Elektrikli Beden

 Yazı, Jonah Lehrer'in Proust Bir Sinirbilimciydi
 kitabından : 


WALTWHITMAN

Hissetmenin Tözü

 



Şair kendi bedeninin tarihini yazar.

-Henry David Thoreau


WALT WHITMAN Amerikan İç Savaşı'nın konusunun beden olduğunu düşünüyordu. Ona göre Konfederasyon yanlıları­nın suçu siyahlara et yığını olarak davranmaları, onları bir et parçası gibi alıp satmalarıydı. Whitman'ın ilk kez New Orleans'taki bir köle pazarında idrak ettiği gerçek, bedenle zihnin ayrılmaz olduğuydu. Bir insanın bedenini kamçıla­mak ruhunu kamçılamak demekti.

Whitman'ın şiirlerindeki ana fikir budur. İnsanın bir be­dene sahip olduğunu söylemek yanlıştır, zira insan bizzat bir bedendir. Hislerimizin maddi olmadığını hissetsek de, aslında başlangıç noktaları bedendir. Whitman tek şiir kitabı Çimen Yaprakları'na derisini ruhuyla doldurarak başlar, "koltukaltı kokum duadan daha güzel":

Birisi ruhu mu görmek istiyordu? 

Buyur gör, kendi şeklini ve çehreni...

Bak! Beden içerir ve anlamın kendisidir, esas 

Meseledir ve içerir ve ruhtur. 

Whitman'ın bedenle ruhu meczetmesi devrimci bir fikirdi, anlayış bakımından da kullandığı serbest nazım biçimi kadar radikaldi. O dönemde bilimciler hislerimizin beyinden geldiğine, bedenin de hareketsiz bir madde yığınından ibaret olduğuna inanıyorlardı. Whitman ise zihnimizin tenimize ba­ğımlı olduğu kanaatindeydi. "Eksiksiz biçim"imiz hakkında şiirler yazmaya kararlıydı.


Whitman'ın şiirlerini bu denli önemli kılan şudur: "gü­zelliği terden", metafiziksel ruhu yağ ve deriden çekip çıkar­maya çalışır. Filozofların yüzyıllarca yaptıkları gibi dünyayı ikicilikler şeklinde bölmek yerine, Whitman her şeyi diğer şeylerle süreklilik içinde kavrıyordu. Whitman'a göre, beden ve ruh, dünyevi ve aşkın aynı şeyi ifade eden farklı sözcük­lerdi. Boston'lı Aşkıncı filozof Ralph Waldo Emerson'un bir keresinde ifade ettiği gibi, "Whitman Bhagavatgita ile New York Herald'ın kayda değer bir karışımıdır."

Whitman bedensel hisler kuramını kendi kendisini tetkik ederek oluşturmuştu. Onun Çimen Yaprakları'nda yapmaya çalıştığı şey sadece "bir kişiyi, bir insanı, (on dokuzuncu yüz­ yılın ikinci yarısında, Amerika'daki kendimi) özgürce, tümüy­le ve gerçekten kayda" geçirmekti. Böylece şair kendisini bir ampiriste, kendi deneyiminin  lirik  şairine dönüştürmüştü.

Whitman'ın Çimen Yaprakları'nın önsözünde yazdığı üzere, "Benimle birlikte aynanın içlerine bakmak için yanımda du­racaksınız."

Whitman'ın ruhla bedeni birbirinden ayrılamayacak şe­kilde "iç içe geçmiş" olarak görmesini sağlayan bu yöntemdi. Whitman tenin bir yabancı olarak görülmediği şiirler yazan ilk şairdi. Whitman'ın vezinsiz biçiminde, bedeninin manza­rası şiirlerinin esin kaynağı olmuştu. Hayatı boyunca yazdığı her dize kendi anatomisinin dürtüleriyle, onun bilgece ar­zuları ve dile getirilemeyen duygularıyla sancımıştır. Hiçbir şeyden utanmayan Whitman hiçbir şeyi dışarıda bırakma­mıştı. Okurlarına şu vaatte bulunuyordu: "Sizin şu etinizden büyük bir şiir doğacak. "

Sinirbilim bugün Whitman'ın şiirlerinde dile getirilen­lerin  doğru  olduğunu  biliyor:  Duygularımız bedenimizden türer. Hislerimiz geçici görünmekle birlikte, aslında kasla­rımızın hareketlerine ve iç organlarımıza kök salmıştır. Da­hası bu maddi hisler düşünce sürecinin ayrılmaz bir par­çasıdır. Sinirbilimci Antonio Damasio'nun ifade ettiği üzere, "Zihin yalnızca beyinden ibaret değildir ... aynı zamanda bedenselleşmiştir. "

Fakat o dönemde Whitman'ın düşüncesi hem erotik hem de cüretkar görülüyordu. Şiirleri "pornografik şatahlar" diye mahkum edilmişti; şiirlerinden rahatsız olan kişiler sansür­lenmesini talep etmişti. Ama bu tepkiler Whitman'ın hoşuna gidiyordu. Hayatta hiçbir şey Whitman'a Victoria döneminin işgüzar törelerini bozmak ve bilimin bilinen olgularını ters­ yüz etmek kadar haz vermiyordu.

Beynin bedenden ayrılma hikayesi Rene Descartes ile başlar. On yedinci yüzyılın en önemli filozofu olan Descartes varlığı birbirinden ayrı iki töze ayırmıştı: Kutsal bir ruh ve ölümlü bir beden. Ruh aklın, bilimin ve güzel olan her şeyin kay­nağıydı. Etimiz ise "saat gibiydi", sadece kanayan bir maki­neydi. Descartes bu bölünmeyle bedeni bağımlı bir hayata mahkum etmiş, beynin ampulleri için var olan bir elektrik santraline  dönüştürmüştü.

Whitman'ın yaşadığı dönemde, bedeni boşverip beyne tapmayı savunan Descartesçı itki yeni bir "bilim" olan freno­lojinin (kafatası incelemeleri) doğuşuna yol açmıştı. On dokuzuncu yüzyılın başında Franz Josef Gall'ın başını çektiği frenologlar kafatasının şeklinin, tuhaf tepeciklerinin ve oyuk­larının zihnin içini tam manasıyla yansıttığına inanıyorlardı. Bu sahte bilimciler kafatası kemiğindeki çıkıntıları ölçerek, beynin hangi bölgelerinin kullanım sonucu şişip, hangi böl­gelerinin hoşlanma sonucu büzüldüğünü belirleyerek insa­nın karakterini ölçmeyi umuyorlardı. Kafatasımızın şekli iç organlarımızı yansıtıyordu; bedenin geri kalanı teferruattı.

On  dokuzuncu  yüzyılın  ortalarına  gelindiğinde, frenolojinin vaadi gerçekleşecek gibi görünüyordu. Frenoloji kuram­larını savunmak için teknik resimlerle dolu sayısız tıbbi tetkik kaleme alınmıştı. Sınırsız sayıda kafatası ölçümü yapılmış ve yirmi yedi tane farklı zihinsel yeti açığa çıkarılmıştı. İlk bilim­sel zihin kuramı son zihin kuramı olacağa benziyordu.

Fakat ölçümler her zaman kusurlu olduğu gibi, açıkla­malar uydurmak da kolaydır. Ciddi ve samimi bir çabanın ürünü olsa da, frenolojinin kanıtları aslında arızi gözlemle­rin bir araya getirilmesinden başka bir şey değildi. (Beyin o kadar karmaşık bir organdır ki fissürleri hayal edilebilecek her hipotezi meşrulaştırabilir, en azından daha iyi bir hipotez ortaya atılana dek.) Örneğin Gall yaratıcılık özelliğini "alın kemiğinin şakak çizgisine" yerleştirmişti, çünkü Homeros'un kafasının yan kısımlarında bir şişkinlik vardı ve şairler ya­zarken genellikle kafalarının bu kısmına dokunurlar. Gall'ın verileri bunlardı.

Elbette frenoloji modern duyarlılıklarımız  karşısında, bir beyin astrolojisi kabilinden, acınacak derecede bilimdışı görünmektedir. Frenolojinin çekiciliğini anlamak ya da on dokuzuncu yüzyılın büyük bir kısmı boyunca nasıl ayakta kaldığını kestirmek güçtür. Whitman bu konuda Oliver Wen­dell Holmes'a başvururdu: "Kapının vurulduğuna bakarak bir kasada ne kadar para olduğunu söylemek ne kadar kolaysa, bir insanın şakaklarındaki şişliklere bakarak ne kadar beyni olduğunu söylemek de o kadar kolaydır." Fakat bilgi, hata­larımızın döküntüleri içinden çıkar ve nasıl ki simya kimyaya giden yolu açmışsa, frenolojinin başarısızlığı da yalnızca ka­fatası incelemelerine değil, beyin incelemelerine de ön ayak olmuştur.

5 Frenolojinin en büyük sorunu tahminlerine uymayan verilerle  başa çıkamamasıydı. Örneğin frenologlar Descartes'ın kafatasını ölçtüklerinde, kafatasının aşırı küçük olduğunu görmüşlerdi. Bunun anlamı "mantıksal ve akli melekeleri sınırlı"ydı. Ama özgün tezlerinden şüphe duymak yerine, Descartes'ı alaya almış ve "sanıldığı kadar büyük bir düşünür olmadığını"  söylemişlerdi.

O dönemin bilimini yakından takip eden Whitman'ın frenolojiyle karmaşık bir ilişkisi vardı. Katıldığı ilk frenoloji dersini "şu ana kadar payımıza  düşmüş en büyük  gösteriş ve saçmalık yığını" olarak nitelendirmiş ve şu ifadeleri kul­lanmıştı. "Frenolojide hakikat namına hiçbir şey yok demi­yorum, ama şunu diyorum: Mr. Fowler tarafından öne sürülen güvenilirlik iddiaları mantıksızlığın son raddesidir." Gelgelelim on yılı aşkın bir süre sonra, aynı Mr. Fowler, Manhattan'daki Fowler ve Wells yayınevinin sahibi olarak, Çimen Yaprakları'nın ilk baskısının tek dağıtımcısı olacaktı, zira Whitman şiirlerini basacak başka birini bulamamıştı. Frenolojinin saçmalığı konusundaki görüşlerini  yumuşat­mış görünse de -hatta bizzat birkaç  frenoloji muayenesin­den geçecek kadar ileri gitmişti- şiirlerinde frenolojinin en temel önermesini reddeder. Tıpkı Descartes gibi, frenologlar da ruhu yalnızca kafanın içinde arıyorlardı, zihni kafatasıyla ilgili nedenlerine indirgemeye teşnelerdi. Whitman bu tür in­dirgemelerin büyük bir hatadan kaynaklandığını fark etmiş­ti. Bedenin inceliklerini boşlayan bu bilimcilerin ruhun inceliklerini açıklamaları da mümkün değildi. Whitman yalnızca "bütünlüğü-kitleselliği" içinde anlaşılabilecek olan Çimen Yaprakları gibi, kendi varoluşunun da "parçalarıyla  değil, her zaman bütünlüğü içinde kavranabileceğine" inanıyordu. Whitman'ın şiirlerinin verdiği ders şudur: İnsan, parçalarına

7 Whitman bilim hakkında bir şeyler öğrenmeyi sevmesine karşın, bulgularını asla eleştirmeden kabullenmezdi. Defterinde kendi­sine deneyinin doğruluğunu her zaman sorgulaması gerektiğini hatırlatıyordu: "Bilimsel ve benzer telmihlerde Jeoloji, Tarih, Dil vs. kuramlarının sürekli değiştiğini unutma. Sadece yüzyıllar bo­yunca doğru olacak şeyleri almaya dikkat  et."

9   Whitman yalnız değildi; Mark Twain'den Edgar Allan Poe'ya kadar herkes frenoloji muayenesinden geçmişti. George Eliot kafatasın­ daki şişliklerin daha kesin bir teşhisi yapılabilsin diye saçlarını kökünden kazıtmıştı.

indirgenemeyecek bir bütündür. Bedenle ruh birbirine ka­rışmış, emilsiyon haline gelmiştir. Whitman bir keresinde "Herhangi bir biçim içinde olmak mı, ne ki o?" diye sormuş­tu.  "Şahsen benimkisi öyle hissiz  bir kabuk değil."

EMERSON

Whitman'ın aşkın bedene olan inancı Ralph Waldo Emerson'un aşkıncılık düşüncesinden fazlasıyla etkilenmişti. Whitman Brooklyn'de hala yolunu bulmaya çalışan bir gazeteciyken, Emerson doğa üzerine konferanslar vermeye hazırlanıyordu. Sabık bir Üniteryan vaiz olan Emerson, uzak bir yerlerdeki Tanrı'nın vaazlarından çok kendi zihninin gizemleriyle ilgile­niyordu. Örgütlü dinden hazzetmiyordu, çünkü bunlar tini "umumi, düşük ve alışıldık" olanlar arasında görmek yerine gökyüzünde bir yerlere havale ediyordu.

Whitman'ın şiirlerini Emerson'un gizemciliği olmadan ta­hayyül etmek güçtür. Whitman bir keresinde, "içten içe  kaynıyor, kaynıyor, kaynıyordum ve Emerson beni kaynama nok­tasına getirdi" demişti. Kendi deneyimine güvenmeyi, derin olanın ifade ettiği anlamları kendinde aramayı Emerson'dan öğrenmişti. Ne var ki Emerson'un en çarpıcı özelliği muğlaklı­ğı ve büyük D ile yazılan Doğa'yı savunması ise, Whitman'ınki de dolaysızlığıydı. Whitman'ın şarkılarının hepsi kendisiyle, kendi bedeninde tecessüm  etmiş doğayla başlıyordu.

Whitman ve Emerson ortak bir felsefeye sahip olmaları­na karşın, kişilik bakımından aralarında bir uçurum vardı. Emerson Püriten bir papaza benziyordu, yanak kemikleri çı­kık, burnu uzun ve kemikliydi. Yalnızları oynayan biri olarak her şeyi bırakıp kendi içine kapandığı diğerkam nöbetlere yatkındı. "Kendine Güvenmek" adlı yazısında, "Kilisenin ibadet­ten önceki sessiz halini" sevdiğini itiraf ediyordu. Dahası in­sanı sevdiğini, ama insanları sevmediğini söylerdi. Düşünmek istediğinde ormanda tek  başına uzun yürüyüşlere çıkardı.

"Omuzları geniş, al yanaklı, kalın  kaşlı, satir gibi gür sakallı" biri olan Whitman din anlayışını Brooklyn'den, o şehrin tozlu sokaklarından ve at arabacılarından, denizinden ve denizcilerinden, analarından ve adamlarından almıştı. İn­sanlar, duyumsal demokrasisinin bu yurttaşları onu büyü­lerdi. Tekinsiz derecede kesin frenolojik muayenesinde ifade edildiği şekliyle,  "Önde gelen karakter özellikleri Arkadaşlık,

14 Whitman'ın frenoloji konusundaki görüşlerini yumuşatmış görün­mesinin  nedenlerinden  biri, çok uygun bir kafatasının  olmasıydı.

Sevecenlik, Yücelik ve Kendine Saygı olarak görünmektedir ve bileşimleri arasında öne çıkanlar Miskinlik, Şehvetlilik ve Oburluk eğilimi ve hayvani iradenin başıbozukluğu, başka­larının görüşlerine karşı belki de çok fütursuz  olmaktır."

Whitman, Emerson'dan ilk kez 1842'de haberdar olmuştu. O dönemde Emerson yeni yayımlanmış Denemelerini pazar­lamak amacıyla konferans turuna başlıyordu. New York'taki Aurora dergisinde yazan Whitman, Emerson'un konuşmasını o zamana kadar duyduğu "en güzel ve en zengin kompozis­yonlarından biri" olarak nitelendirmişti. Emerson'un yeni Amerikan şairinin demokrasiye layık bir ozan olması gerektiği çağrısı Whitman'ı özellikle büyülemişti: "Şair kusurlu insanlar arasında kusursuz insanı simgeler" diyordu Emerson. "O, par­çaları bütüne yeniden bağlar."

Fakat Whitman şair olmaya hazır değildi. Sonraki on yıl kaynamaya devam etti, New York'u bir gazeteci gözüyle ve Brooklyn Eagle ve Freeman'ın editörü sıfatıyla gözleme imkanı buldu. Suçlular ve köleliğin  kaldırılması yanlıları hakkında, opera yıldızları ve yeni Fulton feribotu  hakkında makaleler yazdı. Freeman iflas edince New Orleans'a gitti ve burada "bedenleri metal zincirlerle  kaplı" kölelerin  haraç mezat  satıl­dığına şahit oldu. Yandan çarklı vapurla Mississippi'ye yel­ken açtı ve Batının enginliğini, "Birleşik Devletler'in özünde  en  büyük  şiir" olduğunu  gördü.

Whitman ilk kez işsiz bir muhabir olduğu o zor yıllar­da şiir yazmaya başlamıştır, henüz ucuz not defterlerine dörtlükler ve kısa şiirler çiziktirmektedir. Whitman kendisi dışında okuru olmadığı için deney yapmakta serbestti. Di­ğer tüm şairler hala hece saymakla uğraşırken, Whitman'ın dizelerinde şimdiki zaman ortacı, bedenin organları ve erotik metaforlardan oluşan karmakarışık montajlar görülüyordu. Whitman katı vezni terk etmişti, zira kendi biçiminin doğayı yansıtmasını, "kendi mimarilerine sahip olacak kadar canlı" düşünceleri ifade etmesini istiyordu. Emerson'un yıllar önce ısrarla dile getirdiği üzere, "Şüphe etme, ey şair, sebat et. De ki, 'O benim içimde ve çıkacak."

Böylece ülkesi yavaş yavaş parçalanırken, Whitman yeni bir poetika, açıklanamayan bir tuhaflık biçimi icat etmişti. Öz­ bilinçli bir "dil yaratıcısı" olan Whitman'ın selefi yoktu. İngiliz dili tarihinde başka hiçbir şair, okurları Whitman'ın eksantrik kadanslarına ("sheath'd, hooded sharp-tooth 'd touch:'), uydur­duğu sözcüklere ("unloosing', "preluding ', "unreeling'), uzun anatomik listelere olan sevgisi ve hecelerin canı cehenneme diyerek, kendisi dışında biri ya da bir şey olmayı açık sözlülükle reddetmesine hazırlamamıştı. Kötü şiirleri bile tamamen özgün­ce kötüdür, zira Whitman yalnızca kendisini taklit etmiştir.

Fakat tüm anlaşılmaz özgünlüğüne rağmen, Whitman'ın nazımı da yaşadığı dönemin yaralarını taşır. Siyasal birliklere ve fiziksel birliğe olan aşkı, çatışkıların  bir arada  tutulması -bu temaların kaynağında Amerika'nın engel olunamaz şe­kilde İç Savaş'a sürüklenmesi vardır. Whitman bir keresin­de "Kitabım ve savaş aynı şeydir" demişti. Defteri o on yılın uzlaşmaz öğelerini, Kuzey ile Güney'in, efendi ile kölenin, beden ile ruhun uzlaşmaz çelişkilerini birleştirmeye çalışan dizelerde ilk kez serbest nazıma geçer. Whitman yana döne aradığı bütünü yalnızca şiirlerinde  bulabilir:

Bedenin şairiyim ben 

Hem  de ruhun

Yeryüzünün köleleri de bir efendileri de 

bende Efendilerle kölelerin arasında duracağım

Her ikisine de gireceğim ki her ikisi de aynı şekilde anlasın beni.

1855'te, yıllarca süren "yararsız şiir denemeleri"nden sonra Whitman nihayet şiirlerini yayımlatmayı başardı. Beş ciltli 95 sayfalık ince bir kitapta "çimen" (yayıncıların değerli olma­yan yazılara verdikleri ad) "yaprakları"nı (yayın jargonunda "sayfa" demektir) topladı. Whitman kitabının ilk baskısından Emerson'a da yollamıştı. Rivayete göre Emerson'un cevaben yazdığı mektubu Whitman Brooklyn'de tüm yaz cebinde taşımıştır. O dönemde Whitman tanınmayan bir şair, Emer­son da ünlü bir filozoftur. Emerson'un Whitman'a mektubu Amerikan edebiyatı tarihindeki en cömert övgülerle dolu sa­tırlardan biridir. Şöyle yazar Emerson:

Sayın Bayım, "Çimen Yaprakları"ndaki harikulade istidadı görmemek mümkün değil. Kanımca Amerika'nın bu zama­na kadar içinden çıkardığı en olağanüstü zeka ve bilgelik örneğidir. Bu eseri okuduğum için çok mutluyum. Adeta çok fazla el emeği ya da yaradılışımızda çok fazla lenf Batılı zekalarımızı semiz ve hasis yapıyormuş gibi,  kısır ve cim­ri görünen doğadan her zaman beklediğim talebi karşılıyor. Özgür ve cesur düşüncenizden ötürü sizi kutluyorum .... Bu muhteşem  kariyerin başlangıcında sizi selamlıyorum.

"Usta"dan gelen iyi bir değerlendirmeyi asla saklamayan bi­risi olarak Whitman, Emerson'un özel mektubunu Tribune'e yollar. Mektup gazetede yayımlandığı gibi sonradan kitabın ikinci baskısına da dahil edilir. Fakat 1860'a gelindiğinde muhtemelen Emerson edebi icazetinden pişman olmuştur. Whitman Çimen Yaprakları'na  "Adem'in Çocukları" adlı erotik şiirleri ("Hapsedilmiş Sancıyan Nehirlerden", "Ben o Aşkla Sancıyan O'yum" ve "Ey Hymen! Ey Hymenee!" şiirlerinin de olduğu bir derlemeyi) de eklemiştir. Emerson ken­disinden erotik şiirleri kitabın yeni baskısından çıkarmasını ister (görünen o ki doğanın bazı kısımlarının hala sansür­lenmesi gerekiyordu). Boston Common'da birlikte çıktıkları uzun bir yürüyüş  sırasında bu görüşünü açıkça dile   getirir; Whitman'ın  "özgür  aşk  denen  kafirliğe bulaşması"ndan duyduğu korkuyu ifade eder.

Whitman hala bilinmeyen bir şair olmasına rağmen çok katıydı. "Adem'in Çocukları" kalmalıydı. Whitman'a göre bu kesip çıkarma işleminin hadım etmekten farkı yoktu: "Er­kekliği alınmış bir adam neye yarardı ki?" Whitman açısın­dan cinsellik/cinsiyet bedenimizin birliğini, bedenin itkileri­nin ruhun duyguları haline geldiğini açığa vuruyordu. Çimen Yaprakları'nın son önsözü olan "Geçilmiş Yollara Geriye Doğ­ru bir Bakış"ta, Emerson'la konuşmasının şiirindeki temaları billurlaştırdığını hatırlar. Şiirlerinin "açıkça cinselliğin, aşkın ve her daim hayvani güdülerin şiiri" olduğunu kabul etse de, sanatının bu bedensel telmihleri "farklı bir ışık ve atmosfer katına yükselttiği"ne inanıyordu. Bilim ve din bedeni uta­nılacak kısımları üzerinden değerlendirebilir, ama bütüne aşık olan şair "insan bedeninin ve ruhunun bütünlük için­ de alınması gerektiğini" bilir. Şöyle der Whitman: "Boston Common'ın yaşlı karaağaçları altında Emerson'un hararetli sözlerine susarak cevap verirken beynimin ve kalbimin en derinlerinde hissettiklerim bunlardı."

Whitman yaşadığı erotik epifaniye rağmen,  Emerson'la yürüyüşü kendisini hüsrana uğratmıştı. Önceki şiirlerini hiç kimse anlamamış mıydı? Bir Allahın kulu bile şiirlerindeki felsefeyi görmemiş miydi? Beden demek ruh demektir. Bunu kaç kere yazmıştı? Kaç farklı şekilde yazmıştı? Beden demek ruh demekse, o zaman bedene nasıl sansür koyulabilir? "Adem'in Çocukları"nın esas şiiri "Elektrikli Bedenin Şarkısı­nı Söylüyorum"da yazdığı üzere,

Ah bedenim! Cesaret edemiyorum diğer erkek ve kadınlardaki senin

Benzerlerini ya da senin parçalarının benzerlerini terk etmeye,

İnanıyorum ki senin benzerlerin ruhun benzerleriyle

Düşecek ya da kalkacaktır  (ve onlar ruhun ta  kendisidir)

İnanıyorum ki senin benzerlerin şiirlerimle birlikte Düşecek ya da kalkacaktır ve onlar benim  şiirlerimdir.


Dolayısıyla Whitman, Emerson'un isteğine kulak tıkayıp, "Adem'in Çocukları"nı yayımlatır. Emerson'un tahmin etti­ği gibi, şiirler hiddetli çığlıklarla karşılanır. Bir eleştirmen '"Adem'in Çocukları' şiirlerinden alıntı yapmak nezaket ku­rallarına o kadar aykırıdır ki müsamahaya yer yoktur" der. Ama Whitman'ın umurunda değildir. Her zamanki gibi, isim kullanmadan kendi değerlendirmelerini yazar. Şiirlerinin ka­lıcı olması için hiçbir şeyi dışarıda bırakmaması gerektiğini bilir. Şiirleri samimi ve doğru olmalıdır.

HAYALETVARİ UZUV

Whitman 1862 kışında, Amerikan İç Savaşı'nın kanlı günleri­nin doruğunda, Fredericksburg Muharebesi'nde yaralanmış olan erkek kardeşini aramak üzere Virginia'ya gider. Cepheye ilk gidişidir. Muharebe biteli yalnızca birkaç gün olmuştur; burada "paha biçilmez kanlarının topraktaki yeşili kırmızıya dönüştürdüğünü" görür. Havada hala ağır, acı bir barut kokusu vardır. Sonunda Birlik Ordusu hastanesini bulur. Çadırların etrafı yeni kazılmış mezarlarla çevrilidir, ölülerin isimleri "varil fıçılarının ya da kir pas içindeki kırık tahtaların üstüne" yazılmıştır. Whitman annesine yazdığı mektupta "hastane önündeki bir ağacın altında ayak, kol, bacak vs. yığınları" olduğundan bahseder. Bedenlerinden henüz ko­partılmış uzuvlar  çürümeye başlamıştır.

Whitman Fredericksburg'taki ölüleri ve ölmekte olanları gördükten sonra kendisini askerlere yardıma adar. Sonraki üç yıl, Birlik hastanelerinde gönüllü olarak hastabakıcılık yapar, burada "belli bir dereceye kadar beden ve de ruh sa­ğaltıcısı  olarak  80 ila  100 bin  arasında  yaralı  ve hastayla" ilgilenir. Whitman bu görevi sırasında hem Birlik hem de Konfederasyon yanlılarına bakar. "Onları kendi kaderlerine terk edemem" diye yazar. "Öyle oluyor ki bir genç çırpınarak bana tutunuyor, ben de elimden geleni yapıyorum." Whitman askerlerin ellerini tutar, onlara limonata hazırlar, dondurma, çamaşır ve sigara alır; bazen şiir okuduğu bile olur. Doktor­lar yaralarını  sararken, Whitman  da ruhlarını sağaltır.

Whitman hastanelerde gönüllü olarak çalıştığı günleri hayatı boyunca unutmaz. Sonradan sözlü otobiyografisi Spe­cimen Days'te şunları söyler: "Savaşta geçen o üç yıl haya­tımın en büyük dersiydi." Whitman bir daha hiçbir zaman kendisini bu kadar işe yarar hissetmez, "Tüm zamanım do­luydu. İnsanlar bana, 'Walt, hastanelerdeki bu insanlar için mucizeler yaratıyorsun' derlerdi. Değil. Ben aslında ... ken­dim için mucizeler yaratıyordum."

Her zaman olduğu gibi Whitman deneyimlerini şiire dö­nüştürdü. Emerson'a hastanede geçirdiği dönemi yazmak istediğini söylemişti, zira bu dönem "ona bir şekilde, yeni bir dünyanın kapılarını aralamıştı, daha yakın içgörüler,  yeni şeyler sağlamış, bu zamana kadar gördüklerinden daha derinleri araştırmıştı." Whitman savaşı konu alan "Savaş Tamtamları" adlı şiirlerinde -sonrasında üzerinde oynamalar yapmadığı tek eseridir- hastanelerde her gün karşılaştığı iş­kence edilmiş bedeni anlatır:

Kolun kökünden, kesik elden

Kanlı bezi alıyorum, deriyi kaldırıyorum, maddeyi ve kanı yıkıyorum,

Asker bükük boynu ve yana düşen kafasıyla yastığında yatıyor,

Gözleri kapalı, yüzü solgun, kanlı uzva bakmaya cesaret edemiyor.

Whitman'ın kanlı uzva bakmışlığı vardı. Savaşta gördüğü kan pıhtıları onu şok etmişti. Çadır hastanelerde gönüllü olarak çalışırken ameliyatlardaki  şiddet dolu karmaşaya şahit olmuştu: "cerrahın bıçağının sesi, testeresinin kemiren dişleri / düşen kanın hırıltısı, pıtırdaması, çalkantisı." Ölü askerlerin ve sahipsiz ceset kokularının orta yerinde Whit­man bedenin yalnızca bedenden ibaret olmadığını hatırla­yarak teselli bulmuştu. O bir hastabakıcı olarak cerrahların dokunamadıkları şeyi sağaltmaya çalışmıştı. Bunlara "en derin kalıntılarımız" adını vermişti.

Savaşın ikinci yılında, Whitman ıslak pamukla yaralara bak­mayı öğrenirken, İç Savaş hastanelerinde çalışan doktorlar çok tuhaf bir olguyu fark etmeye başlamışlardı: Uzvu kesilen bir askerin, sonrasında kayıp kolunu ya da bacağını "hisset­meye" devam etmesi alışılmadık bir durum değildi. Hastalar bu durumu hayaletlerle yaşamaya benzetiyorlardı. Etleri geri dönüp  onlara dadanıyordu.

Tıp bilimi bu sendromu görmezden geliyordu. Ne de olsa uzuv ve sinirler gitmişti. Kesecek başka bir şey kalmamıştı. Fakat askerlerin tuhaf hikayelerine inanan  bir  doktor var­dı. Silas Weir Mitchell adındaki bu doktor Philadelphia'daki Turner's Lane Hastanesi'nde "sinir uzmanı"ydı ve ayrıca Whitman'ın yakın arkadaşıydı. Hayatlarının uzunca bir dö­neminde mektuplaşmış, tıp hikayeleri ve edebiyat sevgilerini paylaşmışlardı. Aslında 1878'de Whitman'ın beynindeki kan damarlarında yırtılma olduğu teşhisini koyan da Weir Mitc­hell idi. İlaç olarak "dağ havası" tavsiye etmişti. Sonradan, Weir Mitchell şairi mali yönden desteklemiş ve iki-üç yıl bo­yunca  her  ay onbeş dolar yardımda bulunmuştu.

İç Savaş sırasında Whitman hastabakıcı olarak çalı­şırken Weir Mitchell de bu yanılsamalı uzuvları anlamaya çalışıyordu. Gettysburg Muharebesi ona uzuvları kesilmiş hastalarla dolu bir hastane vermişti. Tıp defterinde çok çe­şitli "duyumsal hayaletler" tarif etmeye başlamıştı. Hastala­ra kayıp uzuvlardan bazıları gerçekdışı, bazıları ise gerçek görünüyordu; bazıları acı veriyor, bazıları vermiyordu. Uzvu kesilen hastalardan bazıları sonunda kesilen uzuvlarını unutsalar  da, büyük  çoğunluk  "gerçekten yaşayan  organlarından daha canlı, kesin ve mütecaviz olan kayıp uzuvlarının varlığını hissetmeyi" sürdürüyorlardı. Bedensel yanılsama bedenden  daha gerçekti.

Weir Mitchell bu olguyu ilk kez kendisinin tespit ettiğine inansa da, aslında öyle değildi. Herman Melville on iki yıl önce Moby Dick'teki suratsız deniz kaptanı Ahab'a duyumsal bir hayalet vermişti. Ahab adlı karakterin bir bacağı yoktur (Moby Dick yemişti) ve 108. Bölüm'de kendisine fildişinden takma bacak yapması için marangozu çağırarak, "gözle gö­rülmeyen ve içinde olmayan" kesik bacağını hala hissettiğini söyler. Hayali bacağı bir "bilmece" gibidir. "Bak" der Ahab, "Sen, şurada duran kendi bacağının canlı olduğunu duyu­yorsun. Ben de yok olan bacağımın, şurada, tam şurada can­lı olduğunu, dipdiri olduğunu duyuyorum. Anlaşılmaz bir iş bu, değil mi?"

Weir  Mitchell, Melville'in kehanetinin farkında olmadı­ğından Ahab'ın tıbbi durumunu hiçbir zaman zikretmemiş­tir. Bu gizeme dair gözlemlerini iki nöroloji kitabında yayım­lar. Hatta bu konu üzerine özel bir bülten bile yayımlar ve 1864'te genel cerrahi dairesi tarafından diğer askeri hastane­lere dağıtılır. Ama Weir Mitchell tıp raporlarının kuru, klinik dilinden rahatsızdır. Hastanesindeki askerlerin yaşadıkları deneyimin derin felsefi anlamları olduğuna inanıyordu. Ne de olsa duyumsal hayaletleri Whitman'ın şiirlerinin yaşayan kanıtlarıydı: Maddeyle tin iç içe geçmiştir. Bedeni keserseniz ruhu da koparıp alırsınız.

Böylece Weir Mitchell birinci şahıs anlatıcısı olan, isim­siz  bir  hikaye  yazmaya   karar  vermişti. 1866'da The Atlantic Monthly'de yayımlanan "George Dedlow Vakası"nda Weir Mitchell kendisini Chickamauga Muharebesi'nde her iki ko­lundan ve bacağından vurularak yaralanmış bir asker olarak tahayyül eder. Dedlow acıya dayanamayarak bayılır.

Uyandığında Dedlow bir hastane çadırındadır. Tek bir uzvu bile kalmamış, hepsi de kesilmiştir. Kendisini "faydasız bir gövde, insan şeklinde bir şeyden ziyade tuhaf  larvamsı bir yaratık olarak" tarif eder. Dedlow artık uzuvsuz olması­na karşın hala bütün uzuvlarını hissetmektedir. Bedeni bir hayalete dönüşmüştür ama yine de her zamanki gibi gerçek olduğunu hissetmektedir. Weir Mitchell bu olguyu beyne atıfta bulunarak açıklar. Beyin ve beden birbirine o kadar bağlıdır ki zihin "bedenin eksik parçasını her daim hisseder ve kısmen bile olsa insana sahip olmadığı bir şeye sahip ol­duğu bilincini saklar." Weir Mitchell beynin hisleri ve kimliği için bedene bağlı olduğuna inanıyordu. Dedlow uzuvlarını kaybedince, "korkarak bazen kendimin, kendi varoluşumun eskisi kadar bilincinde olmadığımı gördüm" der. "Böylece şu sonuca vardım: İnsan yalnızca beyninden ya da diğer her­ hangi bir parçasından ibaret değildir, insan bir bütündür ve bu parçalardan herhangi birini kaybettiğinde kendi varoluş hissi de azalacaktır."

Weir Mitchell bu hikayesinde Whitmanvari bir fizyoloji tahayyül etmektedir. Ruhla beden, bedenle de ruh aynı şey olduğuna göre, insanın kendi bedeninin bir parçasını kaybet­mesi ruhunun da bir parçasını kaybetmesi anlamına gelir. Whitman'ın "Kendimin Şarkısı"nda yazdığı üzere, "Biri yoksa ikisi de yoktur." Zihin maddesinden kopartılamaz, zira zihin ve madde, görünüşte birbirine karşıt olan bu iki töz, inanılmaz derecede iç içe geçmiştir. Whitman insan bütünlüğü konu­sundaki görüşlerini Çimen Yaprakları'nın daha ilk sayfasında şiirlerinin konusunu tarif ederken açıkça ortaya  koyar:

Tepeden tırnağa bütün vücudun şarkısını söylüyorum, 

Ne yalnız yüz, ne de yalnız beyin değerlidir esin perisi için, 

ben vücut bütünüyle  çok daha değerlidir  diyorum.

Savaştan sonra Weir Mitchell'in klinik gözlemleri unutuldu. Hayali uzuvların maddi bir  açıklaması  olmadığından, tıp bilimi bu olguyu görmezden gelmeye devam etti. Yalnızca William James, 1887 yılında yazdığı "Kayıp Uzuvların Bilin­ci" makalesinde Weir Mitchell'in doğaüstü hipotezini devam ettirdi. Harvard'ın ilk psikoloji profesörü olan James uzuv kaybı yaşamış yüzlerce hastayla kayıp yerleri hakkında so­rular sorduğu bir anket yaptı: Örneğin "Uzvun ne kadarını hissedebiliyorsunuz?","Hareket  ettiğini güçlü bir şekilde tahayyül ederek uzvunuz sanki başka bir konuma geçmiş hissini duyabiliyor musunuz?" James bu araştırmanın so­nuçlarından duyumsal hayaletler hakkında yalnızca tek bir gerçeği öğrenebildi: Herkes kayıp uzuvlarını farklı farklı his­seder. Her bedene kendi bireysel anlamı tevdi edilmiştir. "Bu süreçlerde asla değişmez sonuçlar elde edemeyiz" der James. "Zihinsel yaşamımızın her aınpirik yasasında istisnalar mev­cuttur ve bunlar ancak sayısız bireysel sapmadan biri olarak ele alınabilir." William'ın romancı kardeşi Henry James'in bir keresinde dediği gibi, "Eksik olan her şeyde bir mevcudiyet vardır." Bu mevcudiyet bizim mevcudiyetimizdir.

DUYGUNUN ANATOMİSİ

Whitman'ın bedene olan inancı sansüre maruz kalmasına yol açsa da, dönemin düşünce dünyasına büyük bir etkide bulundu. Çok erotik bir dille bedenle ruhu birleştiren ser­best  nazımlı şiirleri aslında psikolojide de benzer bir keşfi tetiklemişti. Koyu bir Whitman hayranı olan William James, Whitman'ın şiirlerinin gerçek anlamda doğru olduğunu fark eden ilk bilimciydi: Hislerin kaynağının beden olduğu doğ­ruydu. Beden hissettiğimiz şeyin bir parçası değildi, bizatihi hissettiğimiz şeydi. Whitman'ın kahince dile getirdiği üzere, "Bak! Beden içerir ve anlamın kendisidir, esas meseledir ve içerir ve ruhtur."

James tüm hayatı boyunca Whitman'ın şiirlerini sesli bir şekilde, "kelimelerine yayılan tutkulu ve mistik ontolojik duygu"yu hissederek okumaktan büyük haz almıştı. James onda "bilindik insani ayrımları kaldırabilen çağdaş bir kahin" bulmuştu. James'e göre Whitman'ın şiirindeki beden tetkik­leri "bu dünyada olmuş ve olabilecek tüm heyecanlar, keyifler ve anlamlarla örülü malzeme olan ... lif türü"nü keşfetmişti." Whitman nasıl hissettiğimizin farkına varmıştı.

James ve Whitman'ın birbirine yaklaşan kanaatleri bizi şaşırtmamalıdır. Ne de olsa ortak bir kaynakları vardı: Emer­son. Emerson 1842'de konferanslar vermek üzere New York'a geldiğinde, "Şair" adlı konuşması gazetelerde "bir meselesi olan vezin" sözünü gerçek anlamıyla alan gazeteci Walter Whitman tarafından övülmüştü. Emerson New York'tayken, sanat meraklısı bir gizemci ve eleştirmen olan baba Henry James'le de buluşmuş ve evine davet edilmişti. Baba Henry James'in en büyük oğlu olan William James daha yeni doğ­muştu. Efsaneye göre Emerson beşikteki William'ı takdis et­miş ve çocuğun manevi babası olmuştu.

Doğru olsun ya da olmasın, bu hikaye Amerika'nın dü­şünce tarihinin kusursuz bir yansımasıdır. William James, Emerson'un felsefi geleneğini miras almıştı. James'in bu­luşu olan tipik Amerikan felsefesi pragmatizm, bir açıdan Emerson'un şüpheci gizemciliğinin sistematik hale getirilmiş haliydi. Tıpkı Emerson ve Whitman gibi, James de on do­kuzuncu yüzyıl biliminin iddialarını çürütmekten her  zaman çok zevk almıştı. Bilimsel kuramları doğanın aynaları -kendi verdiği adla, "doğrunun suretleri"- olarak görmekten vazgeç­memiz gerektiğine inanıyordu. Bilimsel gerçekleri birer araç olarak görmek gerekirdi, bu sayede "deneyimle tatmin edici bir ilişki kurmak mümkün olabilir." James'e göre, bir fikrin doğruluğu onun kullanışlılığıdır, "onun peşin değeridir". Bu nedenle pragmatistlere göre, pratik bir şair de yanlışsız bir deney kadar doğru olabilirdi. Önemli olan tek şey bir fikrin gerçek yaşamlarımızda ürettiği "somut fark"tı.

Fakat William James bir filozoftan önce psikologdu. 1875'te, Harvard'da dünyanın ilk psikoloji laboratuvarların­dan birini kurmuştu. Artık tıbbiyenin bir parçası olsa da, James'in "kaba araç psikolojisi"ni -iptidai duyumları üzerin­den zihni ölçmeye çalışan yeni bilimsel yaklaşım için kul­landığı eleştirel isme bu adı vermişti- uygulamak gibi bir ni­yeti yoktu. Bu psikologlar fizikçilerin evren için yaptıklarını bilinç alanında yapmak istiyorlardı. Kullandıkları terimleri bile doğrudan fizikten aşırmışlardı: Düşüncenin "hız"ı vardı, sinirler "eylemsizlik" içindeydi ve zihin kendi "mekanik etki­ tepkileri"nden başka bir şey değildi. James bu kaba indirge­meciliği küçümsüyor, onun gerçeklerini faydasız görüyordu. Öte yandan James bu yeni psikoloji türünde de çok iyi değildi. Şaheseri The Principles of Psychology'de, "direngen ve kesinlikçi zihinlere özellikle hitap eden bir çalışmadır" diye yazıyordu. James zihninin ne direngen ne de özel olarak kesinlikçi olduğunu fark etmişti. Sorulan cevaplardan, inancın belirsizliğini aklın kanaat getirmişliğinden daha çok seviyordu. Evreni ( uni-verse) çoğulcu evren (pluri-verse) diye adlandırmak istiyordu. Kendi psikoloji deneylerinde zihinsel indirgemeciliğin önem vermediği olgulara eğiliyordu. Zihnin hangi kısımları ölçülemez?

Ölçülemez olanın arayışı James'i dosdoğru hissetme so­rununa götürmüştü. Ona göre, öznel duygularımız "varolu­şun bilimsel-olmayan yarısı"ydı. Biz hissi -ayrı duyumların toplamı olarak değil- sadece bilinçli bir bütün olarak dene­yimlediğimizden, bilimde olduğu gibi duyguları parçalarına ayırmaya çalışmak onları gerçekdışı hale getirmek demekti. "Hissetmenin atomlarını bulma talebi" diye yazıyordu James, "bana tam bir çılgınlık, gayrimeşru bir metafor gibi görünü­yor. Mantıksal açıdan, beraberinde ne tür kafa karışıklıkları­na yol açtığını görüyoruz, ampirik açıdan ise bunu gösteren bir olgu yoktur, zira zihinlerimizin esas içeriği her zaman bir tür bütünün temsilleridir."

Burada kilit sözcük bütündür. Whitman'ın otuz yıl önce yazdığı gibi, "Parçalara atıfla şiirler yazmayacağım / Aksine bütüne atıfla şiirler yazacağım." James iç gözlem yaptığında, Whitman'ın şiirlerinin temel bir doğruyu ortaya koyduğunu fark etmişti: Hislerimiz beynin ve bedenin etkileşimlerinden neşet eder, beyinde ya da bedende bulunan tek bir yerden değil. İlk kez "Duygu Nedir?" (1884) adlı makalede geliştiri­len bu psikoloji kuramı Whitman'ın ta kendisidir. Whitman gibi James de bilinci bedenden kopardığımızda "geride hiçbir şey, duygu oluşumunu sağlayacak hiçbir 'zihin-malzemesi' kalmayacağı"nı düşünüyordu. Genelde olduğu gibi James'in deneysel kanıtları sıradan deneyimlerden ibaretti. Argüma­nını (ormanda bir ayıyla karşılaşmak gibi) doğrudan doğruya gerçek yaşamdan aşırılmış canlı örnekler etrafında örmüştü. "[Ayıyı gördükten sonra] ne hızlanan kalp atışları ne seyrek nefes alışlar, ne titreyen  dudaklar ne zayıflamış uzuvlar,  ne tüylerin ürpermesi ne iç organlarda kıpırdanmalar,  bunla­rın hiçbiri olmasaydı nasıl bir korku duygusu kalırdı?" diye sorar James. James'in cevabı basitti: Beden olmadan korku diye bir şey olmaz, zira her duygu bedensel bir değişikliğin algılanmasıyla başlar. Hislerimizin sergilenmesi söz konusu olduğunda sahne bedenimizdir.

İlk bakışta bu duygu kuramı materyalizmin doruğu, his­lerin fiziksel bir duruma indirgenmesi olarak görünmektedir. Oysa James tam tersini savunuyordu. Whitman'ın şiirsel birlik hissinden esinlenen James, duygularımızın bedenle beyin arasındaki sürekli etkileşimden kaynaklandığına ina­nıyordu. Nasıl ki korku bedensel tezahürlerinden soyutlana­mazsa, aynı şekilde bedenin etine anlam katan zihinden de ayrılamaz. Dolayısıyla bilim ancak bilinci -yani hislerimizin hakkında olduğu şeyi- dikkate alarak hislerimizi tanımlaya­bilirdi. James okurlarını, "Bu görüşü materyalist diye nite­lendirmeyelim" diye uyarır. "Tezahürlerinin fizyolojik temeli ne olursa olsun duygularımız içeride her zaman neyse o ola­rak kalmalıdır. Eğer bunlar derin, saf, tinsel olgularsa, söz konusu duyum kuramında da bir o kadar derin,  saf, tinsel ve dikkate değer olarak kalacaklardır. Kendi değer ölçülerini içlerinde taşırlar."

ELEKTRİKLİ  BEDEN

Modern sinirbilim Whitman'ın şiirlerinin altında yatan ana­tomiyi daha yeni keşfediyor. Sinirbilim Whitman'ın şiirlerin­deki hipotezini -hislerin bedende başladığı fikrini- almış ve onu hakikate büründüren sinirleri ve beyin bölgelerini tam olarak bulmuştur. Hislerin etiyolojisi üzerine kapsamlı bir çalışma yürütmüş olan Antonio Damasio bu sürece beden­sel ilmek adını vermiştir. Damasio'ya göre zihin sezdirmeden tene yaklaşır; ruh hallerimizi kaslarımızdan çalarız.

Beyin metafizik hislerimizi fiziki bir şey olan bedenden çıkarmayı nasıl başarır? Damasio'ya  göre,  "heyecanlandırıcı bir uyarılma"dan (örneğin bir ayı görmek) sonra, beyin "fiziki  iç organlarda" bir değişiklik dalgasını tetikler ve beden hare­kete  hazırlanır.  Kalp hızlı hızlı  atmaya başlar, atardamarlar genişler, bağırsaklar kasılır ve adrenalin salgılanır. Sonra be­dendeki bu değişiklikler korteks tarafından algılanır ve kor­teks de bunların ilk başta değişikliklere yol açan korkutucu duyumla bağlarını kurar. Sonuçta ortaya çıkan zihinsel imge-düşünce ve ten, beden ve ruh emülsiyonu- hissettiğimiz şey­dir. Bedenin damarlarından süzülerek gelmiş bir fikirdir bu.

Damasio saygın kariyeri boyunca, beyinleri hasar gör­müş ve dolayısıyla bu girift beden-beyin bağlantısından yok­sun olan hastaların yaşamlarını kayda geçirmiştir. Bu has­talar duyumsal farkındalıklarını tam olarak korumalarına karşın, duyumlarını duyguya dönüştürmeyi başaramazlar. Kalbin hızlı hızlı atması asla bir korku hissine dönüşmez. Zi­hin tenden ayrı olduğu için, hasta, bir hissizlik kozası içinde yaşar, öyle ki kendi trajedisine bile duyarsızdır.

Damasio'nun araştırması şehevi duygularımızın gerekli­liği görüşünü geliştirmiştir. Vardığı sonuçlar Whitman'ı ha­tırlatır. "Beden, yaşam desteğinden daha çok katkı sunar" diye yazar Damasio. "Beden normal bir zihnin işleyişinin ayrılmaz bir parçası olan bir içerik sunar." Aslında beden gerçek anlamıyla değişmediğinde bile, zihin bedensel bir de­ğişiklik halüsinasyonu ile bir his yaratır. Damasio buna "be­densel ilmek" adını verir, zira beyin, beden tarafından sanki gerçek bir fiziksel olay deneyimleniyormuş gibi hareket eder. Bedenin özgül bir durumunu tahayyül ederek -hızlı kalp atı­şı gibi ya da adrenalin artışı gibi- zihin kendi duygularını yaratabilir.

Damasio'nun en şaşırtıcı keşiflerinden biri, bede­nin yarattığı hislerin rasyonel düşüncenin temel bir öğesi olduğudur. Genelde duygularımızın aklımıza müdahale etti­ğini düşünsek de, Damasio'nun duygusuz hastaları akılcı ka­rarlar alma yeteneğinden yoksun olduklarını gösteriyorlardı. Beyinleri hasar gördükten sonra bütün hastaların davranış­larında değişiklikler gözlenmişti. Bazıları çok kötü yatırımlar yapıp topu dikerken, bazıları samimiyetsiz ve anti-sosyal tip­ler haline gelmişti; birçoğu önemsiz ayrıntılar üzerinde  saatlerce kafa yoruyordu. Daınasio'ya göre, engellenen yaşamları aklın hisse, hissin de bedene gerek duyduğunun canlı birer kanıtıydı. (Nietzsche'nin ifade ettiği şekliyle, "Beden en üstün bilgelikte olduğundan daha çok akla sahiptir.")

Elbette birkaç nöroloji hastasından hareketle beyin hak­kında genellemeler yapmak zordur. Bedensel ilmeğin normal bir zihinde nasıl işlediğini anlamak için, Damasio kumar görevi adını verdiği dahice bir deney icat etmişti. Deney şöy­leydi: Deneğe, yani oyuncuya ikisi siyah, ikisi kırmızı olmak üzere dört deste kart ve 2.000 dolarlık oyun parası verir. Her kart oyuncunun para kazandığı ya da kaybettiği anlamına gelir. Deneğe dört deste karttan birini çevirmesi ve olabildi­ğince para kazanması söylenir.

Fakat kartlar rastgele dağıtılmaz. Damasio oyuna hile karıştırmıştır. Destelerden ikisi aşırı riskli kartlarla doludur. Bu iki deste kart daha çok para (100 dolar) getirir, ama aynı zamanda büyük para cezaları (1.250 dolar) içerir. Diğer iki deste bunlarla karşılaştırıldığında temkinli ve ılımlıdır. Ödül daha az olsa da (50 dolar), nadiren cezaya yol açar. Oyuncu­lar yalnızca bu iki desteden çekseler, çok karlı  çıkarlar.

İlk önce kart seçimi tamamen rastgeledir. Oyuncunun destelerden herhangi birini seçmesi için özel bir neden yok­tur. Dolayısıyla her karttan birer tane alır ve para kazanma modellerini araştırırlar. İnsanların sadece karlı destelerden çekmeye başlamaları için ortalama olarak yaklaşık elli kart açmaları gerekir. Oysa ortalama bir deneğin neden o destele­ri seçtiğini açıklaması için seksen kart çekmesi gerekmiştir. Mantık yavaş işlemektedir.

Fakat Damasio'nun mantıkla işi yoktu. Onun derdi bedenleydi. Deneyin devamında, deneklerin avuç içlerine elektrotlar bağlamış ve derilerindeki elektrik iletkenliğini ölçmüştür. (Whitman'ın "Elektrikli Bedenin Şarkısını Söylü­yorum" şiirinde belirttiği üzere, beden elektriklidir, sinirlerimiz düşük voltajlarla terennüm ederler.) Derideki yüksek iletkenlik düzeyleri genelde asabiyet belirtisidir. Damasio yalnızca on kart çektikten sonra, deneğin elini olumsuz kart destelerine her uzattığında "asabi" hale geldiğini fark etmişti. Beyin henüz oyunu anlayamamış olsa da (ve bir kırk kart geçene kadar da anlamayacaktır) , deneğin eli hangi desteden çekeceğini "bilir". Ayrıca el giderek elektriklendiğinden, de­nek avantajlı kartlardan daha sık çekmeye başlar. Bedenin yarattığı bilinçsiz hisler bilinçli karardan önce gelir. Zihni yöneten eldir.

Whitman bilseydi bu deneyi çok severdi. Bedenin elekt­rikli olduğunu ilan ettiği şiirinde, "eliyle hissettiğinde insanın duyduğu tuhaf duygu"dan da dem vurur. Damasio'dan çok önce, Whitman "tinin bedene verdiği kadar bedenden aldığını da" anlamıştı. Tam da bu nedenle tenini bu denli yakından dinliyordu: Şiirlerinin başladığı yer burasıydı.

Ama Whitman şiirlerinin maddi bedene düzülmüş methiyelerden ibaret olmadığını da biliyordu. Victoria döne­mindeki eleştirmenlerin düştükleri hata bu olmuştu: Onun orgazmlara ve organlara atıflarını düz anlamda alarak, şiir­lerindeki asıl epifaniyi kaçırmışlardı. Whitman'ın dizelerinde vermek istediği ders bedenin yalnızca bir beden olmadığıydı. Nasıl çimen yaprakları topraktan zuhur ederse, hisler de eti­mizden, tenimizden zuhur eder. Whitman bu iki farklı  tözün -çimen ile toprak, beden ile zihin- aslında ayrılmaz olduğunu göstermeye çalışmıştı. Birinin varlığını kabul etmeden diğeri hakkında şiirler yazılamazdı. Whitman'ın beyan ettiği gibi, "Maddi  şeylerin şiirini yazacağım, zira bunların  aynı zamanda en tinsel şiirler olacağını düşünüyoruın."

Her şeyin, küçük şeylerin bile kutsal olduğuna dair bu inanç, Whitman'ın bilimsel olguları sorgulamasına yol açmış­tı. Dönemin materyalistleri bedenin evrilmiş bir makineden başka bir şey olmadığını -içimizde ruh diye bir şey yoktu- id­dia ettiklerinde, Whitman kendine özgü bir şüphecilikle tepki göstermişti. Fiziksel anatomimiz hakkında ne kadar çok şey bilsek de, anlatılamaz bir şeylerin her zaman kalacağına ina­nıyordu. Tam da bu nedenle şiir yazmıştı. "Hurra! Pozitif bili­me hücum" diye yazar Whitman. "Beyler! Her zaman öncelik size ait! / Olgularınız lüzumlu ama benim meskenim değil, / Ben onları meskenimin bir alanına  sokuyorum."

Emerson'un Montaigne için söyledikleri Whitman için de geçerlidir: Emerson'un sözcüklerini keserseniz kanar, "zira onun sözcükleri damarlı ve canlıdır." Whitman'ın şiirlerinde anatomik gerçekliğimiz anlatılır. Onun sanatının aynasında kendi inanılmazlığımızın çıplak gerçeğini görürüz. Hislerimiz tenimizden, ruh bedenden, beden de ruhtan mı zuhur eder? Varoluşumuz hiçbir anlam oluşturmaz. Bir çelişki içinde yaşıyoruz. Whitman bu doğruyu çırılçıplak ortaya koyar ve ardından bir sonraki cümlede kabul eder. Verdiği tek cevap hiçbir cevap olmadığıdır. Whitman bir keresinde "Ben ve bu gizem, işte buradayız" demişti. Bu her şeyi fazlasıyla anlat­ maktadır.

Fakat çelişkiyi kabul etmenin de kendi sonuçları vardır. Randall Jarrell'in Whitman üzerine bir yazısında dikkat çek­tiği üzere, "Sanat eserindeki çelişkili öğelerden birini çıkar­dığınızda, yalnızca ondan değil, aynı zamanda onun parçası olduğu çelişkiden de kurtulursunuz; zaten sanat eserlerinin dünyamızı ve benliklerimizi, ki bunlar da çelişkilerle doludur, temsil edebilmesinin -mantıksal ve  yöntemsel  genelleme­ler  bunu  yapamaz- arkasında  bu  çelişkileri yatmaktadır."

Whitman, ne kadar çelişkili görünürse görünsün kendi de­neyimine güvenerek anatomik gerçekliğimizi keşfetmişti. Sürekli olarak sansür çağrılarıyla muhatap olmak zorunda kalmış olsa da, asla sanatının bilgeliğinden şüphe etmemiş­ti. "Şimdi tahmin ettiğim şeyin doğru olduğunu görüyorum" diye yazıyordu "Kendimin Şarkısı" adlı şiirinde. Tahmin et­tiği şey elbette ruhun etimizden, tenimizden oluştuğuydu.

Bedeni tasvir etmekle ilgilenen bir şair için Whitman'ın bedeni korkunç haldeydi. Whitman sık sık "sağlığı hakkında ince bir duyarlılığa" sahip olduğu konusunda övünse de, 1892 baharının başında ölürken, yılların ilgisizliği ve yaşa­nan hastalıklar nedeniyle sağlık durumu perişan haldeydi. Otopsisini yapan doktorlar -Thomas Eakins,  Whitman'ın yüz kalıbını çıkardıktan hemen sonra cesedi kesmeye başla­mışlardı- iç organlarının durumu karşısında şaşkınlıklarını gizleyememişlerdi. Whitman'ın sol akciğeri iflas etmişti, sağ akciğerinin ise yalnızca sekizde biri kullanılabilir haldeydi. İç Savaş'ta hastabakıcılık yaparken kaptığı tüberküloz hastalığı mide, karaciğer ve bağırsaklarında kronik düzeyde iltihaplan­maya yol açmıştı. Dahası akciğeri de iltihaplanmış ve kalbi büyümüştü. Aslında işleyen tek organı beyniydi. Daha iki ay önce Çimen Yapraklan'nın "Ölüm Döşeği" adını verdiği son baskısını derlemeyi bitirmişti. Genelde yaptığı gibi, eski şiirle­rini gözden geçirmiş ve yeni şiirler yazmayı sürdürmüştü.

Whitman bedeninin -güvendiği esin perisinin- yavaş ya­vaş kendisini terk ettiğini hissederken ne düşünüyor olabi­lirdi? Çimen Yaprakları'nın son baskısına ölümün gölgesinde yazılan yeni bir epigrafla başlamıştı:

Gel, dedi ruhum

Bu tür şiirler yazalım Bedenim için, (zira biz biriz)

Bu iki sarsıcı dize, Whitman'ın tek şiir kitabının son versi­yonundaki ilk dizeler, onun felsefesinin damıtılmış özüdür. Biz beden ile zihnin birliğinden doğan şiiriz, der şiirinde. Bu kırılgan birlik -varlığın bu kısa parantezi- sahip olduğumuz yegane şeydir. Yüceltin onu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder