Un homme qui dort / George Perec
Un homme qui dort (1974)
Yönetmen: Bernard Queysanne
Senaryo: Georges Perec
Öykü: Georges Perec
Oyuncu: Jacques Spiesser
Etiketler:
Uyuyan Adam
Equus (Peter Shaffer'ın oyunundan)
Peter Shaffer'ın Equus adlı oyunundan uyarlanan aynı adlı filmi (Sidney Lumet, 1977) izler izlemez oyun üzerinden ayrıntılı bir Bataille okuması yapılabileceğini fark ettim. Çünkü oyun Bataille'in mistik ve erotik felsefesine ait pek çok şeyle ilişkili. Oyunun teorik arka planını oluşturuyor Bataille'a dair kavramlar. Aynı zamanda Martin Dysart ve Alan Strang karakterlerinde Nietzsche'nin Apollon Dioynsos ikiliğinin bir temsilini görmek de mümkün. Filmi izledikten sonra sıcağı sıcağına oyunu da okudum. Uzun zamandır bir metin beni bu kadar heyecanlandırmamıştı. Equus'un öyküsü Bataille'ı da cezbederdi.
Konuyu kısaca özetlemek gerekirse, bir çiftlikte seyis olarak çalışmakta olan 17 yaşındaki Alan Strang, altı atın gözünü kör etmiştir. Psikiyatr Martin Dysart, Alan'ın tedavisini üstlenir. Alan'ın dünyasına sokuldukça kendini ve mesleğini, normallik-anormallik, modern yaşam, tutku gibi kavramları sorgulamaya başlar.
Çarpıcı pek çok uzun sorgulamalarla kesiliyor oyun ve bunların en can alıcı olanı da bir pagan olduğunu söyleyen ve Antik Yunan'a dair tatlı hulyalarla yaşayan Psikiyatr Martin Dysart'ın (filmde karaktere can veren Richard Burton çok etkileyici bir portre yaratmış) Alan'ın kendi acısı ve tutkusunu yarattığı, içgüdülerinden boşanıp vecd içinde dört nala koşan dünyasına imrendiğini söylediği uzun konuşmaydı.
Peter Shaffer'ın aynı adlı oyunundan,
Equus (Sidney Lumet, 1977)
Konuyu kısaca özetlemek gerekirse, bir çiftlikte seyis olarak çalışmakta olan 17 yaşındaki Alan Strang, altı atın gözünü kör etmiştir. Psikiyatr Martin Dysart, Alan'ın tedavisini üstlenir. Alan'ın dünyasına sokuldukça kendini ve mesleğini, normallik-anormallik, modern yaşam, tutku gibi kavramları sorgulamaya başlar.
Çarpıcı pek çok uzun sorgulamalarla kesiliyor oyun ve bunların en can alıcı olanı da bir pagan olduğunu söyleyen ve Antik Yunan'a dair tatlı hulyalarla yaşayan Psikiyatr Martin Dysart'ın (filmde karaktere can veren Richard Burton çok etkileyici bir portre yaratmış) Alan'ın kendi acısı ve tutkusunu yarattığı, içgüdülerinden boşanıp vecd içinde dört nala koşan dünyasına imrendiğini söylediği uzun konuşmaydı.
Peter Shaffer'ın aynı adlı oyunundan,
Equus (Sidney Lumet, 1977)
Martin Dysart - Çok tuhaf bir rüya gördüm. Rüyamda, Homer dönemi Yunanistan'ında bir baş rahiptim. Altın bir maske takıyorum, sakallı, soylu biriyim. Maskem, Miken'de bulunan Agamemnon'un maskesi gibi. Büyük, yuvarlak bir taşın yanında duruyorum, elimde keskin bir bıçak var. Aslında çok önemli bir kurban törenini yönetiyorum burada. Ekinlerin ya da askeri bir harekâtın kaderi buna bağlı. Argos ovasında, uzun bir sıraya dizilmiş yaklaşık 500 kız ve erkek çocuğu kurban ediyoruz. Argos olduğunu biliyorum, çünkü toprak kızıl. İki yanımda iki yardımcı rahip duruyor. Onlar da Miken'de bulunan yamuk yumuk, patlak gözlü maskelerden takmış. Bu rahipler muazzam kuvvetli ve yorulmak nedir bilmiyorlar. Her çocuk bir adım öne çıktığında, yakalayıp taşın üzerine atıyorlar. Daha sonra, beni bile şaşırtan bir cerrahi beceriyle bıçağı çocuğa saplıyorum ve karnına kadar ustaca yarıyorum, kumaş kesen becerikli bir terzi gibi. İç organları ayırıp, bağırsakları söküyorum ve yere attığımda, bağırsaklar sıcak sıcak tütüyor. Sonra diğer iki rahip, hiyeroglif okur gibi, kesikleri inceliyor. Görünen o ki, ben başrahibim. Bu konumda olma nedenim ise, parçalama sanatındaki eşsiz becerim. Diğerlerine yabancı olan şey ise Onlardan farklı olarak, büyük bir tiksinti hissetmem. Ve hissettiğim bu tiksinti, her kurbanda artıyor. Maskenin ardındaki yüzüm gittikçe soluyor. Tabii ki, profesyonel görünmek için, iki misli çabalıyorum. Benim için tek önemli olan, parçalamak ve kesmek çünkü biliyorum ki, eğer diğer iki rahip rahatsızlığımdan kuşkulanırsa ve ben herhangi bir şekilde, bu tekrarlanan, kokuşmuş işin hiç bir iyi tarafı olmadığını ima edersem bir sonraki kurban ben olurum. Sonra, tabii ki, kahrolası maske yüzümden kaymaya başlıyor. İki rahip de dönüp solgun yüzüme bakıyor. Sarı renkli patlak gözleri, ansızın kanla doluyor. Bıçağı elimden kapıyorlar ve uyanıyorum.
Etiketler:
Equus
Nihilist Penguin (Werner Herzog)
Sürüden ayrılan bir penguenin 70 km. uzaklıktaki dağlara doğru
gittiğini görüyoruz. Dr. Ainley eğer onu yakalayıp sürüye geri götürsek
bile tekrar dağlara doğru gideceğini söyledi.
Ama neden?
Kafası karışmış veya uyumsuz penguenlerden biri New Harbor dalış
kampında ortaya çıkıyor, olması gerektiği yerden 80 km. uzaklıkta.
Kurallar insanların onları rahatsız etmemesi veya engel olmamasını
söylüyor. Olduğunuz yerde durun ve gitmesine izin verin.
İşte, kocaman kıtanın içlerine doğru gidiyor. Önündeki 5.000 kilometre boyunca kesin olan ölümüne doğru yol alıyor.
Werner Herzog on Filmmaking
"Read, read, read, read, read, read, read, read, read, read, read, read, read...
if you don't read, you will never be a filmmaker."
if you don't read, you will never be a filmmaker."
Etiketler:
Sinema
Başlıyor yeni yaşam!
Hesse'nin Nietzsche izleri çok açık olan öyküsünde olduğu gibi insan korkusuzca en uca gidebilir
ve bir dönüşümü talep edebilir..
Başlıyor yeni yaşam!
HERMANN HESSE
ve bir dönüşümü talep edebilir..
Başlıyor yeni yaşam!
HERMANN HESSE
INCIPİT VITA
NOVA
Almancadan
çeviren : Oruç ARUOBA
Yaşamımda, çoğunluk insanların
yaşamındaki gibi, bir özel başkalaşım noktası, bir korku, karanlık,
yalnızlaşmışlık yeri, bir görülmemiş körelme ve boşluk günü var; bugünün
akşamında ise, gökyüzünde yeni yıldızlar, içimizde de yeni gözler doğuyor.
O zamanlar, titreye titreye,
gençlik dünyamın yıkıntıları arasında dolaşıp duruyordum, kırık düşünceler,
kopuk, dağınık düşler üstünde; neye baksam, un-ufak oluyor, yaşamaz oluyordu.
Yanımdan, tanımaktan utanç duyduğum dostlar gelip geçiyor; dün düşündüğüm, sanki
yüzyıllıkmışçasına, hiçbir zaman benim olmamışçasına uzaklaşmış, yabancılaşmış
düşünceler dönüp bana bakıyordu. Sonra herşey yıkıldı, kaydı gitti, korkunç
bir boşluk, bir durgunluk sardı çevremi. Artık bana yakın hiçbirşey yoktu, ne
sevgili, ne komşu; yaşamım sarsıcı bir tiksinti gibi kabardı içimde. Sanki her
ölçü taşırılmış, her tapınak kirletilmiş, her tat bozulmuş, her yükseklik
aşılmıştı. Sanki bütün temizlik pırıltıları karartılmış, bütün güzellik umutları
kırılmış, ayaklar altına alınmış. Özleyecek hiçbirşeyim yoktu artık,
tapınacak, nefret edecek hiçbirşey. İçimde kutsal, alçalmamış, bağışlatıcı ne
kaldıysa, bakışını, sesini yitirmişti. Yaşamımın bütün bekçileri
uyuyakalmıştı. Bütün köprüler yıkılmış, bütün uzaklıklar maviliklerinden
soyulmuştu.
Çekici, sevmeğe değer ne varsa
böyle yitip gittiğinde, ve ben, bir tin kazazedesi gibi, bitkin,
anlatılmazcasına tükenmiş, yoksul, sefilliğimin bilincine vardığımda,
gözlerimi yere düşürdüm, kollarım bacaklarım ağır, kalktım, geçmişimin bütün
alışkanlıklarını bırakıp uzaklaştım; geceleyin, selam bırakmadan ve kapıyı
kapatmadan evini bırakıp giden bir hükümlü gibi.
Yalnızlığın dibini gören kim var?
Kim yadsıma ülkesini bildiğini söyleyebilir? Bakışlarım kararıyordu uçurumun
üstüne eğildiğimde, düşüyorlardı aşağıya, duracak yer bulamadan. Yadsıma
ülkesini gezindim durdum, dizim yorgunluktan kırılana dek, ve daha hâlâ önümde
uzanıp gidiyordu yol hiç eksilmemiş bengiliğinde.
Bir durgun, hüzünlü gece, avutucu
ve rahatlatıcı, kubbelendi üzerimde. Uyku ve düş, sılaya dönmüşü karşılayan
dostlar gibi geldiler bana, öldürücü yükü, bir bohçayı alır gibi indirdiler
sırtımdan.
Hiç kazazede olup karayı
gördüğün, yüzerek sana yaklaşan birini gördüğün oldu mu? Hiç ölümcül hasta
olup ilk sağaltıcı, temiz dağ havasını içine çektiğin, yenilenen kanın tatlı
kıpırtısını hissettiğin oldu mu? Bu kurtarılan, bu sağalan gibi, beni de bir
şükran, huzur, ışık, sağlık dalgası kapladı, o gece, bilinmez varlıkların bana
dostça yaklaştıklarını anladığımda.
Gökyüzü, daha önceleri hiç
görmediğim bir görünümdeydi. Yıldızların yerleri ve dönüşleri ile iç yaşamım
arasında önceden belirlenmiş bir dostluk birliği kuruldu; bengi-olan da, açıkça
ve iyilikle, içimden birşeyleri kendi yasalarına bağladı. Çölleşmeğe yüztutmuş
yaşamıma, altın toprakların serildiğini; içimde eski yeni herşeyi soylu
billurlar gibi düzenleyeceğini, dünyanın bütün şeyleri ile, bütün harikaları
ile iyilikli birlikler kurması gerektiğini enfes bir şaşkınlıkla sezinlediğim
bir güç ve bir yasanın verildiğini hissediyordum.
Incipit vita nova. Yeni birisi
oldum artık, kendi kendime bir mucize gibi geliyorum daha, hem dingin hem
etkin, kabul eden ve bahşeden, belki en değerlilerini kendimin bile daha
bilmediği değerlerin sahibi.
***
Çevirenin Notu:
Metin, Hesse’nin 1897-99
yıllarında Tübingen’deyken yazdığı, ilkin Eugen Diederich’in yayımevince
(Leipzig, Haziran 1899), yayımcının karısı, Hesse’nin dostu, şair Helene
Veigt’un ısrarı üzerine (yayımevinin çizgisine uymadığı halde) yayımlanan
Geceyarısının Ardından Bir Saat (Eine Stun- de hinter Mitternacht) adlı 9
parçalık derlemenin 4’üncü parçasıdır.
Kitabın ilk farkına vararak
üzerine yazı yazanlardan biri Rilke’dir; ama kitap ilk yılında ancak 53 adet
satmıştır. Hesse (kendisi ‘ün’ kazandıktan sonra çabucak tükenen) kitabın yeni
bir basımına uzun süre izin vermez; sonradan (1941’de) ancak kısıtlı (1500
nüshalık) bir yeni basımını (Verlag Fretz und Wasmuth, Zürich) yaptırdığı
derlemedeki metinleri de «düzyazı şiirler» diye nitelendirerek, bunların kendi
«yolu[n]un anlaşılması için önemli» olduklarını, «içeriği ve sorunlarının
yaygın okur kitlelerini ilgilendirmediğini, «ama dar dost ve eleştirmenler
çevresine yeniden ulaştırılmaları gerektiğini söyler.
Burada aslı ve çevirisi verilen
metin 1941 baskısındandır (ss. 67-72).
Parçanın (son paragrafın ilk
tümcesi olarak yinelenen) Latince başlığı, «Başlıyor Yeni Yaşam» (ya da
«dilegeliyor (konuşmağa başlıyor) yeni yaşam») demektir. Bu, akla hemen
(metnin içindeki «bengi», «dönüş», «yük», «sağalma» gibi sözcüklerle birlikte)
Nietzsche’yi getirir: Nietzsche’nin Şen Bilim adlı kitabının ilk baskısının
(1882) son parçasının (s. 342) adı «Incipit tragoedia»dır: Başlıyor Tragedya.
Bu parça da (hemen hiçbir değişiklik görmeksizin) Nietzsche’nin bir sonraki
kitabı, Böyle Buyurdu Zerdüşt’ün en başında yer alan parçadır.
"Yazko Çeviri", Ocak-Şubat 1982, Sayı: 4
Between Birds of Prey (Blood Axis & Nietzsche)
YIRTICI KUŞLAR ARASINDA..
burada aşağıları isteyeni
nasıl da çabucak
yutuyor derinlikler..
ama sen , zerdüşt ,
seversin uçurumu gene de,
çama mı benziyorsun..-
o kayaların bile
derinliklere titreyerek baktığı yerlerde
salar köklerini – ,
her şeyin çepeçevre
aşağıyı istediği
uçurumlarda dikelir
vahşi heyelanların , çağlayan çayların
sabırsızlığı ortasında
sabırla sebatlı , sert , sessiz ,
yalnız..
dün, dün, sonsuza dek sürecek olan dün
Garson, "Şimdi şu küçük fişi," dedi.
Philippe bavulunu yere bıraktı, kalemi aldı, mürekkebe batırdı. Garson, elleri arkasında onu seyrediyordu. Dudaklarında zaptetmeye çabaladığı esneme mi, yoksa gülme mi? Philippe öfkeyle, "Üstüm başım fazla temiz," diye düşündü. Hepsi önce kıyafete bakarlar, üst tarafı, üst tarafını görmezler bile. Kararlı bir elle yazdı:
Isıdore Ducasse
Gezici tüccar.
Garsonun gözlerinin içine bakarak "Odamı gösterin lütfen," dedi.
...
Ben Philippe Gresigne'im,
General Lacaze'nin üvey oğlu, edebiyat fakültesi mezunu, geleceğin şairi,
dün, dün, sonsuza dek sürecek olan dün. Soyunmuştu, pijamasını giydi; bu han bozuntusunda bunlar yeni, kararsız, acemi hareketlerdi, alışması gerekti. Rimbaud bavuldaydı, almadı, canı okumak istemiyordu.
... Mağrur, sefil ve rezil hayatım, benim! Gururum; benim!
Ben hükmedenler soyundanım. Ha ha, diye öfkeyle düşündü. Sonra! Sonra! Beklemek gerek. Sonra bu otelin duvarına bir mermer bir levha koyacaklar, Philippe Gresigne 23 - 24 Eylül 1938 gecesi burada kalmıştı. Ama ben ölmüş olacağım. Belli belirsiz ve yumuşak bir mırıltı kapının altından sızıyordu. Gece bir anda öldü. Geceye, mermer levhanın altında nutuk söyleyen siyah ceketli adamların gözleriyle, geleceğin içinden, derinliklerinden bakıyordu. Her saniye, değerli ve kutsal, şimdiden geçmiş olarak karanlığın içinde akıp gidiyordu. Günün birinde bu gece geçmiş olacaktı, geçmiş ve zaferlerle dolu,
Maldoror'un geceleri gibi,
Rimbaud'nun geceleri gibi.
Benim gecem.
*
Yaşanmayan Zaman
sf. 217..
SARTRE
SARTRE
Etiketler:
Sartre
Everett Ruess'in Son Mektubu
Bir daha ne zaman medeniyete döneceğime gelecek olursak, bunun yakınlarda olacağını hiç sanmıyorum. Doğadan sıkılmış değilim; aksine tabiatın güzelliğinden ve sürdüğüm başıboş hayattan her geçen gün daha da keyif alıyorum. Bir ata semer vurmayı tramvaya binmeye, yıldızlarla bezenmiş açık bir gökyüzünü tepemde bir çatı olmasına, bilinmeze giden belirsiz, zorlu bir patikayı asfalt kaplı yollara, yabanda hayatın verdiği derin huzuru kentlerin tedirginliğine tercih ederim. Ait olduğumu hissettiğim ve kendimi etrafımdaki dünyayla bütün olarak algıladığım bir yerde yaşam sürdüğüm için beni suçlayabilir misin? Bana refakat edecek zeki varlıklardan yoksun olduğum doğru. Ama benim için gerçekten anlamlı olan şeyleri paylaşabildiğim o kadar az insan tanıdım ki, kendi içime çekilmem gerektiğini öğrendim. Bu güzellikle sarmalanmış olmak bana yetiyor...
Senin dar tanımlamanla bile, yaşamak zorunda olduğun hayatın monotonluğuna, yavanlığına hiçbir şekilde dayanamayacağımı biliyorum. Asla durulmayacağım. Şimdiden hayatın derinliklerine dair fazlasıyla şey gördüm ve bundan bir adım geri atmaktansa, her şeyi yapabilirim.
EVERETT RUESS’İN KARDEŞİ WALDO’YA YAZDIĞI,
KENDİSİNDEN ALINAN SON MEKTUP
11 KASIM 1934
DOSTLUK
Dünya tarihi, doğa yasalarının aceleci biçimde unutulması ve “haz uçurumlarına” dalınması şeklinde değil, ilkel gereksinimlerin giderek artan biçimde gevşemesi olarak görülmelidir; insan, kökeninde gereksinimin zorlamasıyla sıkıştırılmıştı; teknikler ve bilgiler (tekhnai ve epistemai) ona bu zorlamaların elinden kurtulma ve onlara daha iyi karşılık verme olanağı sundu; giysi, dokuma, ev yapma öğrenildi. Ancak dokumacının emeği hayvan postu karşısında neyse, mimarın sanatı korunmak için girilen mağaralar karşısında neyse, oğlanlara duyulan aşk da kadınlarla ilişki karşısında aynı konumdadır. Kadınlarla ilişki, başlangıçta, türün yok olmaması için elzemdi.
Oğlanlarla aşk ise çok daha geç ortaya çıktı; kesinlikle de Kharikles’in iddia ettiği gibi bir düşkünlük sonucu değil, tersine insanların daha fazla merak ve bilmeye doğru yükselmesi sonucu ortaya çıktı. Gerçekten de insanlar, onca gerekli hüneri öğrendikten sonra, artık araştırmaları çerçevesinde “hiçbir şeyi” ihmal etmemeye koyulduklarında, ortaya felsefe ve felsefeyle birlikte oğlancılık çıktı. Pseudo-Lukianos’un konuşmacısı bu ikili ortaya çıkışa ilişkin hiçbir açıklamada bulunmaz; ancak onun söylevi, her okur açısından kolayca anlaşılabilecek biçimde bildik göndermelerle doludur. Yazar, üstü kapalı biçimde, yaşamın öteki cinsle ilişki yoluyla aktarımı ile “teknik” ve "bilgi"nin öğretim, eğitim ve pir-mürit ilişkisi aracılığıyla aktarımını karşı karşıya koyar. Felsefe, özgül sanatların içinden sıyrılıp çıkınca, kendi kendini her şeye ilişkin olarak sorgulamaya başlamış, sağladığı bilgeliği aktarmak için de oğlanlarla aşkı keşfetmiştir: bu aşk, aynı zamanda erdeme yatkın, güzel ruhlara duyulan aşktır. Bu koşullarda, Kallikratidas’ın, rakibinin kendisine sunduğu hayvanlara ilişkin dersi bir kahkahayla reddetmesi kolayca anlaşılabilir; Erkek aslanların kendi türlerinin erkeklerini sevmemesi ve erkek ayıların erkek ayılara âşık olmaması neyi kanıtlar? İnsanların hayvanlarda bozulmadan kalmış bir doğayı kirlettiklerini değil, hayvanların ne “felsefe yapma”yı ne de dostluğun güzel olanı üretebileceğini bildiğini...
*
Foucault
Oğlanlarla aşk ise çok daha geç ortaya çıktı; kesinlikle de Kharikles’in iddia ettiği gibi bir düşkünlük sonucu değil, tersine insanların daha fazla merak ve bilmeye doğru yükselmesi sonucu ortaya çıktı. Gerçekten de insanlar, onca gerekli hüneri öğrendikten sonra, artık araştırmaları çerçevesinde “hiçbir şeyi” ihmal etmemeye koyulduklarında, ortaya felsefe ve felsefeyle birlikte oğlancılık çıktı. Pseudo-Lukianos’un konuşmacısı bu ikili ortaya çıkışa ilişkin hiçbir açıklamada bulunmaz; ancak onun söylevi, her okur açısından kolayca anlaşılabilecek biçimde bildik göndermelerle doludur. Yazar, üstü kapalı biçimde, yaşamın öteki cinsle ilişki yoluyla aktarımı ile “teknik” ve "bilgi"nin öğretim, eğitim ve pir-mürit ilişkisi aracılığıyla aktarımını karşı karşıya koyar. Felsefe, özgül sanatların içinden sıyrılıp çıkınca, kendi kendini her şeye ilişkin olarak sorgulamaya başlamış, sağladığı bilgeliği aktarmak için de oğlanlarla aşkı keşfetmiştir: bu aşk, aynı zamanda erdeme yatkın, güzel ruhlara duyulan aşktır. Bu koşullarda, Kallikratidas’ın, rakibinin kendisine sunduğu hayvanlara ilişkin dersi bir kahkahayla reddetmesi kolayca anlaşılabilir; Erkek aslanların kendi türlerinin erkeklerini sevmemesi ve erkek ayıların erkek ayılara âşık olmaması neyi kanıtlar? İnsanların hayvanlarda bozulmadan kalmış bir doğayı kirlettiklerini değil, hayvanların ne “felsefe yapma”yı ne de dostluğun güzel olanı üretebileceğini bildiğini...
*
Foucault
Etiketler:
Öteki Tarih (Oğlanlarla Aşk)
Sokrates
SOKRATES'İN ARKADAŞI:
Sokrates! Nereden böyle? Sanırım yine avlanıyordun. Ama söylemeliyim ki Alkibiades'i geçenlerde gördüm, halen yakışıklı bir çocuk gerçi artık büyümüş, sakalları çıkmış.
SOKRATES:
Ne olur ki? Hem Homeros'un insanın en etkileyici yaşının bu sakalların çıktığı dönem olduğunu söyleyen düşüncelerine katılmıyor musun?
SOKRATES'İN ARKADAŞI:
Peki şimdi aranız nasıl?
Onun yanından mı geliyorsun? Sana nasıl yaklaşıyor?
SOKRATES:
Aramız iyi. Bugün diğer günlerden de daha iyiydi. Çünkü bugün ilk defa tüm tartışmalarda benimle aynı fikirdeydi. Fakat ilginç bir şey daha var, bugün sürekli onun yanında oturdum ama çoğu zaman yanımda olduğunu bile unuttum.
SOKRATES'İN ARKADAŞI:
Peki ne oldu aranızda? Hem burada ondan daha güzel bir delikanlıyla karşılaşmış olamazsın diye düşünüyorum.
*
Platon - Şölen'den
bir diyalog
*
Etiketler:
Öteki Tarih (Oğlanlarla Aşk)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)