Gilles de Rais

Gilles de Rais'in eylemleri Sade'ın yasayı tersine çevirmesini müjdeliyor ve insanın kendisine özgü, kendi içinde bulunan insanlık dışı yanın dışa vurulması olarak suç kavramına antropolojik bir içerik veriyordu: "Suç, diyordu Bataille, insan türünün özelliğidir, hatta bu türün tek özelliğidir, ama her şeyden önce gizli özelliğidir. (...) Gilles de Rais trajik bir suçludur: tragedyanın ilkesi suçtur ve bu suçlu, herkesten daha fazla bir tragedya kişisi olmuştur (..) suç elbette geceyi çağırır; gece olmasa suç suç olmazdı ama derin olsa bile, gecenin korkunçluğu güneşin parlaklığına ulaşmak için can atmaktadır."


1404'te doğan Gilles de Rais babası tarafından Laval Montmorency hanedanına mensuptu, anne tarafından ise krallığın en zengin ailelerinden birinden geliyordu. Ama içinde yaşadığı dünya -yüzyıl savaşlarının dünyası- yağmalara teslim olmuştu. Eski şövalyelerin mirasçıları artık avcıya dönüşmüş, cinayetin ve zulmün tadını çıkarıyorlardı. VI. Charles-deli kralın zamanında Armagnaclar ile Bourguignonlar arasındaki rekabet İngiliz iktidarına yarıyordu, çünkü krallık otoritesi tam olarak asla yerine oturmuyor, kralın ya da Paris'in kontrolünü sırayla bu çatışanlardan biri alıyordu. 

1922'de kralın ölümünden, Azincourt yenilgisinden beş yıl sonra, iki mirasçı onun yerine geçebilecek konumdaydı: bir yanda V. Henri'nin oğlu olan -henüz çocuk olduğu halde Bourguignonslar tarafından desteklenen bir İngiliz- öte yanda ise Troyes Antlaşması'nın yapıldığı 1420'den bu yana mirasını kaybetmiş ve Bourges'e sığınmış olan veliaht XII. Charles vardı. Fransız tacının resmi mirasçısı düşmanlarına teslim olduğu için, bu koşullarda sadece meşru mirasçısı düşmanlarına teslim olduğu için, bu koşullarda sadece maskara haline gelmiş ve krallığını yeniden fethedebilmek için taç giymeyi beklemek zorunda kalmıştır.

Annesinin babası Jean de Craon tarafından büyütülen Gilles de Rais'nın bu aşağılık eğiticisi çok zengin bir derebeyiydi, cimri ve sefihti, daha on bir yaşındayken Azincourt'da ölen tek evladı için çok üzülmüştü, torununu da suça itti. On altı yaşındayken Gilles, dedesinin ikinci karısının torunu  Catherine de Thouars'la evlendi, ama bu evlilik, maiyetindeki bir delikanlıyı kendine sevgili olarak almasını önlemedi. Bu sevgili sonradan epey önemli bir çocuk katili olacaktır: "Gilles ve dedesini görünce" diye yazıyordu Bataille "Nazilerin yaptığı hoyratlıkları düşünmemek imkansız".

1424'te Gilles bu berbat dedenin servetine kondu ve bu serveti içki alemlerinde ve inanılmaz harcamalar yaparak aklına estiği gibi kullanmaktan başka bir şey düşünmedi. Ölçüsüz hoyratlığı ve yaptığı küstahça hesaplarla yaşlı derebeyinin biriktirdiği serveti tüketiyordu. Birinin cimriliğini ötekinin har vurup harman savurması izliyordu. Ama bu tersine çevirme içerisinde, kötülük sürüp gidiyordu; iki avcı da gerçekten kan tutkusunu ve insanların yasasına uymamayı paylaşıyorlardı.

VII. Charles'ın sarayında kendi çıkarlarına hizmet edecek birini arayan ve Gilles'ın bu çılgınlığının engellenmesi gerektiğinin bilincinde olan Craon, bu yüzden onu askerlikte kariyer yapmaya yöneltti. Beklenilenin tersine, genç adam, kendisini aşan bir kahramanlık idealini benimseyerek, parlak bir savaş şefi oldu, idealindeki kişinin tam aksi bir profilin, Jeanne'd Arc'ın emrine girerek, cinayet işlemekten vazgeçti.

Erkek kılığına girmiş, üstelik gaipten sesler duyan bir bakirenin emri altında, monarşik ilkenin kutsal birliğinin oluşturulması arzusuna dayalı vatanseverlik duygusunun yeniden oluşturulup uyanmasına katkıda bulundu. Jeanne böylelikle hem dedesini hem de halkı terk edip, yağmalarla, saldırılarla coşarak, egemenlik ilkesine sırt çeviren suçlu soyluların tersine bir arzuyu ete kemiğe büründürüyordu. Orleans'da, sonra Tourelles'de, Jargeau'da, sonra Patay'da, zamanının öbür şövalyeleriyle birlikte mertçe savaştı, öyle ki kendisine "silahta çok mert şövalye" takma adı verildi.

17 Temmuz 1429'da, krallara sürülmesi gereken kutsal kremin bulunduğu şişeyi Saint Remi Manastırı'ndan alıp getiren oydu.  Sonra Jean'ın yanında, gözlerinden yaşlar süzülerek, Reims'de taç giyme törenine katıldı. Uğursuzluklarla dolu yaşantısının o şerefli gününde, Fransa'nın başmareşalı oldu. Birkaç ay sonra, mertliğine hayran olan Bakire'nin isteğiyle Paris'i kuşatmaya soyundu. "Unutmayalım diye yazar, Bataille, "eğer o gün omzuna bir ok isabet etmeseydi, Bakire'nin umut ettiği karar mümkün olabilirdi, Gilles şahane bir savaş şefiydi. Savaş heyecanlarının öne çıkardığı kişilerdendi o. Eğer Jeanne D'arc onu en önemli zamanlarında yanında bulundurmak istediyse, bildiği bir şey vardır".

Gilles ile Jeanne'ın arkadaş olduklarını söylemek için elimizde hiçbir kanıt yok. Ama yine de, savaş alanlarında Tanrı'nın hizmetkarının şerefle somutlaştırdığı ideal, kendi açısından ortadan kalkınca, şanının göstergelerini ayaklar altına alıp, hırsızlığa, daha fazla yağmaya ve malını mülkünü yeniden hor kullanmaya başladı. Görünüşte Bakire'nin kaderine kayıtsız kalıyordu.

Erkek kılığına girdiği için sapık bir suç işlediği öne sürülen, dinsiz, dine geri dönmüş ama yeniden sapmış, gevşek, dönme, puta tapar olarak tanınan Jeanne, bakire olmasına rağmen Şeytanla işbirliği yapmakla suçlanıyordu. Kilise Mahkemesinin söylediğine göre, duyduğu sesler, gördüğü bir Tanrı'nın değil, karanlık ve gizli bir Kara Melek'in sesiydi. Celladı Papaz Cauchon, sözünden dönmesini bekleyerek, ona yapılan işkenceye katıldı. Beklediğine değdi: Jeanne, alevler arasında kendini İsa'ya teslim etti. Yirmi yıl sonra, onu terk etmiş ama onun sayesinde Fransız Monarşisini yeniden düzenleyen VII. Charles hakkında yapılacak bir araştırmaya önayak oldu. 7 Temmuz 1456'da itibarı iade edildi, 1920'de Papa V. Benoit tarafından azize ilan edildi.  

Bataille, Gilles de Rais'nin Şatosunda
1432 Kasımı'nda dedesinin ölümünden sonra, Gilles de Rais iyiden iyiye suç bataklığına daldı: Champtoce'de, Tiffagues'de, Machecoul'da, hizmetçilerinin sağladığı yardımlarla, köylü ailelerin çocuklarını kaçırıp kapatıyor, onlara korkunç işkenceler yapıyordu. Vücutlarını parçalıyor, yürekleri başta olmak üzere organlarını söküyor, can çekişirlerken çocuklara tecavüz ediyordu. Çoğu zaman öfkeye kapılıp, sertleşmiş organını işkenceden yaralanmış karınlara sürtüyor, boşalma anına doğru da kendinden geçiyordu. Estetiğe ve tiyatro mükemmelliğine önem verdiği için, en güzel çocukları seçiyor, tercihen erkek olan bu çocuklara kurtarıcıları gibi davranarak, onlara kötülük yapmaları için uşakları üzerlerine sürüyordu. Böylece dilediği mimikleri elde ediyordu. Önce baştan çıkmış, sonra da baştan çıkarıcı olan çocuklar, onda büyük bir tahrik uyandırdıklarının farkına varmadan onu kutsuyorlardı. Gilles, deliliğin üst düzeyine ulaştığında, onların kafataslarını yarıyor, transa girerek şeytanı çağırıyor, kendisini de kan, sperm ve yiyecek artıklarıyla kirlenmiş bir dışkıya dönüştürüyordu. * Gilles de Rais aşağı yukarı üç yüz çocuk öldürmüştür. Cinayetleri mavi sakal efsanesinin doğmasına yol açmıştır.

Savaşın bütün cinayetleri, Jeanne'ın elde ettiği, eski şanının korunduğu bir kaleye aktarılmış gibiydi. Dedenin ölümü, torunda, daha önceden de karşı geldiği bir yasanın bütün sınırlarını yok etmişti: "Onu mahveden öfkeyi artık hiçbir şey engelleyemiyordu. Bütün engellerin inkarı olan cinayet ona, delikanlıyken dedesinde bulunan sınırsız egemenliği sağlıyordu. Gilles, bir zamanlar izlediği -ve hayran olduğu-, yaşarken kendisini aşmış, bugün ölmüş ve onu yetiştirmiş olan o adamın rakibiydi. Sıra ona gelmişti, onu aşacaktı. Onu cinayet alanında aşacaktı.(Bataille)


Gilles





Queer & Sade

Queer teori, sadece cinsel farkı tamamen yapısöküme uğratma iradesinin en kökten bir uyarlanması değil, aynı zamanda sapıklığın uygarlık için zorunlu olduğu düşüncesinin de yok edilmesidir. Bu teori aynı zamanda biyolojik ve sosyal cinselliği reddetmektedir, her bireyin şu ya da bu cinsiyetin konumunu, kıyafetlerini, davranış, fantazma ve sayıklamalarını her an almaya hakkı var sayılmaktadır. Buradan da yasaya karşı gelen cinsel pratiklerin -göçebelik, pornografi, iskarpincilik, fetişizm, röntgencilik vs. heteroseksüel denilen toplumun ortaya çıkardığı kuralların benzerinden başka bir şey olamayacağını iddia etmeye kadar gidilir.

Görüldüğü gibi queer teorinin bu söylemi, daha püriten biçimde de olsa Sade'ın ütopyasının sürdürülmesidir. Ama Sade cinayet, ensest ve ters ilişkiyi, Yasanın tersine döndürülmesinin merkeze alındığı hayali bir toplumun temelleri haline getirir oysa queer teori insan cinselliğini nefret aşkına hiç yer vermeyen evcilleştirilmiş bir erotiğe dönüştürür. DSM'nin sınıflandırmalarının akıllıca ve incelikli bir madalyonun öbür yüzü tarzı tersidir. Çözümlemelerinin incelikleri ne olursa olsun, sapık cinselliğin örneklerinin, rollerin ve konuşmaların böyle bir hesap alanına dönüştürülmesi, cinselliği normalize etmenin yeni bir şeklidir. Sınırları silmek ve sapıklığın cinsellik düzenlemesi içindeki yasa kırıcı gücünü inkar etmek, işi de sapıklığın adını sansürlemeye kadar götürmek, her türlü kuralın ölçüsü olarak silme kavramını almak demektir.


Elisabeth Roudinesco
Sapık Toplum


* Queer tuhaf anlamına gelir, bu terim eşcinselleri aşağılayıcı bir terimdi uzun zaman. Onlar da bu terimi yeniden sahiplenerek, heteroseksüelliği göreceleştirmeye, eşcinsellik terimi ortaya çıktığından bu yana, normalliğinden etmeye dayanan en kökten hareketin sembolü olarak almışlardır.

O Fantasma (Joao Pedro Rodrigues, 2000)


Opening Scene











...

Freud & Sade

Freud hiçbir zaman büyük bir Sade okuyucusu olmamıştır, ama hiç bilmeden Sade ile paylaştığı ortak düşünce, insan varoluşunun iyiliğe ya da erdeme yönelmeye değil, sürekli olarak kötülükten keyif alma peşinde koşmaya eğilim gösterdiğidir: ölüm içgüdüsü, zulüm arzusu, nefret yanlılığı, mutsuzluğa ve acı çekmeye özlem. Aydınlanmacılara karşı olmasa da, onlardaki karanlık yönün düşünürü olan Freud, sapıklığın, toplumların lanetli yönü ve bireyin karanlık yanı olarak, uygarlık için gerekli olduğu düşüncesini yeniden gündeme getirmiştir. Ama o, kötülüğü dünyanın doğal düzeni içerisine yerleştirmek ve insanın hayvanlığını aşılmaz aşağılık bir işaret olarak görmektense, sadece kültüre ulaşmanın insanlığı kendi yok olma içgüdüsünden kurtarmayı sağladığını savunmayı tercih etmiştir: "Karanlık yanlarımıza eğilen düşünürler diye yazacaktır Theodor Adorno, " insan doğasındaki ortadan kaldırılamayacak kötülük düşüncesinden ayrılmayıp, karamsar bir şekilde otoritenin gerekliğini öne sürerler" ve -Freud bu açıdan Hobbes, Mandeville ve Sade'ın yanında yer alır. - göz ardı edilemezler. Kendi çevrelerinde de iyi karşılanmamışlardır. "Her türlü yüceltmenin ön koşulu" diyordu Freud "yok etmeye yönelik içgüdüdür. Çünkü insana özgü olan -eğer böyle bir şey var ise- en güçlü barbarlıkla, en yüksek uygarlık derecesinin onda birleşmiş olması, böylece doğadan kültüre geçebilmesidir." Ayrıca Marie Bonoparte'a "Keşif güdüsü entelektüel bir meraktır" diye yazmıştı, "saldırgan ya da yok edici içgüdünün tam bir yüceltmesi olarak ele alınabilir."

Elisabeth Roudinesco
sf. 105 - İçimizdeki Karanlık Yan

H.R.Giger




1940 İsviçre doğumlu H.R.Giger ile 20. yüzyılı aşıp 21. yüzyılın korkularına ve yaşamsal dehşetlerine adım atmış oluyoruz. Sinemaseverler için Giger eşittir "Yaratık" (Alien,  Ridley Scott, 1979) oysa, Giger salt Yaratık değildir.

İsviçreli ressamın yapıtlarında (resim, karikatür, heykel, dekor) uzaysal- evrensel - dünyasal dehşetler ve canavarlar gerçeküstücülere ve Georges Bataille'ın "eros ve ölüm" kuramına uygun bir anlayış içinde erotizmle handiyse başbaşa gidiyorlar.

Bebek yüzlü, kocaman kafalı, göbekli yaratıklar ya da çocuklar (Manzara 18), suların yılanlar ve ahtapotlar gibi kıvrıldığı kara manzaralar (Şelale), yeşilimsi kayalara dönüşen çıplak sevişmeler halinde çiftler (Manzara 15) ve teknolojik karabasanlar...

Giger'in tedirgin edici, kimine göre itici ve giderek mide bulandırıcı (yumuşaklıklar, kıvrımlar, anatomik ayrıntılar) yapıtlarında klasik ve geleneksel çağrışımlar hiç eksik değildir; Böcklin'in Ölüler Adası'nı yeniden yorumlar, Lovecraft'ı ve Ölüler Kitabı'nı (Necromonicon) çizer ve Crowley'i yaratıkların, çıplak kadınların, çıplak kadınlarla sevişen "şeyler"in arasına yerleştirir.

Samurai'dan, Çocuk Doğuran Makine'ye, Biomechonoid'den, Vlad Tepes'e, Dune'dan Pasajlar dizisine kadar Ginger'in sancılı, karabasanlı dünyası cinselliğin, cinsel çağrışımların ve cinsel organların kol gezdiği bir karabasanlar dünyasıdır. Temelde yarının dünyasıdır bugünden ve dünden kaynaklanan, kökenlerini Bosch ve Bruegel'de, Kara Büyü'de ve Bilim Kurgu bulan.

Böyle bir dünyanın çizgileri içinde sanatçının yerleştirdiği her yaratık  bir alien, bir yabancı değildir. Yarı nesneleşmiş, yarı makineleşmiş insana benzer o canavarlar ve canavarcıklar bizleriz -kabul etmek istemezsek bile- cenin olarak, larva olarak (Timothy Leary'nin yorumu ile) ve nesne olarak... Kurduğumuz ve geleceğe taşıdığımız bir sistemin içinde değişik bir gelişime kapılan, hatta bu gelişimi şekillendirip karabasana dönüştüren yine bizleriz.

Giger'de her şey bir devingenlik ve bir eylemdir (cinsel olay gibi) Manzaralar Dizisi başlı başına bir tarihtir yakın ve uzak, bilinmeyen, rahatsız eden, dehşete düşüren (ola ki iğrendiren) düşündüren. Karabasanı her yerdedir; Efendi ile Margherita'da, karikatürlerde, Underground (yeraltı) dergileri için çizdiği kapaklarda, şehvet dolu şeytanlarda ve Li'nin portrelerinde.


Gıovannı Scognomıllo
Korkunun Sanatları


Giger's art







Biomechanical sex (H.R. Giger)






Alien (H.R.Giger)










Isle of Death (H.R.Giger)

No 350, Hommage a Bocklin, 1977

Isle of the Dead (Arnold Böcklin)


Isle of the Dead 


Böcklin denildiğinde akla gelen ilk tablosu 1880 tarihli ünlü "Ölüler Adası" olur. Bir çeşit manifesto niteliğindedir. Kapkara suların içinde yükselen, kayalıklardan, kayalıkların içinde açılan mezarlardan, dimdik devasa ağaçlardan oluşan kasvetli, ürkütücü bir mezarlık-ada... Ve adanın bir koyunda (belki de tek koyunda) yanaşmakta olan bir sandal; saldalcısı, tabut ve çarşafına sarılmış, ayakta duran, yüzü adaya çevrilmiş ölü ile birliktedir.

Ölümün (kaçınılmaz ve her an yanıbaşımızda duran ölümün) içimizdeki canlandırdığı korkudan çok bu, klasik çizgiler içinde ölümün bir "meditasyonu"dur; bir ölümü düşünmektir. Kaldı ki kendi portresini iskelet şeklindeki ölümle birlikte çizen (1872) bir sanatçıdan başka ne beklenebilir ki.
(Gıovannı Scognamıllo)


Self-Portrait with Death 1872 - Arnold Böcklin

The Isle of the Dead (Rachmaninov)