Rimbaud’dan sonra bir başka giden, Sevgili Zeze, Paul Gauguin, paraya ve
zenginliğe tapan tiksindiği Avrupa uygarlığını terk etmeye karar vermiş,
1889’dan itibaren Fransa’dan ayrılmak için uygun bir yer arayışına başlıyor. İlk
başlarda gidiş sebebi uygarlıktan bir kaçıştan ziyade mümkün olan en düşük
yaşam koşullarında, sanatın tüccarların elinde olmadığı, yalnızca resim yaparak
yaşayabileceği bir yer. Yaşam maliyetlerini hesaplıyor, Madagaskar’ı düşünüyor,
ama orayı uygarlığa çok yakın buluyor ve çok geçmeden vazgeçiyor. Sonunda kendini
dünyanın bir ucunda, Fransız sömürgesi altındaki Tahiti’de buluyor.
Resme bir pazar ressamı olarak başlamış, işten
artakalan saatlerde boya kutusu, şövalesi ve tuvalini alarak kırların yolunu
tutan amatör bir ressam olarak. Gauguin’i yoldan çıkaran borsacı arkadaşı Schuff, (ki Schuff da borsadaki kazançlı işini bırakmış ve kendini resme
adamış) ama en önemlisi, Manet’nin
nü’sü Olympia’yı gördüğünde tam anlamıyla baştan çıkmış olmalı. Çok iyi para
kazanan bir borsacı olarak karısı, beş çocuğu ve tek güvencesi olan mesleğini
bırakıyor ve kendini tamamen resme adıyor. Ailesi için gerçek bir felaket olan bu
istekle resim aşkı arasında zor bir karar; karısının deyimiyle sonunda
onun zalim egoizminin kurbanı oluyorlar. Borsada iyi bir işi olan, nüfuzlu,
saygıdeğer ve iyi giyimli Bay Paul Gauguin yavaş yavaş bir boheme dönüşüyor,
ticareti bırakıp resme başlamasıyla başlayan yoksulluğun pençesinde bohem bir
kılıkta ve daima sarhoş dolaşıyor. Biraz abartıyorum tabi...
Tahiti’ye gitme fikrini Gauguin’in aklına sokan aslında
Vincent (Van Gogh). Arles’te birlikte yaşadıkları dönemde Vincent’in okuduğu
Pierre Loti’nin Rarahu, Loti’nin Evliliği romanı Tahiti’de geçiyor ve bu
egzotik anlatı Vincent’in ilgisini çekmiş. Vincent’in duvarlarını sarıya
boyadığı ve kendi tablolarıyla doldurduğu meşhur ve meşum kulak hadisesisin yaşandığı Sarı Ev’de, egzotik bir ülkede,
kendilerini tamamen resme adayacakları Zevkevi ( Maison du jouir) isimli bir stüdyo, (bu tanım
Vincent’e ait) bir ressamlar topluluğu hayal ederler. Bunu gerçekleştirebilmek için para bile
biriktirirler.
Sonuçta Tahiti hayalini gerçekleştiren Gauguin oluyor, Vincent
Avrupa hapishanesinden kaçamıyor. Arles’teki kulak hadisesi gerçekleştikten sonra
Arles’i ve deliliği kesinleşen Vincent’i sonsuza dek terk eden Gauguin, çok
geçmeden ondan bir mektup alıyor:
“Paris’te olduğun için ne kadar şanslısın, orası insanın en
iyi doktorları bulabileceği bir yer, sen de kesinlikle deliliğinin tedavisi
için bir uzmana danışmalısın. Hepimiz deli değil miyiz?”
Hepimiz deli değil miyiz Zeze?
Gauguin sonunda Avrupa uygarlığından kaçışını dostlarına
ilan ediyor. Christ and the Garden Olives tablosunda kendini havarilerin terk
ettiği İsa olarak betimlemiş.
Avrupa defterini tamamen kapadığı inancıyla yanına
sahip olduğu her şeyi alıyor: iki mandolin, bir gitar, eski bir
tüfek, breton flütleri, birkaç parça giysi ve resim eşyaları. Gauguin’in Tahiti’ye gideceğini
duyan Renoir, oysa Batignolles’de de o kadar güzel resim yapılabiliyor ki, demiş.
Ama Gauguin’in gerekçeleri temelde farklıydı. Kırlar ona yetmemişti, gerçek bir cennet
bahçesi arıyordu, çürümüş Avrupa uygarlığından kaçmak ve yeryüzünün unutulmuş, yabanıl bir köşesinde özgürce resim yapmak, Martinik ve Panama seyahatlerinde keşfettiği tropik ışığı ve renkleri geri istiyordu. Aynı zamanda serüven düşkünü ve başına buyruk da bir adam. Peru kökenli, 1878'de, bir etnografya müzesinde gördüğü Peru heykelleri damarlarındaki inka kanını harekete geçiriyor, bohem sanatçı yaşamından daha da ötesine bir ilkele ve vahşiye dönüşmeyi istiyor.
1889?'da kırk üç yaşındayken, Marsilya’dan kalkan bir
gemiyle iki buçuk ay süren bir yolculuğun sonunda Tahiti’nin Papeete kentine
ulaşıyor.
*Çocuklarından
Emile Gauguin’e bakılırsa bu romantikleştirilen etkileyici bir hayat öyküsü ama
tam olarak doğru değil. Gauguin’in ne ressam olma kararı ne de daha sonra
ressam olmak uğruna çocuklarını ve karısını terk ettiği tam olarak gerçeği
yansıtmıyor. Henüz 1873 gibi erken bir tarihte karısının bir resmini yapmış,
sanat uğruna işini bıraksa da bu konuda öncelikle karısına danışmış ve ailesi ile
bağını asla koparmamış. Karısını ve çocuklarını yanına almak bile istemiş,
sık sık onlarla mektuplaşmış ve çok sevdiği kızı Aline için Tahiti’de bir
günlük tutmuş.
Gauguin, Papeete’de Avrupalılaşmış bir kent buluyor karşısında. Papeete’ye gelmeden on bir yıl önce Kral 5. Pomare yönetimi
Fransızlara devretmiş. Gauguin, tam da kralın cenaze töreninde adaya geliyor. El
konulmuş, zapt edilmiş bir ülkeye ayak bastığını fark ediyor. Avrupalı olan her
şey burada da var: Askerler, memurlar, din adamları, ticaret, resmiyet. Para
burada da insan yaşamına amansızca hükmetmekte. Tiksinti duyup kaçtığı
Avrupa kültürü yeninin albenisine çabuk kapılan yerli halkın da etkisiyle öldürücü
darbelerle geleneklerin içine sızıyor. Gauguin, zamanla kralın gömülüşünün
adada can çekişen yerel kültürün son kalıntılarının da gömülüşü olduğunu anlıyor.
İlk hayal kırıklığını Tahiti’ye gelişinin ilk ayında yaşıyor.
Nehirde çıplak yüzmeye kalkıştığında kamu ahlakının bekçisi jandarma ensesinde
bitiyor. Bu Avrupai merkezden uzaklaşmak için Papeete’yi terk etmeye
ve ormanın içlerindeki küçük köylerde eski geleneklerin hala yitirilmediği
yerli yaşamının arasına karışmaya karar veriyor. Papeete’den 50 km uzaklıktaki Mataeia’ya
taşınıyor.
“ Yapay olan,
geleneksel olan, alışılmış olan her şeyden kaçtım.
Gerçeğe, doğaya
giriyorum.”