırmış gibi yapamam. Rimbaud, Lautremont, Whitman, Nietzsche, Rilke, (Ama yalnızca bu pan’ik ataklar mı?) vb. ye dokundumsa bir biçimde... Daha dokunmadığım şeyler ne olacak?

Yeryüzünde yazılmış tüm kitapları okumak, yapılmış tüm resimlere bakmak, filmleri izlemek gibi bir niyetim var ve belki ancak 5-10 yılım. Böyle bir niyeti taşımayanlara da öfkeyle doluyum ama nefret ettiğim bu insanları (kendimi ve herkesi) neyi yapamamışlarsa ondan ötürü, olabilirliklerinden ötürü seviyorum. Dünyanın imkânı-yız. Ne yazık ki öyleyiz. Hiçliği bilmenin, kavramanın imkânıyız ve değerli olan şey hiçlik değil (Çünkü hiçlik hiçliktir) onun varlığa, oluşa ettiğidir (yani imkânıdır.)

Bu yaveler için özür dilemeli miyim bilmem. Tabii ki ağır basan huyum rahat bırakmaktır. İstemiyorlarsa insanlarla konuşmamalı. Konuşmamak için öyle de çok neden var ki. Ama bunların içinde en zayıf, azımsanabilir olanı, çok işim var, hiç zamanım yok, ciddiye almaya değmez, türünden olanlar.

Bir şey yapıyorsun. Bir kişi yeterli nedendir yaptığın şeyi sürdürmen için. Çünkü mesele ötekinin yüzünde senden yansıyan o bulanık imgedir. Böylece yerinde, ayaklarının üzerinde durmak için sağlam bir nedenin var demektir.

Blogun bütün olarak senin imin, izdüşümün kuşkusuz. Her satırı, her noktasında özenli bir tutku, amacı (niteliği) gözden yitirmeyen bir gerilim yatıyor, belli bu. Gergin ve inceltilmiş duyarlı bir yüzeyden söz ediyorum.

Ama bir yerde haklısın. İnsan kültürü aynı zamanda kurban kültürüdür. Hatta toplu kıyım kültürüdür. O zaman?

Cepheyi genişletmek, benzer duyarlıkları taşıyanlara ulaşmak, buluşmalardan güç, ses, edim çıkarmak ve bunu bir kez daha yapmak en doğru tutum olarak görünüyor. Yalnız değiliz ve yaşam duygumuzu bizim gibileri görmekten yükseltiriz.

Bora Abdo okudun mu? Okudunsa ne düşündüğünü soracağım.

Kendini yazmak ya da yazışmak konusunda zorunlu saymaman gerektiğini söylememe gerek yok değil mi? 


BEYİ BOŞ VER

5 Mayıs 2016


Siz diye seslenmemeyi, Bey dememeyi başarabilir misin?
Siz değil sen.
Zeki Bey değil Zeki ya da uygun göreceğin başka bir şey. Abi diyebilirsin, hiçbir şey demesen de olur.
Herhangi bir adla (takma, sevdiğin bir ad vb.) seslenmemi istersen bunu belirt yoksa Sen'le sürdüreceğim, benim açımdan sorun yok. 


Ve bir iki gün içerisinde yazacağım sana. Olasılıkla yarın...Bunu bildirmek istedim.
Son, uzun iletin için teşekkür ederim. 
Bana güvenebileceğini biliyor, hissediyorsun. Bu doğru.


DÖNÜP BAKMAK

6 Mayıs 2016

Anlaştık o zaman. En azından beyi falan kaldırdık, gerisi bize, zamana kalmış…

Bizimkisi öylece kesişen iki yaşam ve yol arkadaşlığı. Birlikte biraz yürüyebiliriz, nereye dek, ne süreyle? Bunu bilmemiz, düşünmemiz gerekmiyor. Söz alıp vermiyoruz, borçlanmıyoruz, özgür eşitler olarak karşılıklı bir insanı (daha) deneyliyor, kendimizden geçiriyoruz. Tanrısız, yasasız, abartmadan küçültmeden, kapatmadan, örtmeden, el sıkışmak gibi, biliyorum, oradaydın, der gibi.

Elbette insan hem bir vaat (müjde), hem de ölüm (bataklık, mayınlı bölge) demek. Böyle olması öyle iyi ki genç dostum, en güzel şiir olsa olsa bu aralıktan yazılmıştır. Öteki, dramatik anı getirir koyar önümüze. Öteki, acı (çekmek) demek. Bu anlar ve sahneleri olmasa ölmeyi arzulayan özneler bile olamazdık. Dram ötekiyle gelir, yaşama sevincini ve aynı zamanda kederi (yas, özlem, anı, düşlem, vb.) ötekinden getirir, sağarız tatlı ve acı süt gibi. Ötekinin bakışıdır ki ‘ölmeye karşı kendimizi, yaşamakta direnişimizi’ pozitif ya da negatif her anlamda olanaklı kılar. Ötekine borçluyuz sözün özü. Öteki her zaman dost mu peki? Ya da ötekisizlik saltık yalnızlık demek mi? Yalnızlık ne? Sorular sökün ediyor ve doğrusu yapılacak en iyi şey, şimdilik tümünü kovalamak, masanın üzerinden süpürmek aşağıya.

(İç konuşmalarımda ipin ucunu kaçırdığım olur, çok ciddiye alma derim bu arada.)

Yaşadığımız, kurup çattığımız, alttan omuz verdiğimiz bu dünya gerçekten mide bulandırıcı, tiksinç. Bize kalan ilk bakışta yalnızlık gibi görünüyor. Yakın çevremde üç beş insanıma bakıyorum, otuzlu yıllarını süren, düzenin ölçütlerine ayak uyduramamış iki kızım var. Eşim Ayvalık’ta, ben İstanbul’da yalnız yaşıyoruz. Yalnızlığın paha biçilmez değerini yeni yeni anlıyorum. Ama yalnızlık sözcüğünün geçtiği her yerde bir duralıyorum çünkü farklı içeriklerle ilişkili, bulunduğu yerde sözcük.

Dünya eşitler dünyası değil. Birlikteliği kurumsal yapılar içerisinde tanımlamak koşul gibi görünürken gönüllü ayrılma hakkı üzerinde duran yok. Karşılıklı rıza tek boyutlu çalışıyor. Biriyle olabilir de birine rağmen olmaz, bir düş ilke. Seninle diyaloğumuzun belki eksenini ‘yalnızlığı’ kavramak oluşturacak (bilemiyorum). Bu konuda öğrenebileceğim şeyler var sanki senden.

Sorun yalnızlığı nasıl üstlenmek gerektiği, bunun somut biçiminin ne olabileceği, neyi kapsayıp neleri dışladığı. Bunların yanıtı var mı? Soruları sormamın nedeni, kederin kabul edilebilir, anlamlı olabilecek tek biçiminin bununla ilgili olması. Beni kedere boğan şey, yalnızlık deneyiminde kırılganlığın derinliği, boyutu, sınırı… Ama bunları erteliyorum izninle.

Yalnızlık derken ne anlamalıyız?

Anladığım bir şey var ki bunu bilince çıkardığımda iyi ki diyorum sevinçle. Yalnız olmamak bu kalabalığa karışmak, onlar gibi yapmak, yemek, geceyi gün etmekse, iyi ki. Bu yalnızlığı artık savunuyorum. Epistemik, etik bir seçimden söz ediyorum.

Öte yandan varoluşsal (ontolojik) bir yalnızlık bilinci, kaygısı var. Bu cesaretle üstlenilecek ve eninde sonunda yüzleşmekten kaçılamayacak şey. Yalnızlık hakikate bağlanmanın yordamı ise, niye yakınıyor, bunu kayıplar hanesine yazıyoruz?

Kızlarımdan biliyorum. Bilinç, kavrayış tamam ama düzen sıkı, bön ve saldırgan... Bilgileşim, iletişim ağları yalnızlık bilincini; patoloji, sapkınlık, eksiklik, kusur, gerçekleşememek olarak pompalıyor. Sistem, sanatı, bu gürbüz oğlanı tam hizaya sokamasa da, yaşamın hemen tüm diğer alanlarında, ne yazık ki bilinç, yalnızlığı özgürlüğün bir boyutuna dönüştürme eşiğinin altında kalıyor. Bilinç kavrıyor ama toplumsallık bilinci desteksiz bırakıyor. Yalnızlığı, kusurumuz, uyumsuzluğumuz olarak deneyimlemek zorunda kalıyoruz. Sıra dışı olan, ayak uyduramayan biziz. Yıkıcı, düzen bozucu olan… Huzur için vazgeç(il)mesi gereken. Hadi canım, dedik diyelim. Faturalar yağmaya başlıyor, önümüze ödememiz gereken bedeller konuyor. Soluksuz kalıyoruz. İkiye bölündük, yarıldık ortadan işte. Ben kimim?

Arayan biri, soru soran şu uyumsuz, bundan başka da anlatılacak değerli bir öykü yok, anlam yok. Aklını bedenine, bedenini özgürlüğüne büken, kendinde kendine kulak veren, varoluşunu dürten, huzursuz, huzursuzluğunca uyumsuz, ayraca, kabına sığmamış ve sığmayacak, sözcüklerinden taşan ya da sözcükleri kendisinden taşan biri(ne kim saygı duyacak, elini tutacak)?

Elbette ki seni söylediğin ya da umduğun gibi bilinçlendiremem. Birbirimize destek veririz, yolumuz nereye çıkar asla bilemeden. Güvenilir söyleşinin, diyaloğun koşulu, görünürden çok görünmez iktidar konumlarını elden geldiğince yok etmek. Ben (birçok insanın gereksinim duyduğu) bir iktidar konumu sunma konusunda kendimi çok yetersiz bulur ve düşünürüm. Hatta daha ileri gider, elimde olmadan neden olduğum iktidar duruşlarını ayrımsadığımda kendimden tiksinir, sahtekârlığıma şaşar kalırım.

Ben sana dostum, tarihsel, yazınsal mitolojilerden, büyük örneklerin yanıltıcı sunumlarından da söz edeceğim belki, acıyla. Rimbaud’yu Rimbaud’dan arıtıp okumayı becermek de marifet desem belki kızarsın. İlgilendiğim her şeye içindeki putu kırarak başlamayı öğretti geçen zaman bana. Tanrı yoksa, her şey olabilir, (Dostoyevski) demedim, benim dediğim, Tanrı yoksa her şeyden Tanrıyı eksilterek başlayabiliriz. Yapıp ettiğimiz bu, insan kolonisi olarak. Tıpkı karınca kolonisi içerisinde Rimbaud-karıncanın yine de karınca olması gibi. Zaten büyüleyici olan da bence bu... Büyük yazgılardan, starlardan kendimi bildim bileli hep nefret ettim. Bana dayatılan ve arkasında küresel iktidarın yattığı ‘güzellik’ kavramına karşı bilincim erken yaşlarımda yokladı beni. Belki çıkış noktası tinseldi, psikolojikti ama sonra sonra buradan bir siyaset çıkarmaya başladım. Güzellik (!) ancak böyle elime geldi ya da gelir gibi oldu. Başka bir şeydi artık güzellikten anladığım. Pazarın dışına düştüm. Sen nasıl düştünse… Kendimi alıp satamaz oldum. Retorikten de düştüm bu nedenle. Dilim kaydı, görüntüm kaydı, öyküm kaydı. Efekti, başka şeymişliği yaşamımdan sildim ama bu bana özgürlük alanı açtı diyorum, savım bu. Böylece imgenin aşkla dünyayı aralamasının güzelliğini kavradım. Ama bunu da kesiyorum şimdilik.

İnsan insana gerek, iş bağlamın nasıl çatıldığında. Dünyanın bağlamı kalabalıklar içerisinde aptal tüketicinin daha yalnızlığa tutsak yalnızlığını üretmek, üstüne bir de bunu satmakla ilgili kurgulanıyor. Biz yalnızlığımızdan, bu düzene direnen yalnızlığımızdan neden bir yaşama nedeni çıkarmayalım, neden yalnızlıktan siyaset çıkarmayalım. Sorumuz bu olmalı bıkmadan. Ve bu gerekli de…

Gönderge, gösterilen ve gösterenden oluşuyor. İnsan, gönderen tek canlı türü… Kendine gönderemiyor ama. Gösteren=gösterilen özdeşliğinden özne (bilinç) çıkmıyor. Kendini bilmek için öteki şart. Yani Gösteren≠Gösterilen olmak zorunda. Ama düşünelim. Her ilişki bu denklemi taşır mı? İmgenin koşulu ötekidir. Ötekinin mesafesi, konumu, anı vb. bana göre imgelenir (öteki benim farkımdır ya da tersi). İmge bu farktır. Özlemek budur, akmak budur, yine de aramak budur, insanın insana ettiği, zavallılığımızın ve gücümüzün kaynağı budur. Ben ivmelenmekten, Tanrısız neşeden yanayım çünkü tam da bu öykünün kaynağında imgesizlik diyebileceğim saltık yokluk (ölüm) bulunmaz.

Doğrusunu istersen, uzun iletinde sarıya boyadığım noktalara giremedim bile ama bence yeter. Şimdi dönüp bu laf kalabalığı arasında anlamlı birkaç sözcük yazabilmiş miyim, buna bakacağım. 


SAYFANDAKİ DAHA NELERİ...

9 Mayıs 2016



Bir küme ya da bağlamın içindeki yer (odak, sınır, çeper, her neresi ise) o küme ya da bağlamın altından ya da üstünden bakıldığında (yani alt ya da kapsar kümeden) küme öğelerini (eleman), bu bizim hoşumuza gitsin ya da gitmesin, eşitler. Dirimbilimsel anlamda bireyin yeri genel sınıflandırma dizisi (regnum-filum-klasis-ordo-familia-genius-specius)  içinde specius’dur (tür, birey). Fırtına bir kaşık suda kopar ve Baudelaire, Rimbaud, vb. bir kaşık fırtınanın içindeki hava kabarcığıdır. Dediğim buydu, türel, genetik yazgı. Olağanüstü birey başka türden, olanaksızlıktan değil. Türe içkindi(r). Bunu göremezsek olağanüstüyü ve eşlik eden duyguyu, düşü, usu kavrayamaz, hep sürüye düşeriz. Übermensch asla bir Nazi değildi, insanın en yalın olanağıydı (imkânı).

Karıncalardan biri olmayı ve buna katlanmayı düşünmek kendimden ne yaptımsa onu aşağılamak anlamına gelir, demek istediğim ve Rimbaud’nun, Lautremont’un, Nerval’in (ama yalnız bunların değil, sana ve bana da eşlik etmiş, hatta etmemiş o sayısız düş gücünün de) şöyle ya da böyle tasarıları, insanı (übermensch, Zerdüşt) henüz daha olmayan yerden zamana, yani buraya getirmekten başka şey değildi ama önceden olanı değil, henüz olmayanı…

Kendi dilimden konuşan birini bulunca kilometrelerce yazabilirim ve daha ilk kilometrede, ilk sayfada dönüp sorarım hep, karmaşık (senin deyiminle kaotik) duygular içerisinde kendime: Ben ne yapıyorum. Neden bırakmıyorum zaman (?) rengini dile versin.

Yavaşlamak, günümüzün ivedi ve doğru (?) siyasetlerinden diye düşünüyorum. Çünkü yavaşlamak durup bakmak ve anlamak demek… Burada işte senin bana öğreteceğin ikinci şey çıkıyor ortaya. Bakma üzerine okumalarım oldu elbette ama uygulamam için aynı şeyi söyleyebilir miyim bilmiyorum.Kaotikbenlik bloğun bakış üzerine özgün bir düşünce girişimi. Hemen her gün girip yokladığım (ama bu nedenle fazladan bir görev duygusu edinmemelisin, doğal akışını yitirmemelisin, özellikle rica ediyorum) sayfandan etkileniyor, hatta zaman zaman ürperiyorum. Orada yakalanmış, geçmek üzereyken dokunulabilmiş, daha dışavurulurken kendini silmeye yeltenmiş, aralıkların ruhu var (Rilke). Hopper'i bilirdim ama Hammershoi’yi bilmezdim ve sayfandaki daha neleri. Oradaki şeyler (tanıma gelmezler) Mishima’nın anahtar ya da duvardaki delikten (mahreme) bakışıyla da ilgili. Venedik’teki o bakışla da. Ama ben şimdi uzatmayacağım.

Kendine, yaşamına bir kaynak yaratmış olmanla yetinmemen, bunu bir anlatıma (ifadeye) yükseltebilmiş olman seni gözümde gerçekten bir sanatçıya dönüştürüyor. Yürekten kutluyor, daha ötesine dikiyorum gözümü.

Enis Batur’a çok az insana duyduğum saygıyı giderek daha çok duydum. Onu 70’li yıllardan beri bilirim. Şiirlerini okudum, kitap olarak da en son A Capella’yı. 2015 Okumalarım’da birkaç tümceyle kısa bir değerlendirmemi aşağıya alıyorum:


63 yaşında (1952) Enis Batur şiiri çok uzun zamandır okumamıştım. Onda insana (okura) iyi gelen şey, şiir donundaki yazının sağaltıcı etkisi… Yazı yarayı arıtıp melhemliyor, sarıp sarmalıyor. Batur’un militan savı birebir, yerden, aşağıdan savsızlık… Alçakgönüllülüğün felsefesi onunkisi (Stoa, Seneca?) A Cappella (P’nin birinden kuşkuluyum.) çalgısız, insan sesli müzik diyeceğim ama anlamı zaman içinde değişmiş olmalı. Sonuçta Batur’un başlığı şiiri açısından yerindedir. Çalgısız, kendini yaşayan insanın mırıldanması, yaşamını alçak tınılarda şarkılaması gibi bir şiir. Öyküleme algısı yaratıyor ilk bakışta (anlatımcı) ama ortaya çıkan, orada olan ve olurken yazılaşan şey. Batur’un şiiri başından beri bir karşı sav niteliğinde. Büyük harflerle yazılan, fırtınalı, erk odaklı basamaklı (hiyerarşik) yapılara, değişmecelere hemen hiç yer vermeyen, düzdeğişmece konusunda bile sakınımlı, eylem kipli, yani eyleyen, bağırmayan ama susmama konusunda da direngen, eşsesler arasından bir ses olup yine de kendi olmayı becerip üstlenebilen bilgelik şiiri. Dile açılım sağlayan ve Türkçemizde özgün bir şiirden söz ediyoruz. Gerçekten engin bir ekinsel tabanı, birikimli ve oturmuş bir altyapısı var şiir düşüncesinin. Peki, soralım dilimizin şiir bağlamı daha mı genişledi Batur’la? Üzgünüm ama yanıtım birçoğu için yanıtımla çakışacak: Hayır. Sebahattin Kudret Aksal daha iyisini yapmış olabilir mi? 


Sanırım ortasından daldık konuya. Belki suyun getireceklerini beklemeliyiz.

Siten gerçekten senin hakkında epeyce ipucu taşıyor ve görüyorum. Gördüklerim içerisinde ‘okumak’ var. Ancak okuyan biri okumayı (kitabı) tartışabilir. Okumak ve anlamak ne getirirse getirsin (acılar, yalnızlıklar, kaygılar ve ölüm tutkusu) tersinden (karınca olmaktan) iyidir. Baldıranı seçengillerdeni(m/z).

Hemen ilk tümcede canını vermek yerine sakınmalısın. Çünkü ilk tümceyi kuran ikinci tümceyi kuracaktır. Yazmak örmektir, yaşamı dayanılır, hatta ötesi, istenir kılmaktır. İyimserliğim buradandır işte. Ya-pa-bi-li-ri(m/z).

Nietzsche, Rimbaud, vb. uçların, uçurumların insanlarına gelince, yaşamım onların eşlikçiliğiyle donandı, evet. Onlara karakterlerini veren şey tutarsızlıkları, kabul edilemez çelişkileridir. Ama yargılarının, aforizmalarının hemen her zaman doğru ve tutarlı olduklarını düşünmekten vazgeçtim ve çıtlatmaya da çalıştığım gibi parlak dillerden, söylemlerden (retorik), sahte yalvaçlıklardan, kutsal kitap metaforlarından, kısaca aforizmatik seslenişlerden uzak durdum, tıpkı içinde Amerika olan şeylerden olabildiğince uzak durmaya çalıştığım gibi. Ama sözünü ettiğin filmi izlemek isterim, araştıracağım. İnternetten film nasıl izlenir bilmiyorum. DVD olarak baskısı varsa bakacağım. Böyle önerilerine açığım. Sinemada aşırı seçiciyim ama sinema sayfana bakılırsa sinemanın (aynı zamanda fotoğrafın, vb.) gerçek duygularını taşıma konusunda eline su dökemeyeceğim açık. 60 sonları, 70 başlarında Türk Sinematek’i üyeliğim oldu (Üniversite yıllarım). Sinema tutkusu neredeyse çocukluğuma kökenlenir. Ama dediğim gibi aşırı seçiciyim artık. Katlanabildiğim çok az film var.

Önceki mektubumu yazmamın nedeni buydu. Miti (putu) kırmamız gerekir ve ondan sonra şiir (Nietzshe, Rimbaud, Eliott, Rilke, Nazım, vb.) olanaklı olur. Bunu Pessoa için de kendimce yapmaya çalıştım, çok da ileri gitmeden. (Sitendeki Pessoa şiiri gerçekten olağanüstü.) Başkalarından değil, kendi kazılarımızdan yeniden bulmak, ortaya çıkarmaktan söz ediyorum kuşkusuz mitin künhüne varmışlar olarak…

Senin yazın, düşüncelerini dışavurma gücün, kendinden yaptığın, ortaya çıkardığın şey gerçekten sarsıcı. Seni yazışmamızın tam burasında, daha gecikmeden kutlamak isterim yine.

Elbette birbirimizi hemen yanıtlama zorunluluğumuz olmamalı. Bana bakma. Çünkü başka, kendimizce önemli sayılabilecek işlerimiz de var.

Yine çok uzattığım için bağışla. Belki sen biraz yavaşlatabilirsin. İki dolu insan karmaşası, kakışması, kaosu bu. Doğal. Zaman yatıştıracaktır.


10 Mayıs 2016


Bu seslenişin iyiydi.
Çok yakın bir iki dostum da böyle sesleniyorlar. Fatma ve Çiğdem. Tatvan ve Adana'da tekerlekli sandalyeye tutsak iki güzel insan. (Kas hastası ikisi de.) Onların dostuyum.
In the Bedroom'u araştıracağım. Türkiye'de dvd baskısı tükenmiş sahiden. Verdiğin bağlantıları karıştıracağım biraz.


Amerika beni de tersinden büyüleyen bir ülke aynı zamanda. (Gençliğimin, 60'lı yıllarımın Kafka'sından okuduğum bir Amerika'da oldu. Sonra sayısız Amerika'lar...) Faulkner Amerikalı. Melville. Brautigan. Ötekiler. Gizli ordum.

Yoğunluğunun farkındayım, belli bu. 

Sevgiyle kucaklıyorum ve sana bırakıyorum. 

Görüşmek üzere.


İZDÜŞÜMLER

16 Mayıs 2016

NOT: Aşağıda elimi serbest bıraktım saçmalama konusunda. Kusuruma bakma.

‘Hayatının mükemmel izdüşümü’nü benimle paylaştığın için sevindim diyeceğim ama bu başka biri. Kuşkusuz içinde kim bilir daha kaç kişiyi bilincinde ayırdın ve taşıyorsun (Pessoa: heteronimi).

Genç dostum, Yaşamöyküne ilişkin yazdıklarını ne hafife alabilirim, ne hak etmedikleri kadar ciddiye. Hakikatten yoksun oldukları için değil, tersine, fazla hakikat, fazla Demirkubuz olduğundan... Ama yine de Demirkubuz değil miydi o yere (?) en çok yaklaşanı.

Sonuçta sen bana bir başka açı, profil sundun. Tüm bu kişilerini (Senleri) üst üste koyduğumuzda tümünü taşıyan bir çekirdeği, içi doldurulacak o büyük yokluğu (yani imkânı) önemli buluyorum.

Kuşkusuz sunumlarını karşılayacak yeterlikte olmayı dilerdim. Bir çokluk olarak, dolu dolu bir dizi imge olarak oradasın. Bu çoklu sunuluşlarının seni az çok korumaya aldığını da düşünebilirdim. (Savunma.) Ama ben bir süre kendi yarattığım, yaratmayı sürdürdüğüm imgenle ilgili kalacağım.

Şu patoloji meselesi (uyumsuzluk, ruhsal sapma) genelde tartışmalı bulduğum bir konu. Beni düşündüren şey, kişinin psikiyatrik aranışı. Aramaktan da öte, bundan umulan şey, beklenti. Ölçülerine uygun giysiyi (ruhu) alır, bu benim, dersin. Böyle düşünmenin hiçbir sakıncası yok. Hatta iyi. Neden biliyor musun? Yalnızca diyalogdan, konuşmaktan ötürü.

Aslında bir de ben kafa karışıklığı yaratmak istemiyorum. Yatıştırıcılara gereksinim duyduğunu, onlarsız sinirli olduğunu mu düşünüyorsun? Elbette dışarıdan gazel okuyamam. Buralara gelen bir öykün (elbette geçerli) var. Ama başka bir okuma da; ikincisi, üçüncüsü… olanaksız gelmedi bana.

Belki bu senin istediğin bir şey... İstemediklerin gerçekten istemediklerin olabilir ya da neyi istediğini denemediğin için belki de bilemiyorsun. Gündelik, alçakgönüllü küçük kimi sınamalarda kendine mucize gibi görünebilirsin de. (Bu fırsatı kendine tanımalısın.)

Büyük bir birikimin olduğu açık. Sorun da tam burada. Bu büyük birikimin yaşamdan talebi de haliyle doruklarda geziniyor (Benim kızlarımda olduğu gibi.) Daha aşağıya seni çeken bir dünya var dışarıda ve biz hepimiz aynı zamanda o dışarının da parçalarıyız. Bu çelişkiden eşsiz, ölümcül bir drama da çıkabilir ama açık konuşacağım, parlak olduğunca değerli olmayabilir bu dram. Delilik, yalnızlık vb. retorikten kopmadıkça bir ifade olarak anlamlı, sanatsal dışavurumlara dönüşür. Seni de kendini ifadenin içerisinde biri (arayan biri) olarak görüyorum. Geleceğin zamanı sana dünyalık yaşamla bir dizi arakesit sunacak, hatta sunuyor bile. Yükseklerde uçup altında dünyanın yitip gittiğini düşünmekte büyüleyici (hatta yıkıcı) bir şey var. Ölümün, dehşetin dayanılmaz güzellikte bir an’ı olduğuna, o an için ölünebileceğine inanabilir türümüz. (Western, Peckinpah, vb.) Neden bu an’ın, yanılsamanın peşindeyiz?

Hekimin önüne bir hasta gibi gitmesen daha iyi olmaz mıydı? Hasta (uyumsuz, sorunlu) olduğuna inanıyor, çözüm umuyorsun. Bana kalırsa hasta olmadığın için (!) bir hekimin senin için yapabileceği şey olsa olsa yatıştırıcı reçete yazmak. Ülkemizde hekimler hastalarına yüzde yüz inanmak zorundalar.

Dostum, eğer dosyaların en iyiyi ve en kötüyü rastgele buluştursaydı, o zaman senin kendi hakkında görüşüne katılabilir, yargını benimserdim. Oysa o dosyaların arkasında belki de benim bile kaldıramayacağım yönlendirici bir zekâ hissediyorum. Sıkı dokulu, amacı besleyen, neredeyse kusursuz sunumlar… Dolayısıyla evet tehlikeli. Kimin için peki?

Herkesin öyküsü var ama her öykünün bir anlaşılabilirliği ve aynı zamanda ne yapılsa anlaşılamaz kalacak bir yanı var. Bunu ailen, ağabeyin vb . için söylüyorum. Bunları kabul et. Ama ondan önce kendi varlığını ve değerini gör. Başkalarının görmesini bekleme. Bunun için tüm o sersemleri çarpacak dehşet imgesine bel bağlama. Genç coşkunu (romantizmini) medite etmeni (Nasıl bilmiyorum?) öneririm, ne kadar önemliysek bir o kadar önemsiz olduğumuzu düşünmeye çalışmalısın. Kimsenin umurunda değilsek, tersinden herkesin umurunda olmaya ki(lit)tlenemeyiz.

Ne diyorum biliyor musun, entelektüel düzeyine uyumlu olmasa da, basit ve gerekirse geçici (örneğin sezonluk) bir iş denesene, öğrenimini sekteye uğratmayacak. Büyük kızım bunun üstesinden gelebileceğini gördü. Daha fazlasını da görebilir bence. Ama bu pratiğin sağlayacağı şey varoluşumuzu doldurabilecek durumların, konumların, nedenlerin orada bir yerde olduğu. En doğru ölçek 1/1’dir. 1 metre 1 metreyi gösterir. O, yani 1’i 1 gösterecek ayna nerede diyorsan bunu da bilemiyorum.

Olağandışı bir şey yok. İyi olmamız gerekmiyor ama kötü (!) olmamız da.

Ayakkabıları çıkarsak şöyle. Çorapları da. Çıplak toprağa, suya, havaya, ateşe basa basa yürüsek. Ayaklarımızla dünyaya bassak, yok canım desek, o kadar da kötü değilmiş... (Yesenin’e değil ondan geriye kalana, şiire baktım ben.) ‘Ölmek yeni bir şey değil.’ Doğru ve çok önemli. ‘Ama yaşamak da daha yeni değil.’ Bu bizimle ilgili… (Hem doğru hem yanlış bu nedenle.) Yaşamı yeni, yaşanabilir kılmak için yaşamayı seçerek ve bir daha seçerek başlayabiliriz. Yesenin haksızdı, Mayakovski haksızdı, Plath haksızdı, Marmara haksızdı, haksızdılar bu güzelim insanlar.

Bunları yazmak benim için kolay değil kabul edersin. Birçok yerde, noktada yanıldığımı, konu dışına düştüğümü sanıyorum. Olsun, yanlışlardan yürünüyor düzlüğe çıkabilmek için ve düzlük daha yürümeye başladığımız ilk yer.

İnsanlar birbirlerine değil, birbirleri üzerinden kendilerine çözüm üretirler, yeni bir sorunla baş edebilmek için elbette. Kimse kimsenin ilacı olamaz, yalnızca insanlar birbirlerini dinler, konuşurlar. Twain’de vardı sanırım, Batıda petrolü şişeleyip her derde deva ilaç diye satan üçkağıtçılar…

Bu arada In the Bedroom’u internetten seyrettim ve şunu anlamak istedim. Eli yüzü düzgün, iyi oynanmış (Sissy Spacek) bu filimde seni etkileyen şey neydi?

Çok uzun oldu sahiden.



DAHA AZ PATIRTILI LÜTFEN

17 Mayıs 2016


Benden elbette kaçabilirsin sevgili dostum, ama şunu diyemezsin (ayrıca birkaç şeyi daha): ‘Yazılarınız bana intiharı dayatıyor.’ İntiharın düşüncesine bile katlanamadığımı, bunu çok sıradan, anlamsız, içeriksiz bulduğumu sana yazdığımı sanıyorum. İntihar eden ne yaptığını asla bilemez, eğer sonucu görebilseydi, bu mümkün olabilseydi, böylesi bir eyleme az da olsa bir anlam verebilirdim belki.

Rimbaud benim için yalnızca yazdığı şey. Bunu da söylemeye çalıştım. Bedeni, yaşamı ve ölümü zerre keder beni ilgilendirmedi, ilgilendirseydi şiire, sanata haksızlık etmiş olurdum. Şiir Rimbaud’dan önemli. (Benim için.)

Teşekkür etmeye geldi sıra. Kışkırtıcı dilin ve yazın için. Sanırım bir ada, bir kimliğe sığamıyorsun. Bunu iyi ve katlanılır buluyorum yanlış anlama, tersi duruma göre.

Ve benimle ilgili imgene geliyorum. Sanırım böyle bir imgeye (puta, Nietzscheen bir ortalamaya) gereksinmen var, alacakaranlık putlarını devirmek için. Bir put değilim (sözün en geniş anlamında).

Seni mitler konusunda da uyarmaya çalıştım. (Kurosawa: Yedi Samuray.) Nietzsche’den m(b)iti ayıklayabilir misin? Nietzsche’nin hangi yaşamöyküsünü okuyorsun, Nietzsche’nin gözyaşı senin gördüğün mü ya da sana gösterilen? Ben bunu bilmiyorum (ayrıca bilmek de istemiyorum), gerçek olması önemli değil, büyük olasılıkla da gerçektir. Dostoyevski’de de var bu sahne. Ama dünyanın önüme yığdığı bu mitselleştirilmiş imgeyi eleştirisiz, olduğu gibi benimseyip oradan bir Nietzsche hakikati çıkaramam. Kendime saygı duyamam o zaman. Sıçmışım özsaygına, der gibisin. Kulaklarım iyi işitir.

Herkes kendine bir gerekçe yaratmakta özgür…Üstelik biri ötekinden daha az değerli olmaz. Ama yazın ve düşünce araştırmalarım kanonun mitler üzerinden piyasalaştığını, metalaştığını yeterince gösterdi bana.

Ben kim miyim? Örneğin küçük İskender okuruyum. Sevdiğim, yaşayan birkaç Türkçe şairinden biri. Ama şiirinden başka şey göstermeye (teşhir) kalktığında buna ayıracak zamanım gerçekten yoktur.

Ben takım elbise giymem. Unvan, statü zart zurt önerilerini reddettim. Bana Rimbaud’yu, sevmediğim o sahte Pessoa’yı okumak için zaman gerekti ve yapıtlarını iki kez okuduğum Franz Kafka’yı bir kez daha okumaktan başka bir şey istemedim. Bok yemeye gelince isteklisi, heveslisi hiç olmadım (sanırım senin gibi) ama her gün, her saat gece gündüz bok yedirilenlerden biriyim. Bunun için aramızdaki yaş farkı ne olursa olsun kardeşiz. Boku Yiyenler Kardeşliği…

Kardeşiz. Ben Marksistim. Ya da Marksist olmaktan başka bir şey istemeyen biri. Başka hiçbir şey... Anarşist asla değil, marjinal hiç, underground, uydumcu (konformist) senin kadar benim de midemi bulandırır, baba (!) değilim, koca (!), aile fotoğrafında bir yerim yok, ama birilerinin arkadaşı olarak (örneğin kızlarımın) kendimi her gün yeniden öneren biriyim. Bunu yanlış anlamışsın, kızlarım dedikçe. Sana olumlu (!) bir örnek vermek hakkını kendimde nasıl görebilirim. En az senin kadar kendimden kuşkuluyken… Çalışma önerim beden pratiği içindi, bedenini kullanman içindi parayla ilgisi yoktu. Ama dönüp paradan söz ediyor, kendini olumsuz bir dizi sıfatla niteleme konusunda bilmiyorum kiminle yarışıyorsun. Başkasına haksızlık etme dediklerime hemen arkasından eklerim: ama önce kendine…

Öfkeyi sağlıklı, doğru tek duygu olarak (örneğin, Wright, Baldwin, Bernhard…) olarak gören ve bunu yüreğinde hissetmiş olan ben eğreti, yapay öfkelerden, gösteriye dönüşmüş patlamalardan hiç hazzetmem. Şiir duygularla yazılmaz, imza kanla atılmaz. Bunlar (aptal) retoriklerdir. Bize gereken şey Akdeniz’de insanların neden boğulduğunu anlamaktır genç dostum. (Seni sinir edecek bir söz ettiğimin farkındayım.)

Sana ve yaptığına gerçekten saygı duyuyorum öte yandan, kuşkun olmasın. Alay, dokundurma, kinaye, vb. uzak olsun ve dursun benden. Kimseye çözüm olamayacağımı söyledim çünkü ortada bir sorun olduğunu görmem gerek önce. Paylaşımların, bu sonuncusu da içinde olmak üzere, benim için değerlidir, diyaloğumuz sürsün ya da sürmesin. Doğrusunu istersen bunları yazmak güç ve kaynak gerektiriyor ve ben en çok istediğim şeyden, yazmaktan uzak kalıyorum bir süredir.

Demirkubuz hakkında uzun bir yazıda onun yöntemini, anlama biçimini eleştirmiş biri olarak yaptığı şeyi değerli buluyorum senin tersine. Gözünden kaçmış olmalı, ‘en çok yaklaşan’ deyişim. Bir yere yakınlaşmıştı o.

Yaşamından söz etmeni kötü bulmadım, dürüstçe ve doğruydu. Sözlerimden yanlış bir izlenim edinmiş olabilirsin ya da buna neden olduğumu kabul edebilirim.

Tabii bu ve diğer konularda anlatmaya çalıştığım şeyle seni incitmek, üzmek ya da kızdırmak gibi bir niyetim olmadı demeyeceğim, çünkü olamazdı. Ama amacımı aşmış olabilirim sahiden. O zaman bana özür dilemek düşer.

Senin yaşamın senindir hiç kuşkusuz… Araya giren birkaç sözcük hem önemli, hem önemsiz. Seninle tartışmak gibi bir derdim ise asla yok. Polemik sevmem. Bunlara zamanımız yok ki. Okunacak binlerce kitap, yazılacak onca şey sırada. Birbirimize fırsat tanımak en iyisi olabilir. Bunu hemen ve uzunca yanıtlama gereği duydum ama bu ikimize de haksızlık.

Ben Kafka’nın Şato’su değilim, sen de Şato’ya girmek isteyen kadastro memuru.

Ben görmek istediğin gibi aklı temsil etmeyi kabul etmem. Aklı iktidarla özdeşleştiren o sözde büyük geleneği de aşağılık bulurum. Benim elimdeki ‘küçük araç’ (Brecht) eleştiridir. Ama seni eleştirmedim. Eleştirmek için önce ‘efekt’leri ayıklamak, görmek gerek. Ve birisi olmadığı gibi görünmek (Pessoa) istiyorsa buna saygı duymaktan çoğu gelmez elimden. Ama bu demek değil ki, ben okuduğunu anlayan biriyim. Kuşkuluyum bundan.

Dün akşam Boccherini’nin Quintettino’sunu (op.30, no.6) dinledim Jordi Saval’dan(dı yanılmıyorsam), Fandango’sunu ilk kez, Jacqueline du Pre’den Cello Konçerto’sunu… Hoşuma gitti.

İyi dileklerim, saygı ve sevgim seninledir. İlle yazacaksan biraz daha yavaş, daha az gürültülü…lütfen.


 23 Ocak 2017


Yapabileceğin en iyi şeyi yapıyorsun zaten, şiirle bir biçimde ilgilisin. Şiir yazmasan bile seni bir şair olarak görmekten vazgeçeceğimi sanmam.

Merhaba (can! derdi yıllar yıllar önce MTA'da yaşlı bir ağabeyimiz insanlara seslenirken, bana can bağışladığını, hatta cinlediğini düşünürdüm. İnsanın cinlenmesi, cinleri olması iyidir.)

Şairliği sana yakıştırmam iyiden bilenmiş duyarlığınla, özenin ve emek harcama biçiminle ilgili olmalı. Geriye kalan aldatıcı görüntüler...

Beni sevindiren 'en derinindeki sularında boğduğun' insanlarla bir arada, bir tasarıya (geçici olsa bile) bağlanman. Tek başına olağanüstü şeyler yapılamaz değil ama yetmez bu. İkinci gerekir, ötekinde aynalanmak, ötekine dayatmak ve ötekine bir o kadar direnmek. Ötekiyle ve ötekisiz olunamıyor (Ben çatılamıyor). Demek kişi öyküsünü ayrıt, sapak (fark) üzerinden kurgular. Demokrasiyi (eşitlik) bir de böyle anlayalım.

Yakın. İzmir. Kitap. Film. Herakleitos... 

Sirenlerin dayanılmaz çağrısı gibi.

Hiç anımsanmayacak olanın 'Ad(ı), Dilimin Ucunda'. (Quignard)


Bizi öldüren şeyler uzar gider. Ya diri, canlı, ilgili, anlamlı tutacak şeyler? Kafka, Pessoa yine de niye yazdılar? 

Alessandro Baricco'nun Mr. Gwin adlı romanının kahramanı ünlü yazar, yazmamak için 52 tane nedeni alt alta sıralar ve son yazısını yazar. Artık yazmayacağım. Roman yazmazsa ne yapacağının anlatısı.

Öfkene sana yakışan bir çıkış diliyorum ve çıkışa yakınsın. Ama ancak başka bir köprüye, tünele dek... Yapılacak çok şey var, yaşamaktan da çok...

En iyi dileklerim seninledir.


 YALNIZLIK

 24 Temmuz 2017


Yalnızlığımı doldurmaya çabalıyorum, dünya ve onun şeyleri yetmiyor, biliyorsun.

Senin gibi, sen ne yapıyorsan onu, yalnızlığı yalnızlıkla de(ğ/r)iştiriyor, okuyor, yazıyorum.

Söyle, var mı başka bir yol, seçenek. Sana, bana hiçbir şey yetmez, yetmeyecek ve aslında kimsenin bilmediği şey şu ya da bilmek istemediği ya da istemeyeceği: Her şeyi ister görünen biz bir şey istemiyoruz. Çünkü biliyoruz, hiçbir şey yetmeyecek.

Uyuyan Adam'ı (Perec) gündemime, elime alma konusunda daha fazla gecikmemem gerektiğini, kendi sayfana verdiğin bağlantının da izini sürerek iyiden anlamış oldum. Yoksa Perec okumuşluğum var, neydi, hani şu büyük romanı: Şeyleri Kullanma Kılavuzu (?)

Bu oyunbaz, hatta düzenbaz şeytan ikizinin şeytanlaşmayı böylesi yürekten benimsemesinin bir nedeni olmalı. Ama metin dört dörtlük, fotoğraflar(ın)la yarattığın kurgu anlamlı. Oysa şimdi tam anımsamıyorum, Perec bana kaygılı gibi gelmemiş, görünmemişti. Sanırım Perec'i ıskalamışım. Çünkü metin damardan giriyor.

Yalnızlık bilinci ne getirir kestiremiyorum ama (ön)koşul olması, her ne olacaksa, her ne umuyorsak bunun için zorunlu. Yalnızlığı bilmeden, yaşamadan hiçbir şeyi bilemeyecek, ne yaşadığımızı anlamayacağız. Bilsek, anlasak ne olacak iyi bir sorudur kuşkusuz. Ama bilmemek, anlamamaktan kötü değil (bana göre). Bilmişim bir kere, yerimden oynamışım.

Sormuşsun ya, ne yapacağım diye, dışarıdan bir yanıt alabileceğini umarak sorduğunu düşünmüyorum. Sana hiçbir yanıtın yetmeyeceği de açık ve iyi. Bir şey yapmayı usumdan geçirdiğimde bugüne dek kendimden ne yaptığım ve nasıl yanıldığımdan başka bir şey çıkmıyor ortaya. Ama bildiğim bir şey var, senin kadar dürüst olama(z)dım. Bir araya gelemeyecek, gelmemesi gereken şeyleri ne aşkına bilmem bir araya getirebildim yine de. Övünülecek bir şey değil, ama 'yapmamayı yeğlemek'ten iyi olmalı. Bu kaçıncı İyi? Nereden biliyorum?

Yine de sanıyorum, babanı ya da ötekileri yanılttığın düşüncesinde de bir saflık var. Ne kadar yanılttığını bilemezsin çünkü? Çoğu kez yanıltılmayı seçeriz. Bile bile inanmak isteriz, belki seçeneksizlikten...

Ama bütün bunlar ikincil. Çevremdekilere de, kendinize kötü davranmayın, derken kastettiğim şey yazgıya boyun eğelim değildi. Acıyla tanık olduğum; bu insanın, bu ülkenin değil yalnız, dünyanın da tıkandığı ve böyle giderse tez zamanda patlayana dek şişeceği. Dünya tıkalı. Önce İyi şeyler söylemekten vazgeçerek başlayabiliriz belki. Tamam da, nasıl tutunacağız? Geçimimizi nasıl sağlayacağız? Nasıl geçerli olacağız? Artık daha zor olduğunu bir süredir kabul ediyorum. 

Öte yandan daha önce de söylediğim gibi senin donanımın beni şaşırtıyor. Yaratıcı yeteneğin yaşamın kıyılarında yaratılmış, ayakta durmaya çalışan seçeneklerle buluşabilir. Hiçbir dizge saltık, yenilmez ve kapalı değil. Dün küçük bir sinema çevresi olur, bugün başka bir şey. Küçük ama şimdi, burada güzel olan... 

Evet, bence düşlerini ve okumayı terk etmeden yine yola çıkabilir, yeni dili öğrenebilir, bir an (için de) kendini olman gereken yerde bulabilirsin. Denemen gerekiyor ve başka seçenek de yok. Sisyphos umutsuz değildi, sonsuzluk kavramını yaklaştırmadı aklına. Yaşamakla okumayı bağdaşmaz çelişki gibi yorumladığını sanmam. Bizim gibiler her ne kadar okumayı yaşama (karşı) sürseler de... Karşıtlık biraz yapay geliyor bana. 

Herkes ne kadar yazarak haklıysa, olabiliyorsa sen de o kadar haklısın, olabilirsin. Burayı geçmelisin.

Ama eninde sonunda bir yapı, duvar çıkıyor karşımıza. Kapıyı çalmak, olmadı nöbetçiyi atlatmak, şatoya girmek gerekiyor, acı çekmek, yalanla kıyasıya yüzleşmek için bile olsa. Rimbaud yazdı, Kafka yazdı. Tersini düşünmediler.

Yazdığın, yaptığın şeylerden etkileniyorum. Anlamlı, doğru, yerinde buluyorum (hiç değilse ben, çok şey ifade etmesem de.)

Saçmalıklarını postalamayı sürdür. 

Sevgi ve dostlukla.


II

1 Ağustos 2017


…dolduracak girişimin adıdır donkişotluk ya da siyaset.

Kuşatma altında olduğumuz, bizleri de sürükleyen büyük çürümenin (bozunum, entropi) organik parçası olduğumuz açık. Çürümeden de siyaset (duruş, tavır) çıkaranlar az değil. Ama şu varlıksız, yoksun insanın soyluluk düşünde yüce ve bir o kadar da kederli bir şey var. Nietzsche, Dostoyevski hep kederlendirmiştir beni. Balzac da. Onlar büyük yanılanlardı. Stendhal’la, Flaubert’le özellikle duruldu sular. Kaşe basıldı, tescil tamam: Evrensel salaklık.

Hollywood klişeleriyle ilgili bir kitap oldukça ilgimi çekmiştı ve çocukluktan beri yetiştirip devşirdiğim kendi salaklığımı gördüm bir an, gülemedim bile. Ama şimdi senin gibi kitabın yaraşmadığı, eğreti, yamuk durduğu elleri görüyor, galiba diyorum, salaklığımız türümüzün dna’larında işlevsiz bir düzenek olarak kodlu. Ama yine yanıldım. İşlevsiz olur mu hiç? Tersine, türümüzün en güçlü savunma güdüsü olarak işlevsel. Baskın özelliğimiz. Türümüz anlamak yerine inanmaktan hoşnut, hatta hoşnutluktan öte, gözlerini kan bürümüş, cinayete en başından, kalübeladan hazır ve de nazır. Üç kez tiksinti sözcüğü yetti mi sana? Yetebilir mi?

Sürdüreceğim.


31 Temmuz 2017

Arthur Rimbaud'nun gitmekle iyi ettiğini belki bir Rene Char söyleyebilirdi. Başkaları, bizler böyle bir şeyi söylemeye cesaret edemezdik, çünkü bilemezdik dostum, Rimbaud'nun 20 yaşlarında çekip gitmekle iyi edip etmediğini... Daha ilk yazışmalarımızdan anlamışsındır, etkili, çarpıcı sözler konusunda sakınımlı olduğumu, hatta ürkek, denebilir. 

Mektubunun yoğunluğu beni darmaduman ettiği için aklın çizgileri içerisinde bir yanıt verebilmeyi artık umut bile edemem. Ki seninle böyle bir çabadan daha ilk yazışmamızla birlikte vazgeçmiştim, akıl diyebileceğim o şey üzerimde çok eğreti, gülünç görünmüştü bana.

Aslında mektubunu tümlük kaygısından boşalttığın için zaten bilinçli bir kavrayışla, sistemleştirme girişimiyle işin olmadığı açık. Öte yandan kendi sınırlarından sana dönen şeyde, belki senin göremediğin ama öteki gözün bakmasını bilirse görebileceği bir yerine oturmuşluk, tam yerindelik, dilden doğma zehirli bir doğruluk var. Ama bunun ne işe yarayacağını bana sorma, ayrıca sana bir yarar (şimdi burada) sağlamadığı da açık.

Dağınık zihnimin önünde sana ne yazabileceğimle ilgili birkaç seçenek beliriyor. Mektubundan bağımsız yazmak (ki oldukça çekici ve kolay görünüyor), yazını adım adım izleyip karşılamak (Yanıtlamak demiyor, diyemiyorum, çünkü elimi attığımda elim boşluğu yokluyor yanıt çekmecelerimin olması gereken yerde, kimseye ve hiç kimsenin sorusuna doyurucu bir yanıtım yok yazık ki, isterdim olmasını ama öğrenme açlığım bu beklentimi tümüyle boşa çıkardı.) ve karma bir çözüm: Yazınla gevşek bir ilişki kurup işime geldiği gibi davranmak. Sanırım üçünün de üstesinden gelemeyeceğim.

Nelere değinmemiş, dokunmamışsın ki. Bileşimine giren ne kadar saf element varsa yazında gizli açık yankılanıyor. Öfkenin ne olduğunu yeniden kavrıyorum böylelikle. Öfke, gün ışığına çıkamamaya, gömülü kalmayadır sanki. Ama kime hayıflanabiliriz? Öfkenin öznesi kim? Ya nesnesi? Yoksa öfke elden ele aktarılan, aktarıldıkça öfkeden başka bir şey olamayan şey mi?

Eğer işimiz dediğin gibi Nietzsche'den, Rimbaud'dan söz edenlere kalmışsa buna hayıflanalım. Ama ya kazıbilimciler? Bu iki çalgıdan kulağımızın duymak isteyebileceği  sesleri çıkaran (kulak öğretmenlerimiz olan) aracılar, yorumcular, bize benzer ses avcıları, defineciler, umutsuz ama aramaktan vazgeçemeyen kaşifler... Rimbaud'yu en azından sezinleyebildiğin yanıyla, ondan, asla vazgeçmeyecek biçimde anladığın şeyi önüne imge olarak düşüren  Edmund White (kitabı ben de almıştım) o sözünü ettiğin özel (usta yorumcu) takımdan olabilir mi? Bize düşen ayıklamak, elimizden geldiğince dünyayı amacımıza bulamak. Amacımız dediğim şey yanıltmasın seni. Rimbaud amacımı çatmada eşlikçimdir, ötekiler gibi ve tabii Tabucchi de. Ve Pessoa ve... Bütün bunlar bana destek oldular, ben onlara uyumsuz, sallapati adımlarla eşlik ettiğimi düşünürken bir bakmışım arkamda, senin de olduğu gibi, büyük, eşsiz bir eşlikçi (Nina Berberova) ordusu.. Kafka tam da bana yazmış, bana amacımı anımsatmış, yaşamımdan bir şey çıkarayım diye yürümüş yanım sıra. Bak sen! Bir dönemin yanılgısı, ben neymişim olabilir. Ne olacak peki? Bir şey olmayacak. Amaç son biçimini asla bulamayacak ve son yerde, son bakışta, o geri dönülemez noktada ve zamanda kavrulacak, kül olacağız. Güneş yalnızca yaşam kaynağı mıdır?

Evet, gürültü çıkarmadan yaşamanın, sessiz yolun, sözsüz konuşmanın, yine de yok olmaya yargılı, öl(dürül)müş onurun, ölmeyi bile ölmekten fazla bilmiş onurun (çünkü ölmek ölmeyi bilemez) peşindeyiz. Ve belki vazgeçmeliyiz dilimize pelesenk, altın kakma kurtuluş anlatılarından. Seninle genelde aynı yerlerde olduğumuzu, buluştuğumuzu düşünüyorum. Yaşamakta ısrar ediyoruz, çünkü son şiiri, kitabı henüz daha elimize almadığımızı, okumadığımızı biliyoruz. O son şiirin vaadinden (!), yolumuzdan (!) bizi kimse çeviremeyecek ve bundan geriye kalansa budalaca bir iman meselesi olacak. Demek ki aslında derdimiz büyük harfle Kurtulmak değil. Çünkü -den, -ile, -e belirteçleriyle tanımlanmamış kurtulma yalanla aynı şey. Sana hak veriyorum. Yanlış eller yanlış yerlerde. Ama bu bir yargı ya da önerme. Anlamı şu. Doğru yerde doğru eller nedeniyle yanlış eller yanlış yerde. Yanlış ellerin yanlış yerlerde olduğunu gören kimdir? Neden ötürü, neyi gördü, gördüğünün karşısına diktiği, savunduğu ne? 

Yani şu şimdilik diyeceğim. Gücümüzün çok üstünde, devasa bir hesaplaşmaya (yeldeğirmenleri) soyunduğumuzu, yenileceğimizi bilerek soyunduğumuzu biliyoruz, yine Mancha'lıya sürüyoruz kartımızı, dünden yenilmişe, hep yenileceğini bildiğimize.

Kendime nedenini soruyorum. Bu da bir tür budalalık olmaz mı? Evet, ama tam böyle bir budalalığı savunmak istiyorum ben. Yararsızı, işlevsizi, geçersizi... Geçici yaşamlarımızın elde biri olsa olsa kendimizden, gereksizliğimizin bilincinden çıkaracağımız, yaşadıklarımızdan öğrenip yazacağımız o son şiirdir. Bizleri yine de yaşama bağlayan şey budur. Bütün şiirleri okumak ve sonra kendimizi, kalan son şiir olarak okumak. Amaç derken kastettiğim bu. Yaşam hırgürüyle oyalayacak elbette bizi. Bedenlerimizi, düşüncelerimizi, arayışlarımızı çekiştirecek, benzetecekti (kendine) bir biçimde. Gürültüsünü tahta kurdu olup bir yerinden oyacak, oraya sessizlik....

Arkasını getiremedim. Sonra.
(Yeter, yetti canıma, diyebilirsin. Sürdürmem.)

Merhaba, bu arada.

    


35.

Bakmayı unuttum, sonra anımsadım, bakınca 35 yaşında gittiğini gördüm Rimbaud'nun..

Bir şey değişmedi. Avuntu yok. Ne erken, ne geç. Öyle. Nasılsa öyle.

Kefeleri denklemeye yetmese de terazinin bu yakasına denge için bir de Wallace Stevens Koyuyorum: Bir Karakuşa Bakmanın On Üç Yolu. (Çev. Gökçenur Ç., Yitik Ülke y., 2017). 


3 Ağustos 2017

26 kafamı karıştırdı. Şiirden kopuşunu mu kastediyorsun, yoksa bilgi karışıklığı mı? Uzun uzadıya araştıramadım. Evde bakarım.

İletini henüz okumadım, düzeltmene takıldım, sıcağı sıcağına yazmak istedim. Ama 26 konusunda senin göndermenin başka bir şeye olduğunu düşünsem iyi olacak. 

Ben de sana yazıyordum (IV). Önce yazdığını okuyup göndermeye sonra karar vereceğim. Sanırım akşam okurum iletini. Şimdi biraz yorgunum nedense. Tahar Ben Jelloun (Ülkemde) önümde hakkında üç beş şey yazmamı bekliyor. Bir göz atayım.


*

Ben birkaç güvenilir kaynağa baktım. Doğum 1854. Ölüm 1891. Ama dersen ki yaşamının şiiri arkada bıraktığı keskin dönemeci 20'li yaşlarıdır, buna yürekten katılıyorum. 

Bugünkü mektubunu okudum. Yazacağını da bekleyeceğim. 

Sonra bir süre de olsa sessizlik iyi gelecektir. Sana teşekkür etmeliyim.

Belki fırsatım olmaz, şimdi söyleyeyim. Rimbaud tabii ki aynı zamanda her şey.

Adını içimizden geçirmiş olduk. İyi oldu.





III

2 Ağustos 2017

II

Şu doğa konusu. Nasıl da yatıştırıcı, avutucu ve dindirici… Anaya sığınmak kavramını (yeterince tiksinti verici, hele gender içinde) hiç değilse doğaya sığınmak diye anlamayı, çarpıtmayı yeğlerim, çünkü ana da, peşi sıra sürüklediği tüm mitolojiyle birlikte bozunumun (çürümenin) girdisi ve çıktısı. Büyük (!) (ve aşağılık) öykümüzde biçimlenen önemli karakterlerden biri (Primadonnadaki tüm tarihsel kurmacaları, yapaylıkları, karadeliği, boşluğu getir gözünün önüne.) Yeterince kirlidir ve arık ya da olabileceği kadar… Ama biri çıksın beni kandırsın, doğanın mitolojimizin sahnelerinden biri olmadığı konusunda. Nasıl ayraç içine alacağız (fenomenoloji) serçeyi? Ona bakan gözümüzü oymadan, kulağımızı yırtmadan, ellerimizi parçalamadan? Bataille’i nasıl anlamamız gerekiyor? Sanırım bu konuda yardımcı olabilirsin. Gerçek aşırı(hiper)gerçekle, yalan aşırı(hiper)yalanla mı örtülüyor yoksa? Eğer doğa iyi, doğru, güzelse en azından tüm bu nitelikleri insan için üstlenmiş, bürünmüş olamaz, insana olamaz, değil mi? Doğanın (oradaki varlık, şey) bir canlı türü olan insan için olma derdi, kaygısı, atağı olabilir mi? İnsandan ötürü ‘iyi, doğru, güzel’ doğa Heidegger’e inat, beni hiç kandıramıyor. Çünkü bilemeyiz değerli yazı arkadaşım, doğanın ‘nasıl’ olduğunu, kendimize ilişkin kendi koşullanmamızdan sıyrılamadığımız sürece. Bu sıyrılmanın ne anlama geldiğini ise herkes bilecektir: ölüm.

Öyleyse sanki yeni bir paradigma kurulmalı, orada iki karşıt önermeden hereketle eklektik, yapay bir çıkarım yerine, aslında başlamamış ve bitmeyecek bir tek varsayılmış önermeden yola düzülmeli. Özgürlükten kurtulma derdimiz, gevezeliğimizi doğaya, yele, ağaca, kediye bulaştırmaktan başka şeyle sonuçlanmaz. Durma konuşur ve konuştururuz dünyayı. Peki, sessizlik, durak, gürültüyü müziğe dönüştürecek es nerede?

Söylemek istediğim olsa olsa şudur: Susmayı istemek, bilmek, öğrenmek gerek. Susmanın siyasetini yapmak gerek. Onu bir karşı tez olarak yükseltmek, savunmak ve yaşantılamak gerek.

Ne olacak?

İnsandan yükselmeyle melekten düşmenin kesiştiği aralıkta (Rilke) dünya ve içerikleri ve yapıları ve uzamları ve anları esneyecek, algının sınırları yeni sınırtaşlarını yoklayacak (Buzzati)…………….


Baktım, yüksekten konuşuyorum yine. Koşuyorum ya nereye?

Yeni yayınlanmış bir kitap ilginç olabilir. Okumadım:

Ara’f’dalık-lar, M. Bilgin Saydam, Bilgi Üniv., 2017.



MELEĞE KATLANAMAMAK

7 Ağustos 2017


Anlaşılan şimdilik noktayı ben koyacağım ama yazışmanın başını sonunu kaçırdım, ne nerden başladığımı anımsıyorum ne beni sürükleyen bir bitiş çizgisi, final var. Havlu atmak köşeye sıkıştığım bu an işime geliyor. Son olarak doğrudan bana büyük bir açık yüreklilikle yönelttiğin birkaç soruyla baş etmeye çalışayım ama ondan önce söylemek istediğim bir iki şey var.

Ek’te bundan 4-5 gün önce yazdığım IV. bölümü üzerinden geçmeden (ama onun üzerinden zamanlar ve yorumlar geçti) yine de yolluyorum.

İkincisi, kendini biçem (üslup) konusunda eksik, yetersiz görmene karşın ben karşımda ciddi bir emek, bilenmiş bir dil bilinci, düşünü ıskalamamış saf, taze bir şiir birikimini hep gördüm, görüyorum. Türkçe yazan büyük bir kitleyi izliyorum. Onlarda senin dil ve yazı duyarlığın olsun isterdim. Yanlış eller yanlış yerlerde deyişi yetmiyor, yanlış insanlar yanlış yerlerde demek doğru olur.

Seni sınır adamı olarak görüyorum, keskin bıçak sırtında gezinen gecikmiş ya da geç kalmış bir gezgin... Bir yanın kimsenin düşlemeye bile cesaret edemediği yaşamları (ülkeleri, anıları, kurguları…) dolduruyor içine, öbür yanın bunun olanaksızlığının ölümcül göçüyle boşaltıyor kendini kendinden.

Ama ben yine saptım ve durmalıyım.



*

Sartre 60’lı yıllarımın yazarı. Bulantı, Sözcükler, Özgürlük Yolu, Baudelaire, Genet, oyunlar… Sonra daha büyük buluşmalarım oldu (Varlık ve Hiçlik, Yöntem Araştırmaları). Serüven (anlatı) varlığa gerekçeydi, bulantıdan (varlıkla karşılaşmaktan) sıyrılmanın yordamı, en kesin, kararlı, güçlü seçimle gelen gerekçesizliğe verilmiş geçerli bir yanıt, onay, haklılık (Şimdi burada olduğum için haklıyım: Bir Şefin Çocukluğu) ve kurtuluş (Belirgin Heidegger etkisi)… Şu plak, tutunmanın kederli ama umarsız girişimi, son atılımdı, sesleniş, çağrı, umutsuz umut. Atılan kanca öyküye, serüvene (burçlara) takılacak mı? Yoksa anılar, öyküler, serüvenler düz duvarda kaymamızı asla önleyemeyecek, o son yüzleşmeyi, nedensizliğimizle son karşılaşmamızı yine de yaşayacak mıyız? Hiçbir nedenimiz yok ve ilk tepkimiz kusmak olacak. Sonrasını Camus’den okuyabiliriz. O senin eşsiz anlatımınla dünyanın sonuna gözünü dikmiş Fatih, Sartre’ın olmayan, asla olmamış ve yine olmayacak nedenini geri getirecek, yoksa da yaratacaktı (sanat).

Doğru, apaçık yanıtlayacağım:

Yaşam deneyimi sözcüklerle sınırlı kalmış birisiyim. Sözcük ne dersen onu eylemekten, bedenden nasıl ayırabileceğim hakkında şudur denebilecek bir fikrim yok.

Tutku? Yaşamım tutkumu öldürerek, bir tür cinayetlerle bugüne geldi. Pişman değilim, tutku kendini haklı çıkaramayan ve asla doyuramayan, belki de çıkarmadıkça, doyuramadıkça tutku kalan şey. Bu farkı (Derrida, Deleuze), dalgayı (Deleuze, Agamben) tek ya da son çıkış noktası yapmamız gerektiği anlamına mı gelir? Sinsi bir tutkusuz tutku ne demek? Tutkunun hangi kaba doldurulduğu mu anlamlı yoksa? Bunları bilmiyorum. Düşünmeliyim (ne çıkacaksa). Söylem (retorik) eninde sonunda ‘parlak bir hiç’tir. Eninde sonunda… Varsa kibrimin son kalesi olmalı ve yeni bir cinayeti planlamam gerektiğini daha net görüyorum.

Yazmak. Yazı her şeye karşın orada duran, imleyen, gönderen, kışkırtan şey. Haklı görülebilecek ve kimseye mal edilemeyecek, birini haklı göstermeyecek ama hepimizi ertesi güne çıkmaya ikna edebilecek tek serüven (başka bir anlamda) okumak ve yazmak olmalı.

Ölümü nasıl karşılamak istediğime gelince, neden önemsemiyorum bunu? Bilincin araya sıkıştığı tüm çözümlerde pozitif ya da negatif bir gösteri söz konusu. Bundan tiksinmemem için bir neden söyle? Öte yandan ne isem onun,  onun bunun ellerine terkinin daha şimdiden omuzlarıma bastıran kederi beni açmaza sürüklüyor. Yaşamak için güçlü nedenlerim var. Örneğin Rimbaud. Ölmek içinse (onun bunun ellerine itilip kakılmayı göze almacasına) çok istesem de hiçbir anlamlı, geçerli nedenim yok.

Woolf’a, Plath’e, Jonker’e ve ötekilere öfkeliyim, bunu kendi meleğime katlanamamak olarak yorumla.

Şimdilik hoşça kal.

Ne zaman istersen yazarsın ya da yazmazsın.


EK:

2017-08-03

IV

Camus, Habeşistan derken olanaksızı mı, olmayanı mı imledi acaba? Bunu benden iyi biliyor olman gerek. Camus’ye hiçbir varlık, nesne yetmezdi, bu nedenle zaman içinde kendini ölüme değil (Yabancı, 1942), yeniden dirime (Sisyphos Söyleni, 1942) aslında dirime sürdü (Başkaldıran İnsan, 1951), … Ama onun dirim, yaşamak dediği, bildiğimiz, öyle yaşamak değildi. Hiçbir nedenin olmasa da karar vermek ve yapmak, seçmekti. Aktörel (etik) bir önermeydi.

Öte yandan, sana hak veriyorum, dünyanın varlıklarıyla isteyerek ya da istemeyerek yan yana, istiflenmiş, dizilmiş durumdayız. Belki şunu ima ediyoruz: Yabanıl güdü acımasız, arıktır her tür duygudan. Aktöreden çıksa çıksa sürü çıkar. Öyleyse (dünyada) kazanmaya da varım. Rimbaud mitinde içinden çıkamadığım şey. Bir yandan yanlış duymadıysam Komün’e (1871?) yalınayak koşturmuş…

Senin hayalgücü dediğine ben düşgücü diyeceğim, çağrışımı zayıf gibi görünse de. Düşgücünü gerçekliğe bükme elbette bir seçim olurdu, eğer gerçek-lik konusunda hep beraber aynı şeyi düşünebilseydik. Düşgücünün gerçeklikle ilişkilenmesi başlı başına büyük bir konu, belki de içinden çıkılamaz sorun... (Felsefe Tarihi aşağı yukarı bu.) Yerine gerçeği geçirmek, onu gerçeklikle tartmak beni düşündürüyor. Acaba biri öbürünün tetiği, kurbanı ve cellâtı olmasın. Bir yanıtım yok buna. Bu nedenle, ‘dünya ve onun şeyleri bana yeterdi,’ sözünü nereye koyacağımı bilemedim. Duvarı olmayan bir önerme bu ve bu türden tüm önermeler gibi sonuna dek doğru ve yanlış (geldi bana).

Zaten az aşağıda kendi içinde açtığın ve düş kıldığın şeyler hakkında konuşuyorsun ve ben yine dünyaya dönüyorum. Dünya dediğimiz durduğumuz yerden ve yere göre dünya olmalı. Ama sonuç değişmiyor, bu konuda da haklısın. Ne içinde, ne dışındayız, belki ayak uyduramayanlar, uyumsuzlar, hastalar, sapkınlar, delilerin uzamı böyle arada bir yeri tanımlar. Oranın dilinin başka bir dil olduğu söylenebilir ama daha iyi ya da kötü olduğunu söylemek zor. Belki henüz tanımlanmamış (abecesiz, kuralsız, kemiksiz) dilledir derdimiz, şiirle. Şiirin de kemikkıran huysuz, huzursuz, hınzır, hain bir yanı yok mu? Dilimizi şiirliyor olmayalım?

nerede ki tamam pes şimdi aklın sırası saygılı yurttaş olmanın uymanın uygun adım falan dedik haliyle dil dilin elini bıraktı yontuldu dımdızlak büyük harfin kibri dünyanın onunla başlatılması konusunda apaçık ki orada büyük patronluğa yeltenmiş


Demek, içimizde tersakım var. Dediğimiz düşündüğümüzü yanlışlıyor. Öte yandan dikkatli olmalıyız: Düşmanı (yeldeğirmeni) da yaratabiliriz. Genellikle olan (tarih) zaten budur.

Böyle yazmama aldırma, bilen biri kesinlemiyor, bilmeyen biri tutunmaya çalışıyor, başka değil.

Ve ne yaptığımız değil, ne yapıyor olursak olalım, yaptığımızın iktidarla (erk) ilişkilenme biçimi beni asıl rahatsız eden... Aşk, savaş, aile, iş, selamlaşmalarımız, tümü egemenlik, iktidar kurma girişim ve biçimleri. Elememiz gereken işte bu kazıma ya da kazınma dürtümüz. Yok etmeden olamamayı kim öğretmiş olabilir bize? Madem ki öyle oldu bir kez, biz de yok edelim bari demeli miyiz? Sevdiğimizi sandığımız varlığın ölümünden beslenip yükseltilen yaşamlarımıza gerçekten yaşamak diyebilir miyiz?

Önce ötekine rağmen değil ötekiyle olmayı öğrenmek, tiksinti tiksinti tiksintimizi yine de altetmek zorundayız. (Pek Nietzsche’vari oldu.) Çünkü beylik deyimle başka dünya yok.


Bilmiyorum daha yazar mıyım? İletini tam karşıladığım duygusu içinde değilim. Bakalım. Belki biraz daha.


 30 Ağustos 2017

Uygun bulduğun her şeyi blogunda paylaşabilirsin.

Dün geç saatte gördüm mektubunu. Dikkatli okumak istedim, acele etmiyorum. Yanıtım için iki nedenle birkaç gün bekleteceğim seni. İlk neden, Rilke çalışmamı kitaplaşmaya hazırlıyorum ve şu tatil günleri yorucu çalışma için son fırsatım. İkinci neden klavye. Evde dizüstü Q ve beni zorluyor. Daktilodan beri F'ciyim. İşte bilgisayar klavyem F.

Ama mektubunu (Rilke'ye geçmeden) birazdan okuyacak, sonra yine okuyacak, düşünmeye başlayacağım.

Sevgi ve dostlukla. 



KİTAPLAR


5 Eylül 2017


Rilke kayası altında pestile dönmüş birinden gecikmiş bir merhaba.

Önümde bir F açılımı var. Masa, sandalye uygun… Rilke’yi biraz önce (ama şimdilik) üfürdüm, şavulladım. Bu soluk alıp verme (teneffüs) aralığında seninle konuşmanın tam zamanı.

Tekrar okuduğumda iletinin daha başındaki tümce düşündürttü beni. Dostun bakışı önünde insan çırılçıplak kalmamalı, diyorsun ya önce bir yere oturtamadım, sonra hak verdim. Dostun bakışı tümleyici, kurucudur, belki de giydiren bakıştır, her kezinde yeniden giydirmeyi deneyen... Çünkü karşısındakinin dış yüzeyini, kabuğunu kırmak, Aşil Topuğuna ulaşmak gibi bir derdi yoktur dostun. En zayıf halkayı bulup kopartmak, ölümcül noktayla, yerle oyna(ş)mak... Kimi ise tersinden bakar, tersini dostluk sayar. Çıplak, apaçık, içinin meleği ve şeytanıyla ötekine teslim olmak. Dostun umduğu bana kalsa gizi yırtmak ya da gizle yırtılmak olmaz ama öte yandan mahrem de bakılamaz şey olmaktan, gizli gömü olmaktan çıkabilir dostluklar içinde. Söz sözü çağırır, daha kabukta çözülür tin.

Bu konuda düşünelim, düşünmeli.

Eskiden beni alıkoyan şeylere sinirlenirdim çok. Üzülürdüm senin gibi, öfkelenirdim. Pişmanlıkla kıvranmışımdır, bugün bile. Sonra küçük bir dönüşüm geçirdim diyebilirim. Neredeysem ne isem onunla, kendimle orada olmaya çalıştım ama yine kırıp dökmeden. Bunu çokça yaşıma borçlu olabilirim. Kendisine verilen ödül töreninde ödülü sunan Belediye başkanını sıçıp sıvayıp yerin dibine sokan Thomas Bernhard gibi olmayı çok istesem de olamayacağımı biliyorum ama küçük deneyimimden de vazgeçmiyorum. Bu gelebileceğim iyice bir yer diyorum kendime. Çok iyi olmasa da… Her zaman toplum içinde başarılı değilim, o zaman da susuyorum. Karşına karşısında olmak istemediğin insanlar kadar karşısında olmak istemediğin kitaplar da çıkabiliyor. Değişmiyor bir şey. O zaman ne yapmalı? Mayın tarlasında kaçakçı gibiyiz. Hatta birine bastık, ayağımızı kaldıramıyoruz. (Melville Moby Dick’te balina karnına saklanan Yunus peygamberi anlatır, kaçabileceğini sanan Yunus’un tedirginliğini...)

Bu nedenle sevindim kitaplara, bloğuna dönüşüne. Endişeni paylaşıyorum ne yazık ki. Kim okur ki diyorsun. Gerçekten bizim gibi insanlar (ayarı) kaçık sayılsalar yeri. Ortalamamız için ya dar, ya boluz. Sen olman gereken yerde, zamanda değilsin ve dev, nitelikli emeğin karşılığını bulur mu, nasıl bulur bilemiyorum. Tabii ki böyle insanlar hiç de az değil. Ben çıkış yolunu ısrar (Jack London) ve yemlemek olarak görüyorum. Yemlemek şu. Kabul edilebilir formlarla yaygın anlayışa, yayın evrenine bir ucundan girmek, orada yuvalanmak, güçlenmek, güçlendikçe yapmak istediğini dayatmak. (Biraz sinsi de olsa öykü genellikle böyle yaşanıyor.) Davulun sesi uzaktan hoş geliyor, farkındayım. Bu yol, birçok sorunla boğuşmayı, yüzleşmeleri gerektirir ve kendimize haksızlık yapabilir, dürüst olmadığımızı düşünebiliriz. Ama birçok yazar, şairin hep böyle bir şansı olmuştur. Bir şey beklenmedik bir anda ve yerden şişirmiştir yelkenlerini. Birbirimizi anlıyoruz ama birbirimize yararlı (destek) olacak denli güçlü değiliz. Hepimiz aynı umutsuz durumdayız ama bunu nereye dek dert etmeliyiz? Yazı(n)dan para kazanmayı umacak denli saf değilsek artı buncası keyfimiz olsun, deyip geçiyorum ben.

Paylaşımlarını yine de, bıkmadan sürdürmeni doğru, yerinde bulduğumu belirteyim hemen.


6 Eylül 2017


Dün kalan yerden sürdürmek, olabilirse bugün göndermek istiyorum iletimi. Kim bütünü yakalayabilir, arkadaki düşünceye erişme zahmetine girer, diye soruyorsun ya zaten blog, web site bunun için (insandan insana somut paylaşımlar için) uygun araçlar sayılmazlar. Arkadaki büyük birikime yaslanarak günün yazı sanatları dünyasında geçerli yordamları sınamak doğru olacaktır. Süreli yayınlarla, yayınevleriyle vb. ilişkilenmek, yazı çevrelerine, etkinliklerine katılmak, vb.

Kitaplık konusunu seninle ayrıca yazışmak isterim. Yaşamım boyunca kitap biriktirirken kendimi biriktirdiğimi yeni yeni anlıyorum. Kitaplık benim en dolaysız dışavurumum, beni anlamak isteyenin kitaplığıma bakması yeter. Bir animası, tini olduğunu ayrımsadım. Sana hak verdim, senin durumunda olabilir, ödünç kitaplarla yetinmek zorunda kalabilirdim ve kabullenirdim de durumu. Ama düşüncesi bile şu an neredeyse dehşet duygusu yaşatıyor bana. Konu sahiplik, mülkiyet konformizmi değil. Kitabı mülk edinemez, sahibi olamazsın ama kitaplık kendine açtığın bir uzamdır, açarken kendini biçimlediğin, sınırlarını yokladığın… Bu yüzden sıkıntını çok iyi anladığımı düşünüyorum. Kitaplarımı dağıtımdan (Artı) alıyorum hatırı sayılır bir indirimle. Sana bu konuda küçük çaplı destek olabilirsem bu beni sevindirir.

Öte yandan kitapların bizim gibileri birçok şeyden yoksun kılacağı açık ama bir Faust pazarlığı bu. Sonuçta göze alıyoruz ve yaş farkımız değer/değmez tartışmasını yaratıyor. İkimiz de içten içe iyi biliyoruz ki her koşulda yanlış seçim yapmadık. Yarış atı olarak üzerime oynanan bahislerde düş kırıklıkları yarattığımı biliyorum.

Düş kırıklıklarınızdan ibaretim bayanlar baylar, elimden başkası gelmedi.

Sen Baudelaire deyince, Rimbaud-Verlaine çiftini bıraksam, Baudelaire’i mi topluca değerlendirsem diye ikircimlendim. Rilke’nin arkasında kalan boşluğa büyük, kurucu bir şair aranırken… Ama onunla da randevum var, er ya da geç.

Senin bu şairlerle ilgili okuma deneyimin bana çok yararlı olacak. İş Bankası Rimbaud yaşamöyküsü yayınlamıştı, gördün mutlaka ve büyük olasılıkla okudun. İstersen (okumadıysan ve merak ediyorsen) göndertebilirim sana.

Yazında, sanatta psikanaliz uygulamalarına karşı sakınımlıyım çok. Lise yıllarında (60’lar) varoluşçu psikanalitik çözümlemeler (özellikle Sartre’ın Genet, Baudelaire, Camus üzerine incelemeleri) beni etkilemişti yine de. Levy’nin dediğinden yola çıkarak, yapıtı (roman, şiir, müzik) sessizliğin umutsuz tutkusu olarak tanımlasak yeridir. Sessizliği isteyeceğiz ve asla bulamayacağız, çünkü sessizlik için konuşmak, anlatmak gerekecek. Marias’ın dev romanı bu çelişkiyle ilgiliydi (Yarınki Yüzün).

Para gerek bana dediğin bölümceyi, Rimbaud’ya bağlamakta zorlanmıyorum. Başka türlü düşünmeyi kendim için de uygun bulmam. Seninkisi bir tür isyanla ilgili, hatta yıkımla. Yıkıma katılmak, yıkımın araçlarıyla yıkıma katılmakla ilgili (gibi görünüyor).

Bütün bunlarda kendime en yakın ve kendime en uzak noktalardayım.

Sevgiyle.


8 Eylül 2017


Ekim ayında seslenirsin.

Senin gibi okuyabilmeyi isterdim. İki ya da daha çok okurluk birleşiyor sende. Buradan öyle görüyorum.

Benim yaptığım türden amaçlı okumada bir şey hep eksik kalıyor, kalacak. Belki afyon gibi ağrıyı alıyor bu. Belki acı katlanılır oluyordur. Ağrı, acı ne, yalanlarımızdan biri mi, ayrı.


-Hayır, sizin için değil kendim için okudum.
-Hayır, kendim için değil  sizin için okudum.


Belki ikisi de olanaksız.

Sondan başa doğru da eşanlı okumak. İki yönlü okumak, girişik, kakışık, okur gibi okumazlanmak ya da okumazmış gibi okumak. Hatta okumadan okumak.

Ya okumaktan kazanmamak (?). Marifet mi, bilemiyorum. 


Mektubun aldığım en iyi mektuplardan biriydi ama neden diye sorarsan, yanıtım dil kardeşliğinden olacak. Yazdığın dille kardeşsin ve bence iyi bir yazarsın. Yazıda, dilde duyarlık, özen etkiliyor beni. 

Kamçı nereye dokunur? Nedir yıkılan, kurulan?
Us nereden dönecek?
Nerede diner?

Kimse kimsenin yerine yaşayamayacak ve ne olduysa o olmuş olacak. Artık başka türlü olamayacak şeye dönüp yazgı diyeceğiz.

Senin aktarımlarından anlıyorum ki sinirin henüz açılmamış yüzeyinde gezinen parmak ucu Baudelaire'inki, Pessoa'nınki ya da onlar gibilerin...

Kesiyorum.


Ayvalık'ı biraz biliyorum. Eylül, ekim, kasım saatleri güzeldir. Bana iyi gelirdi.

Ve fotoğraflar  paylaştığın için teşekkür ederim.

Şimdilik hoşça kal.

 9 Eylül 2017


Yazışmız konusunda elini serbest bırak, kendini özgür hissetmelisin, ikimize de yakışır böylesi.

Benim açımdan tek olumsuz yan, çağrılmadıkça gitmemek. Kendimi fazla bulduğumdan olmalı.

Elini yazı ateşine sokma konusunda birbirimize çok benzediğimizi düşünüyorum.

Ne anladığımız ayrı konu ama kendimizden değerli özgürlüğümüz. 

Olanaksız biliyorum ama dileğini paylaşıyorum seninle. Teşekkür ederim.


EYLÜL MEKTUBU

27 Eylül 2017

Düşüncesi güzel eylül mektubunu yukarıdan aşağıya taradım, geniş geniş okudum, etkileyici hep olduğu gibi seçimlerin, sıralaman, titizliğin, düzenleyişin, izleksel tutarlılığın ve ortaya sonuç olarak çıkardığın anlatımın çarpıcı gücü. Metinlerin büyük bölümünün alıntı olması değerini azaltmıyor, ki alıntı meselesine pek de sıcak bakmam, tersine ortaya alıntıların bütününden çıkan görünmez bir metnin başka ve yeni anlamı çıkıyor. Dediğim elbette kurguyla, kurguyu kuran düşünceyle ilgili.

Teşekkür ederim. 



NİETZSCHE

27 Kasım 2017


Uzun iletini sözünü ettiğin bunca düzenlemeden sonra yeniden bir gözden geçirip seni öyle yanıtlamak isterdim ama zaman alacak. Yine yazarım göz attıktan sonra.

(Ve dayanamadım hızla şöyle bir baktım. Etkileyici bir dosya çıkardığını anlamak hiç zor değil. İş bilgisayarında bazı görsel, video vb. dosyalar açılmıyor. Evde dikkatle okuyacağım.)

Dehşetli bir okuma yaptığın açık. Nietzsche'nin nasıl önüne durulmaz bir kasırga olduğunu okuyan bilir. Çoğu kez de Anti-Nietzsche (Anti-Christ gibi) okumalarını kırıp yerle bir edecek güçte bir kasırga. Bizde etkisinin büyük olduğunu düşünüyorum. Neden olarak da, sözlü kültür geleneklerini alttan alta taşıyışımızı ve Nietzsche'de sözel, söylemsel (retorik) gücün karşısında dayanıksızlığımızı görüyorum. Bu Nietzsche'yle ilgili bir yargı değil, tersine Heidegger vb. de olduğu gibi dilin (ama daha çok söylemsel anlatma kipinin) düşünceyi bastırmasından biz doğulu sayılabilecek (tartışmalı bir kavram bu Doğu) insanların ayrı, sıra dışı bir etki almalarıyla ilgili. Söz ve sözün etkisi (efekt) içeriğinden bağımsız olarak büyüleyebiliyor bizi. Ben de çoğu kez dilin (sözün) bu etkisine kendimi gençliğimden beri açık tuttum ve beni tutan her defasında şu oldu: yazıdan (yazmaktan) bağımsız söz bir tür Rus Ruleti oynamakla aynı şey. Cesaret korkaklıkla iç içedir orada. İlkem: Düşünmeye cesaret et (Sapere aude!) Bana göre cesaret usla, akılla ilgili bir şeydir. Ve mit, altı oyulmak, kazınmak içindir. Sorum şu sana: Mit-kuran olmadan mit-kıran olabilir misin? Bana göre usun kritiği (ussal eleştiri) en yaratıcı insan edimidir. 

Nietzsche'nin sosyalizm üzerine bir şey bildiğini ve söyleyebileceğini pek sanmam. Ama söyledi, biliyorum. O sosyalizmi kitlelerin yalın ayak, başı kabak inanç gösterilerinden biri olarak algılamış (çarpık ve eksik), İseviliği (köle tinlilik) kolayca iliştirmiştir sosyalizme. Hiç önemli değil elbette. Nietzsche'nin şiirini ve yaşamlarımızdaki yerini eksiltmez (en az benim açımdan). Ayrıca her eleştiri gibi aslında önemli bir eleştiri Nietzsche'nin sosyalizme yönettiği ve temel yaklaşımı açısından doğru da. Çünkü sosyalizmi köle tinliliğiyle eşleştirme çabası ve algısı hiç bitmemiştir 150 yıldır. 

Öte yandan erken yaşlarından beri aldığın Nietzsche etkisinin ayakta tutan gücünü ben de doğrudan ve gençlik yıllarımda (1960'lar, Urfa lise öğrencisi olarak) deneyimledim ve sana tümüyle katılıyorum. Yıkıcılık (mit-kıranlık) iyi bir başlangıç noktası bana göre de.

Şu Nietzsche ve Rilke üzerine yazı ilgilendirdi beni. Bloğunda bulup okuyacağım. Önemli. Belki pdf'sini rica edebilirim senden.


Bir yolculuk tasarısından yola çıkarak bir yapıt kurmak diyorsun ya gerçekten hoşuma gitti ve anlamlı buldum. Sana da yakıştırdım. Bunu yapıyorsun zaten ve sonunda, bir biçimde yolculuğa çıkacaksın ve yapıtın bu olacak. Patti Smith gibi. Okudun mu? Senin tasarını o gerçekleştiriyor sanki. O da yolda, bireşimine katılan varlıkları yolu boyunca kendine katarak kendini yapıtlaştıran biri. Genet'nin mezarına Fransız Güyana'sından topladığı taşları götürüp bırakıyor. (M Treni). 


"Yaşamım uzun bir yolculuğun düşüydü, yaşamım uzun bir yolculuktu, ya da yeni yetme yaşlarda daha yazdığım gibi, Nasıl olduysa bu ülke bütün düşlerimin dışında kaldı." Bu, yapıtının ilk cümlesi olabilir. Şimdi keseceğim. Sonra ikinci bölümü, bloğunu da gözden geçirip, bir iki gün içinde yazarım.

Sevgiyle...


 3 Aralık 2017

Sevgili arkadaşım.

Beni beklememen iyi oldu. Dağıldım fena halde. Sana yazımın arkasını bloğunda Nietzsche'yle ilgili çalışmana gözatıp getirecektim. Ama seninle ilgili bir sorunum var. İletilerine ve çalışmalarına başka kimseye göstermediğim dikkati vermem gerekiyor.Titizleniyor, küçük bir gerilim yaşıyorum. Yazının hakkını vermek istiyorum hiçbir şeyi ıskalamadan. Ama olanaklı mı bu?

Kaynaklara egemenliğin, onları belirli bir amaca dönük örgütleyişin neredeyse bir sanat yapıtı. Eksiği yok. Daha öncekilerde olduğu gibi Nietzsche çalışmana hayran kaldım. Eşsiz bence. Çünkü bir şeyleri yan yana koymuyorsun, kendini de katarak ortaya tıpkı Nietzsche'nin müzik hakkında düşündükleri gibi bir şey, bir duygu duruşu, bir ses(leniş) çıkarıyorsun.

Senin dergiler, yayınevleri yönetmen, şiir, deneme yazman, özel sayılar hazırlaman gerek. El attığın yaşam birçoğunun kıyılarında eşindiği ama senin gibi cesaretle içine balıklama dalamadıkları bir evren. Ben de senin gibi çalışmak, senin yaptığını yapmak istiyorum ama tıpkı seni olduğu gibi beni de dünya bırakmıyor. Bana övgüler düzen insanlar arkasından siparişi de koyuyorlar. Abi şunu da okur musun? Şunu yazar mısın? Ama bir dakika, ben başkalarının yerine değil kendim için okuyan yazan biriydim.

Dün akşam devasa çalışmana bakabildim. Kullandığın kaynaklara egemenliğin, özenin, saygın beni ağlatabilirdi. Nietzsche'nin bestesi olduğunu senden öğrendim ve dinledim, duygulandım. Şu dört dakikalık film karşısında çakıldım kaldım, titredim. Bağlantılarınla kendi bloğuna ve başkalarına yaptığın göndermeler... Nasıl büyük bir özveri, emek, çalışkanlık, hakikaten saygı. O zaman Nietzsche kartını sana karşı öneriyorum. Niietzsche sana sesleniyor, bir şey diyor ve sen  bu söylenen şeyi duyan birisin.

Bu yalnızca izlenimimi sıcağı sıcağına aktarmak içindi. İletimin arkasını, sana yazacak kadar kendimi düzgün duyumsadığım bir ara (birkaç gün daha geriye atarak) göndereceğim.

Yeni iletine üstün körü baktım. Okumaya hazır değilsem, dikkatimi veremeyeceksem erteliyorum. Yanlış yapma hakkım yok hem sana saygım hem kendime özsaygım nedeniyle.

Bir süredir (neredeyse 20 saati buldu) Bela Tarr izledim. Bilmiyordum. Benim için bir keşifti. Diyarbakırlı senin gibi genç bir arkadaşımın, Şeyhmus'un (Yüksel Arslan yazımdan beni bulan) önerisiydi. Ona göre Torino Atı'ndan (2011) sonra sinema bitti.

Şu PDF'yi (Rilke ve Nietzsche) bana gönderebilir misin? Yoksa da bloğundan okuyacağım, zorsa uğraşma.)

Sana teşekkür ediyorum bütün bunlar için.


15 Aralık 2017

Merhaba.

Ben daha iletinin yanıtını tamamlamadan senin başka ve uzun bir iletin geldi. Üzerime koca bir dağ yıkıldı neredeyse.

Kendimi ve seni çenebaz laf yarıştırıcıları olarak başından beri görmemeyi öğrendim ve ne senin, ne benim buna gereksinimimiz var. Birçok niteliğinle hayranlık duyacağım birisin, bu açık. Ama bunları yinelemenin de pek anlamı yok. Çünkü sen ele geçirilecek biri değilsin. Benim de böyle bir derdim yok. Kesinlikle kazanmayacak numara gibisin. Seninle diyalog kuran biri amorti bile kazanmayacak piyango biletini bile bile alan birine benzer.

Kazanılmak istenmeyenlere selam olsun yeri gelmişken. Çünkü bunun paradigması, kazan-kazan değil, yitir-(daha) yitirdir. (Beckett benzer bir şeyleri söylemişti galiba.) Öte yandan çok eski zamanlardan beri ‘kazanmak’ sözcüğünü kişisel sözlüğümden kazımaya çalışan biriyim. Biri miyim bilmiyorum?

Daha önce sen yazmıştın, yanlış anımsamıyorsam, para kazanmak istediğini… Yine de yanıldığımı sanmam. Kazanmak (!) isteyenin yordamı bu değil.

Elbette Nietzsche’den aldığını ve diğerlerinden, anlamak isterdim. Öte yandan kendime haksızlık da edemem. Sen ne kadar emek harcıyor ve karşılığında ödüyorsan, ben de öyle emek harcıyor ve ödüyorum. Nasıl bir emek, ne ödeniyor? Bunu konuşmayız bile. Benim de bir arayışım, yoklayışım, kendimce derdim var. Bunu karşılıklı biliyoruz. Böyle olması da iyi…

Baktığımızda gördüklerimizin aynılığı sıkıcı olurdu ve istemediğimiz tam da bu değil midir? Hoş, tersi de aynı sıkıcılıkta olabilir. Senin ne benim geçmişimle, ne şimdimle çakışan, örtüşen bir yanının olmaması bir değer değil elbette ama dikkat, olması da değil. Benzeşmek ne iyi ne kötüdür kendi düzleminde. Başka şeyler gerekli. Ne?

Seni değerli buluyorum, öyle ki sana herhangi bir şey önermemi önlüyor bu. Çilesini çekmediğin hiçbir şeyi üstlenmeye yatkın değilsin. Bu tutumu sergileyen birkaç yazar başucu yazarımdır diyebilirim (Thomas Bernhard bunlardan biri.)

Zaman bana bir şey öğretti mi?

Ne bulmuş ya da olmuş olursam olayım, geçici (Hiç demeye dilim varmıyor, ama cesaretle söylemem gerek: Hiç.) olacağımı, belki. Bilemiyorum. Bu düşünceyle yaşamak acı veriyor olsa da acının kendi de geçici.

 ‘Kaos sürüyor’. (Trier)

NOT: Para meselesinden söz etmek seni böyle kaygılandırmamalı. Bir yanlışlık yok. Senin gibi biri herkesle konuşmaz bunu. Bu türden sorunlarını çözebilecek gücüm olmasını isterdim ama koşullar ne gösterir bakalım.

NOT: Mit, bit meselesinde bir sorun var. (Senin) çabanı mitle ilişkilendirmiş değilim. Önce bundan emin olmalıyım. Put yapmakla da kırmakla da ilgili görünmek hoşuna gitmiyor. Ya benim?.. Anlamak, yine anlamak isterim. Anlamak kendini doğrudan (dolaysız) anlatmak sayılır mı? Pek sanmam.

NOT: PDF için çok teşekkür ederim. Blogundan okudum dayanamayıp. Ama yine de iyi oldu. Erich Heller’in yazısına biraz mesafeli durduğumu belirtmeliyim. Yazarı belki Alman kültüründen ama Anglo-Sakson önyargıları satır aralarında gizli olarak hissettim. Cermenik yüceltimden nefret ettiğim kadar, Alman olan her şeyi doğrudan ya da dolaylı olarak Nazilikle buluşturan Anglo-Amerikan sinsi yaklaşımlardan da nefret etmişimdir. 


22 Aralık 2017

Seninle senin hakkında anlaşamayacağız, öyle görünüyor.

Şu subliminal ironisine bayıldım. Evet, sanki paralel evrende, paralel paralel ilişkileniyoruz. Bilet almakla iyi ettin. Ben de mi alsam ne?

Maldoror sayfaları arasında yerini iyi bulmuşsun milli piyango bileti için. Ben Kafka’yı düşünebilirim ya da Baudelaire’i. Bakalım.

Saçmalık, hezeyan değildi ama düşüncelerinin önüne geçecek, set kurup köpürtecek değilim. Kendini sunuş biçimine sonuna dek saygılıyım. Nietzsche çalışman etkileyiciydi, olağanüstüydü benim açımdan. Nietzsche’ye giriş konusunda bana yardımcı olacak, desem nezaketen abarttığımı düşüneceksin. Tamam, düşünebilirsin, sakınca yok.

Üstelik kızmışsın kendine, utanmış, şaşırmışsın. Kızmak, utanmak, şaşırmak için o kadar mı nedensiz kaldın sevgili arkadaşım. Gerek duyarsan, sana bunlar için hemen el altından birkaç neden gönderebilirim.

Hissedememek konusu benim açımdan da ayartıcı bir konu. Bir tamlama gerekebilir: Herkes gibi hissedememek. Bir sorun/ mu?

Oğlan güzelliği, aşk anlayamayacağım şeyler değil. Yeterince kışkırtıcı, hatta içerikli. Birçok yerde karşıma çıktı, okudum, izledim. Bunu yeni ifade biçimleri arayışının parçası olarak gördüm, görüyorum, ama başka türlü de bakılır ve geçerli de olabilir tüm öteki bakışlar. Cinsellik de bir boyutu olabilir hem.

Ve… İkinci atışında da onikiden vurdun: Buda-la. Katılıyorum.

Arıyorsun, umutsuzca ama arıyorsun. Senin yaşam içgüdün belki çoğumuzdan güçlü… Neden iyi yerden başladığını düşünüyorum? Kuşku, öfke, kayıtsızlık maskeli ilgi, et. (Ten yani, hatta beden.)

Yeni bir dil her şey sıfırlandıktan sonra et (ten) üzerinden başlamalı. (Francis Bacon bunu mu yaptı? Bilmediğim için soruyorum.) Belki teni resimlemek (dövme), süslemek (piercing) bir girişim, bir çıkış, isyanla, anlatımla ilgili olabilir. Resmi müzenin duvarında değil, bir de canlı sinirucunda, beden levhasında izleyin. Hatta yalayın daha iyi. Resimdeki tuzu yalayın.

Sana da iyi zamanlar, açılımlar, okumalar ve yazmalar diliyorum buradan.

Haklısın senin Aziz olma şansın düşük, ama ben Golgotha yokuşunda, çarmıha oldukça yakınım. Ruhum birazdan süzülebilir gökyüzüne. Çilemi yalan yanlış da olsa tamamladım denebilir. Ama son sözlerim, ‘eli, eli, eli, lama sabaktani’ olmayacak. (Doğru mu yazdım bilmiyorum.) Çünkü beni terk edecek bir Tanrı yok.

Olursam demek, Tanrısız bir Aziz olurum. Bir işe yarar mı bilmiyorum.

Hadi hoşça kal şimdilik. Yazışmak üzere…



CEHENNEM MESELLERİ

23 Ocak 2018


Sevgili dostum,

Cehennem meselleri konusunda ikircikliyim. Hem haklısın, hem haksız. Cehennemde sıkılacak bir zamanımız olur mu dersin? Ya cennet cehennemin sıradan üstel bir fonksiyonu ya da türevi ise...

Dua edelim ve cehennemsiz kalmayalım derim ben. 

Kendimizden soğumaya, hatta nefrete nasıl da yatkınız. Ama bu tersine göre, yani kendinden saltık hoşnutluğa göre, bana hep daha iyi gelmiştir. Cehennem olsa olsa gözümde Bay ve Bayan Hödük'ün üstlenip üstüne bir de herkese dayattıkları evrenleri olabilir. En azından Flaubert için durum budur. 

Usun, ne yapıyor olursan ol sana eşlik edecektir. Ben buna sigorta derim. Sen ne dersin bilemiyorum. Hoşlanmayacağını sanıyorum bu benzetmeden. 

Ama harekete geçirdiğin emek yapacağın şeyin üstesinden gelecek. Çünkü nitelikli. Belki de senin suçun ya da kusurun budur. 


 MERHABA


24 Nisan 2018

Nasıl diyeyim, Rimbaud'nun kendi örneğindeki kusursuzluğa işaret etmesi gibi ben de bu dev çalışmalarındaki kusursuzluğa; hem emeğinde ve çalışkanlığındaki, hem de devinime geçiren duygusal/düşünsel güdülerindeki soyluluğa, seçkinliğe (yanlış anlama) hiç değilse duyduğum saygıyı belirtmeden edemeyeceğim.

Verdiğin tüm bağlantılara en azından bir göz attım, birçoğunu atladım, ama bağlantı içerikleri ve onları bir araya getiren kaygının sarsıcı niyeti sendeki büyük gizilgücü bir kez daha gösterdi bana.

Etkilenmemem olanaksızdı; Salgado fotoğraflarından, George Braque'dan, Dickinson'dan, Wollf güncesinden, Lorca'nın Whitman şiirinden (ilk kez gördüm), şu senin eski dergi arşiv çalışmanın kendisinden, henüz ilgimin ne yazık ki erişemediği Sontag'dan, bağlanma konusundaki küçük dosyandan...

Seni zamanına sığmayan, sıkıştırılmış güncel zamanlar içinde kavranamayacak bir tür Rimbaud gibi görüyorum ama bunu söylememden pek hoşlanmayabilirsin, genelde sana nitelik yüklenmesinden hoşlanmazsın çünkü.

Ama yine de yaşama asılman, görünür görünmez koltuk değneklerine, yoksunluklara, vb. karşın henüz olmayanı, gün ışığına çıkmayanı, gerçekten anlamlı bağlamlar, sunuşlar içinde özgün bir formata dönüştürmen, can alıcı, hatta yakıcı, keskin, sinirceli yaşam alanlarını iyice açığa çıkarman, Baudelaire'si başkaldırın, sana saygılı olmaya ve sevgi duymaya zorluyor beni. İkisi için de insan zorlanamaz diyeceksin. Bir insan değil zorlayan, yapıt zorluyor.

Bu güzel çalışmaların ve kendini dışa vurma çabaların için kendi adıma, hiçbir şeye yetmese de teşekkür borçluyum sana.

Buna, bu örneğe başkalarının da tanık olması, katılması gerekiyor ama nasıl?  


CRUICKSHANK

2 Mayıs 2018



Geçen yüzyılın başında Belfast'ta doğan, 1995'de ölmüş John Cruickshank'ın güzelim kitabını (belki Yeni Dergi arşivlerinden) bulmuş olmana sevindim çok. Kitabın Rasih Güran çevirisiyle ilk baskısı yanılmıyorsam Memet Fuat'ın De Yayınevi'nin 60 sonu ya da 70'ler başına dek gider. (Aslında sen yazmışsın: 1965.) Lisedeyken dikkatimi hemen çeken bu kitap kitaplığımda okunmak için birkaç on yıl beklemişti ama okuduğumda (hangi yıl?) şu an hiçbir şey anımsamasam da etkilendiğimi anımsıyorum. Baktım, Zeplin mi ne bir yayınevi, aynı çevirinin yeni baskısını (2016) birinci baskı diye yapmış ve tanıtıyor. Erişelibilir olması, bulunması yine de iyi.

Camus'den oyun okuduğumu anımsamıyorum (aslında bir oyun var, hem de sarsıcı: Caligula. Okumuştum lisede. Yankı Yayınevi basmıştı.)  ama Sartre'dan oyunlar okumuş ve yine çok etkilenmiştim ve tabii yine 60'lar. Ataç, vb. birkaç yayınevi küçük kitaplar olarak basmıştı oyunlarını. Saygılı Yosma'sını, Şeytan ve Yüce Tanrı'sını, Kirli Eller'ini yine okumak isteği hep içimde var.  

Pessoa Yaşadı mı? kitabını bu ayın listesine hemen ekliyorum. Teşekkür ederim bildirdiğin için. 

Ayvalık ya da başka bir yer, o yerde sana ait bir ya da son yerdir seni senin gibi biri yapacak olan. Rimbaud kendini eksilte eksilte geriye saf Rimbaud olarak kaldı. Aynı şeyi Baudelaire için neden söylemeyelim. Kendini dünyada sınayıp ateşe tutarak o şiir kristali oluşabildi. Üçüncü çeviriyi okuyorum şimdi. Alkan, Maden'den sonra Necdet çevirisini.



MAYIS

29 Mayıs 2018

Yalnızlığın gerçek sınav yeri neresi ya da aklımız hangi daldan düşer yaprak ya da bir kuş olarak?

Baudelaire'e, Rimbaud'ya nereye dek eşlik edilebilir? Her ikisi de 'dandy', her ikisi de daha dün ihanet etmişlerdi, bugün edebilirler, yarınsa edecekleri kesin.

Okumak kızgın kömür üzerinde dans etmek olabilir. Yanmakla oynamak bir arada. Yanıyor musun, oynuyor musun?

Bağlantını bu akşam gözden geçireceğim Sevgili Yalnız Kişi mi, çocuk mu her ne ise ama adam demeyi yadırgıyorum. Doğarken feminist doğmuşum bunu anladım. Sözlüğüm tıkızdır yazık ki. İnançlar yoktur içinde ama Adam'ın dili de. Dil benim için hep sorun (senin için olduğu gibi) oldu.

Nihan Hanımı görmeden sevdim, öyle güzel anlatmışsın ki neye hayran kaldığımı kestiremedim bir an.

Beni tanımaması olağan, kimse tanımaz Ayvalık'ta. Uzun süredir gelip gittiğim de yok. Ama o eski arka sokakları, oradaki gömülü hazineyi sezinlemez değilim. Güzel insan yurtlarından biri ama güzel derken ne düşündüğümü sana anlatmama gerek yok. Vurgun yemişler ama yine de maviyi sevenler, soluk alıp verenleri düşünüyorum.

Nihan Hanım'a Boşluk Yontucusu'ndan bir tane seve seve göndermek isterim, sence ayıp olmazsa. Madem konum geçti. Ama adresi gerekebilir. 

Seni övmek beni sahte biri yapmıyor ve ben bunun önemli olduğunu sanıyorum. Aslında neyi övdüğümüzü, neyle ilgili olduğumuzu biliyoruz. 

İlgimiz burada, böyle olmayan her şeyedir. 



*


Unutmadan senden özür dilemeliyim. Sen zaten benim kaygımı baştan gidermiş, 'yalnız insan' demişsin. Bense küçük (belki de büyük) bir bilinç sürçmesi yaşadım.

Tekrar özür dilerim. Yalnız adam bir başka yerden çiğ bir çağrışım olmalı. Kısa devre.

Şimdi bağlantını açarken yaptığım gafı fark ettim. Pek bağışlanası değil.


İLK BAKIŞ


30 Mayıs 2018

Sevgili Yalnız İnsan,

Dün akşam verdiğin bağlantının izinden yürüyüp bir buçuk saate yakın Mayıs sayfalarında dolaştım, fotoğraflara baktım, sesleri dinledim, videoları izledim, metinleri okuyabildiğimce okudum.

Okurlarından biri olarak deniz kenarından derlediğin Mayıs çiçeklerini biraz da kendime yonttum. Ayvalık ve bir iki tanımadığım yerin fotoğraflarına tek tek baktım, bazılarını (örneğin sahaf, köprüaltı, deniz, vb.) ilginç buldum. Bende de yankılandılar. Kendini doğa içine yerleştirmen ve doğrulamanı ayrıca anlamlı buldum. Zaten Whitman yeterince şeyi açıklıyordu. 

Resme verdiğin ağırlık göz yaşartıcı. Nitelikli sanatçı emeğinin hemen hiçbir türünü atlamıyorsun. Bacon'ı bulmaktan öte, önümüze bir dolu açı içerisinde getiriyor, bununla bile yetinmiyor Giacometti'ye iliştiriyorsun. Ürpertici. Berger'i bulman, Tabucchi'yi bulman, yolunu Pessoa'ya, yolunu Bacon'ın kitaplığına çıkarman sahiden ürpertici. Bunu ben anlayabiliyorum, ne yaptığını ben anlayabiliyorum.

Bacon'ın kitaplığında Kafka bulunmaması 'organizma' ile mi ilgili? Kafka'da organik algı, organizma soyutlanır, silinir, yoktur. Bacon'ın derdiyse (hatta Picasso'nun) organizma, üstelik tıpkı Baudelaire gibi çözülen, çürüyen organizma, devinimin aralıkları dolduran tanımsız dokuları. Hangisinin yüzleşmeyle ilgili olduğu konusu büyük bir tartışma başlatabilir. Ben ikisini de üstlenmekten yanayım. Ama ötekini hep akılda tutarak...

Berger'in Portreler diye yeni bir kitabı, eski sanatçı yazılarını bir araya getiriyor (Metis).

Tabii benim üzerimde etkisi çok olan Sartre'la ilgili kaynakların, şu balkon filmi, Chopin yorumu da var. Atölye çekimleri. Alıntılar, vb.

Whitman fotoğrafları.

İçine girip yitmeyi göze aldıran bir keyif yolculuğu insanlara yaptırdığın.

Biraz daha sürecek eski yeni çalışmalarını yeni bağlamda eklemleyip oluşturduğun dosyanı gözden geçirmem. 

Bu keyfi sana borçluyum. Kılavuzluk ediyorsun ve kılavuzluğun ayrıca eşsiz. (Matematiksel, müzikal bir kusursuzluk diyeceğim abartmadan.)

Sonra daha uzun yazacağım.

Ayvalık içerikleniyor sayende. Ne güzel!



4 Haziran 2018


Sevgili dostum.

Ben daha senin bağlantısını gönderdiğin Mayıs demetini gözden geçiremeden iletin geldi, iyi ki de geldi.

Nihan Hanım'a bir iki gün içerisinde kitabı yollayacağım. Rilke sevmesi, polisiye (Ne demekse? Yazın olmaktan vazgeçmemiş polisiyeye polisiye demeli mi, bilemiyorum.) yazması, önerdiği kitaplarla aynı klandan, soydan olduğumuz anlaşılıyor.

Çocukluk yıllarımda (60'lar) deliler gibi Mayk Hammer'la başlamıştı polisiye okurluğum, sonra belirttiğin gibi Dürrenmatt, Simenon, Hammet'la kıvılcımlandı, parladı, arada standart polisiyeler bolca okudum elbette Christie başta, sonra sonra tavsadı, yerli polisiyelere, özellikle denediğim Ahmet Ümit'e pek katlanabildiğim söylenemez, melez girişimlerdi çünkü. Quaresma (Pessoa) hakkında Nihan Hanım'ın yargısı ilgimi çekti ve doğru buldum.

Okunacak şeyler konusunda haklısın. Hepimiz okurluğumuzu aslında önümüzde giderek büyüyen yığınla ilgili okurluk stratejileri oluşturarak geliştiriyoruz. Aslında dünyanın tüm kitaplarını okumanın bir yolu olmalı. Bu bir eylem (fail) felsefesi, kuramı. 

Bir ay sonra emekliyim ama yaşamımın değişmeyeceği, yaşamaktan anladığım iki şeyle (okumak, yazmak) süreceği açık. Değişik okumalar yapıyorum, Marias hep elimde (son çevrilen kitabı: Acı Bir Başlangıç Bu), Finnegans'ın (Joyce) iki çevirisiyle boğuşuyorum. Tarkington'u okuyorum (On Yedi'yi okudum, arkasından eski ama güzel bir Aydın Emeç çevirisiyle: Ambersonlar). Orson Welles uyarlamasını on yıllar önce sinematekte izlediğimi anımsıyorum romanın. Ama iki dar, zorlu ve zevkli kanala girmekten de geri kalmadım. İki toplu okuma: Calvino, Tabucchi. Bu arada merak ettim, Francis Bacon hakkında Berger'in ne yazdığını okumaya başladım, eh, çarpıcı bir yazı. Sen de yanılmıyorsam alıntılar yapmıştın, ama yargısına katılmıyor olabilirsin Berger'in Bacon hakkındaki.

Aklıma gelmişken ve daha önce yazdınsa ikinci kez soruyor olmamı yaşlılığıma bağışlayacağını umarak, askerlik konusunu ne yaptığını soracağım. Mezun oldun çünkü (değil mi?) Bir lisanüstü program söz konusu mu? Ve ben sahiden daha önceki yazışmalarımıza bakmak yerine bunu yine sorma kolaylığına kaçıyorsam salak olduğum sonucu çıkartılabilir mi bundan?

Baudelaire'i, Aloysius Bernard'ı (Gaspar de la Nuit) arkada bıraktım. Şimdi daha önce (belki 20-30 yıl önce) bitiremediğim Lautremont'a dönüyorum. Arkada Verlaine, Mallarme, Rimbaud var. Bu okuma da senin armağanın oldu. Hoşnutum.

Yazacak şey çok. Sen İzmir'e dönüyorsun sanırım. 

Okumanın ve yazmanın keyfini bilen bilir.

Ha,  Sarraute'nun Yönelişler'ini yine çok eskiden okumuştum yine yanılmıyorsam, yeni romanın tipik örneklerindendi. Sen de ben de zor okumalara yatkınız, yeğliyoruz, kolaylarını da ıskalamadan...

Zamanların nasıl istiyorsan öyle geçsin dilerim ne kadar olabilirse...


 6 Haziran 2018


Haziran çocuğusun. 

Senden farklı düşünüyorum sanırım. İyi, hem de bana göre pek iyi doldurulmuş, nitelikli, özgün  bir yirmi dokuz yılı bırakıyorsun arkanda. İlk yirmi dokuz yılımı senin kadar doldurabilmiş olmayı isterdim. Ki az çok biliyorsun bunun için çabaladım. Dünyanın işine yaramaması belki de nitelik göstergesidir. 

Kısa tutacağım çünkü daha uzun, derli toplu bir şeyler yazmayı istiyorum. 

Bir şey diyeyim mi, sana yakıştırdığım en iyi iş, bu eşsiz birikiminle (üniversitelerin hali bir yana, çünkü geçicidir) akademisyenlik, hocalık yapman. Yaratıcı bir akademisyen olacağın kesin. Dediğim gibi birçok ama üstesinden gelinebilir şeyi ayraç içine alarak yazıyorum bunu.

Proje meselesinden söz ettin ya dışarıdan gelecek projeye onursuzca boyun eğmek yerine (aile, geçim, statü, vb.) dışarıya, yaşama proje dayatmak devrimci bir tutum. Baudelaire'in 'dandy'liğini biraz böyle anlıyorum, umarım yanlış anlamamışımdır. Öz yaşamımızdan bir proje çıkarabiliriz.

Evet, yazışmak üzere.



YAZ

31 Temmuz 2018

Şimdi masada not defterine yazıyorum:
'Akşam Yalnız İnsan'ın  son verdiği bağlantıyı incele!'
Bir yere işaret bırakmazsam, akşamları TV ekranında (Youtube) operaya takılıyorum. Şu sıra Mozart operalarıyla ilgiliyim. 3 saat dolayında genellikle. O nedenle bir gecede bitiremiyorum, en çok bir perde. Eskiden operayla yıldızım pek barışık değildi, son yıllarda başka türlü düşünür oldum. Ama sahnede izleme deneyimim çok sınırlı oldu. Olsun. Bu da bir şey.
Hazırladığın sayfaya bakmadan sana yazmak istemedim, bir de kafa karışıklığım nedeniyle. Artık sırasıdır. Sanırım Ayvalık'tasın. Yoksa İzmir'de mi?


*

Aslında gündüz sana yazdıktan sonra hem çıplak fotoğrafını gördüm ve hem de Pound'un  şiirini. Yanıldığımı anladım dosya konusunda, olsun önemli değil. Yeni dosyana, yaz okumalarına çok kalmamış ve anlıyorum ki senin için önemli, anlamlı zamanların ve eylemlerin içerisindesin. Her şey kolay gelsin diyeceğim ya senin elinden kurtulacak bir iş de düşünemiyorum. Yanlış yerde, yanlış zamanda, yanlış dalda diyeceğim ama sen doğru dalda durduğunu söylüyorsun, bir kuş gibisin. 

Kitap çalmayı geçerli bir hırsızlık olarak bağışlamaya yatkındı eskiden dar bir çevre. Ben uzak geçmişte deneyip denemediğimi anımsamıyorum. Daha doğrusu bir olay var ama düş mü, gerçek mi ayıramıyorum. Ama bu konuda Yukio Mişima yapıtları epeyce öğretici. Tabii Tanrıya kafa tutan ve bu konuda sayfalar dolduran Lautremount'u, bazı zaman ve yerlerde Baudelaire'i vb. de ihmal etmeden arzulanmış suçla, kötülükle kendini eğiten, yükselten Mişima tipleri için geçilmesi gereken sınavlardır bunlar. Hatta Mişima'da ötesi var: Suç işlemek değil, suçu işlerken yakalanmak (hazzı).

1 Ağustos 2018

Dün akşam şöyle bir söz ettim, yanlış yorumlamazsın umarım.  "Yanlış yerde, yanlış zamanda, yanlış dalda diyeceğim ama sen doğru dalda durduğunu söylüyorsun, bir kuş gibisin. " Bunu olumlu anlamda yazdım ama okuyunca yetersiz olduğunu gördüm. Demek istediğim öyle birisin ki sanki doğru coğrafyada ve doğru çağda değilsin, başka zamanların, çağların, yerlerin insanları gibisin. Örneğin 19. yüzyıl Amerika'sı, Paris'i, vb. Ama 21.yy. girişinde Türkiye gibi bir ülkede kendine risk alıp bir alan açabiliyor, o zamanların ve coğrafyaların karakterini bu yer ve zamana taşıyabiliyorsun. Bu güzel bir şey ama dikkat et. Aldığın risk büyük. Yine de göze almak, almamaktan iyidir.
Bunu açıklama gereği duydum. Ben de daha önce bir yerde yazmıştım, sanırım başka biriyle, bir yazarla ilgili olarak. Senden çok farklı olsam da 'yanlış dalın yanlış kuşu' sayarım kendimi.
Bernhard hakkında bitiriş yazımı yazıyorum. Biraz uzun olacak. Böylece toplamda kitap oylumunda bir çalışma çıktı ortaya. Genel bir değerlendirme yapıyorum. Birkaç gün daha sürecek ama eski yazıları da bu arada düzelttiğim için sonucun iyi ve önemli olacağını düşünüyorum. 'İyi ve önemli'. Lafa bak. Boş, bomboş bir söz. Olsun. Yukarıda yazdığımı yineleyeceğim. Yapmak, yazmak yapmamaktan, yazmamaktan uygun, iyidir.


2 Ağustos 2018


Öyle ya da böyle, iyi kötü bana seslenmenin bir yolunu buluyorsun işte. Çok dert etme. Kolay olmadığının farkındayım. Aramızda epeyce yaş var. Böylesi durumlarda Amerikan senli benliliğini kıskanırım. 
Bedelli konusunda dostum, bu ülkenin gündüzü gecesini ya da tersine, gecesi gündüzünü olağan sırayla izlemediği için yarın gözlerimizi nereye açacağımız belirsiz. Ülke dememe de bakma. İçimde derin bir yara, oyuk çoktandır açılıyordu. Şimdi koca bir boşluktan ibaretim. Beni üzen de yurtsuzluğu bu denli tez benimseyebilmemiz... Kimse kavramış değil meseleyi... 

Saçların için üzgünüm, öyle sanıyorum onları bir dünya armağanı, sana bağışlanmış bir şey gibi (ırmak, ağaç, at, vb.), senden bile ayrı, senin ötekin gibi taşıyorsun. Onlar bana öyle geliyor ki seni hem örtüyor, hem açıyor. Anlamı sandığımdan da büyük olmalı. Ama kökünün sende olması, elinden alınamayacak bir şeye dönüştürüyor saçlarını. Ben de, yahu yazılarını birileri sahiplenir, dediklerinde nereye dek, diye sorarım. Aklımın, zihnimin tümünü benden başka kim sahiplenebilir. Varsın çalsınlar, kullansınlar, önemi yok. İş benzer bir şeyi yeniden ortaya çıkarabilmede...

Thomas Bernhard güzellik kavramına ilişkin arayışlarına daha açılım getirecektir okumayı sürdürürsen. Aslında önemli bir soru, güzellik kavramının (nereden kökenlendiği, ne ve nasıl olduğundan ayrı olarak) bedenle ilişkilendirilme biçimleri, gelenekleri ve devrim. Devrim evet, beklenmedik biçimde beden her zamankinden başkadır, hem bedendir hem değil. Öte yandan güzelliğe ilişkin birikim de kendinden bir an için (Haiku an'ı) taşmıştır. Paradigma değişecektir ve birlikte güzellik kavrayışı da, en genel anlamda. Badiou'nun geçen yıl yayımlanan Gerçek Yaşam: Gençliği Yoldan Çıkarmaya Yönelik Bir Çağrı adlı küçücük kitabı (deneme) bir yaklaşım sağlayabilir. Bu sıra George Saunders diye bir Amerikalının kitaplarını okuyorum. Histerik gerçekçilerden, yakın geleceğin toplumsal nevrozuna bu kavramları da anıştırarak göndermeleri var. 
Beş bin yıllık güzellik paradigması (psikanalize, sürrealizme, postmodernizme karşın) burçlarını koruyor. Bütün iş vahşi, kafa derisi yüzen (!) Cheyenne'lerde. Soluk yüzlülerin kalesini ele geçirip onların sahte güzelliklerini yakıp yıkacaklar mı bakalım? 
Üç beş gün bilgisayarlara uzak kalacağım sanırım. İletini tam yanıtlayamadığımı biliyorum. İleride görüşebiliriz, daha somut, yüz yüze paylaşımlarımız olabilir . Seninle tanışmanın, oturup söyleşmenin keyifli olacağını düşünüyorum benim açımdan. Acelemiz yok, boş durmuyor, bir şeyler yapıyoruz, yap(a)madıklarımızı bağışlatacağını düşündüğümüz, umut ettiğimiz bir şeyler. 
Yazı sözün neresinde duruyor tam kestiremiyorum ama hakikat arayışında önemli. Önce yazıyoruz, demek ki. Yazmak, bir günü daha atlatmanın en iyi ve geçerli yolu, yine benim için.


9 Ağustos 2018

Sevgili Yalnız İnsan,

Çok etkili, yoğun, eşsiz bir Yaz Dosyası hazırlamışsın. Dün akşam uzun uzun Camus'ye, fotoğraflarına, videolarına göz attım ve gördüğüm son şey beni utandırmalı mı, sevindirmeli mi diye düşünekaldım.
Whitman'la, bu yeryüzü ermişiyle, büyük ozanla benim adımı yan yana koymuşsun, beni birden çok nedenle onurlandırmışsın ki bunun altında karınca gibi ezilmek de var, kime haksızlık olur kestiremedim. Kendi adıma, senin dostun sayılmaktan hoşnudum ve senden çok şey öğreniyorum, en başta genç olmayı. Seni görünce anlıyorum ki ben (bile) yaşlanmışım. Benim için anlamlı bir sınavdan geçiyorum böylelikle. 
Leopardi'ye daha ayrıntılı göz atacak, alıntıladığın şiirleri daha dikkatli okuyacağım. 
Üstelik Camus'yu görünüre çıkardın içimde. Onun benim için ne anlama geldiğini anımsadım: Ancak ve yalnızca onun bulunduğu yerden iyilik, güzellik olası. Hiçin trampleninden atlamak: Betona, çimene, boşluğa, okyanusa ya da bir kaşık suya, ölüme. 
Ölüme atlamaktır yaşamak ya da tersi: Yaşama atlamaktır ölüm.
Onun yaz'ını, güneşini, kumunu gerçekten çok iyi kavramamız gerekiyor, senin kavradığın gibi.
Dosyanın incelemem bitince döneceğim tekrar.
Teşekkür ederim.


15 Ağustos 2018

Sevgili genç dostum.
Uzattığın eli zevkle, aynı sıkılıkla kavrıyorum.
Yaptığını, yazını, kurgunu çok değerli, anlamlı buluyorum. Kendi şiirini yazan Sisyphos gibisin. Herhangi güncel, sıradan bir şeye değil yaşama çalışıyorsun ve bana göre çok çalışkan birisin. Usunu, yüreğini düzene tutsak etmemeyi, bunun için gerekirse bedeli de ödemeyi göze alan kararlılığına hayranım. Thomas Bernhard'ı anımsatıyorsun bana. 
Whitman'ı, Camus'yu, Leoperdi'yi ve tüm ötekileri ellerinden tutup getiren sensin. Anımsatıyor, aktarıyorsun. 
Sana kimse olmasa da en azından ben teşekkür borçluyum.
Güncelin lodosu bir yatışsın, dingin kafayla yazacağım sana. Şu sıralar gazete bile okuyamıyorum, kaldı ki bekleyen kitaplar, yazılar...





HAYIFLANMA

12 Eylül 2018


Merhaba sevgili arkadaşım.
Zaman kendini büyüten, geçtikçe başka şeylere, fiziksel nesnelere, engellere dönüşen bir şey. Zamanın önünde yalnızca Don Quijote'nin bir seçeneği vardı. O araya zamanın girmesine izin vermedi, kesintisiz yaptı, eyledi. Bu nedenle en tutarlı imgelerden birisidir.
Duvar aşılamaz büyük kapıya dönüşmeden önce kısa da olsa yazmak istedim sana. Senin çalışmalarından daha iyi anladığım heteronimi, bana da başka bir anı, geçmiş yaratıyor, bu seninle açılan, oyulan ve dolan bir geçmiş. Olmayan bir vadi, olanca çağrışımları, umutsuz ama yine de şen şarkılarıyla önümde açılıyor, büyüyor, genleşiyor. İçimde ikinci bir yaşam, ikinci bir huzursuzluk, bir Harry Dean Stanton yorumu. 
Sayfalarına bakıp, anımsayıp göndermelerle yazayım dedim ama boşuna. Bu büyük ve sıra dışı kaynağa öyle göz atarak, arada bakarak erişmek olanaksız. Her titizce düzenlenmiş, düşünülmüş ayrıntı seni kapıp bambaşka yerlere sürüklüyor. Kimse'yi mi tıkladın ve işte yandığının resmi. Leopardi mi dedin, önüne öyle gelir ki hayıflanırsın Leopardi'siz geçen ömrüne.
Ve yazsız.
Ve Camus'süz.
Ve giderek senin yazı evrenine nasıl girmek gerektiğini yavaş yavaş öğreniyorum. Herhangi bir ucundan dalıp, soluğunu tutup, dip okuma yapmak ve hatta alçak sürünmek satırların arasında. Buna değeceğini en başta gördüm ama bu kolaycı dünya senin yarattığın yazı evrenini genellikle ıskalayacaktır. Bunu sen de biliyorsun. Ama ses zaten duyabilecek kulağadır.
Sevgilerimle. 


AYVALIK

25 Eylül 2018


Halen Ayvalık'ta mısın bilemiyorum. Bundan on yıl öncesine dek, Ayvalık'tan el ayak çekildikten sonra, ekim kasım aylarında bir iki hafta izin alır kaçardım tek başıma Ayvalık'a. Cunda'da sabah ve akşam üzeri yarım saat denize girer, biraz ortalıkta gezinir, terasta çay içip kitabımı okurdum. İçimde epeyce iç ve açık deniz biriktirdim, küçücük adalar arada görünüp yiterdi. Serin serin esen rüzgârın iç denizin yüzeyinde, mavi gri tonlarında paletler yaratarak oynaşmasına bayılırdım. Sanki ıssız dünyada küçük tepeler, karanlık, yağmur yüklü bulutlar, köşe bucak araştıran rüzgar, zeytin ağaçlarının kış hazırlıkları, az önceki gürültünün yerini dolduran dinmişlik duygusu, kıyıya bağlı kayıkların beşik gibi sallanmaları, ilk kez kendi yerlerinde ve dillerinde anlayamayacağımız türden bir şeyi konuşmak için bir araya gelmişler izlenimi yaratırdı bende ve özel bir tanıklık yaptığımı düşünürdüm. Bana, benim varlığıma ilgisiz, ben yokken de orada sürecek bir güz kantatı, bir çevrim, dalga, benle ya da bensiz ama hep orada olacak gizli bir düğün. Yine de bu tanıklığı yapan insanın kendini seçilmiş biri, tansıma tanığı olarak düşünmemesi zordur. Zaman zaman kaygılansam da kendimi o an seçilmiş, bir dahası olmayacak, tanıma gelmez şeyin, bu büyük tansımanın bir parçası olarak kavrardım. Çok sürmezdi gerçi. Bir an... Sonra kendi dilime, dünyanın diline düşer, dile gelme ya da düşmenin öyküsünü kaldığım yerden sürdürürdüm. Ama beni çıldırmaktan koruyan şeyin bu bağış, armağan duygusunu yitirmemek olduğunu, bu düşünceyi korumanın bir yolunu bulduğumu söyleyebilirim. (Belki de söyleyemem.)
Sevgiyle, dostlukla.


BLANCHOT VE ÖTEKİLER...

26 Eylül 2018


Merhaba Yalnız İnsan, dostum.
'Oysa sözcükler onu çoktan ele geçirmiş' diyen Blanchot hakkında kulaktan dolma birkaç şey biliyorum, ne yazık ki okumadım ama okuma isteği duyduğum biri oldu hep. Sırası gelecek, çok uzamaz.
Camus hakkında 'bana pek eğreti gelen iyimserliği' sözcesini kullanmışsın ki bana da doğru geldi ama eğreti sözcüğünü biraz daha başka türlü yorumlayarak. Bunu anlamak için Baudelaire'de açık ve teşhirci, Rimbaud'da başka biçimlerde dışa vuran  pervasız dandiyle yüzleşmemiz gerekebilir ve dönemin Parnasse'cılarıyla. Örneğin, Mallarme...
Camus'nun jestinin etik (törel) bir jeste çıkması da bundan. O da, o alçakgönüllü yazar da içinde bir dandi taşırdı ve Sartre (varoluşçu düşünmenin önemli kimi adları da) öyle sanıyorum, dandiyi sınırlayarak kavradılar, bir tür kendini yanıltma biçimi olarak. Belki Camus'nun eylemine doğal, doğru gerekçe bulamayan ana karakteri ancak Oyuncu olabilirdi, çünkü nedenlere sığmayan bir kararla ilgiliydi.
Sanat da tıpkı oyun gibi (Kant, Schiller) nedenlerin yetmediği bir jesttir (gestus) ve sanatın sınırlarına gelip de düş kırıklığıyla, can sıkıntısıyla çark edenleri, teslim olanları ne kadar anlasam da imkansız oyuna yeniden çağırmaktan fazlası elimden gelmiyor. Çevremde böyle birkaç dostum var, derin umutsuzluk içre ilk kafayı sanatsal girişime atan. Ama sanat yapıtıyla gol atılamayacak... Özünde utkusuzdur.
Che ve Galeano'dan söz etmemiş olmalısın. Eski iletilere baktım, bulamadım, belki gözümden kaçtı.
Ama Başka Sinema etkinliği ve senin gönüllü katılmana sevindim. İstanbul'da sinemaya ancak Başka sinemanın filmleriyle katlanabiliyorum ve sıra dışı örnekler izledim küçücük salon denilen kabinlerde. Resime ve sinemaya yazından daha düşkünüm, apayrı şeyler olsa da... Sinema tutkuydu bir zamanlar bende. Bence keyfini çıkar filmlerin, yapabilirsen. Başka şeyleri de bu dönemde ayraç içine al. Ben böyle yapar, yapmaya çalışırdım. 
Evet, Rilke ve Rodin ilişkisi konusunda haklısın. Daha doğrusu İmgeler Kitabı'ndan başlayarak şiirinde Rodin etkisi önce somut, giderek daha soyut ama daha ustalıklarla öne çıktı. Sözcük yontmak yetmezdi, uzayı dolduran varlığı ve yokluğu, sesin su gibi kararsız iki yönde akışı gibi olmayla olmamayı tek bir şiir formunda nesne-şiir olarak ortaya çıkarmak gerekiyordu. Sonra Rodin'le, ona atölyesinde iş veren, geçimini sağlayan Rodin'le ters düşüyorlar, Rilke çekip gidiyor. Çünkü özünde bir aylaktır.
Benim de yolum bugünlerde Rimbaud'ya geldi dayandı. Rimbaud'yu topluca okuyacağım önümüzdeki günlerde.
Bana yanıt yetiştirmekle yorma kendini. Bolca film izlemeye bak.


26 Eylül 2018


Senin için böyle bir şey aklımdan geçmez, boşuna kaygılanmışsın. İmkansız bu.
Yanlış izlenim verdiğim için özür dilerim. Orada bir tümceden esinlenip son zamanlarda üzerinde çokça düşündüğüm sanatın kökeni, etkileri vb üzerine kötü yer ve zamanda fırsat değerlendirmeye kalktım. Sözün özü düşüncemi ilerletmeye çalışıyorum. O eğreti sözcüğü düşündürttü bunları bana. Camus'yle ilgili bir aydınlanma yaşadım sen öyle deyince. Çünkü doğallık sanatın ikinci tezi olamaz. Sanat tümüyle yapay, yapılan bir şey. İronik bir durum ve çelişki var sanki, hem Camus özelinde hem sanat genelinde. Son günlerde Thomas Bernhard ve Javier Marias üzerine bu konularla ilişkilenerek epeyce yazdım. Kısa sürede her ikisiyle ilgili E-Kitapları güncelleyeceğim.
Senin için geç olduğunu görüyorum sözcükler ve düşlerden kurtulmanın. Hele şimdi Tabucchi okumamın sonlarına gelmişken ben de kendimi tam böyle bir durumda buluyor, görüyorum. Başka ne isterdim? Bilmiyorum. Başka hiçbir şey yetmeyecek çünkü. Sana da yetemeyeceği gibi.
Rimbaud'yu dediğin biyografiyi de katarak, önereceğin başka kaynaklar varsa onlarla birlikte okumayı düşünüyorum. Baudelaire, Aloysius Bernard, Comte de Lautremount, Paul Verlaine, Stephane Mallarme okudum. Olaya salt şiir olarak bakarsam Baudelaire diyorum. Rilke gibi, hatta daha fazla şairlerin şairi, şiire dünyayı katabilmiş, şiiri yeryüzüne bağlamış biri. Biraz da Mallarme... Bakalım Rimbaud ne fısıldayacak kulağıma?


Yazmak / Konuşmak

7 Ekim 2018


Dün akşam iletilerini okudum. Hemen yanıtlayamadım, biraz düşünmek istedim ama bugün de ne yazabileceğimi bilemiyorum. Doğruya da yanlışa da (doğru ve yanlış ne demekse) son derece yakınsın ve doğru ya da yanlış derken başka bir şey kastediyorum. Bedelli askerlik konusu tümüyle senin karar vereceğin bir konu ve ben tutarın bir miktarını gönderirken adı bedelli parası bile olsa kullanılma biçimini sana bırakmıştım ve başka türlü de kullanabileceğini az çok düşünüyordum. Dolayısıyla benim adıma bir şeye zorunlu değilsin. Benim için önemli olan şey, senin için yapabileceğim somut, ne yazık ki  ilk ve son şey olarak elime geçen kaynaktan küçük bir miktarını seninle paylaşmaktı. Daha çoğunu yapamadım. Bana göre (ya da yerinde olsam) gelecekte önümde dikilecek bu engeli şimdi burada çözmek doğru görünse de senin başka türlü düşünmene saygı duyarım. Sonuçta ben o çalışmaları yapan, o kavrayışları taşıyan biriyle (herhangi biri, soyut bir düşünce) çok küçük bir kaynağı paylaştım. Bu kaynağı nasıl kullanacağın, inan sevgili dostum gerçekten yalnızca seninle ilgili bir şey. Bana karşı hiç yükümlü değilsin, babanı bilemem. Bu konuyla ilgili olarak bana karşı sorumluluk duymanı hiç istemem. Söylemiştim, para konusu orada bitmişti benim açımdan. Kaldığım yer internet sayfandaki son dosyandır ve ötesi için ikinci, üçüncü kişiyim. Ama biliyorsun, yalnız seninle, Rimbaud'yla da ilgili değilim, Saramago'yla, İşiguro'yla, Calvino'yla, Maalouf'la, Ergülen'le, Kavabata'yla, vb. de ilgiliyim. Önümde dağlarca birikmiş okuma ve yazma kuleleri önünde apışıp kalmış durumdayım ve dünyada ne varsa her şey ve herkesle ilgiliyim varlığımın tüm yetersizliğine, sınıra gelip dayanmış olmama karşın. Yapacağım ve yapamayacağım çok şey var.
Sorun da tam burada dostum. İnsanlar belki de ikiye ayrılıyorlar. Bu dünyanın bu sefil, aşağılık görüntüsünün dayattığı bir şeyi yaşıyoruz hep beraber. Genç insanları yetenekleriyle tek başına ortada bırakan ve atış hedefine dönüştüren pis bir dünya. Benim kızım, ötekinin oğlu, sen, başkası... Hatta baban, ben, kadınlar, erkekler... Herkes payını alıyor, daha da alacak bu yokluktan. Birinci tür insan çaresizliği ya hep ya hiç noktasına taşıyor (ve tam bu noktada şiiri değil yaşamı yanlış bir örneğe dönüşüyor Rimbaud'nun, ki bunda sorumlu olan Rimbaud değil) ve birkaç insan vurgun vursa da (metaforik olarak) büyük çoğunluk çöplüklerde yitip gidiyor. Bu tür insanlar bıçak sırtında, uçurum kenarlarında hepimizin gözünü alsa da enerjilerini boşa harcamış, yapabileceklerini yapmaktan kendilerini alıkoyan insanlar gibi görünür bana. Çünkü dünya daha gerçekçi (istersen daha sinsi diyebilirsin) yaklaşımlarla üstesinden gelinebilecek bir şey. 41 yıl kamuda çalıştım. 65 yıl yaşadım. Rimbaud şiirini okudum ama onun gibi yaşamayı düşleyemedim, düşlemeyi de reddettim. Çünkü herkes için özgür bir yaşam tasarı olmadan bir kişiye vuracak ölümcül piyangonun benim için bir anlamı yok(tur). Yaptığım işi sevdiğimden değil (sevmeye çalıştım ayrı) ama erken öğrenilmiş bir gerçeklik duygusuyla eğer kendime bir Rimbaud saati ayıracaksam ve bunu kendi kaynağımla, kimseye borçlu kalmadan yapacaksam kalan zamanımı belli ölçülerde pis düzene satmak zorundaydım. Yoksa dünyaya (başkalarına) musallat olmaktan başka seçeneğim kalmazdı. Burada musallat sözcüğünü olumsuz anlamda kullanmıyorum, kaçınılmazlık olarak görüyorum. Bir saat Rimbaud'yu ağır bedel ödeyerek kazanmak zorundaydım. Ağırdır bu bedel, çok ağırdır. Rimbaud okumak için emekçi olmak, özveride bulunmak, hatta ileri giderek söyleyeceğim, sömürülmeyi göze almak gerekiyordu. Ancak bir noktada, bir konuma yerleştikten sonra zamanı ve mekanı (şimdi benim yaptığım gibi) biraz daha kendine bükebilirsin, belki çok gecikmiş olarak Rimbaud'nun şiirine dönebilirsin. 
Ben zamanların ve mekanların kahramanı olamayacağımı kritik yaş eşiğinde öğrendim. Teslim olmak yerine düzenin kaynaklarını amacıma yonttum.
Bunu bir model olarak öneriyor değilim sevgili Yalnız İnsan. Ama hesaplaşmanın derinliklerinde böyle bir seçim yatıyor. Rimbaud çağında inan her şey daha kolaydı. Birçok şey insan bedeni üzerinden tanımlanıp yaşama geçirilebiliyordu. Artık Rimbaud çağında değiliz, bizim gibilerin Rimbaud'yu yine de bulup, üstlenip düzene karşı sahiplenmesi ama bunu yaparken de hem kendimizden hem Rimbaud'dan vazgeçmemeyi öğrenmemiz gereken bir çağdayız, hatta çağ bile denemez, yıkım, yok oluş dönemi.
Elindeki para düşlediğin şey için (İstanbul) öylesine yetersiz ki içim acıyor. Ama sana dene ya da deneme diyemem. Ne seçersen seç kendi kaderini seçmiş olursun. Seçtiğin şeyi (kaderi) başkaları yaşamak zorunda olmasın ve kısa sürede geriye savrulmak zorunda kalma. Kalabilirsin. Onurlu genç bir insan olduğun için söylüyorum bunu. Doğabilecek tüm sonuçları (iyi ya da kötü) tümüyle üstlendiğin sürece kimse seçtiğin yol için herhangi bir şey söyleyemeyecektir.
Dertleşme isteğini karşılamaya çalıştım dostum. Ben kimseye öğüt veremem, öneride bulunamam, söz veremem, adına konuşamam. Bütün bunları kendim için yapmakta bile aşırı zorlanıyorum. Yaşamım benim değil şimdi bile. Kendini çıkmazda gördüğün durum aslında genel, çok yaygın bir durum. Ama seni özel kılan bir duyarlığın var ki bu işleri daha kötüleştiriyor. Bir Alman atasözü var: En kötü karar kararsızlıktan iyidir. Bu söz zaman zaman yolumu aydınlatmıştır. 
Sevgilerimle.


9 Ekim 2018

İletine verdiğin adlamaya bayıldım: TERS AÇI/
Diğerine göre terstir açı ama açıdır o da. Ölçüye gelir eninde sonunda. Ölçü (metre) nedir? Sorun olsa olsa buradadır. Hatta biraz ilerisinde: Uzlaşmadan ne anlayalım: A) Ödün, B) Oyala(n)ma, C) Durumu kurtarma (oportünizm), D) Paylaşma, E) Toplumsallaşma. Belki de tümünü anlamalıyız ya da hiçbirini.
Ben dostum, bana gereken şeyi geç anladım. Oturdum bir saat Rimbaud okumak için neden, nereye dek vazgeçmeliyimin hesabını yaptım. Bir şaka değil bu. Benim yaşamım... Pek de övünülesi değil ama ne yaşasaydım onunla övünürdüm sorusunun yanıtını şimdi de bilmiyorum. 
Mektubunu çok beğendim, sevdim. Biraz da gergindim seni üzebilecek bir şey ağzımdan kaçmış olabilir diye. Babanla ilgili çizdiğin portre eşsiz. Birkaç tümcen günümüzün yaygın bir karakterini ele verdi. Doğruluğunu tartışmayacağım. Sen ne dersen o. Yani yazar ne derse o. Bu da geçici uzlaşmalarımdan biridir. Önce yazar, sonra ben haklıyım. 
Roman yazacaksın. Yazmalısın. Yazabileceğini görüyorum. Eğer yeraltından yazacaksan yeraltı çevreleriyle bağlantı kur diyeceğim. Düşkırıklığına uğramayı göze alarak elbette. Ama senden ricam şu olabilir:  Düşkırıklığın yapmaktan vazgeçirmesin seni. Bildiğin birine değil, bilmediğin birilerine ya(z/p)dığını, sesini duyurmak istediğini varsaymalısın.
İnsanların istediğimiz gibi olmamaları istediğimiz gibi olmalarından sanırım daha iyi. Böylece bir olasılık, piyango bize çıkabilir. (Buradaki zavallılığı ve serüveni düşe ulayan çıkmazı görüyor musun?)
İnsanları (ve dolayısıyla kendimi) sevmek için bir neden yok ama tersi için de çok neden var sayılmaz. Ne yaptığını bilmeyeni ne kadar sorumlu tutabilir, bilmediği şeyin faturasını ödetebiliriz. Bilisiz (cahil) hep ve hep mağdurdur, bunu da öğrendik.
Fotoğrafı göndermen büyük incelik. Hoşuma da gitti.
Konusu geçmedi ama benim en sevdiğim dünya sinemacılarından biri Nuri Bilge Ceylan'dır ve hiçbir filmini kaçırmam. Gösterime girdiği an koşarım. Ahlat Ağacı da sıcağı sıcağına izlediğim bir filimdi. Evet, sinema çevrelerinde (eleştiri vb.) önceki filmleri gibi yankılanmadı. Hatta kızımın (Meriç Kırmızı) Birgün Pazar'da yazdığı yazı ters bir açıdan yeterince uyarıcıydı. Toplumsal bir duygu çıkartmasından söz ederek ideolojik işlevi imliyordu benzeri filmlerde. Baba-Oğul izleği evrensel, mitolojik, senden iyi kimse bilemez bunu. Özel deneyiminle ilgili değil bu söylediğim, kuramsal birikiminle ilgili. Senin iyi bildiğin bir konu olmalı. Ben de hem kişisel hem düşünsel nedenlerle konuyla ilgili oldum yaşamım boyu. 
Nuri Bilge Ceylan'ın sinemaya soru sokma, yaşamı bur(gula)ma biçiminden çok hoşnutum ama. Zamana dokunan, zamanla oynaşan yaklaşımlardan her zaman hoşlanmışımdır. Angelopoulos benim yönetmenlerimden biridir. Ahlat Ağacı'nda önemli olan bir şey de Nuri Bilge'nin duyguları kaşıyıp, tırmandırmaması, böylece sahicileştirmesi. Onu çok severim.
Yüz yüze görüşeceğiz, çok uzamayacak sanırım. Aslında yarın akşam Ayvalık'a geleceğim ama o gün İzmir'e, eşimin ameliyatı için (safra kesesi) geçeceğiz, pek kalmayacağım. Bir fırsat buluruz, uzun uzun söyleşmek, ne kadar katlanılmaz (!) olduğumuzu aslında birbirimize kanıtlamak için. Bu işin şakası.
Çevrendeki insanları anlatmışsın, onlarla ilişki(sizliği)ni. Etkileyici, ki amacın etkilemek değil elbette. 
Birileriyle olmuyor evet ama birileri olmadan hiç olmuyor.
Bu çelişkiyle yaşamak zorundayız. 
Yalnızlığı tanımlamak olanaksız.
Kısa bir süre uzak kalacağım. Yanıma bir kitap alırım ama hangisini bilemiyorum eşlikçi olarak. 
Görüşmek üzere.


RİMBAUD

18 Kasım 2018


Rimbaud çalışman bana kılavuzluk yapacak ama biraz daha sonra... Şu anda gündelik yaşam beni sürüklüyor ve okumadan yazmadan neredeyse koptum. Geçici bir durum bu. Taşınma. Ama bir kitaplıkla taşınma. Bilen bilir ne olduğunu.
Yazını önümüzdeki birkaç gün içinde okurum, denk geldi. Tam da Rimbaud şiirleri okurken... Girişinden birkaç bölümce okudum. Seni şimdiden kutlarım. İçindeki Rimbaud'yu (içindeki iç'i) ortaya çıkardığından kuşkum yok.
Rimbaud hakkında bir şey demiş saymıyorum kendimi. Belki şiirini okuduktan sonra hakkında konuşabilirim.
Okuyunca döneceğim sana.


30 Kasım 2018


Sana yazdıktan birkaç gün sonra Rimbaud yazını okumayı bitirmiştim. Açıkçası ben çok beğendiğimi söyleyeceğim. Nerede olursa olsun yayımlamanı öneririm. Böyle düzgün, kavrayıcı ve tutkulu, ama daha önemlisi arkasındaki emeği kristalize eden yazı az bulunur. Rimbaud yazılarına bir yazı daha eklemek değil mesele. Birinin Rimbaud'yu bugüne dek yapılagelenden başka biçimde okuması ve kişisel okumasını ikna edici biçimde önermeye dönüştürmesidir bana göre önemli olan. Senin, Rimbaud'nun eline geçen kaynaklarına egemen olduğun hemen anlaşılıyor. Saygını da gösteriyorsun titizce. Ama daha fazlasını yapmaya çalıştığın belli. Kendi içindeki Rimbaud'yu da Rimbaud genel profiline eklemek istiyorsun ve sonuna dek haklısın. Çünkü bunu yapmayacaksan Rimbaud hakkında yazmanın bir anlamı yok. Benim için de, biri hakkında yazmanın kendin hakkında yazmaktan farkı yok. İnsan biri üzerinden kendinden söz eder. Kendini yazdığı şey ya da kişiden önemli bulduğundan değil, o kişinin esiniyle kendini açmak ve açılmak için. Rimbaud'nun senin içinde nasıl yankılandığı, kabardığı, kurucu bileşenlerinden birine dönüştüğü hemen anlaşılıyor. 
Yazın Rimbaud okurluğumda gerçekten bana kılavuzluk edecek. Çünkü sayende Rimbaud hakkında bir soruyu yükseltebiliyorum. Rimbaud kim? Başkası mı, kendisi mi? Hangi başkasından kendisi? Hangi kendinin başkası? Pessoa Rimbaud'yu nasıl bildi? Basit bir heteronimi oyunbazlığıyla açıklanabilir mi bunlar? Kendinden kopup daha kendine batan Rimbaud fazla mı düşsel bir metafor olur? Kimsenin karşısına (Verlain'in de) kendisi olarak çıkmayan Rimbaud kendine ilişkin imgeyle neden ölümcül bir oyun kurguladı? Şiiri yazmakla yaşamı şiirlemek arasındaki sınır bir anlık bırakışla, tek kurşunluk (rulet) 'şansla mı dönecek'? Şiiri yakmak yakanı şiir yapar mı? Oysa Rimbaud'nun kendinden şiir yapmak gibi bir derdi de yok (görünüyor). Herhalde en kötü açıklama 'şımarık kapris' olurdu. Olacaksa insan, ya Tanrı ya şeytan olmalıydı. İkisi arasındaki fark önemli değil. Tanrının ya da şeytanın 'en iyisi' olmak yeterliydi, hangisi olacağın değildi konu. Yani soru(m) aslında şu: Tezi tezsizlik değildi onun, ama neydi? Yaşamını neyin, hangi bahsin üzerine sürdü. Suçun türü, dibi bile yavan gelmez mi bir yerden sonra? Yolculukların en görkemlisi bile ve ticaretin ve lanetin bin türü, türlü çeşit kı(y/r)ım en sonunda can sıkıntısından öldürmez mi insanı? Onu yaşamın üzerine bunca iten ve sonra aynı hızla çeken ne? Bu ve benzeri sorular tüm kilitleri açan maymuncuğu bulmak ve yanıta kavuşmak için sorulmaz elbette. Çünkü eksiksiz yanıt, bir son açıklama yok. Rimbaud gibi örneklerde bu insanlar kadar onlar etrafında yükseltilen mitler de ayrıca okunmalı. Öyle anlaşılıyor.
Seni yürekten kutluyorum. Doludizgin, çağlaya köpüre akan bir yazı çıkabilirdi Rimbaud tutkundan ama sen sevgini ucuza harcamıyorsun. Bu özellikle dikkatimi çekti. Çok özenle yazmışsın. Bir yerde yaymlatabilmeni çok isterim. Artfullliving iyi bir yer gibi. Ciddi görünüyor ve izleniyor sanki. 
Ben de sevgili dostum içindeki (gizli) şairi susturmuş ya da hiç yüze çıkmamış kişinin tutumunda değerli, onurlu şeyi görmez değilim ama sonuçta bilinmeyen bilinmemiş ve bilinmeyecek demektir. Yoktur. Rimbaud o bir avuç şiiriyle bilişimize geliyor ve var oluyor. Tersi ya da gerisi bana göre önemsiz...
Kısa devre kura sonucuna gerçekten çok sevindim. Zamanı, yeri senin adına rahat bir nefes almamı sağladı. 


8 Aralık 2018

Ama bence iyi yaptın. Yazını okuyana bırakmış oldun Sarhoş Gemi'yi. Yazının çekim noktalarından biri de onda saklı şey değil mi? Eğer tersini yapsaydın sevgili genç dostum öteki Rimbaud yazıları gibi bir şey olurdu. Akademik ölçünlere uygun bir yazı. Benim kadar nefret ettiğini düşünüyorum böyle akıllı yazılardan. Doğru mu? Yine de söylediğim gibi yazında sağlam bir içtutarlılık, mantık var. Bu özellikle dikkatimi çekmiş ve hoşuma gitmişti. Yazı senden çıkıp eninde sonunda sana dönecek bir şey. Araya bir ya da birden çok dolayım girebilir de girmeyebilir de. Şimdi bu Rimbaud senden çıktıktan sonra Rimbaud hakkında içinden çıkabilecek bütün olanak (imkân) ve olasılıklar da görünüme çıktı. Şimdi Rimbaud hakkında kendini daha iyi bildiğini düşünüyorum. Deneyim (yazma deneyimi, tabii okuma da) böyle bir şey sanırım.
Kısa ya da uzun veda karşıla(ş)manın bir türü. Büyük buluşmaların eşiği. Dediğin gibi bizim üzerimizden konuşan kitaplar ve onların evreni olasılıklar içinde en iyi evren. Aynı evrenin içindeyiz her nerede olursak olalım.
Para konusunda haklısın. Hele genç bir insanda parasızlık kadar bana dokunan bir şey yok. Para talebini yaşam talebinin altında bir yere yerleştirsen benim açımdan sorun kalmayacak. (Para için yaşamak yerine yaşamak için para, biraz yavan görünüyor olsa da.) Bu yönde atacağın her adım (Amerika da içinde olmak üzere) bana göre de haklı ve doğrudur. Böyle düşündüğümü bilmelisin. Amerika olan her şeye düşman değilim ve dünya birçok şeyi Amerika'ya borçludur. 
Başka bir çağın genç insanısın. Senin çağın ya geçti, ya gelecek. Ben seni hüzünle, ama bir o denli saygıyla, hayranlıkla ve sevgiyle izliyorum. Sayısız benzerlerinin de şu coğrafyada aynı yazgıyı sürdürmek zorunda olmaları (işsizlik, parasızlık, özgürsüzlük, vb.) seni asla teselli edemeyecek, bunu da biliyorum. 
Elbette öyle ya da böyle bir şey yaşayacaksın. Yolun açık olsun. Canın istediğinde yazarsın. Kulağım kirişte olacak. 



GAUGUİN

22 Şubat 2019

Merhaba sevgili dostum.
Gönderdiğin bağlantıyı birkaç gün içinde tarayacağım. Teşekkür ederim. 
Daha yaşamım düzene giremedi ama bir iki hafta içinde çalışma düzenime kavuşacağım. Çok az yazabildim. Yazabildiğim 5-6 metni de fırsat bulup sitede yayımlatamadım. Neredeyse bir yıl oldu.
Ama göz atmak istersen sana ayrı gönderirim. Bunların içinde Thomas Bernhard'la ilgili bir final çalışması da var.
Zeze Maorice ne demek acaba?


 24 Şubat 2019

Senin sevgili genç dostum, kendini anlatmak için yolunun sıkça resime çıktığını anlamıştım biraz da sevinerek. Elbette klasik, yerleşik resimle işin olmazdı, üzeri çizik figüratif ve non-konformist bir resim, hatta daha ötesi evrensel bozunuma ve anlamsızlaşmaya işaret eden dekompoze bir resim anlayışı sana yakın gelebilir. Senin adına biraz ileri gitmiş bir yargı olduğunu biliyorum bu dediğimin. Çünkü Van Gogh'u, hele Gauguin'i nereye koyacağız? Sanırım onlarda da gizli ama inatçı bir yıkıcılık, yapıbozumculuk söz konusu. (Gauguin'in Aden bahçesine karşın...) Eleştiriden daha fazlasından söz ediyorum. Adı yanıltmasın, konformist, uydumcu eleştiri örneği, her sanat dalında olduğu gibi resimde de çok. Resmin kendisiyle ilgili bu dediğim... 
Aslında bütün bunların karşına çıkması, senin nereye gidersen git kendinle karşılaşmanla ilgili. Rimbaud'nun da gerçekte bir yere gitmediğini anladığı bir yer/zaman oldu. İsyanını sürdüremedi (kısacık bir ömrü oldu), sürdürmeli ve bunun için daha yaşamalıydı. Şimdi 17-18 yaşının şiirlerini okurken bu evrensel isyanın yasını üstlenebileceğimi, üstlenmem gerektiğini biliyorum.
Resim benim ilk göz ağrımdı. Çocukluğumdan başlayarak üniversite yıllarıma dek süren dönem kendimi resimle anlatmayı öncelediğim bir dönemdi. Resim yapmaya bayılır, kendimi başka, özel biri olarak görürdüm. Buna karşılık iyi bir resim yok arkamda. Kopuş hızlı, şiddetli oldu. Daha resimden bir şey anlamadan başka şeylere yöneldim. Bu çevreyle, ortamla ilgili... Belki bu kopuş yüzünden resimle arama olması gerekenin ötesinde mesafeler koydum. Bir başka yer, uzak, ilgisiz... Hüzünlenmemek olanaksız. Ama yitirilen her şeyle gelir bu duygu, yitirilen her anlamlı, güzel bulduğumuz şeyle... Biliyoruz, başka bir dünya ve yaşamımız olmayacak. Ertelemek şimdiden yitirmek demektir.
Resim, yazı, vb. değil, belki iyi, doğru olan, kendimizden vazgeçmek yerine kendimizi yine de, bir kez daha anlatmak tutkusu. Öyle ki bir yanıt almak bile ikincilleşebiliyor. Birinin olduğunu, şimdi burada ya da değil, birinin senin kendinden koparıp fırlattıklarınla karşılaşabileceğini asla bilemeden bilmek, o kadar bilmek ki istemek, istediğini çekmek, kendine getirmekle ilgili bir bilmek... Evrende sanırım kendini çekecek, bağlayacak bir kütleyle karşılaşmayacak herhangi bir cisim yok. 
Bizi kimin duyabileceğini gerçekte bilmemeye yargılıyız, ama o en son kişiye anlatmadan vazgeçmeyerek, bir şiir yazmayı, kendimizden bir şey yapmayı deniyoruz.
Senin yaptığın bedenini de hem düz hem yan anlamlarında işin içine katarak bu şiiri yazmaya çabalamak. Mutsuzluk, tıkanma duygusu, öfke, hatta kin, öte yandan arınma işleminden başka şey değil. Çünkü bizler bu türden tepki biçimlerinin dogmatikleri değiliz, istesek de olamıyoruz. 
Yorgunuz, doğru. Ama en çok Don Quijote kadar yorgun olabiliriz, ancak o kadarına hakkımız var. Görevlerimiz, birilerine verilmiş sözlerimiz olduğundan değil. Her şeyden vazgeçsek şu dizeden, şiirden vazgeçemeyeceğimiz için...  
Sorunu yanıtlayamam, kim olduğumu söyleyemem sana. Daha çok ötekiyim, olmadığım kişi. Her gün henüz olamadığım (öteki) benlerimin peşinde koşturuyorum. Kendimi ötekilerimle dizginliyor, yatıştırıyorum. Herkes bir yandan benden iyi, doğru ve gerçektir. Birkaç insan ömrü gerekiyor bana bu konudaki yanılgımı anlamak ya da herkes kadar... olabilmek için. 
Kendimi kendimle bağdaşık bulduğum anlarım yok değil. Bir an... olabileceğim kişiyim, sonra içtenlikle söylüyorum, hiç. 
Ama yakınmıyorum, değersizlik duygusu yaşamıyorum, en az diyorum, en az .................kadar haklıyım. Haklı olmak ne demekse...

Gauguin  ve Kavafis dosyanı inceledim, ilkini tam okudum. İki çalışmana da hayran kaldım. Kavafis kurgun eşsiz... (Benim pek bilmediğim bir şair yazık ki...) Ama ne kadar önemli olduğunu biliyorum.
Bu düzgün çakıltaşlarının, yaratıcı çalışmalarının deniz üzerinden sekmesini ve son kişiyi bulmasını isterdim. 



ZEKİ Z. KIRMIZI OKUMALARI

2 Nisan 2019


Senin, Yalnız İnsan, arkanda bile kalmamış sürekli eşlikçin, öyle okumaların var ki açıkçası benim çok ötemde, derin, gökgözlemci, sınırzorlayan, deli-ci okumalar bunlar. Senin gibi bir okur olmayı düşleyebilirim.
Yanıtını bulamadığım sorularımdan biri yaşam uzunluğu ile birikim arasında kurduğum doğru (düz) orantının geçerliliği... Oysa bazen bu ilişki ters orantılı gerçekleşebiliyor. Bu da bir tür tansıma sayılmalı. O zaman Sontag'a, Rimbaud'ya, vb. şaşkınlığım kabul edilebilir sınırlara çekiliyor.
Senin tarıma açtığın toprak tuzlu, acı, taşlı, zor, meydan okuyan, direnen bir toprak. Yine de onun dilini, kimyasını, tadını, kokusunu, karanlığını ve sesini bilip duymanın, tanımanın peşindesin. Sana bu yönde gereken cesaretin nereden gelebileceğini çoktan keşfetmişsin. Christophe Honore'u, ondaki mavi bezemeleri senin deli-ci bakışın kaçırmaz ve tabii Jarman'ın, AIDS'ın, 90'ların, Picasso'nun mavisini de...
Senin kadar tutku dolu deli-ci bir bakışım olsun isterdim. Ama taşımaya cesaret edebilir miydim? Bilmiyorum.
Ekte 2006'yı gönderiyorum. Uyardığın iyi oldu. Hemen düzelttireceğim. 
O yıllarda okumaya koşut yazmaya başladım. Yazım da giderek evrildi. O yılların okumaları bugün bana ne der, bunu da kestiremiyorum. Umarım benim bulamadığım şeyi görürsün, boşuna zaman tüketmiş olmazsın.
Şimdi inceleyince 2006 okumalarımın internette doğru olduğunu, yalnızca başlığın yanlışlıkla 2006 yerine 2015 olarak yazıldığını gördüm. Ben sana yine de gönderiyorum. Sayısız yazım yanlışları üzerinden geçme şansım yok yazık ki...


27 Nisan  2019

Sevgili dostum,
Okudum deyince gerçekten okuduğuna inanabileceğim belki de tek insansın. Başka biri dese o kadar ciddiye almazdım.
Tabii bu süreçte neler yitirdiğinle ilgiliyim ama bu benim açımdan, sen ya da ben kim olursak olalım ya da sonuç ne olursa olsun, bundan ayrı olarak onur vericidir. Şundan: Sen okumayı bilen birisin. Yazan biri senin gibi okuyanı olsun ister (Belki de istemez). Bana gelince, yazan biriyim, demek bana bugün de zor geliyor.
Emeğine saygı duymama engel değil hiçbir şey elbette. Beni üzebilecek şey başka okumalarının, çalışmalarının ketlenmesi olabilirdi bu nedenle. 
Yine de bunu gerçekleştirdin. Teşekkür ederim. 
Casanova'nın romanını senden duydum. Okuyup düşünceni aktarırsan sevinirim. Şu sıralar Akdeniz ülkelerinden bolca okuyorum. Özellikle İtalya'dan. Tabucchi, Calvino, Bassani. Kendi Ferrara öykülerini anlatan Bassani gerçek anlamda bir keşif oldu özellikle okuru alışkanlarına bırakmayan dikkatli, hafif alaycı, dolayımlı anlatımıyla.
Whitman'ı gördüm, sanırım aldım da. Artık karıştırıyorum neyi alıp almadığımı. Önemli bir yayın olayı. Senin Whitman'la ilgili paylaşımların da geldi bu arada aklıma. Şiirde hangi geleneklerin peşine düştüğünü az çok kestiriyorum. Soluklu, doğal, güçlü, çıplak ve asi. Ben de bu çizgiyi anlamlı, önemli buluyorum.
Sana Walden'inde, kır çiçekleri içerisinde mutlu okuma anları diliyorum. 
Sevgiyle...


HIRSIZIN GÜZEL TALANI

2 Mayıs 2019


Bir hırsızın talanından ancak bu kadar mutlu olunabilirdi ve kendime dün akşamdan beri, beni çokça etkileyen veduygulandıran bu olay karşısında, bunu hak etmek için gerçekten ne yaptım ki, diye sordum durdum. 
Benimkini aratmayan ve belki de aşan senin okurluğunla onurlandığımı baştan belirtmek istiyorum, bu benim için önemli. Okurluğum ve buna bağlı gelişen yazım, dikkatli bir gözün odağında bu biçim ve içerikle hiç yer almadı, okunmadı. Hiç kimse beni, yalnızca yazımdan söz etmiyorum, senin gibi yakından ve içeriden okumadı (ki bunu kestirmek hiç zor değildi. Okuyacağım, demen yetmişti bana.) Zaten en başta ben başkasının beni, hele de böyle okuması için bir neden, gerekçe bulabilmiş değildim. 
Seni ve senin gibileri bambaşka ve özel kılan şey de tam bu. Kemiklerle, görünmez dokularla, tırnaklarla, döküntü ve atıklarla da ilgilidir bizim gibilerin yaptığı okumalar. Bütün bunlar bizde, içimizde buluşsunlar diye değil, bizden ayrı, orada var olmalarına saygı duyabilmemizden ötürü; atladığımız, kendimizi haklı görmemize yol açacak bir hafifliği bağışlayamayacağımız için  tinin boşluklarında ıslık sesi çıkararak estiği kemiklerle, kemiklerin iliğiyle de ilgiliyiz.
Kemiklerime değin okunduğumu, yazdıklarımdan öte, yazabileceklerimin, yani aslında doğrudan benim okunduğumu görüyor ve ürperiyorum. Kendimi saklamadım ama göstermeyi de istemiş değildim. Senin okumansa başlangıç imgesine, ilkörneğe (arketip) dönük bir okuma girişimi. Kusursuz, etkileyici bulduğumu söylemek zorundayım ve bunu sen yaptığın için hiç huzursuz, tedirgin olmadığımı hemen belirtmeliyim, senin röntgeninle ortaya çıkabilecek tüm olumsuz verinin bile benim için önemli, anlamlı bir girdi olacağını varsaydığımdan. 
Genç, diri ödünsüzlüğün başlı başına göz yaşartıcı bir erdem, bu erdem sözcüğü sayısız çağrışımıyla gıcık olmana yol açabilse de. Onayla(n)malarla uzaktan yakından ilgin olmaz senin. Sınırın ötesinden düşünen, yazan, seslenen birisin. Bütün bunları üçüncü kişilere anlatmak nasıl da zor. Ama gerekli mi?
Sana neden teşekkür etmeliyim? 
Bunun için gerek ve yeter nedenlerin bir çoğunu sen de kestiriyor olmalısın. Yinelemem anlamsız olur. 
Ama ayrıca teşekkür ediyorum, 66 yaşımda ilk kez kendimi saçılmış başka başka, uzam/zaman birliğinden yoksun ve dağınık yaşamlar olarak kabul etmişken, üstelik tüm bu paramparça şeyleri artık bir araya getirme çabasından tümüyle vazgeçmişken, bana yazınla bir sahici ayna tutarak kendimden bir şey anlamamı, bir imge çıkarabilmemi sağladığın için.
Ve yine teşekkür ediyorum, her ne yapmışsam ve bir şeyler yapmaktan vazgeçmezken bile yapıp ettiklerimi hiçler, önemsemezken, dahası tüm bunları yapmak için geçerli neden bulma sıkıntım giderek artarken, yalnız olmadığımı, bütün bunların bir ses, fiziksel bir alan yaratarak başka bir yerden, benzer bir ten ve tinden yankılanabileceğini bana gösterdiğin, neyi aradığımı bilmeden sürdürdüğüm arayışımda yalnız olmadığımı duyumsattığın, gösterdiğin için.
Teşekkür ediyorum, sana, senin için. Sendeki Rimbaud, sendeki Camus, sendeki adını sayamayacağım tüm ötekiler için. Evet, sen içinden çıkamadığım, yanıtını kıskançlık krizleriyle belki bulmayı olanaksız kıldığım süreğen sorumun yeni bir kanıtı olarak önüme dikildiğin için. Zaman ve su yalnızca sıralı akan bir şey değildir, bazen ters ya da beklenmedik biçimlerde sıçrayabilir, delebilir, usumuzu bir yerinden kesip kanatabilir. Belki de hazine (imge) orada gömülü, saklıdır.
Zamanın patladığı yerden yer yeniden bireşimlenebilir. Rimbaud 17-20 yaş arasında o hiçbir okumanın tüketemeyeceği Illumination'u yazabilir ve hiç kimse bu yüzden bir tansımayla, kayrayla (mucize) karşı karşıya olduğunu düşünmek gibi bir hafifliğe kapılmasın, kapılmamalı. 
Sana teşekkür ediyorum çünkü sen tanıdığım ender dil (ve düşünce) emekçilerinden birisin. Tanıdığım derken üreten, yaratan sanatçıları da içine katarak söylüyorum.
Ve sevgili Yalnız İnsan, dostum, bir teşekkür daha etmeliyim unutmadan.
Gizilgücün, yarın ortaya çıkaracağın yapıtın (nedir bunu kestirmek zor) için şimdiden teşekkür etmek istiyorum. 
Şimdi burada keseceğim. Sanırım bu konu ve yazın üzerine yine yazacağım. 
Birkaç açıklama:
1) Aşağı yukarı 2005'lere dek yazmak yaşam izlencem içinde yer almıyordu. Hatta yazmayı, okumak gibi olağanüstü bir eylem dururken reddediyordum, yazılanlardan daha iyisini yazamayacağımı bildiğim için. Gereksiz gürültü çıkarmayı hiç sevmedim. Okumalarımdan el yazması notlar alıyordum ama öncelik okumadaydı. O nedenle ergenlik (neredeyse çocukluk diyeceğim:1962-3) yıllarımdan 2005'lere dek yaptığım okumalarım yazılarıma dolaylı olarak yansıyabilir ancak. Bunlar görünmüyor. Veritabanımda da en erken 1984'lere dek gidiyor okuduğum kitapların bilgisi. Öncesinin kayıtları yok.
2)Senin bu birçok bakımdan (ama özellikle benim için) önemli, anlamlı yazını izin verirsen sitemde yayımlamak isterim (sakınca görmezsen). İlk kez ve gönlüm rahat bir konuk ağırlamak isterim çünkü buraya özgün imzasıyla girecek en başta gelen kişisin. Belki bu amaca uygun ufak tefek düzenlemeler yapmak isteyebilirsin. (Gerçi bana göre gerekmez.) Tabii sen izin verirsen. Bugünlerde çok gecikmiş bir güncelleme yapacağım. 
3)Yazı odaklı yapmayı umduğum, düşündüğüm çok şey var dostum. Dediğin gibi bunların başında bir düşünce olarak okurluk deneyimimi paylaşmak gelmeli aslında. Bu nedenle sitede bir bölüm de açmıştım, hatta başlıkları bile oluşturmuştum. Birkaç yazı yazdım ama bugün utanç duymadan okuyabilir miyim bilmiyorum. Bu benim de istediğim bir şey.
4) Şu 20 yaşında ölen, 'baştan başlamalıyım,' diyebilen ve arkasından ölen Casanova bilgileri için teşekkür ederim. Sanırım kitabını bu ayın listesine koyacağım, merak ettim. 
5) Ben de senin gibi düşünüyorum. Şimdi kitabın seni yazıyor. Buna inanıyorum.
Sevgiyle...



7 Mayıs 2019 


Yaşamak, varsa içeriğini dostum, uçurumun kenarında yürümek, düştüğünü ve aynı zamanda düşmediğini düşlemekten alıyor olsa gerek.
Bu nedenle sanal, ticari ve uçucu uçurum gezintileri bir yana belki görünmez ama sahici uçurum kıyısı deneyimleri sanırım okumanın da öteki adı.  
Dolayısıyla yürekten katılarak ve yürekten katılarak:
Incipit vita nova!


AYVALIK

18 Temmuz 2019


Merhaba sevgili dostum. Önce gönderdiğin bağlantıların hakkını vermek istedim ve o alıntılar, metinler, göndermeler, fotoğraflar, videolar dünyanın kıyısında senin sessizlik deneyimine kattı beni de. Bu sessizlik senin sessizlik deneyimin olmanın ötesinde sessizliğin dolayımsız özdeneyimiydi. Öyle düşündüm. Bundan etkilendim ve bunun nereden kaynaklanabileceğini sordum kendime. Ayvalık deneyimin sanki amaca dönük bir deneme, seni umduğun şeye yaklaştırıp yaklaştırmadığını sınadığın bir tez(di). Süreceğini sanıyorum. Çünkü henüz daha 'dünya ve kendini' saltık duruma (Badiou'nun Olay Anı) değin ötelenmiş ve orada bir daha değişmeyecek biçimde kalmış olarak düşünmüyorsun bence. Bana göre her ikisi de doğru ve iyi. Saltığa (saltık sessizliğe) yönelik kurgu ve onun olanaksızlığından ötürü her gün yeniden ince ince kanayaduran öykün. Burada teslim olmamış her şey var ama yalnızca bu mu? Göze alınmamış da belki hiçbir şey yok.
Ama sessizliğin bu sessizlik deneyimi, videolarında sabitlenmiş kameranın kısa çekimlerini birkaç kez yineleyen yalın kurgunun yarattığı duygu fotoğraflarında ve yazılarında da daha derinlerde yankılanıyor. Bunları izleyen senin ne yapmak istediğine, çıplak dünyanın karşısında tutunma, arınma çabana tanıklık etmekten öte saygı duyacaktır. Çünkü denizin akışındaki kayıtsızlık, rüzgarın çıkardığı ses ve savrulan dallar yapraklar, kitap, kedi, sigara bütün oradaki şeyler bizden ayrı kendi öyküsüzlükleri içre bütünler ve biz burada, onların karşısında öykülerimizi paçalarımızdan akıtıyor, geçiciliğimizden, yapayalnızlığımızdan, eriyip giden dünyalılığımızdan çıkarabileceğimiz olağanüstü sonuçları, yani saltık sessizliği kavramaya çalışıyoruz (delirmeyi göze alarak). Öteki ucu deneyimliyoruz ve buna cesaret ediyoruz. Yine de iki uç birbirini kesmeyecek ve anlatma sürecek. Anlatıcı sine qua non. Sürecek çünkü susmayı da ancak konuşarak (anlatarak) susabiliriz. Sessizliği olsa olsa ses (müzik) karşılar. Ve birinin sessizliğimizi duyması gerek.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder