Huzursuzluk Kitabı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Huzursuzluk Kitabı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Huzursuzluk Kitabı (sf. 462)

Kalıcı olmak bir Arzu'dur, sonsuzluk ise bir yanılsama.

Ölümün olgularıyız biz, ölümün olgularıdır yaşadıklarımız. Ölü doğar, ölü yaşarız; çoktan ölmüşüzdür, Ölüm'e girerken.

Her canlı varlık yaşar, çünkü değişir; değişir çünkü gelip geçer; ve gelip geçtiği içindir ki, ölür.Her canlı varlık durmaksızın başka şeye dönüşür ve sürekli reddeder kendini, hayattan saklanır.
Hayat bir fasıladır yani, bir bağ, bir ilişki, ama geçmiş olanla geçecek olan arasında bir ilişki, ölüm ile ölüm arasında ölü bir fasıla.

... Zeka, görünenin, başıboşluğun bir yalanı.

Maddenin hayatı ya katıksız düştür ya da zekamızın ürünlerini de, heyecanlarımızın nedenlerini de görmezden gelen atomların basit bir oyunu. Demek ki hayatın özü bir yanılsamadır, bir hayal; bir arı varlıktır ya da yok-varlık, hiç olma yanılsaması, hayali de bu durumda yok-varlık olmalı; hayat ise, ölüm.

Ne kadar da boştur gözlerini ölümsüzlük yanılsamasına dikip didinmek! "Ölümsüz şiir" deriz; "asla ölmeyecek sözler. "Ama yeryüzü gerçekten soğuyunca sadece üzerini kaplayan canlıların değil, ayrıca...

Bir Homeros, bir Milton, yeryüzüne çarpacak bir kuyruklu yıldızdan daha güçlü değildir.

Huzursuzluk Kitabı (sf. 414)

Kafenin terasından,titreyerek hayatı seyrediyorum. Şu apaydınlık, alabildiğine bana ait meydanda yoğunlaşan hayatın -o darmadağın şeyin- pek azını görebiliyorum. Sarhoşluğun ilk anına benzeyen bir durgunluk, nice şeylerin ruhunu anlatıyor bana. Dışımda, gelip geçenlerin ayak seslerinde, hareketlerinin ince ayarlı öfkesinde gözle görülür, ortak hayatın akıp gittiğini duyuyorum.
Bu saatte duyularım donuyor ve her şey farklı geliyor-duygularım karmaşık, açık bir hata, hayali bir akbaba gibi kanat çırpıyorum, yerimden hiç kıpırdamaksızın.

İdealleriyle yaşayan bir adam olarak en hararetle özlediğim şeyin sahiden de sadece şu masada, şu kafenin terasında oturmak olmadığını kim iddia edebilir?

...

Her şey külleri karıştırmak kadar boş, henüz şafağı bulmamış zaman kadar belirsiz.

Ve ışık varlıklara öyle dingince, öyle kusursuzca konuyor, onları hüzünle gülümseyen bir gerçekle öyle bir altın rengine boyuyor ki! Dünyanın olanca gizemi bakışlarıma kadar inerek sıradanlığın, sokaktaki seyirliğin kisvesine bürünüyor.

Ah! Gündelik hayat, hemen yanı başımızdaki gizeme nasıl da değip geçiyor! Şüpheyle gülümseyen Zaman, bu karmaşık ve insani hayatın ışıklanan yüzeyine nasıl da çıkıp Gizem'in dudaklarına yükseliyor! Bütün bunlar size ne kadar modern geliyor! Ve aslında hepsi eski, hepsi gizli ve hepsi, her bir şeyde parlayandan bambaşka bir anlamla mühürlenmiş!

Huzursuzluk Kitabı (sf. 100)

Merak ediyorum, acaba hayattaki her şey, her şeyin yozlaşmış hali midir, diye. Varolmak bir yaklaşıklık hali, bir şeyin bir önceki günü ya da aşağı yukarı o şey, olmak mıdır.
Hristiyanlık nasıl değeri düşürülmüş Yeni Platonculuğun soysuzlaşarak yozlaşmasından, Roma dünyası tarafından yahudileştirilmiş haliyle Hellenizm'den başka bir şey değilse, bizim kocamış, insanı kanser eden çağımız da birbirini tamamlayan ya da dışlayan tüm büyük tasarıların pek çok farklı yöne sapmasından doğmuştur, bu tasarıların başarısızlıkla sonuçlanması, başarısızlığı yaratan çağın da yaratıcısı olmuştur.

Orkestra eşliğinde bir perde arası yaşıyoruz.

İyi ama, dördüncü kattaki şu yerimde, bu karmakarışık sosyoloji yığınıyla işim ne? Hepsi bir düştü, tıpkı Babil prensesleri gibi ve insanlık üzerine kafa yormak o kadar, ama o kadar yararsız ki - sadece şimdiki zamanın arkeolojisi.

Huzursuzluk Kitabı (sf. 301)


26 Ocak 1932


Dün tütüncüdeki kasiyerin intihar ettiğini söylediklerinde inanamadım. Zavallı, demek ki varmış! Onu hepten unutmuştuk oysa, tanımayanlar kadar biz tanıyanlar da.Yarın daha da çok unutacağız. Bir ruhu varmış meğer - kendini öldürdüğüne göre buna şüphe yok. Ya tutkuları? Dertleri?

(...)

Elbette... Ama bütün insanlığa olduğu gibi bana da ondan tek kalan, pis, omuzlara oturmayan ucuz bir ceketin üzerinde salınan, saf bir gülümsemenin anısı. Fazla hissetmekten kendini öldürecek kadar hissetmiş bir adamdan bana kalanların hepsi bu kadar, insan herhalde başka şey için kıymaz kendi canına... Bir keresinde sigara alırken yakında kel kalacağını söylemiştim; ne var ki saçının dökülmesine bile fırsat olmadı.Onunla ilgili hatırladıklarımdan biri de bu. Fakat bunun bile aslında onunla ilgili değil, onun hakkında edindiğim fikirle ilgili olduğunu düşünecek olursak, zaten başka ne anı saklayabilirdim ki?

Birden ceset geliyor gözümün önüne, içine konulduğu tabut, muhtemelen gömüldüğü isimsiz mezar.Ve birden, tersyüz edilmiş ceketi ve kelleşmiş alnıyla tütüncüdeki kasiyerin, bir bakıma insanlığın ta kendisi olduğunu görüyorum.

Bu sadece bir an sürüyor. Tıpkı benim gibi bir insan olan o, şimdi, açıkça ölü. Hepsi bu.
Hayır, ötekiler yok... Ağır kanatlarıyla, sert, puslu renkler içinde batan güneş, benim için donup kalıyor. Akışını görmediğim geniş nehir, batan günün altında benim için titriyor. Suların çekildiği yerde nehirle buluşan şu geniş meydan benim için yapılmış. Tütüncünün kasiyerini bugün kimsesizler mezarlığına mı gömmüşler? Bugün güneş onun için batmıyor. Ama sırf bunu düşününce, ne kadar engellemeye çalışsam da, benim için de batmaz oldu...


Fernando Pessoa

Huzursuzluk Kitabı (sf. 434)

Berbere her zamanki gibi, aşina bir yere rahatça, kolayca dalıvermenin mutluluğuyla girdim.Yeniliklere karşı kaygıyla karışık bir hassasiyetim var: Ben sadece bildiğim yerlerde rahat ederim.

Koltuğa oturunca, çocuk boynuma serin ve temiz bir örtü bağlarken, o an aklımdan geçeni, sağ koltukta çalışan arkadaşını sordum, yaşça ondan büyük ama şakacı bir adamdı, hastaydı. Hiç gerek yokken sormuştum soracağımı: Orada otururken çağrışımlar bunu aklıma getirmişti. "Dün öldü," diye karşılık verdi havlunun ve benim arkamda duran ses, tonu hiç değişmeden, sesin parmakları enseme son bir kez kaydıktan sonra yakamla aramdaki boşluktan sıyrıldı. Bütün gerçek dışı keyfim bir anda öldü, tıpkı yan koltuktan bir daha gelmemecesine silinmiş berber gibi. Bütün düşüncelerim üşüdü ansızın. Tek kelime etmedim.

Özlem! Hiçbir yakınlığım olmayan birini bile özlüyorum -zamanın kayıp gitmesi karşısında kaygılanıyor, hayatın gizemi karşısında hastalanıyorum. Her günkü sokaklarımda her gün gördüğüm yüzler -onları göremezsem kahrolurum; hiçbir şey değillerdir oysa gözümde, bütün hayatın simgesinden başka hiçbir şey.

Sabahın dokuz buçuklarında sık sık karşılaştığım, kirli tozluklar takan alakasız ihtiyar? Boşu boşuna insana musallat olan piyangocu? Tütüncünün kapısında purosunu tüttüren şu tombul, kırmızı suratlı, kısa boylu ihtiyar? Ya soluk benizli tütüncü? Defalarca gördüğüm, gördükçe hayatımın bir parçası haline gelen bu insanlara ne oldu? Rua da Prata'dan Rua dos Douradores'ten silinme sırası yarın bana da gelecek.Yarın ben -şu hisseden ve düşünen insan, kendi evrenim-, evet, yarın o sokaklardan geçmekten ben vazgeçeceğim, ötekiler uzak bir "ne oldu acaba?" ile beni anacaklar. Ve bütün yaptıklarım, bütün hissettiklerim, bütün yaşadıklarım herhangi bir şehrin sokaklarındaki günlük hayattan bir yayanın eksilmesinden ibaret kalacak.

Fernando Pessoa

Huzursuzluk Kitabı (sf. 273)


Gitti. Getir götür işlerine bakan çocuk bugün gitti, dediklerine göre köyüne dönmüş, bir daha gelmeyecekmiş- içinde yaşadığım insani mekanın, dolayısıyla benim ve dünyamın ayrılmaz bir parçası olarak görürdüm onu. Bugün gitti. Koridorda rastlaştık, böylece beklenen sürpriz vedalaşma gerçekleşti, ona sarıldım, o da çekinerek karşılık verdi bana, olanca yabaniliğimi kuşanıp ağlamamayı başardım, oysa yanan gözlerim yüreğimde, benden bağımsız olarak can atıyordu yaşlar akıtmaya.

Sahip olduğumuz her şey, ortak bir hayat sürmenin ya da kendi bakışımızın oyunuyla, biraz biz olur, çünkü bize aittir. Bugün Galiçya'nın bir köyüne giden, adını bile bilmediğim o kimse, benim için sadece bir ayakçıydı: Gözle görülebilir, insani bir varlık olarak, hayatımın özünün hayati bir parçasıydı. Şimdi azaldım ben. Artık tam olarak eskisi gibi değilim: Çocuk gitti.

Yaşadığımız yerde ne yaşanıyorsa, aslında bizde yaşanır. Gördüklerimiz arasında sona eren şeyler, bizde sona erer. Varolmuş olan insanlar -varoldukları sırada görmüşsek- yok olduklarında bizden koparılmıştır. Çocuk gitti.

O büyük masaya kurulmuş, dün başladığım yazılara devam ederken şimdi daha ağır, daha yaşlı, daha kuşkuluyum. Çalışmaya hevesim yok, ama kıpırtısızlığımı harekete geçirip kendi kendimin kölesi olabilirsem çalışabilirim. Çocuk gitti.

Evet, yarın, belki daha sonra, ölümü ya da gidişi haber veren sessiz çan benim için çalacak, büroda olmayan kişi, merdiven altındaki bir dolapta eski bir kayıt olma sırası bana gelecek. Evet yarın ya da Kader benliğimde benmiş gibi davrananın hesabını kapatmaya karar verdiğinde. Doğduğum memlekete döner miydim acaba? Bilemiyorum. Bugün gidenin yokluğu yüzünden trajedi iyice somutlaşıyor, sırf hissedilmeyi hiç haketmediği için iyice hissediliyor. Tanrım, Tanrım, çocuk gitti.

Fernando Pessoa