*N. üzerine okumak en büyük zevklerimden biri. N.'nin Sorrento Yolculuğu isimli kitapta hayatına dair daha önce okumadığım anekdotlar, çevrilmemiş ve belki de hiç çevrilmeyecek kimi yazı parçalarını görmek mutlu etti beni. İnsanca Pek İnsanca'da yer alan ve en sevdiğim fragman parçalarından birinin (http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/04/insanca-pek-insanca.html)kitapta kelime kelime sayfalar boyu irdelendiği aşağıdaki kısmıysa zevkle okudum.
Çanlar nihilizm için çalıyor:
Çanlar nihilizm için çalıyor:
CENOVA'NIN ÇANLARI VE
NIETZSCHE’NİN EPİFANİLERİ
Ölüm arzusu, deniz tutan ve sabahın erken saatlerinde liman ışıklarını
gören birinin karayı arzulaması gibi.
Bu düşünce Cenova’da, karada,
büyük ihtimalle ertesi gün 11 Mart’ta yazılmış bir not defterinde ortaya çıkar,
ve aynı sayfada başka kısa bir not buluruz:
Cenova'da akşam çan sesi- melankolik, ürkütücü, çocuksu.
Platon: Ölümlü olan hiçbir şey ciddiye alınmaya değmez.
Cenova’nın sokaklarında
alacakaranlıkta dolaşırken, Nietzsche bir kulenin tepesinden gelen çan sesini
duyar. Bir anda, papazın oğlu olması, filolog olarak derin bilgisi, filozof
olarak düşünceleri bir düşünce deneyimi içinde erir ve onu derinden sarsar. Not
defterinin sayfası bu deneyimin yazılı izini saklar.
Epifaniler
Cenova çanları Nietzsche için bir
epifanidir. Yunan kültüründe epifaneia, tanrısal bir varlığın tezahürü, daha
doğrusu görünmez olan bu varlığın mevcudiyetini somutlaştıran işaretler
anlamına gelir: vizyonlar, rüyalar, mucizeler. Hıristiyan dünyasında, üçüncü
yüzyıldan sonra bu terim Hz. İsa’nın tanrısallığının ana tezahürlerini anma
törenleri (vaftiz, müneccimlerin secdesi, ilk mucize) için kullanılmaya
başlandı ve sonrasında anlamı daraldı, Batı kilisesinde ve popüler gelenekte
müneccimlerin gelişini nitelemek oldu. Günümüz dünyasında James Joyce, bu
terimi, bir konunun manasının bir anda açığa çıktığı ya da bir olayın hafızada
gömülü bir hatırayı bütün detay ve duygularıyla yeniden uyandırması gibi
ansızın yaşanan önsezi anlarını tarif etmek için kullanmıştır. Şiirinin ve
edebiyat projelerinin gelişiminde, Joyce tarafından kullanılan epifani
kavramı, birçok değişim geçirmiş ve birçok kez yeniden tanımlanmıştır. 1900’de
yazılmış bir epifani derlemesinde, epifaniler dramatik veya kurmaca olmak
üzere, çok kısa bağımsız kompozisyonlar şeklinde sunulur ve yazara “güzelliğin
ruhunun kendisini manto gibi sardığı” hissini veren önemli anları hatırlatır
veya canlandırır. Daha sonraları, ilk deneme romanında (Stephen Hero, 1904),
yazar epifani kavramına teorik bir açıklama ekler:(Stephen'ın) epifaniden
anladığı, dilin veya vücut hareketinin yavanlığında ya da zihnin faaliyetinin
anmaya değer bir evresinde ansızın gelen manevi bir tezahürdü. Eli kalem tutan
insanların bunların yitip gidebilecek, hassas anlar olduğunu göz önünde tutup,
bu epifanileri büyük bir özenle saptadıklarını tahmin ediyordu. Cranly'ye dedi
ki, 'Ballast ofisindeki duvar saati epifaniye sebep olabilir'. (...)
"Ne?" "Netliğini ayarlamaya çalışan manevi gözümün attığı bakışlarmış
gibi hayal et bu duvar saatine attığım bakışları. Görüntü netleştiğinde, eşya
görünür, işte bu epifani anında ben, güzelliğin üçüncü ve en üstün evresini
yakalıyorum."
Güzelliğin üçüncü evresi Thomas
Aquinas’ın estetik öğretisine dayanır: Ad pulchritudinem, tria requiruntur:
integritas, conso- nantia, claritas (Güzelliğin üç koşulu vardır: bütünlük,
uyum ve görkem”): Uzun bir süre, Aquinas'ın ne
demek istediğini anlamadım. Mecazi bir kelime kullanmış ki normalde kullanmaz,
ama sonunda anlamayı başardım. Claritas quidditas demek. İkinci özelliği
keşfettiği analizden sonra, zihin mümkün olan tek mantıklı sentezi yapıp üçüncü
özelliği keşfediyor.
İşte benim epifani diye adlandırdığım an budur. Önce,
eşyanın bütün bir şey olduğunu keşfediyoruz, sonra onun düzenlenmiş karışık bir
yapıya sahip olduğunu, onun aslında bir şey olduğunu anlıyoruz: Son olarak
parçalar içindeki ilişki kusursuz olduğunda, parçalar birbirine olması gerektiği
gibi oturduğunda, o şeyin ne olduğunu biliyoruz. Ruhu, kimliği dış görünüşünden
bize fışkırıyor. En sıradan eşyanın ruhu bile eğer yapısı oturmuşsa, bize
ışıltılı gelir. Eşya tezahürünü (epifanisini) tamamlamıştır."
Aslında buradaki epifani kavramı,
Skolastik bir kavramı canlandırmak yerine Walter Pater’in her kusursuzluk
anından tat almaya ve kısa süren her anı mutlak hale getirmeye çalışan estete
övgüyle sonlandırdığı La Renaissance’ın bitiş sözlerine gönderme yapıyordu.
Epifani; Marcel Proust, David Herbert Lavvrence, Virginia Woolf, Thomas Stearns
Eliot gibi 20. yüzyılın yazarları arasında serpilen “anın estetiği”ne dahildi.
Kavramı Pater, romantizm sonu ve sembolizm başı arasında bir bağlamda ortaya
atmıştı; Joyce ise kavrama, D’Annunzio’nun Ateş isimli eserinde, “Ateşin
epifanisi” başlıklı ilk bölümünde rastlamıştı.
Joyce, Sanatçının Bir Genç Adam
Olarak Portresi isimli romanını yeniden yazdığı sırada claritas ve quidditas
arasındaki denkliği muhafaza ederek, epifani terimini kullanmayı bırakır, bu
gizemli anın rengini anlatmak için, Shelley ve Ganvani’den aldığı iki
karşılaştırmayı kullanır. 1904’ten itibaren Joyce epifanileri özerk
kompozisyonlar gibi değil de yazı inşa öğeleri, basit notlar olarak kullanır ve
1909 yılında onları alfabetik sıraya dizerek, konularına göre düzenleyerek,
önce Portre'de sonra da Ulysses’te kullanmak üzere hazır hale getirir.
Ulysses’in üçüncü kısmında, Stephen, Sandymont plajında yürür ve düşünürken
gençliğinin epifanileriyle alay eder: “Oval şekildeki yeşil sayfalara yazdığın,
derin ki ne derin, eğer ölürsen İskenderiye kütüphanesi dahil dünyanın bütün
kütüphanelerine gönderilmek üzere örneklerini hazırladığın epifanilerini
hatırlıyor musun? Finnegans Wake isimli romanında epifaniye dönüş yapar, bu
durum tüm esere yansıyarak, eseri tek ve “muazzam bir insan dili epifanisi”
haline getirir. Eser araya mesafe koymak, eşyaya olduğu kadar kelimelere de
yeni ve şaşkın bir gözle bakmak için düz söyleyiş biçimini parçalar, biçimi
olumsuzlar.
Roman epifaninin kıyameti (apokalips), Apophanype ile son
bulur. Dördüncü ve son kitapta, Joyce’un Yeni Ahit’indeki Apokalipsi bölümünde
yani, şöyle yazar: “Wrbps, that wind out of noreıvere! As on the night ofthe
Apophanypesl”.
Nietzsche epifani terimini
eserlerinde kullanmamıştır; ama biz, onun felsefi yazısının oluşumuna ve yapısına
özel bazı özellikleri anlamak için epifaniyi kritik bir kavram olarak
kullanacağız. Bu kelimeyi kullanmamış dahi olsa, Nietzsche varlığımızın, anlamı
yoğun anlar tarafından duraklara ayrıldığının ve bu anların hayatımızın
senfonisinin en belirleyici ton değişikliklerini temsil ettiğinin farkındaydı:
"Yaşamın akrebi. -Yasam, yüksek anlamlılık yüklü ender tek
anlardan ve bu anların olsa olsa gölge görüntülerinin çevremizde gezindiği,
sayısız aralardan oluşur. Sevgi, bahar, güzel ezgilerin her biri, dağlar, ay,
deniz -her şey ancak tek bir kez tam yürekten dile gelir: Bir biçimde tam
olarak dile gelebilirse. Çünkü birçok insan bu anları hiç yaşamaz: onlar gerçek
yaşam senfonisinin araları ve duruşlarıdır."
Filozofun not defterlerinde bazen
epifanilerinin izlerine rastlanır. Mesela çocukken Plauen Nehri yakınlarında
ilkbahar güneşi altında ilk defa kelebekleri görüşünü anımsadığında yaşadığına
benzer biyografik epifanilerdir bunlar veya mutlu günlerini anlattığı ve onda
çocukluğu kaybettiği duygusunu canlandıran, babasının katı sesini ona yeniden
duyuran bir dizi memorabilia’yı kaydettiği küçük not defterini hatırladığında
yaşadığı epifanilerdir. Nietzsche’nin yazılarında biyografik epıfanilere az
rastlanır. Filozof “bilginin zehirli oku onu delmiş geçmiş” gibi hissediyordu
ve hayatının en önemli olayları gerçekte kendi düşünceleriydi. Nietzsche’ye
özgü gerçek epifaniler felsefeden bahseder, bunlar bilginin epifanileridir, bir
kıvılcımla felsefi bir problemi çözen ya da görünürde birbirine uzak kavramları
bağdaştırarak yeni perspektifler açan zihnin kısa devreleridir. Bazı
epifaniler özellikle mühimdir; çünkü bunlar bir dönemeci, düşüncede bir
sıçramayı ilan ederler ve Nietzsche’nin zaten hızlı gelişim gösteren
düşüncesine ivme kazandırırlar. Nietzsche’ye özgü felsefi epifaniler
kökensel bir perspektif içinde bulgusal bir araç olarak, yani yeni bir bilişsel
senaryonun doğuşunun tetiklediği güçlü, duygusal bir çalkantının işareti olarak
kullanılır. Epifanilerini takip etmek bize Nietzsche’nin düşüncesinin bazen
kökü yeraltına uzanan hareketini keşfetmeye ve derin değişimlerini anlamaya
yardımcı olabilir. Bütün epifaniler bir dönemecin belirtisi değildir elbet ama
Nietzsche’nin felsefesinde, metamorfozların öncesinde yer alan veya onlara
eşlik eden bir epifani vardır mutlaka.
Nietzsche’nin felsefesinde
epifaninin statüsü ve şekli nedir? Öncelikle Nietzsche’ye özgü epifanilerin
birbirleriyle hiyerarşik bir ilişki kurmadıklarını belirtmek gerekir. Epifani
sırasında özneye görünen, nesnenin aşkın bir niteliği, özü, quidditas değildir,
derin anlamı bile değildir. Nietzsche’nin varlık felsefesinde, öz yoktur,
şeylerin asli bir manaları yoktur; dünyamızdaki nesneler devamlı hareket
halinde olan biçimlerdir ve görece sabit dönemlerde bile manaları sürekli
değişir: “form akıcıdır, ama ‘anlam’ daha da akıcıdır.” Epistemolojik bir
bakış açısıyla, Nietzsche’ye özgü epifaniler gizemli aydınlanma anları değil,
ilham alan bir öznenin giriş ayrıcalığına sahip olduğu farklı bir varlık
boyutunun ortaya çıktığı, rasyonel olmayan bilginin ifadesidir; tam aksine,
bunlar, birçok rasyonel bilginin bir imge veya kavramda birleşmiş, yoğunlaşmış
halidir. Nietzsche’ye özgü epifaniler, bir olayın, bir nesnenin veya bir
kavramın zengin semantik doğurganlığının filozofa ansızın belirdiği anlardır.
Bize göre, bunların üç ayırt
edici niteliği vardır. İlk olarak, bunlar anlamların karşılaşma noktalarıdır,
çünkü özlerle hiyerarşik bir ilişki kurmaktan uzak, farklı bağlamlardan gelen
düşünce hatlarının yatay ilişkilerinin karşılaşma noktalarıdır. Öznenin, onu o
sıra meşgul eden felsefi teorilerin, kişisel deneyimlerin veya edebi imgelerin
hepsinin tek bir zihinsel figürde özetlenmiş haliyle karşılaştığı anlardır.
İkinci olarak, epifaniler aşkın değilseler de bir derinliğe sahiptirler,
tarihsel derinlikleri vardır. Düşüncesinin güncelliğinden doğan semantik
hatların yanında, filozofun zihninde, nesnenin tarihini oluşturan çoklu anlam
katmanları, yani edebiyat, sanat, felsefe veya basit dilbilimsel kullanım
(metafor, mecazı mürsel) yoluyla oluşan yan anlamlar belirir. Sonuç olarak
filozof, epifanik durumun semantik potansiyelinin önsezisine sahip olur.
Nietzsche’ye özgü epifanilerin üçüncü ayırt edici özelliği bunların anlam yaratma
araçları olmasıdır. Epifani anında filozof; kültürel bir geleneğin nice
unsurunu bir imgede, çok sayıda anlamı barındıran bir pota gibi, toplayıp
eritebileceğini ve bu taşıyıcı imgenin anlam doğurucu olduğunu anlar: Daha
önce var olan katmanlara eklenerek ve geleneksel anlamı bazen ters yüz ederek
bazen de hicvederek onu değişikliğe uğratmaya ve yeni bir anlam yaratmaya izin
veren yeterince geniş ve şekillendirilebilir bir potadır bu. Özetlemek
gerekirse: Epifani anında, özne nesnenin bir dünya görüşünün sembolü olma
kapasitesini sezer ve bu sembol haline gelme işi, çok çeşitli anlamların
tutarlı biçimde bir imge haline gelivererek bir noktada birleşmesiyle olur.
Ayrıca, kişi, nesnenin, tüm bir edebiyat, felsefe, sanat geleneğini boyunca, quidditas,ını
değil tarihsel derinliğini oluşturan anlam parçalarını yüklenmiş olduğunu fark
eder. Epifanik imgenin canlılığı ve semantik potansiyeli filozof için mevcut
anlam dokusuyla birlikte belirir ve böylece bu imgenin yeni bir felsefi
bağlamda yeniden kullanımını ve yeniden yorumlanmasını mümkün kılar.
Bu gözlemlerden yola çıkarak,
Nietzsche’nin epifanileri ile Joyce’un epifanilerinin birbirlerinden ne kadar
farklı olduğunu anlarız. Bir statü farkı vardır, çünkü Nietzsche’nin epifanisi
Stephen Dedalus’un quidditas'na ve Ulysses'in dilsel kalıplarına aynı
uzaklıktadır: Nesnenin özünü ifade etmez ve semantik değeri bir dizi dilsel
kalıptan daha zengindir. Ayrıca, bazı işlev farkları da dikkatimizi çeker.
Yazar için epifani, bir süre imge üzerinde durup “estetik hazzın ışıltılı ve
sessiz yavaşlığını” ortaya çıkartmaktır, oysaki filozof için epifani yeni bir
düşünce akımı için gelen dürtüdür. Joyce’da, epifani edebi metinlerin inşasını
amaçlayan özel bir stil stratejisidir. Nietzsche’de ise tersine, epifani
bilişsel yeni bir senaryoyu doğuran ama sonrasından felsefi metin yazımında kullanılmayabilen
özel bir deneyimdir; felsefi metinler onları doğuran epifanik anlardan çok, o
anlardan kaynaklanan felsefi bilgi ve içeriği kullanır. Sonuç olarak, Nietzsche’nin
epifanileri onun not defterlerine hapsolmuşlardır ve yayınladığı metinlerde,
yazıldıkları halleriyle ortaya çıkmazlar. Epifani filozofun notlarında farkına
vardığımız ışıltılı sinyaller gibidir ve bir imgenin veya felsefi bir temanın
önemini açığa çıkarırlar. Epifanilerin izini takip etmek Nietzsche’nin
metinlerinin yaratılışını yeniden kurgulamamıza; genellikle epifanik boyuttan
mahrum, salt felsefi kavram biçiminde yayınlanmış daha sonra tekrar karşımıza
çıkacak bazı temel kavramları ve felsefesinin gelişimini anlamamıza yardımcı
olur. Epifani, Nietzsche’nin metinlerinin hareketini aydınlatmaya yarayan,
izah edici özelliği olan bir araçtır.
İnsanca Şeylerin Değeri
Şimdi, Cenova’daki epifaniye geri
dönerek, bu epifaniyi oluşturan unsurları analiz edelim.
Glockenspiel Abends in Cenua-wehmütig schauerlich kindisch. Plato:
nichts Sterbliches ist grossen Ernstes würdig.
Cenova'da akşam, çan sesi- melankolik, ürkütücü, çocuksu.
Platon: Ölümlü olan hiçbir şey ciddiye almaya değmez.
Bu ani aydınlanma anında en az üç
semantik düzey birbirine karışmıştır: Biyografik düzey, edebi düzey ve daha
felsefi bir düzey. Biyografik düzeyde, günün saatlerini belirten ve dini
görevlere eşlik eden çanların sesi, Röcken’in küçük bir kasabasının papazının
oğlu olan Nietzsche’nin (“bitki olarak
bir mezarlığın yanında, insan olarak bir papaz evinin içinde doğdum”)
ruhunun derinliklerinden hatıraları su yüzüne çıkartmıştır.
Otobiyografilerinde ve gençken yazdığı şiirlerde, çan sesinin onda uyandırdığı
derin etkilerin izlerini bulabiliriz; bu izler Cenova epifanisini andıran
kelimelerle kaleme alınmıştır. 1858’de, Nietzsche 14 yaşındayken, Röcken
kasabasında çan kulesiyle çan sesinin oluşturduğu görsel ve işitsel durumun,
babasıyla ve onun cemaatteki rolüyle bağdaştığı o mutlu çocukluk günlerini
yazmıştır. Nietzsche’nin yitirilmiş çocukluğun melankolisini (melankoli de,
çanlar üzerine aldığı notlarında rastladığımız kelimelerden biridir) neden çan
seslerinde buluyordur sorusunun cevabı eski ve derinde kalmış hatıralardadır: “Her şeyden daha önce göze çarpan, yosunla
kaplı çan kulesiydi. Hâlâ hatıramda taze olan bir anımda, çok sevdiğim babamla
Lützen’den Röcken’e gidiyorduk ve yolun yarısında Paskalya Bayramı sebebiyle
çanların ağırbaşlı bir şekilde çaldığını duyduk. Bu ses sık sık içimde
yankılanır ve melankoli beni çok uzaklara, sevgili baba evime götürür. Mezarlık
hafızamda o kadar canlı ki! Eski, çok eski mezarlar göre göre, kaç defa,
tabutlar ve yas tülleri, eski cenaze kayıtları ve türbeler üzerine sorguladım
kendimi!” Ne yazık ki, bu mutlu seyahatlerinden bir yıl sonra
çanlar Nietzsche’nin babasının cenazesi için çalmıştır. Çocukluk yıllarının
mutluluğunu, evi, aileyi temsil eden bu ses artık ölüm dehşeti ve kalbinin ait
olduğu yerlerden ayrılmayı çağrıştıracaktır: “Uzun bir sürecin sonunda, korkunç şey gerçekleşti: Babam öldü. Bugün
bile hâlâ, bu düşünce beni derinden etkiler ve canım yanar”; “iki Ağustos’ta,
canım babamın cenazesini toprağa verdik. Mezarı belediye başkanı yaptırmıştı.
Öğleden sonra birde tören başladı, çanlar durmadan çaldı. Of, o boğuk çan
sesleri hafızamdan asla silinmeyecek”; “Onu toprağa gömmek içimi öyle bir
sıkıştırdı ki! Yas çanının boğuk sesi omuriliğime kadar titretti beni. Kendimi
terkedilmiş ve öksüz hissettim, çok sevdiğim babamı kaybettiği anladım. (...)
Sevgili yuvamızdan ayrılma vakti geldi. Orada geçirdiğim son günü ve geceyi
hâlâ çok net hatırlıyorum. Akşam, bir grup çocukla bunun son kez olduğunu bir
saniye bile aklımdan çıkarmadan oynadım. Sonra, onlarla ve benim için değerli
olan her yerle vedalaştım. Gece çanı tarlaların üzerinden melankolik bir
şekilde çaldı. Kasaba yarı karanlığa büründü, ay yükselmişti ve bize yukardan
soluk aydınlığıyla bakıyordu.” O dönemin mektup ve şiirlerinde, çanların
sesinin ölümü de çağrıştırdığını görürüz. Mesela, 1859 tarihli, Akşam duası çam
isimli şiirde: Akşam duası çanı
tarlaların ötesinden usulca çalıyor. Çanlar, dünyada hiç kimse mutluluk diyarını
bulamaz diyorlar kalbime; daha yeni topraktan çıkmışken, geri dönüyoruz
toprağa. Çanların yankısı içimde bir düşünce doğuruyor: hepimiz sonsuzluğa
giden yoldayız.” 16 yaşında, saygın Pforta okulunda öğrenci
olan Nietzsche, Ölüler Günü’nde annesine yazar: “Dün saat 6’da, çan seslerini duyunca sizi ve son yıllarda birlikte
geçirdiğimiz zamanları düşündüm. Akşam, ölüler için ayin düzenlendi ve yüksek
sesle bizden önce Pforta’da okumuş merhum eski öğrencilerin hayatlarından
bahsedildi.” İki yıl sonra, kaleme aldığı Ölüler Günü Arifesi isimli
şiirinde, bir kış gecesi çanların sesinin kalbinin derinliklerinde uyuyan
göçmüş yakınlarının hatırasını uyandırdığını yazar. Çanın sesiyle ölüler
uyanır ve genç adamı yanlarına, uzun dondurucu uykularına davet ederler. Demek ki biyografik bir bakış açısıyla, çanların anlamı melankolik ve çocuksudur,
çünkü filozofun içinde yankılanan çocukluğun kayıp dünyasıdır; bu dünya
ürkütücüdür, çünkü ölüm düşüncesini çağrıştırır. Çanlar merhumların hatırasını
taşıyanın kalbini delik deşik eder.
Bu erken yaşanan deneyim, bir
seri bulanık edebi hatırayla gitgide filtrelenir. Bildiğimiz gibi, yas çanı
Schiller’in çok ünlü Çanın Ezgisi şiirinde çalar: “Kasvetli ve iç karartıcı katedralden, çalıyor çan cenaze ezgisini.
Hüzünlü vuruşları ciddiyetle eşlik ediyor, son yolculuğunda yolcuya.”
Goethe ise, “Schiller’in Çanın Ezgisi şiirinin epilogu”nda arkadaşının ölümünü
hatırlamak için bu unsuru yeniden kullanmıştır: “Korkunç gece yarısı vuruşlarını duyuyorum, / ağır, iç karartıcı ve
hüzünlü sesler yükseliyor. / Gerçekten mümkün mü? Bu gerçekten arkadaşımız için
mi?”.
1861’de Byron’un Les Deux Foscari
isimli oyununu okurken, San Marco Meydanı’nda çanla onun yerine geçecek prens
duyurulurken, dayanamayıp ansızın ölen Venedik prensi karakterinden etkilenir.
İki yıl sonra Nietzsche bu konuyu Leipzig Muharebesi’nin ellinci yıldönümüne
adanmış bir şiirde yeniden kullanır; Napolyon çanları duyunca, tıpkı hikâyedeki
yaşlı yönetici gibi politik hayatının biteceğini ve öleceğini düşünerek
endişelenir: “Leipzig’de şu anda çanlar
çalıyor, / Ölüler günü için cenaze ezgisi (...) Generallerim duyuyor musunuz?
/ Ezilmiş bir prensin kalbi kırılır / bu gururlu çan sesi yüzünden bir gün! /
Benim kalbim de sarsıcı bir ezgi duyuyor / o da kırılacak mı? Bana akıl verin!”.
Alman tiyatrosu üzerine yazdığı mektuplarda, Heinrich Heine ölümün işitsel imgesini
Nietzsche’ye özgü epifanilerde yer alan terimleri kullanarak yazmıştı: “Sonbaharda çanların gürültüsü daha da ciddi
(ernster), daha da ürkütücü (schauerlicher), bir hayaletin sesini duyar gibi
oluyoruz. Özellikle, toprağa gömerken çanların sesi tarif edilemez bir şekilde
melankolik (ıvehmutigen) tınılıyor; ağaçtan düşen her sarı hasta yaprak ve bu
yaprakların müzikli düşüşü, ölümün işitsel imgesi (Sterbens), bir keresinde
beni öyle derin bir hüzne boğdular ki çocuk gibi ağlamaya başladım.”
Çanların sesinin ciddiyetini ima (Ernst), daha önce aktardığımız Schiller’in
dizelerinde de mevcuttu ve şiirinin son kıtalarında Schiller yine katedralin
kulesinin tepesinden çan sesinin ciddiye alınması gerekenlere nazaran insani
şeylerin geçiciliğini ve ilahi şeylerin sonsuzluğunu hatırlattığını ima eder: “Yukarda, küçücük dünyevi varlığımızın
üzerinde / gök gürültüsünün kız kardeşi, göğün mavisinde deviniyordur/ (...)
sadece ciddi ve sonsuz şeylere / sarsılmaz sesi onlara adanmış olsun / cılızlaşır
ve kaybolur kulağımızda/ böyle öğretir çan sesi / ölümlü her şey geçip
gideceğini” (dize 403). Bu açıklayıcı örneklerde, Nietzche başlangıçta
kendi bireysel alanıyla sınırlı bir deneyimi daha genel bir şekilde ifade edip
paylaşacak ortak bir dile ve yazınsal bağlama kavuşur.
Üçüncü unsur epifaniye daha
felsefi bir anlam verir, ölümün ve insani şeylerin kırılganlığının işitsel
sembolü olan biyografik ve edebi çan imgesine, Platon’da ifade edilen varlığın
değerini azaltmak anlamını katar. Platon son diyalogu Yasalar’ın yedinci kitabında,
gençlerin eğitiminden bahseder ve genç insanların bedenlerini ve ruhlarını
güçlü ve güzel kılmak için bir dizi ders önerir. Bunlar, yazılı olmayan ve
toplumun tamamı için birleştirici rol oynayan bir yasalar bütünü oluşturan
pratikler, adet ve alışkanlıklardır. Platon, oğlanlara ve kızlara uygunlukları
bakımından sınıflandırdığı oyunları, cezaları, jimnastik ve müzik türlerini
tanımlar. Sonra, aslında bu kadar da yorgunluğa değmeyecek bu titiz düzenleme
çalışmasının bütün ağırlığını omuzlarında hissederek, kendini daha genel bir
fikre kaptırıp şöyle yazar: “Gerçekte,
insan işleri o kadar da ciddiyetle ele almaya değmez; ama hiçbir hoş yanı olmasa
da yine de onları ciddiye almak gerekir”. Sonra, bu söylediğini şöyle
açıklar: “Ciddi olanla ilgilenmeliyiz,
ciddi olmayanla değil, diyorum. Tanrısal olan doğası gereği ciddiye almaya
değer, oysaki insan, dediğimiz gibi, tanrılar tarafından imal edilmiş bir
oyuncaktır; ve ona özgü olan bu özellik ondaki en iyi özelliktir. Yani, erkek
kadın herkesin doğalarına uygun yaşamaları ve en güzel oyunları oynamaları
gerekir.”
Platon aynı kavramı Devlet’in bir
bölümünde ifade eder, Schopenhauer da Parerga ile Paralipomena isimli kitabında
bu kavramı ele alır: “Felsefemin
öğrettiklerini iyice kavramış herkes bilir ki hayatımız aslında var olmaması
gereken bir şeydir ve üstün bilgelik onu reddetmekten ve püskürtmekten geçer;
böylece hayat hiçbir şeye veya duruma büyük ümitler beslemeden temellenir,
kendini hiçbir şeye kaptırmaz, hiçbir hayal kırıklığı konusunda yakınmaz ve
Platon’un şu sözlerindeki hakikati tanır: (Devlet, X,604) “Şu fani hayatta hiçbir
şey çok önemsemeye gelmez". Albert Brenner’in tanıklığı sayesinde,
Aralık 1876’da, Sorrento’da, birlikte düzenledikleri okuma akşamlarında, küçük
arkadaş topluluğunun Platon’un Yasalarını okuduğunu biliyoruz. Sorrento’daki
bir not defterinde, Platon’un “insanca
olan hiçbir şey ciddiye almaya değmez” cümlesi ayrı ve gizemli bir şekilde
yazar.34 Ama Sorrento’ya gelmeden birkaç ay önce, Platon
felsefesinin temel kavramları üzerine üniversitede ders verirken, Nietzsche
kişisel notlarında kendi sanat metafiziğinin geçerliliğini sorguluyordu: “Eğer Platon haklıysa! Eğer insan tanrıların
elleri arasında bir oyuncaksa! (...) Eğer varlık estetik bir olgudan başka bir
şey değilse! O zaman sanatçı en bilge, en akılcı insan olmakla kalmaz,
filozofla bütün olur ama kolay ve hafif bir hayatı olur ve Platon gibi gönül
rahatlığıyla şöyle diyebilir: “İnsanca olan hiçbir şey ciddiye almaya değmez
(die tnenschli- chen Dinge sind grossen Ernstes nicht ıverth)”. Eger Platon
haklıysa... Tragedya’nın Doğuşu’na göre Platon haklıdır: İnsan tanrıların
elleri arasında bir oyuncaktı, varlık sadece estetik bir olgu olarak meşruuydu
ve sanatçı doğanın en yüce ürünüydü. İnsanca şeylerin değerinin olmadığı kabul
edebilirdi çünkü her hâlükârda başka bir boyut, hayatı ispat eden metafizik bir
boyut vardı. Ama 1875 tarihli bu fragmanda, Platon artık haklı değil. Fragman,
sanatın değeri olmayan bir hayatın biçimini değiştirmeye yaradığını
söyleyerek biter: “Sanatın varlığı tam da
hayatın anti estetik, kötücül ve ciddi bir olgu olduğunu kanıtlamıyor mu?
Gerçek bir düşünür olan Leopardi’nin dediklerine kulak verelim”. Giacomo
Leopardi’nin kötümserliği, Nietzsche için Platon’un düşüncelerinden daha
derindir çünkü aşkın bir yanılsamadan yoksundur.- Bizi kötümserlikten
kurtaracak ve insanca şeylerin değerden yoksunluğunu hafife almamızı
sağlayacak metafizik bir boyut yoktur, insana dair hiçbir şeyin değeri yoktur
ve tanrısal bir boyut da yoktur.
Cenova’dan sonra, Nietzsche iznine
Bern Alpleri’nde Rosenlauibad kasabasında devam eder, yanında sadece üç kitap
götürmüştür: Mark Twain’den Tom Sawyer’ın maceraları, Paul Ree’den Ahlaki
duyguların kökeni ve Platon’dan Yasalar. Düşüncelerinde kaybolmuş filozof, bir
pazar sabahı Alpler’deki küçük kasabada uyanır, çanların sesi onda bir mesafe
etkisi yaratır, çok uzaklardan gelen bir şey gibi, ilkçağlardan bir kırıntı,
artık geride kalmış bir kültürün kalıntısı gibi. Ve not defterine şöyle yazar:
“Sabah Bern Alpleri’nde kilise çanları- kendine Tanrı’nın oğlu diyen çarmıha
gerilmiş bir Yahudi’nin şerefine”. Bu ilk izlenimden, İnsanca, Pek insanca'nın
113. aforizmasını çıkarır: “Antikçağ
olarak Hıristiyanlık. -Bir Pazar sabahı yaşlı çanların çaldığını duyduğumuzda,
sorarız kendimize: mümkün mü bu? Bu çanlar iki bin yıl önce çarmıha gerilmiş, Tanrı’nın
oğlu olduğunu söylemiş bir Yahudi için çalıyor. Böyle bir iddianın kanıtı yok.
-Elbette bizim çağlarımızda Hıristiyan dini çok eski zamanlardan bugüne uzanan
bir antikçağdır ve söz konusu iddiaya herkesin inanıyor oluşu -aksi halde,
iddiaların sınanmasında çok katı davranılıyor- belki de bu mirasın en eski
parçasıdır. Ölümlü bir kadından çocuklar peydahlayan bir tanrı; (...) havarilerinden
kendi kanını içmelerini isteyen biri; dualar ve mucizeler; bir tanrıya karşı
işlenen, bir tanrı tarafından bağışlanan günahlar; ölüm kapısından geçilerek
varılacak bir öteki dünyadan duyulan korku; çarmıhın amacını ve aşağılamasını
artık bilmeyen bir çağda simge olarak çarmıh biçimi, -nasıl da korkunç, nasıl
da kadim geçmişin mezarından çıkmış gibi geliyor tüm bunlar bize! Böyle bir
şeye hâlâ inanıldığına inanmalı mı?” Cenova’nın çanları ölümün dehşetini
ve Platon’un nihilizmini temsil ediyorsa, Rosenlauibad’ın çanlarında Nietzsche
inancın yanılgısının ve ayaktakımının Platon’culuğunun, yani Hıristiyanlığın
yankılandığını duyuyordu: Cenova epifanisinin anlamı üzerine geçici bir bilanço
çıkarmak için bir saniyeliğine duralım. Nietzsche’nin kullandığı bazı terimler,
edebi anlamlarına ilaveten anahtar sözcük, metinler arası gönderme gibi
rolleri üstlendi. Filozof, isterdi ki, iyi bir okuyucu, mürekkep yalamış
çağdaşı “çanlar’ kelimesini okuyunca, aklına Byron’un, Goethe’nin, Schiller’in,
Heine’nin kelimeleri gelsin ve insanca şeylerin değerden yoksun olduğuna dair
notunu okuduklarında da Platon’u, Schopenhauer’ı, Leopardi’yi ve Hıristiyan
öğretiyi düşünsünler. Not defterine karaladığı iki cümlede Nietzsche, çanların
edebi kılavuzluğunu Platon’un söyleminde yer alan varlığın değersizleştirilmesi
temasıyla damgalar ve onları açık bir felsefi anlam atfettiği sembolik bir
imgede yoğunlaştırır: Aşırı kötümserliğin, nihilizmin ve Hıristiyanlığın
sembolü olarak çan. Bizler için bu her ne kadar metni anlamak açısından
vazgeçilmez değilse de, biz de çanları, gençlik dönemi şiirlerinde ve
otobiyografik metinlerinde yazdığı gibi Nietzsche’nin çocukluğuna, babasının
ölümüne bir referans olarak okuyabiliriz. Sadece sembolik imgeyi nasıl
oluşturduğunu değil ona verdiği anlamı kavramak için, bu satırların
Nietzsche’nin defterlerindeki ilk halini araştırma imkânına da sahibiz. Daha
sonra göreceğimiz gibi, Nietzsche bu imgenin semantik alanını iki şekilde
zorlamaya devam edecektir: Bu imgeyi eserlerinin metinsel ve kavramsal
mimarisinin içinde stratejik bir pozisyona koyacak ve onu başka sembolik
imgelerle ilişkilendirecektir.
Çapraz Oluşumlar
Bu epifaninin anlamının filozofun
yazılarını her kaleme aldığında anlamca nasıl zenginleşip geliştiğini izlemeye
çalışalım. Rosenlauibad’da, edebiyat geleneğinin hatırasını içinde taşıyan
Nietzsche, Cenova’da hissettiği önsezileri dizelerle dile getirmenin yollarını
aradı. Bu şiirsel çalışma yinelenen üç sıfatı (melankolik, ürkütücü, çocukça)
merkez alır ve şimdilik Platon’u referans almadan, Glockenspiel “çan sesi”
(harfi harfine çevirisi “çanlar oyunu”) ve Glockenernst (çanların ciddiyeti)
sözcükleri arasında bir kelime oyunu yapar:
Zamanın melodisini
duyuyordum sık sık Çocukça, ürkütücü ve ne kadar melankolik Bakın hele, onun
nağmesi değil mi bu söylediğim?
Dinleyin, çan sesinin
oyunu Ciddi bir tona mı büründü
Cenova'nın çan
kulesinin tepesinden geliyormuşçasına Yankılanmıyor mu ya da Çocukça, lâkin
heyhat ürkütücü ve melankolik.
Basel’e döndüğünde, Nietzsche
yeni kitabını yazmaya koyulur ve çanların epifanisi, yeniden ölüm arzusu
üzerine yazılan kelimelere karışır. Sorrento’daki not defterinin aynı
sayfasına düşülmüş iki dipnot, bir başka kâğıda, İnsanca Pek İnsanca için
ayrılmış bir dosyanın 222 numaralı sayfasına ayrıca kaydedilmiştir. Dipnotlardan
Cenova’nın çanları üzerine olanın başlığı Alles Menscblicbes, insanca olan her
şey; intihar üzerine olanın ise Sehnsucbt nach dem Tode, yani ölüm arzusudur.
Nietzsche’ye ait nüsha, insanca
şeylerin değeri üzerine cümlesinin altı çizilmiş.
İnsanca olan her şey. Cenova'da akşam bir kilisenin kulesinden
gelen çan sesini duydum: Öylesine melankolik, ürkütücü ve çocukça bir şeydi ki,
Platon'un sözünü içimde hissettim: "İnsanca olan hiçbir şey ciddiye almaya
değmez
Ölüm arzusu. - Deniz tutan birinin, gemide, şafak vaktinin ilk ışıklarıyla birlikte
kıyının gözükmesini beklemesi gibi sıkça ölümü arzu ederiz; geminin ne seyrini,
ne de yönünü değiştiremeyeceğimizi bilerek.
Filozofun notlarında en göz alıcı
fark, Menschliches, insanca olan, terimini daha önce kullandığı Sterblicbes,
ölümlü olan, yerine koymasıdır. Bu bize, Nietzsche’nin Platon’un metnini
uyarladığını ima eder. Kendisine ait olan Devlet nüshasında kelimelerin altını
belki tam da bu vesileyle çizmişti.
Bir sonraki aşamada, iki önemli
değişiklik görüyoruz. İntihar üzerine yazdığı aforizma yok oluyor: Nietzsche
tarafından bir daha yazılıp, yayımlanmıyor. Aynı zamanda, Nietzsche çanlar
üzerine olan aforizmasına bir ekleme yapmış, aforizmanın yaratmak istediği
etkiyi, sonuçlandırıcı terimin anlamına yığmıştır. Bu sonuçlandırıcı terim
aforizmanın da adı olan trotzdem (bununla birlikte, her şeye rağmen, yine de)
bağlacıdır.
Ama yine de.- Cenova'da, bir akşam, alacakaranlık vakti, çanların bir kuleden uzun
uzun çaldıklarını duydum; durmadan çaldılar ve sokakların uğultusunu aşarak,
kendine doymak bilmez bir ses gibi çınlamaya devam ederek akşamın gökyüzüne ve
meltemine doğru gittiler; ürkütücü, çocuksu ve aynı zamanda sonsuz bir
melankoliyle yüklüydüler. O esnada Platon'un sözlerini hatırladım ve onları bir
anda kalbimde hissettim: insanca şeylerin hiçbirini ciddiye almaya değmez; ama
yine de -
Platon, Hıristiyanlık ve onlar
üzerinden de tüm bir Batı felsefesi geleneği tarafından düşünüldüğü haliyle
zamansız bir ebediyet karşısında insanlık durumunun, yanlışların ve ölümün
neden olduğu kaygıyı, dünyanın değerden düşürülmesi içkin endişeyi ifade etmek
ve tüm bunlara içten içe hınçlanmakla yetinmek yerine Nietzsche, bunlara meydan
okuyarak karşılık verir. Bir trodzdem ekler: Hiçbir şeyin değeri yok, her şey
boşuna, yine de... Meydan okumak aynı zamanda intiharı reddetmek anlamına gelir
ve ölüm nostaljisi üzerine yazdığı aforizmanın oluşumunun niye tam da o sıralarda
sekteye uğradığını gösterir. Diğer aforizmanın hazırlık süreci tam aksine,
metinsel, yapısal ve son derece manidar bir son değişiklikle devam eder.
Aslında, dizgiciye gönderilen el yazmasında, insanca şeylerin geçiciliği
üzerine aforizma Epilog diye adlandırılacak ve -tesadüfen değil- Menschliches,
Allzumenscbliches, İnsanca Pek İnsanca diye adlandırılacak kitabın son
sayfasına koyulacaktı. Aforizma ve insanca şeyler üzerine yazılmış kitap havada
kalan bir bağlaç ve iki Gedankenstricb, yani ara verme çizgisiyle bitiyordu.
Nietzsche’nin yazısında, bu tipografik işaret, en yüzeysel içeriği en derin
düşünceden ayıran bir tereddüt stratejisine tekabül ediyor ve okuyucuyu
aforizma üzerine daha fazla düşünmeye davet ediyor. Yani, bu işaretin iki
etkisi var: “Bir taraftan, ani bir değişimin gerçekleşeceğini ilan ederek
muhakemeyi ileriye taşıyor, bir taraftan da, okuyucuyu bir daha okumaya
zorlayarak, yeni öğelerinin ışığında okuduklarını tekrar düşünmeye ve yorumlamaya
iterek okuyucuyu geriye götürüyor.” Son aforizmanın bitişine konulmuş iki çizgi
bizi sadece aforizmayı değil, tüm kitabı bir kez daha okumaya davet ediyor,
aforizmayı Platon’a ve tüm kötümser geleneğe kadar giden bir felsefi düşünce
bağlamına oturtuyor ve yine de (trotzdem), insanca şeylere bir şekilde değer
verilmesigerektiğine işaret ediyor. İnsanca, Pek İnsanca açıkça bunu
konu alır. Nietzsche, Platon’a, kötümserliğe karşı tutum alır ve başka bir
bakışın taslaklarını sunar: "Fikirlerin
ve duyguların kimyası, tarihe ve bilime güven, Epikurosçuluk, oluşun
masumiyeti, en çok aşina olduklarımızın yeniden değerlendirilmesi..."
Insanca, Pek Insanca’nın
matbaacısına el yazması,
başlık sayfası ve son aforizma.
Cenova çanlarıyla ilgili
aforizmanın oluşum serüveni henüz bitmedi. Baskı provasının tashihi sırasında,
Nietzsche Epilog'un önüne, ikinci baskı provasında 628 numaradan 638 numaraya
geçen on aforizma daha ekler. Ama sonra, son anda, Nietzsche aforizma 638’i
aforizma 628 ile değiştirir ve çanlarla ilgili aforizmanın kitabın sonundaki
konumu değişir. Bu yüzden Nietzsche aforizmanın başlığını değiştirir, Epilog
olan başlık Spiel und Emst, “oyun ve ciddiyet” olarak değişir; aforizmadaki Gockenspiel
, “çanlar oyunu”na bir göndermedir bu. Ve ardından Nietzsche, kelime oyununu
sürdürerek nihai başlığı bulur: Emst im Spiele, “oyunda ciddiyet”. Nietzsche bu
iki aforizmanın yerini niye değiştirir? İki varsayım sunalım: İzleri
karıştırmak ve başlıktaki Metıschliches ile çanlar aforizması arasındaki
benzerliği daha az hissedilir kılmak için. Bu tuhaf gelebilir, ama Nietzsche
simetriler kurup sonradan onları saklamak ve onlara sonuna kadar sadık kalmamak
fikrini kuramlaştırdığı gibi uygular da: “Benim stilim bir danstır, her türlü
simetri oyunudur ve aynı zamanda simetrileri hor görmektir ve onların
parodisidir”; ya da daha büyük bir ihtimal, kitabı akşam çanının imgesi yerine
öğle çanınınkiyle bitirmek ister. Aslında, Gezgin (Der Wanderer) başlıklı son
aforizmada, “günün onuncu ve on ikinci çan vuruşu arasında nasıl da duru,
aydınlanmamış, nurlanmış ferah bir çehreye bürünebileceğini düşünen” gezgin ve
filozofların imgesiyle biter; “onlar kuşluk vaktinin felsefesini
aramaktadırlar". Böylece Nietzsche bir yandan çanların imgesiyle metinler
arası bir referansı muhafaza ederken bir yandan da kitabın sonunda aforizma
628’deki trotzdem'e gönderme yaparak ona daha müspet bir nitelik verir ve aynı
zamanda onu güneş ve sabah imgeleriyle güçlendirir. İlaveten, daha sonra Gezgin
ve Gölgesi ve Tan Kızıllığı'nda ifadelerini bulacak entelektüel aylaklık ve
sabah felsefesi imgelerini, İşte Böyle Dedi Zerdüşt’te geliştirilecek olan gün
ortası mutluluğu ve gökyüzü çanı temalarını da ortaya koyar.
Bu son aforizma aynı zamanda
kitabın tohumlarının Sorrento’da atılmasına dair özel, gizli bir saygı duruşu
da içerir. Okuyalım: “Daha sabahın
karanlığında, dağların sisi arasında (...) kuşluk vakti ruhunun sakinliğiyle
ağaçların altında dolaştığında ve bu ağaçların tepedeki dallarından ve
yapraklarının kuytularından ayaklarının dibine bollukla güzel ve aydınlık
şeyler düştüğünü; bunların dağlarda, ormanlarda, yalnızlıkta kendilerini evlerinde
hisseden bütün özgür tinlerin hediyeleri olduğunu; bu özgür tinlerin de onun
gibi kendilerine göre bazen neşeli bazen düşünceli gezginler ve filozoflar
olduğunu görür müydü?”. Bu satırları okurken, Nietzsche’nin Malwida’ya
anlattığı, özgür tin felsefesiyle ilgili fikirleri doğuran Sorrento’daki o
ağacı düşünmemek mümkün mü? İşte Böyle Dedi Zerdüşt’te “Mutluluk Adalarında”
adlı bölümde bile, Zerdüşt’ün düşüncelerinin ağaçlardan olgun incirler gibi
düşmesi imgesi geri gelecektir: “İncirler
dökülmekte ağaçlardan; olgun ve tatlı incirler; ve düşerken yırtılıyor kırmızı
kabukları. Ben olgun incirler için bir kuzey rüzgârıyım. İşte, tıpkı bu incirler
gibi dökülmekte öğretiler de sizlere, dostlarım: Şimdi emin onları tatlı suyunu
ve içlerini! Sonbahar sarmış çevreyi, apaçık bir gökyüzü ve vakit ikindi.”
Üstelik, gördük ki (s. 136) mutluluk adaları tasarlarken Nietzsche Sorrento’da
Villa Rubinacci’nin balkonundan sık sık seyre daldığı Ischia Adası’nı
düşünüyordu.
Masumiyetin Gök Çanı
Gök çanı imgesi de eskidir ve
Nietzsche’nin ergenlik döneminde yaptığı ilk felsefi okumalara kadar geri
gider. Ralph Waldo Emerson’un The Conduct of Life isimli kitabının sayfalarında
göksel ufkun cam çanı tasvirine rastlamıştı:
Çocukken, sanki camdan bir çan içindeymişiz gibi ufuk çizgileriyle
kuşatıldığımıza inanırdık ve hiç durmadan yürürsek güneşle yıldızların denize
daldığı yere ulaşabileceğimizden hiç şüphe duymazdık. Gerçekte, ufuk elimizden
kayar ve bizi hiçbir camdan çanın korumadığı sonsuz bir boşlukla bırakır.
Bununla birlikte, bu çan gökbilimine, bize sarılan ve bizi koruyan tanıdık ufuk
imgesine böyle sıkı sıkıya bağlı olmamız hayret vericidir.
Nietzsche Emerson’un bu
önermesini oluşun masumiyeti öğretisini anlatmak için kullanır ve onu,
metafiziğin ve teleolojinin yanlış ve zararlı yorumlarından hayatı koruyacak
bir gök çanına benzetir. Gök çanının sürekliliği bize itimat telkin eder ve
bizim dünyamız dışında hiçbir şeyin olmadığını kim biliyor fikrine karşı huzur
verir: Hiçbir tanrı, hiçbir metafizik boyut, Schopenhauercı hiçbir yaşam
iradesi yoktur; çağın en büyük filozofları Eduard von Hartmann, Eugen Dühring
ve Herbert Spencer’ın ileri sürdükleri gibi nihai bir amaca doğru ahlaki ya da
biyolojik herhangi bir eğilim yoktur; ne Tanrı’nın inayeti, ne de Hegelci
ussalcılık söz konusudur. Oluşun masumiyeti kuramı dünyanın kutsamasına
denktir, çünkü eğer metafizik ve teleolojik bir boyut yoksa, varlık
tüm değerini yeniden kazanır.
İşte Böyle Dedi Zerdüşt'te, “Güneş Doğmazdan Önce” isimli bölümde, Pers bilge
içkinlik kuramının etkisini aşağıdaki kelimelerle anlatır:
Ama budur benim kutsamam: Her şeyin üzerinde onun kendi göğü, yuvarlak
damı, masmavi çanı ve sonrasız güvencesi olarak durmak: Ve her kim ki kutsar, o
kutsanmıştır! (...)
Gerçekten de günah değil, bir kutsayıştır söyle öğretmem:
"Her şeyin üzerinde
rastlantının göğü, masumiyetin göğü, tesadüfiliğin göğü, cüretin göğü yükselir.
'Tesadüfilik' -dünyanın en eski soyluluğu, onu her şeye geri verdim,
her şeyi amaçların uşaklığından kurtardım.
Her şeyin üzerinde ve her şey aracılığıyla 'sonrasız istenç'in etkin olmadığını
öğrettiğimde, bu özgürlüğü ve bu gökyüzü ferahlığını masmavi bir çan gibi her
şeyin üzerine yerleştirdim.
Bu kendi içinde kusursuz olan,
bir amaca yönelmeye ya da manevi bir değere itaat etmeye ihtiyacı olmayan
dünyanın yol açtığı mutluluk duygusu bile Emerson’dan gelen imgeler ve sözlerle
ifade ediliyordu. Emerson, Denemeler kitabında, dünyanın kusursuzluğa, insanın
ise saadete eriştiği Pan’cı anlarını anlatıyordu: “Yılın neredeyse bütün
mevsimlerinde, bu ortamda dünyanın kusursuzluğu yakaladığı günler olur; hava,
gökcisimleri ve toprak sanki doğanın yaratıklarını okşamak istermiş gibi
yegâne bir uyum yakalarlar (...). Sonsuz uzunlukta süren gün engin tepelerde
uyur, sıcak havaya dalar”. Nietzsche bu imgeden çok etkilenmiş ve Gersdorff’a
yazdığı bir mektupta yinelemiştir: “Değerli
dostum, bazen huzurlu tefekkür anlarında, hayatı neşe ve hüznün karışımı olarak
düşünürüz; bazı saatler rahatça tepelere yayılmış o güzel yaz günlerine
benzer, Emerson’un pek güzel yazdığı gibi, doğa kusursuzluğa ulaşır ve bizim
payımıza düşen, hep uyanık olan bir arzunun büyüsünden kurtulmak olur, saf
bakışa dönüşürüz, tefekküre dalan ve çıkar gözetmeyen”. Bu gençlik
mektubunda Nietzsche, Emerson’un imgesini Schopenhauercı ifadelerle yorumlar;
yaşamak arzusunun sakin bir anı ve bilen öznenin saf tefekkürü. “Öğle Vakti”
bölümünde, imge Schopenhauercı yorumdan arınmış ve öğlene özgü, klasik Pan’cı
sarhoşluk duygusunun nüfuz ettiği kısa ve yoğun bir mutluluk anıyla birleşmiş
olarak geri döner:
Sus! Sus! Daha demin dünya eksiksiz değil miydi? Ne oluyor bana böyle?
(...)
Ey mutluluk! Ey mutluluk! Şarkı mı söylemek istiyorsun, ey ruhum? Otlara
uzanmış yatmaktasın. Ama bu, hiçbir çobanın kavalını çalmadığı o gizli ve
şenlikli saat.
Dikkatli ol! Sıcak öğle vakti uyumakta tarlalarda. Şarkı söyleme! Sessiz
kal! Dünya eksiksiz.
Şarkı söyleme, sen çayır kuşu, ey ruhum! Fısıldama bile! Bak -sessiz kal!
Yaşlı öğle vakti uyumakta, ağzını hareket ettiriyor: Daha şimdi bir damla
mutluluk içmedi mi-
-altın rengi mutluluktan, altın rengi şaraptan yıllanmış, kahverengi
bir damla? Mutluluk üzerinden esiyor, mutluluğu gülüyor.
Zerdüşt’ün Gece Ezgisi
İşte Böyle Dedi Zerdüşt’ün üçüncü
ve dördüncü bölümlerinin iki anahtar kısmında, Cenova diliminde karşılaştığımız
nihilizmin çanı imgesi geri gelir. Üçüncü bölümden bir önceki kısım, “dansın
diğer ezgisi”nde, nihilizm çanı gece yarısı çalan çan şeklinde ortaya çıkar ve
Cenova’da olduğu gibi bu imge ölüm arzusuyla bağdaşır. Hayat sözünü Zerdüşt’e
yöneltir ve düşünceli, ona yavaşça söyle der:
Ey Zerdüşt, sen bana yeterince sadık değilsin! Çoktandır beni hiç de
söylediğin kadar sevmiyorsun; biliyorum, yakında beni terk etmek istediğini
düşünüyorsun.
Eski ve ağır mı ağır bir homurtulu çan vardır; homurtusu geceleri senin
mağarana kadar yükselir: -
-gece yarısı bu çanın saatinin vurduğunu duyduğunda, birle on iki
arasında düşünürsün-
-düşünürsün, ey Zerdüşt, biliyorum bunu, yakında beni terk etmek istediğini!-
Ama bu sefer, nihilizmin çanı
karşısında, Nietzsche çekingen bir muhalefet ileri sürmekle, trotzdem eklemekle
yetinmez. Platon’un sözcüklerine cevap bulur. Bunu önce, hayatın kulaklarına
fısıldar:
Evet diye karşılık verdim duraklayarak, ama sen de biliyorsun-"Ve
kulağına, karmakarışık, sarı renkli, salak, püskül gibi saçlarının tam ortasına
bir şey söyledim.
Bunu biliyorsun, öyle mi, ey Zerdüşt? Bunu kimse bilmez. --.
Sonra, Zerdüşt açıklar daha
doğrusu cevabı nihilizm çanının on iki vuruşunun ritmiyle söyler.
Alacakaranlıkta çanların sesine eşlik eden artık Platon’un sözleri değil, en
derinlerden gelen acı ve neşeden doğmuş, Zerdüşt’ün nağmesidir, gece yarısının
eski çanına kontrpuan yapar:
Bir!
Ey insan! Dikkat eti
İkil
Ne diyor derin gece yarısı?
Üç!
"Uyudum, uyudum"
Dört!
Derin bir rüyadan
uyandım:- Beş!
Dünya derin,
Altı!
Ve gündüzün düşündüğünden daha derin.
Yedi!
Acısı derin Sekiz!
Zevk - yürek yarasından da derin:
Dokuz
Acı der: Yok ol!
On!
Ama sonsuzluğu ister tüm zevkler,
On bir!
Derin, derin bir
sonsuzluk isterler
On iki!
Zerdüşt ebedi dönüşün efendisidir ve Platon’a cevabı aynı
olanın ebedi dönüşü öğretisidir. Oysaki bu biraz tuhaftır, çünkü ebedi dönüş,
nihilizmin en sivri biçimini dile getiren öğretidir ve geleneksel olarak
karamsar filozoflar tarafından dünyasal varlığı değersizleştirmek ve bakışı
duyular tarafından sağlanan gerçeklik duygusunun ötesine, sonsuzluğa, değişmez
olana doğru çevirmek için kullanılan en güçlü argümandır. Vaiz’in “güneşin
altında yeni bir şey yok” veya “her şey boş” sözlerini düşünelim. Veyahut
Leopardi’nin, farklı bir hayata sahip olmak şartıyla yaşadığı yılları bir daha
yaşamayı kabul edecek olan takvim satıcısını. Schopenhauer’a göre: “Aslında,
hayatının sonuna geldiğinde, yeniden başlamayı dileyecek ve mutlak bir hiçliği
çok daha fazla yeğlemeyecek aklı başında ve içten bir insan bile
bulamayabiliriz” ve karamsarlığını bir cümleye sığdırarak şöyle ilave eder:
“gidin mezarların kapılarına vurun ve sorun ölülere gün ışığına geri dönmek
isterler mi diye, başlarını hayır anlamında sallayacaklardır.” Eduard von
Hartmann aynının tekrarının karamsar öğretinin çürütülemez ispatı olarak
görüyordu. Eserinin merkezi bir kısmında, “İstemenin akıldışı karakteri ve
olmanın zavallılığı” isimli bölümde ölümün, hayatından memnun ve çok zengin bir
burjuvaya, hayatını bir kez daha yaşamayı kabul edip etmeyeceğini sorduğunu
hayal eder:
Deha olmayan, sadece herhangi bir
modern insanın aldığı genel kültürü almış bir insanı hayal edelim; bu kişi
imrenilir bir sosyal konumun tüm avantajlarına sahip ve olgunluk çağında olsun;
kendini toplumun daha alt kesimiyle, vahşi vatanlar ve barbar yüzyılların
adamlarıyla karşılaştırdığında tadını çıkardığı bütün avantajların tamamıyla
farkında olsun; kendinden aşağıda olanlara özenmesin ve onların hayatına hücum
etmiş sıkıntıların kendi hayatında olmadığının farkında olsun; zevkten ne tükenmiş
ne usanmış, ne de istisnai talihsizliklerden boynu bükülmüş olsun; varsayalım
ki ölüm gelip bu adamı bulur ve onunla şöyle konuşur: "sana ayrılan
hayatın sonuna geldin; hiçliğin kurbanı olacağın vakit geldi. Bununla beraber,
geçmişini tamamen unutarak, aynı şartlarda şu anda biten hayatını tekrar
yaşamak isteyip istemediğine karar vermek tamamen sana bağlı: Seçimini
yap!"
Adamımızın bir önceki hayat
oyununu hiçliğe girmeye tercih edeceğinden şüphe ederim.
Nietzsche’ye gelince, bu imgeyi
Şen Bilim’in ünlü 341 no’lu aforizmasında, sonsuz dönüş öğretisinin ilk resmi
dile getirilişinde yeniden ele alır. Bu defa bir şeytan yalnızlığının en ücra
köşesine süzülüp, insana olduğu şekliyle yaşadığı hayatı bir daha yaşamak
isteyip istemediğini sorar. Şen Bilim kitabına göre, bu sorunun karşısında
mümkün olan iki tutum vardır. Alışageldik cevap umutsuz bir rettir: “Dişlerini gıcırdatarak ve böyle konuşan
şeytanı lanetleyerek kendini yere atmaz mısın?”. Ama Nietzsche, buna
karşılık olarak bir kabullenme ihtimalini de devreye sokar: “Ya da öyle olağanüstü bir an yaşadın ki
şöyle cevap verirsin ‘Sen bir tanrısın ve hayatımda bu kadar tanrısal hiçbir
şey duymamıştım!”.60 Şen Bilim bize tam olarak şunu söylüyor:
Nietzsche, şeytanın sorusuna olumlu bir cevabın verilebilme ihtimalini sezdi.
İşte Böyle Dedi Zerdüşt’ün “Öteki Dans Şarkısı” kısmında, Nietzsche, Schopenhauer’ın
Hartmann’ın ve kendisinin parodisini yaparak eğlenir; çünkü bu sefer, güzelce
yaşayan insanın önünde ürkütücü korkuluk gibi duran sonsuz dönüşü kışkırtan
hayat, ölüm ya da şeytan değildir; Zerdüşt’ün kendisidir, çaresiz ve intiharın
eşiğindeyken, sonsuz dönüş öğretisini ilan eder. Zerdüşt hayatın kulağına “kulağına,
karmakarışık, sarı renkli, salak, püskül gibi saçlarının tam ortasına” ne
fısıldadı? Hayatın kulağına, termodinamik kurallar veya kozmolojik çelişkiler
üzerine, sonsuz dönüş varsayımının felsefi ve bilimsel kabul edilebilirliğini
kanıtlayan argümanlar üzerine yazılmış bir deneme metni boca etmediği kesin.
Üstelik, dönemin kültüründe bu argümanlar oldukça bilinen argümanlardı. Sonsuz
dönüş, bilimsel tartışmaları alevlendiren teorilerden biriydi. Örneğin, Ludwig
Boltzmann, Nietzsche’den bağımsız bir şekilde, gaz kinetiği teorisi üzerine
verdiği meşhur derslerinin sonunda, sonsuz dönüş teorisini de tanıtır. Ama
Zerdüşt’ün keşfettiği bu değildir. Zerdüşt hayatın kulağına sonsuz dönüşün
yeni anlamını fısıldar. Hayata sırrını verir; olağanüstü bir an yaşadığını ve
bu ana olan aşkından dolayı, insanca her şeyin onun için şimdi olağanüstü bir
değeri olduğunu, çünkü bütün diğer olayların bu ana, zincirin halkaları gibi
bağlı olduğunu ve ister istemez onunla geri geleceklerini söyler.
Bu yorum İşte Böyle Dedi
Zerdüşt’ün dördüncü bölümünün sondan bir önceki “Sarhoş Şarkı” kısmında üçüncü
bölümün sondan bir önceki kısmı “Dansın diğer ezgisi” boyunca yeniden gece
yarısı çanını duyarken, doğrulanır. Eşek bayramından sonra “bu hayret verici
uzun günde daha da hayret verici olan” gelir: İşte Böyle Dedi Zerdüşt’ün
dördüncü bölümünde yer verilen üstün adamlardan biri, en çirkin insan, hayatı
sevmeyi öğrendiğini ve sonsuz dönüşe talip olduğunu açıklar. Oysa, İşte Böyle
Dedi Zerdüşt’ün temel amacı sonsuz dönüş düşüncesini ilan etmektir, ama bu ilan
belirli bir retorik sürece göre hazırlanmış birçok etap üzerinden yapılır.
Anlatım stili Nietzsche’ye, Zerdüşt’ün sonsuz dönüşü özümserken geçirdiği olgunlaşma
sürecini ve bu öğretinin farklı insan tipleri üzerindeki etkisini de
sahnelemesine izin verir. Bu süreç, hiçbir bakımdan öğretinin içeriğinde bir
değişikliğe işaret etmez,62 ama baş karakter ve muhataplarındaki
değişikliği dile getirir. Sonsuz dönüş düşüncesi yavaş yavaş Zerdüşt’ü olgunlaştırır;
bu olgunlaşma, tarihsel anlamın farklı katmanlarına tekabül eden döngüsel bir
zamansallığı farklı biçimlerde algılamakla yüzleşmesiyle olur. Tarihsel anlam
geliştikçe, sonsuz dönüşü kabul etmek zorlaşır. Zerdüşt’ün hayvanları mesela,
sonsuz dönüşten korkmazlar; çünkü en basit açıklamasıyla tarihsel bir
hafızaları yoktur. Aksine, en çirkin insan, tarihsel anlamın kişileştirilmiş
halidir: Tüm acıyı ve insanlık tarihinin tüm saçmalıklarını bilir, katliamların
ve boşa çıkmış ümitlerin mirasının tekrar etmesine dayanmanın ne kadar zor
olduğunun bilincindedir.
Yine de dünyanın en çirkin insanı Zerdüşt’e
rastladıktan sonra şöyle ilan eder:
Bugünün askına - ben ilk kez memnunum bütün bu yaşamı yaşamış olduğum
için.
Ve bunca şeye tanıklık yapmam, benim için henüz yeterli değil. Yeryüzünde
yaşamaya değiyor: Zerdüşt'le geçen bir gün, bir bayram bana yeryüzünü sevmeyi
öğretti.
"Bu muydu -yaşam?" diye sormak istiyorum ölüme. "Haydi
bakalım! Bir kez daha!"
Tam o sırada ihtiyar çan gece
yarısını çalar ve Zerdüşt çanın on iki vuruşuna kendi nağmesinin dizelerini
söyleyerek eşlik eder. Bu durumda da hayatla olan diyalogundaki gibi,
Nietzsche’nin yorumunda öğretisinin içeriğine dair bir ayrıntıyı teşhir etmesi
gereksizdir. Üstün insanlar, öğretiyi biliyorlardır. İşte Böyle Dedi Zerdüşt
daha çok sonsuz dönüşün sadece hayvanlar tarafından değil, dönemin en rafine
zekâları tarafından da kabul edilebileceği felsefi bir bağlam yaratmaya
çalışmıştır. En çirkin insanın sözlerinden sonra, üstün insanlar “bir anda
kendi dönüşümlerinin ve iyileşmelerinin bilincine vardılar ve bunları onlara
kimin sağladığının bilincine: bunun üzerine Zerdüşt’e doğru fırladılar,
teşekkür ettiler.” Çanın ezgisindeki yorumunda,
Zerdüşt nihilizmin en güçlü sembolünün nasıl varlığın olumlamasına dönüştüğünü
açıklamaya çalışır. “Sarhoş Şarkı” on iki parçadan oluşur. Kilit taşı mahiyetindeki
altıncı paragrafta, neredeyse farkına varılmayacak bir şekilde sözcükler ve
imgeler tatlılık ve mutlulukla boyanmaya başlar. Nietzsche şöyle yazar: “Tatlı lir! Tatlı lir! Senin sesini
seviyorum, o sarhoş kurbağa sesini! - ne kadar uzun zaman öncesinden, ne kadar
uzaklardan gelmekte sesin, uzaklardan, sevginin göllerinden!” Böyle Dedi
Zerdüşt okuyucusu iki şaşırtıcı değişimi idrak eder: Lirin umut kırıcı tekrarı
tatlı hale gelmiştir ve kötüye alamet olarak addedilen kurbağa sarhoştur, aşk
göletlerden şarkı söyler. Neden böyle olduğuna bakalım. Leier terimi lir
çalgısına, ama aynı zamanda eski (Drebleier), kadim, tellerin manivelayla ve
sürekli dönen bir tekerlek sayesinde titreştiği bir enstrümana işaret eder.
Halk dilinde Es İst itnmer die gleiche Leier, hep aynı nakarat demektir ve bu
deyim sonsuz dönüşün nihilist versiyonuna, güneşin altında yeni hiçbir şey
yoku ifade etmeye uygun düşer. Üstelik Schopenhauer, İrade ve Temsil Olarak
Dünya’nın 58. paragrafında, acaba ölüler hayatlarını bir kez daha yaşamak
isterler mi sorusunu kendine sormadan önce, Leierstück terimini kullanır:
Gerçekten, insanların çorunun
sürdüğü yaşamın, yabancı bir izleyicinin gözünde ne kadar önemsiz ve anlamsız,
yaşayanın kendisi için ise ne kadar aptalca ve düşünülmemiş olduğunu görünce
insanın inanası gelmiyor ( ..) işte insanlar bu: Duvar saatleri; bir kere
kurunca, nedeni bilmeden işlemeye başlarlar; her tasarımda, her meydana
getirişte, insan yaşamının saati kurulur o küçük nakaratını (Leierstück)
yinelesin diye, sonsuz kereler tekrar edilmiş, cümle cümle, ölçü ölçü önemsiz
çeşitlemelerle.
işte Böyle Dedi Zerdüşt’te
“Sarhoş Şarkı” içindeki kullanımı dışında Leier, sadece bir meselde daha
kullanılmıştır: “İyileşmekte Olan”. Bu meselde, hayvanlar dönüş öğretisini ifşa
ederler, Zerdüşt onları Drehorgeln, laterna diye adlandırır, öğretisinden,
laterna için bir şarkı, bir Leier-Lied yaptıkları için sitem eder onlara.
Hayvanlar o zaman Zerdüşt’e söylemeleri gereken yeni ezgilere (Lieder) uygun
yeni bir lir (Leier) yapmasını salık verirler. Güneşin altında yeni bir şey yok
şarkısı değil de dönüşün kabulünün neşeli şarkısını. Zerdüşt işte tam da bu
yeni “tatlı lir” ile gece yarısı çanının vuruşları üzerine şarkısını söyler.
Unke, kelime anlamıyla kızılca kurbağa, veya sadece “kurbağa” terimi bile kitapta
sadece iki meselde kullanılmıştır. Kızılca kurbağası kara kurbağasına benzeyen,
göletlerde yaşayan bir amfibidir; ama Almancada, mecazi anlamda, unken fiili
karamsar olmak, uğursuz olmak anlamına gelir. “Rahipler” meselinde, Zerdüşt
şöyle yazar: “Ceset olarak yaşamayı
düşündüler, karalar giydirdiler ölülerine; konuşmalarından hâlâ kendi mezar
odalarının o iç bulandırıcı, tütsülü kokularını alabiliyorum. Ve onların
yakınında yaşayan, içinde kurbağanın şarkısını tatlı bir kederle söylediği
kapkara su birikintilerine de yakın yaşar.” Ama şimdi, en çirkin adam bile
dönüşü kabul etmişken, kötüye alamet lirin sesi yumuşar ve Zerdüşt artık kara
göletlerden değil de, aşk göletlerinden gelen sarhoş kara kurbağasının sesini
(trunkenen Unken-Ton) seviyordur.
“Sarhoş Şarkı”nın altıncı
paragrafında eski gece yarısı çanı da dönüşüm geçirir: “Ey sen, yaşlı çan, tatlı lir. Her keder yüreğini parçaladı, babanın
kederi, babaların kederi, atalarının kederi (Vaterschmerz, Vâterscbmerz,
Urvâterscbmers)-, sözün olgunlaştı”. Yeniden biyografik bir boyut ortaya
çıkar, çünkü tarihsel bir değer ile daha geniş bir anlamı olsa da çan yeniden
babanın ölümüyle ilişkilendirilmiştir. Ama kederin arasından olgunlaşan söz,
umutsuzluktan değil mutluluktan ölmek ister (vor Glück sterben), çünkü eski
çan (von altem Glocke) kederi çalarken, eski bir mutluluktan (von altem
Glücke) gelen sonsuzluğun parfümü gibi gizemli bir koku yukarılara doğru
yayılır. Bir kere daha, bir zamanların mutluluğunun, derin bir mutluluk anının
bütün kederi telafi edeceği ve keder ile mutluluğun, Glocke ve Glücke'nin,
birbirine sıkıca bağlı olduğu ileri sürülür. Paragraf, “gece yarısı ölümünün
sarhoş mutluluğu ”nun (trunkenem Mitternachts-Sterbeglücke) şarkı söylemesiyle
son bulur: Dünya derindir, gündüzün düşündüğünden daha derin! Bu parçayı
belirgin kılmak için, Nietzsche Sterbeglocke, yani yas çanı
kelimesini dönüştürerek, Sterbeglücke, yani ölümün mutluluğu terimini türetir.
Kederin çanı şimdi ölümden daha güçlü bir mutluluğu dile getirir, akılsızın
eski çam tekrarın tatlılığına, Zerdüşt’ün nağmesinin tatlı lirine dönüşür.
Dokuzuncu paragrafın
müsveddesinin bize gösterdiği şey ise Cenova epifanisi hatırasının “Sarhoş
Şarkı”nde hâlâ mevcut olduğudur. Aslında, “Şöyle konuştu acı: Geçip git!”
dizesini yorumlarken, Nietzsche intihar üzerine kaleme aldığı, yukarıda söz
ettiğimiz Cenova aforizmasının başlığı olan Sebnsucht nach dem Tode, “ölüm
arzusu” nu yeniden kullanarak, acı ölüme heves eder [sehnsuchtig nach dem Tode)
diye yazar.
“Sarhoş Şarkı”nın onuncu
paragrafında en çirkin adam tarafından yürütülmüş muhakeme daha açık bir
şekilde dile getirilmiştir.
Bu açıklama Faust’ta an'a verilen
anlamını alır ve dönüştürür. Goethe şöyle yazmıştı:
Eğer an'a dersem:
Durdur kendini!
Güzelsin!
O zaman beni
zincirlere vurabilirsin,
O zaman seve seve
ölürüm,
O zaman yas çanı
çalabilir.
Goethe’nin dizelerinde bir yas
çanının, Totenglocke'nin bulunduğunu görüyoruz. Zerdüşt nihilist çanın onuncu
vuruşunda yaptığı yorumda Faust’a şöyle cevap verir.
Hiç herhangi bir hazza
Evet dediğiniz oldu mu? Ah, dostlarım, oysa bütün acılara Evet dediniz. Her şey
birbirine bağlıdır, kenetlidir, âşıktır, - -hiçbir defayı iki defa istediğiniz
oldu mu, şöyle konuştunuz mu hiç 'hoşuma gidiyorsun, ey mutluluk! Sessiz ol! Şu
an! Her şeyi geri istediniz!
-Her şey yeni baştan, her şey sonsuz, her şey birbirine bağlı, kenetli,
âşık, ah, böyle sevdiniz dünyayı, -
-siz, sonsuzlar, onu sonsuz ve tüm zamanlar boyunca sevin: acıya da
şöyle deyin: geçip git, ama geri dön! Çünkü tüm hazların istedikleri
-sonsuzluktur!.
Sonsuz dönüş, felsefi ve bilimsel
teleolojilere, Hıristiyan geleneğinin çizgisel zamanına karşı çıkabilecek en
radikal cevaptır: Sonsuz dönüşün evreninde yaradılışa, tanrının inayetine,
kurtarılışa yer yoktur.
Zamanı durdurmak veya zamana yön
vermek mümkün değildir: Her an akıp gider ama aynı haliyle geri dönmeye
hazırdır; bu bizim en büyük mutluluğumuz veya en büyük bahtsızlığımızdır. O zaman,
aynı hayatı yeniden yaşamayı arzulayabilecek olan kişi kimdir? Sonsuzluğun
parmağına yüzük takmak için Kronos’un elindeki oku çekerek neşelenmeyi kim
ister? Goethe “durdur kendini, güzelsin” diyebileceği bir an arıyordu.
Nietzsche ise her an için “tertemiz ve aynı kalarak gel geri, sonsuza dek”
diyebilecek bir insanı bekliyordu.
Burada iki imge birleşir: gece
yarısının kara çanı ile öğlenin gök çanı. “Sarhoş Şarkı”nın onuncu
paragrafında, alıntısını yaptığımız kelimelerin biraz önünde, şunu okuyabiliriz:
“İşte dünyam kusursuzlaştı, gece yarısı
aynı zamanda öğlen.” Sonsuz dönüş, öğle vakti mutluluğuyla dolup taşan kusursuz
dünya ile gece yarısı nihilizminin içkinliğini çalan güven verici çanı
birleştirir: Eğer bir tek zevk anına bile evet dediyseniz, gece yarısı çanına
ve beraberinde getirdiği bütün acıya da razı oldunuz demektir. Gündüz geceden,
olumlama reddetmeden, zevk acıdan daha güçlüdür. Bu sebepten “Güneş Doğmazdan
Önce” bölümünde, “Dünya derindir-: ve günün herhangi bir zaman düşünmüş
olabileceğinden çok daha derindir.” cümlesi, ilk defa Zerdüşt gök çanından
bahsederken söylenir ve sonra gece yarısı çanı nağmesinde tekrar edilir.
Çana Son Söz
Hikâyemiz daha bitmedi: Bir son
söz, çanın ezgisine bir son söz var. 1885’de, Nietzsche İnsanca, Pek İnsanca
kitabını tüm eserlerinin basımı sebebiyle bir daha yazmayı tasarlar. Proje
sonuçlanmaz ama defterlerinde bu çalışmanın izi vardır. Notlarından birinde filozof;
İnsanca, Pek İnsanca kitabının ana temalarını yeniden gözden geçirir ve
aşağıdaki ünlemle sonuca bağlar:
IV SchluB: İn Genua: Oh meine
Freunde. Versteht ihr dieft "Trotz- dem"? -
[IV Sonuç: Cenova'da: Ah arkadaşlarım. Bu "ama yine de"yi anlıyor musunuz?]
Nietzsche böylece gösterir ki 628
no’lu aforizmanın kitabın hakiki sonu, Schlufi, olduğunun gayet bilincindedir
ve yazı anlamını, yazarın Cenova epifanisinden sonra Platoncu geleneğe
yönelttiği meydan okumadan, “yine de”den alır. Tragedyanın Doğuşu’nda insanca
şeylerin sanat metafiziği ile ilişkilendirilmedikçe değeri olmadığını
görmüştük ve Nietzsche metafiziğe inancını yitirdiğinde Platon ya da daha
güzeli Leopardi’yle birlikte, hiçbir insanca şeyin değere layık olmadığını
söylemek zorunda kalır. Ama sonra eklenen bir trotzdem, boyun eğmiş ama etkin,
bir sonraki şeylerle ilgilenen bir skeptizm içinde birtakım olasılıkları açar
ve Epikuros’la birlikte, bazı insanca şeylerin değerinin olduğunu savunur.
Sonsuz dönüş düşüncesiyle, insanca olan her şey uçsuz bucaksız bir değer
kazanıncaya dek.
*
Paolo D'lorio
Nietzsche'nin Sorrento Yolculuğu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder