“Joteha, tahiti dilinde gizemli sular nasıl denir?“
“Pape Moe”
Pape Moe'nin gerçek temasını yalnızca birkaç titiz göz fark edebilecekti; bunu açığa vurmaya niyeti yoktu asla. Çiçeklerden, yapraklardan, su ve taştan oluşan gümrah bir ormanın ortasında, su içmek ya da oraların görünmez tanrısına ibadet etmek üzere, gölgede kalan güzel bedeniyle kayalara yaslanarak ince bir çağlayana eğilmiş bir varlık göreceklerdi. İçlerinden pek azı, bu esrarı, farklı bir cinsiyetin vücut bulduğu bu insancığın cinsiyetindeki belirsizliği, dinle ahlakın savaş açtığı, peşine düşerek itiraz ettiği ve kökünü kurutana dek yok etmeye çalıştığı o seçeneği çözebilecekti. Yok ettiklerini sanarak nasıl da yanılıyorlardı! Pape moe bunun kanıtıydı. Tablodaki çift cinsiyetli kişinin eğildiği o “gizemli sularda" sen de yüzmüştün Paul. Sen onu uzun bir sürecin sonunda yeni keşfediyordun: 1889’da Evrensel Sergi’de Charles Spitz’in fotoğrafının üzerinde yarattığı büyülü etkiyle başlayan ve o nehirde, zamanın ve tarihin durduğu o ıssız yerde, Jotefa'nın penisini arkanda hissedip de onun taata vahine si olmayı kabullenmenle biten bir süreçti bu. Pape moe'nin aynı zamanda senin otoportren olduğunu hiç kimse asla öğrenemeyecekti Koke.
Pape moe gibi bir tablo kotarabilmek için bunların hepsi yaşanması gereken şeylerdi. Rötuş gerekmiyordu onun için. Resimde Charles Spitz in fotoğrafı kırpışıp parıldıyordu; doğa ve çift cinsiyetli insan birbirinden bağımsız değildi; ikisi birlikte yeni bir panteist hayat tarzı meydana getiriyordu; sular, yapraklar, dallar ve taşlar ışığı yansıtıyordu ve resimdeki insan da bu öğelerin hiyeroglifi gibiydi. Teni, adaleleri, simsiyah saçları, koyu küfle kaplı kayalara sapasağlam basan güçlü ayakları başka bir uygarlığa ait olan o varlığa karşı duyulan saygıyı, kutsama ve sevgiyi ifade ediyordu; Avrupalılar tarafından sömürgeleştirilse de ormanın gizli derinliklerinde atalarına özgü saflığı koruyan bir uygarlıktı bu. Pape moe’yi tamamlamış olmak seni hüzünlendiriyordu. İyi bir işe son fırça darbesini de vurduktan sonra hep olduğu gibi, kafanı o soru kurcalardı; ya bundan sonra bir sanatçı olarak kötüye gidersen...
İki üç gün sonra gökte dolunay vardı. Paul gökyüzünden gelen tatlı ışıkla büyülenmiş bir halde, derin derin düzenli soluk alıp veren, usulca horlayan Teha’amana’nın üstünden güçlükle atlayarak kucağında Pape moe’yle kulübelerini çevreleyen açık alana indi. Su bitkilerine yuva olan, bitkilerin birer ışıltı esrarengiz, yıllanmış ve yansıma haline dönüştüğü o bir vernik etkisi katan mavimsi sarı ışığa boğulmuş resmini gözden geçiriyordu. Tabloda doğa çift cinsiyetliydi. Aşırı duygusallığa eğilimli değildin, bilakis değerini yitirmiş uygarlığın sınırlarından taşmak ve kendini kadim geleneklerin sarhoşluğuna bırakmak için bağışık olman gereken bir şeydi duygusallık, yine de gözlerinin nemlendiğini hissettin. Bu yaptığın en iyi tablolardan biriydi Paul. Manao tupapau gibi bir başyapıt değilse de ona yakındı. Çılgın Hollandalı'nın 1888 sonbaharının son günlerinde Arles’ta, henüz ilişkinizde aşkla isteri karışımı o şey iplerinden boşanmamışken, ha bire inançla tekrarladığı şey Pape moe için de ezici bir gerçeklik değil miydi? Resimdeki gerçek devrimin Avrupa'da değil, uzak diyarlarda, tropiklerde, her ikisinin de gözünü kamaştıran Pierre Loti'nin Le Mariage de Loti romanının geçtiği yerde gerçekleşeceği fikriydi. Bu resimde, gücünü Batı kültürünün pranga vuramadığı ilkel dünyada tanık olduğu özgürlük ve masumiyetten alan bir manevi güç ve enerji vardı.
Maria Vargas Llosa'nın
Cennet Başka Yerde romanından
sf. 78 - 85
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder