Kavafis'in masası ve lambası |
KAVAFİS İÇİN ON İKİ ŞİİR
YANNİS RİTSOS
‘‘Eğer şiir bağışlanma değilse,” diyor kendi kendine —
"o zaman başka hiçbir yerden medet ummamalı.”
OZANIN ODASI
Siyah, oymalı yazı masası, iki gümüş şamdan,
kırmızı piposu. Koltuğuna oturmuş, nerdeyse görünmüyor,
sırtı hep pencereye dönük. Kocaman, kuşkulu
gözlüğünün ardından aydınlık içindeki
konuğunu gözlüyor; sözcüklerin gerisine gizlenmiş,
tarih boyunca, kendi bulduğu maskeler arkasında,
uzak, güvenli, parmağındaki yakut yüzüğün
belirsiz yansımasıyle insanların dikkatini avlıyor,
ve her zaman büyük bir hevesle, toy oğlanların, şaşkınlık içinde,
dilleriyle kuruyan dudaklarını ıslattıkları anda
yüzlerinde beliren anlatımın tadını çıkarıyor.
Başının gerisindeki pencereden vuran ışık
ona bir bağışlama ve kutsallık tacı giydirirken
o, kurnaz, aç, şehvetli, en suçsuz insan,
Evet’le Hayır, istekle pişmanlık arasında,
Tanrı’nın elinde bir kantar gibi kılı kılına dengede.
‘‘Eğer şiir bağışlanma değilse,” diyor kendi kendine —
"o zaman başka hiçbir yerden medet ummamalı.”
LAMBASI
Göz almayan, kullanışlı bir lamba; öbür ışıklara
yeğ tutuyor onu. Alevi, anın gereğine göre,
ozanın sonsuz ve açıklanmaz isteğinin
gereğine göre ayarlanıyor. En çok da,
geceleri iyice belirli bir varlığa dönüşen yağ kokusu,
geceleri, tek başına, iliklerine işlemiş bir yorgunluk,
ceketinin dokusuna, cebinin dikişine işlemiş
bir yıkımla dönüp her hareketin gereksiz
ve dayanılmaz geldiği anda —
gene de bir uğraş bu lamba — fitili,
kibrit (yatağın, masanın, duvarların
üzerine vuran gölgeleriyle) o tehlikeli alev,
ve hele, kırıldı kırılacak saydamlığı
daha başlangıçta basit, insanca bir hareketle
sizi dikkatli olmaya ve ilgi duymaya zorlayan
lamba şişesinin kendisi.
ŞAFAKTA LAMBASI
iyi akşamlar, öyleyse; gene ikisi, yüz yüze,
lambasiyle kendisi — kayıtsız ve umursamaz
göründüğünde bile seviyor bu lambayı; hem yalnız
ona hizmet ettiği için değil, ondan da öte ve özellikle
kendisinden ilgi beklediği için — usta işi bir kopyası
eski Yunan lambalarının, çevresine anıları
ve duygun gece böceklerini topluyor, yaşlıların
yüzlerindeki kırışıklıkları silip kaşlarını yükseltiyor,
gövdelerinin gölgelerini büyütüyor oğlanların, dost
bir ışıkla kaplıyor boş sayfaların beyazlığını
ya da şiirlerin morunu; ve şafakta ışığı solup
günün gül rengine, dükkân kepenklerinin, el arabalarının,
seyyar satıcıların gürültülerine karıştığında,
uykusuzluğun somut bir imgesi oluyor bu lamba
ve camdan bir köprü aynı zamanda,
gözlüğünden lambanın şişesine, oradan
pencere camlarına, oradan da dışarı,
ötelere, daha ötelere uzanan —
camdan bir köprü, onu şehrin üstüne,
şehrinin, İskenderiye’sinin içinde, onun isteğiyle
gece ve gündüzü birleştirip yükselten.
LAMBANIN SÖNDÜRÜLMESİ
O büyük yorgunluk ânı gelir. Göz kamaştırıcı,
aldatıcı sabah, gecelerinden birinin daha bittiğini bildirir,
aynanın parlak pişmanlığını gölgeler, ağzının ve gözlerinin
çevresine derin çizgiler çizer. Artık
bir işe yaramaz lambanın yumuşaklığı, kapalı perdeler.
Yaz gecesinin ılık soluğunu serinleten çarşaflar üstünde
vicdanı sonuna dek kararlı — ve yalnız birkaç lüle
geride kalan bir gencin saçlarından — koparılmış bir zincir —
hangi ustanın elinden çıkmış bu zincir? Hayır, hayır,
ne bellekten, ne de şiirden hayır var artık. Gene de
anlıyor ki, tam uykuya dalmadan önce, söndürmek,
bu alevi bile bir kez daha söndürmek için
lambanın şişesine eğildiğinde,
ölümsüz bir yapıt üflüyor sonsuzluğun camdan kulağına,
tümüyle kendisinin soluğu, iç çekişi yaratmanın.
Ne güzel bu lamba dumanının şafakta odaya yaydığı koku.
GÖZLÜĞÜ
Gözleriyle dünyanın arasında her zaman uyanık,
unutkan, araştıran ve seçen aşılmaz gözlüğü
olurdu — camdan yüzü belirsiz bir savunma menzili,
bir su bendi ve gözlemevi — iki hisar hendeği
gizinin ve çıplak bakışının çevresine kazılmış,
ya da — ne garip — dikey değil de yatay duran
iki terazi kefesi. Üstelik, boşluğun dışında,
boşluk bilgisinin dışında da kullanılabilen yatay bir terazi
çıplak, billûrsu, yanıp sönen,
ve parlatılmış yüzeyinde, ardındaki ve önündeki imgelerin
yansıyan geçidi, boşluğun tutarlılığını yadsırcasına somut
ve yok olmayan dengeli bir bütünlük içinde.
GİZLENDİĞİ YERLER
“Anlatım” — diyor — “bir şey söyleyeceğin değil,
sadece konuşacağın anlamına gelir, senin için konuşmaksa,
bir şey açıklamak demektir — öyleyse nasıl konuşacaksın?”
Sonra pencereden dışarı bakmak için
perdenin arkasına büsbütün gizlendiği zaman,
iyice saydamlaşırdı sessizliği.
Ama ona yönelen bakışlarımızdan tedirgin olunca,
sanki eğlenircesine, sanki zamanımıza yabancı,
uzun, beyaz bir gömlek giymişçesine
yüzünü perdenin aralığından çıkarıp dönerdi aramıza;
belki de böylece kuşkumuzu, düşmanlığımızı,
mutsuzluğumuzu başka bir yere yöneltmek,
ya da gelecekte kendisine duyacağımız hayranlığa
bir bahane bulmak düşüncesiyle
böyle yapardı, (ya da yapmayı yeğlerdi) —
ve hiç yanılmamıştı bu düşüncesinde.
BİÇİM ÜSTÜNE
“Biçim ne uydurulur, ne de zorla benimsetilir,” demişti,
“maddenin özündedir biçim ve ancak zaman zaman
dışa yönelen hareketiyle belirtir kendini.” Boş sözler, demiştik,
genellemeler — bakalım başka neler söyleyeceksiniz?
Başka bir şey söylememişti; bir önsözün sözcüklerinden biri gibi
elleri arasına almıştı çenesini. Kapalı dudakları arasında
anlamı belirsiz sigarası, beyaz, yanan bir noktalama işaretiydi
söylemediği şeyleri, bile bile (belki de farkında olmadan?)
konuşmasız geçiştirdiği sessizliğini belirten.
Aynı tutumla, gene böyle kararsız kalmıştık bir kış gecesi,
küçük bir tren istasyonunda, bir dam altına sığınmış
iki yalnız yolcunun kısa karşılaşmalarında
yolculuğun olanaksızlığındaki aynı kömür tadı,
ömür boyunca sürmüş dostluklarının ve gizlerinin
sonsuz alış verişiyle uyanık kaldığında.
Trenin dumanı projektörlerin yatay uzantısı üzerinde
asılı duruyordu kımıldamadan, somut ve yontu gibi,
iki ayrılık arasında. Sigarasını söndürmüş gitmişti.
ANLAŞMAZLIKLAR
Sözlerinin belirsizliği dayanılır gibi değil sorulara yöneltiyor bizleri;
kendisi de aynı şekilde yanıtlıyor soruları, açıkça ortaya çıkıyor
anlaşılmazlığı, duraksaması, bilgisizliği, çekingenliği,
ve sağlam ilkelerden yoksun oluşu. Kuşkusuz bizi de
sürüklemek niyetinde kendi karmaşalarına. Bembeyaz gömleği,
kusursuz, koyu gri elbisesi ve yakasındaki kasımpatıyla
bizden uzaklara baktı durdu, sanki cömert,
ya da (hoşgörmek zorunda olan kimseler gibi) hoşgören biriymişçesine.
Gene de, gittiği zaman, küçük, parlak, kırmızı bir göllenme ilişti gözlerimize
az önce durduğu yerde, çizgileri belirli,
nerdeyse bir Yunanistan haritası, minyatür bir atlas gibi,
biraz soyut ve sınır çizgileri oldukça yanlış,
renk benzerliği yüzünden nerdeyse yok olmuş sınırları,
kapanmış beyaz bir okulda bir atlas, Temmuz ayında,
bütün öğrencilerin deniz boyunda göz kamaştırıcı bir geziye çıktıklarında.
AKŞAM KARANLIĞI
Yaz akşamlarındaki o ânı bilirsiniz
kapalı odada; tavanın döşemelerinden sızan
o belirsiz pembe ışığı, ve masanın üzerinde
yarım kalmış şiiri — hepsi iki dize,
belli bir özgürlüğün, belli bir bağımsızlığın,
belli (ama elbet görece) bir ölümsüzlüğün,
tatlı bir yolculuğun yerine getirilmemiş sözü.
Dışarıda, sokakta, şimdiden gecenin çekiciliği,
tanrıların, insanların, bisikletlerin ağırlıksız gölgeleri,
yapı yerlerinde paydos saati gelip genç işçilerin
aletleri, nemli parlak saçları,
yıpranmış giysilerinde küçük harç lekeleriyle
akşamın sisine karışıp tanrılaştıkları zaman.
Merdiven üstündeki dededen kalma saatin sekiz kesin vuruşu,
bütün koridor boyunca — karanlık camın ardına gizlenmiş
zorba bir çekicin amansız vuruşları; ve aynı anda
bir kapıyı açtığı mı, yoksa kapadığı mı
hiçbir zaman kesinlikle anlaşılmayan o anahtarların
nicedir sürüp giden gürültüsü.
SON SAAT
Bir koku kalmıştı odasında, belki yalnız
anılardan, belki de ilkyaz akşamına
yarı açık bırakılmış pencereden. Götüreceği neyi varsa
toparladı. Büyük aynanın üzerine bir çarşaf örttü.
Parmaklarında hâlâ o biçimli gövdelerin duygusu
ve kaleminin duygusu, tek başına — karşıtlık yoktu
şiirin son birleşimiydi bu. Kimseyi aldatmak
istememişti. Son yakındı. Bir daha sordu
"Acaba minnet duygusu mu, yoksa minnet duyulması isteği mi
Karyolanın altına itilmişti eskimiş terlikleri,
onları örtmeye kalkmadı — (Nasıl olsa başka bir gün).
Yalnız, anahtarı yeleğinin cebine yerleştirdiğinde,
yapayalnız, odanın tam ortasında duran sandığın
üstüne oturdu ve suçsuzluğunun bilincine
ilk kez böylesine kesinlikle vararak ağlamaya başladı.
ÖLÜMDEN SONRA
Birçokları sahip çıktı ona, onun için gürültü kopardı,
elbisesini bile isteyenler oldu belki — o garip elbiseyi —
resmî, saygı uyandıran, gene de belli bir sevimliliği,
belli bir havası olan, hani tanrıların
insanlarla alış-verişlerinde kendilerini gizlemek için
kullandıkları o garip kılıkları andıran,
hani gündelik şeylerden gündelik bir dille konuşurken
sonsuzluğun ya da ötelerin soluğu dedikleri esintiyle
bir kıvrımı birden kabarıveren giysilere benzeyen.
Evet, gürültü koparanlar oldu. Ya o, o ne yapabilirdi?
Çekip aldılar giysilerini, iç çamaşırlarını, paraladılar kemerini.
Kala kala sıradan, çıplak, ölümlü biri kaldı ortada.
Hepsi bırakıp gitti onu. işte tam o anda, o mermere dönüştü.
Yıllarca sonra aynı yerde, parlak bir heykel buldular —
çıplak, onurlu, boylu, Pentelikos mermerinden yontulmuş,
Kocamayan Ephebos, Vicdan Acısı içinde — ona bu adı verdiler,
Üstüne keten bir kumaş örttüler
ve açılış günü için eşsiz bir tören düzenlediler.
DEĞER BiÇME
Bu ölen adam, gerçekten, eşi benzeri olmayan
biriydi : bize kendimizi ve hepsinden öte
çevremizi ölçebileceğimiz şaşmaz
bir ölçü bıraktı; — bir adamın boyu şu kadar,
çok kısa; öbürü zayıf, üçüncüsü
bir çift sırık gibi uzun hiçbirinin
gerçek bir değeri yok; hiç, hayır, hiçbir zaman.
Ancak biz gereğince kullanırsak o ölçüyü —
ama hangi ölçüden söz ediyorsun? —
bu öç Tanrıçası, Başmeleğin Kılıcı,
sen şimdiden bilet ki onu,
sıraya dizip herkesi, başlarını keselim.
Türkçesi Cevat Çapan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder