Magritte Röprodüksiyonları

Magritte'nin resimlerinde görmeye alıştığımız nesneler şunlardır: tuba, iskemle, ayakkabı ( kesik bir ayakta ya da içi boş bir pantolon altında), top, puro, çıngırak, tiyatro perdeleri, kesik kollu alçı heykeller.

Kimi zaman tubalarla iskemleler Dali'nin zürafaları gibi yanarlar.

Magritte'nin resimlerindeki alışılmış hayvanlar: Max Ernst'in de sevdiği kuşlar, özellikle kartal; balıklar; örneğin, Tanguy'nin belirmesini beklediğiniz sonsuz bir kumsalda, iki kişinin yanında duran kocaman bir top, daha da büyük bir balık, ya da Hommage a Alphonse Allais'de, kuyruğu yanmış bir puro olan balık.

Magritte'in resimlerinin diğer ayırıcı özellikleri: Tarihi şahsiyetleri ressamların ölümsüzleştirdiği pozlarda koruyan tabutlar; büyük göktaşları; genellikle tiyatro perdeleri ardında görülen "bulutlar, olağanüstü bulutlar".

Michel Ragon









MAGRİTTE (Duane Michals)






Bulantı

 Ben geçmişimi nerede saklayacağım? Geçmişinizi cebinizde saklayamazsınız. Onu koyacak bir eviniz olmalı. Gövdemden başka şeyim yok benim. Yapayalnız bir adam, salt gövdesiyle anıları durdurup saklayamaz. Anılar üzerinden geçip gider onun. Ama yakınmamalıyım. Çünkü özgür olmaktan başka bir şey istememiştim.



Kendimi yeniden Redoute Bulvarı'nda bulduğum zaman içimde acı bir pişmanlıktan başka hiçbir şey kalmamıştı. Şöyle diyordum: "Yeryüzünde şu serüven duygusu kadar bağlı olduğum başka şey yok belki. Ama bu duygu istediği zaman geliyor, sonra hemen kaçıp gidiyor. Gittiği zaman nasıl bomboş kalıyorum. Yoksa hayatımı boşa harcadığımı anlatmak için mi bu kısa ve alaycı ziyaretleri yapıyor bana?"

...

Ardımda, kentin içinde, geniş ve dümdüz yollarda, lambaların soğuk aydınlığında, yaman bir toplumsal olay can çekişiyordu, pazar gününün bitişiydi bu. (sf. 81)








Pazartesi


Dün şu böbürleniş dolu saçma cümleyi yazabilmişim:
"Yalnızdım, ama bir kente yürüyen ordu gibiydim."
Cümleler yaratmak zorunda değilim. Belli durumları açığa çıkarmak için yazıyorum ben. Edebiyattan kaçınmalıyım. Sözcükleri aramadan çalakalem yazmak gerek. Dün gece kendimi pek yüce duymuş olmamdan tiksiniyorum asıl. Yirmi yaşındayken kafayı çeker, sonra Descartes gibi adam olduğumu ileri sürerdim. Kendimi yücelikle şişirip durduğumu duyardım, ama engel olamazdım buna. Hoşuma giderdi. Ertesi gün, kusmuk dolu bir yatakta uyanmış gibi sıkılırdım. Sarhoşken kustuğum olmaz, ama keşke kussam! Dün akşam sarhoş bile değildim. Bir budala gibi coşturmuşum kendimi. Su gibi saydam, soyut düşüncelerle temizlemeliyim benliğimi.
 
...

Şu serüven duygusunun olaylardan gelmediği belli, kanıtlandı bu. Serüven duygusu, anların art arda geliş biçimine bağlı. Nasıl olduğunu anlatayım. Zamanın akıp gittiğini, bir anın ötekine, onun bir başkasına götürdüğünü, her anın kaybolup gittiğini, onu durdurmaya kalkmanın boş olduğunu vb. ansızın hissederiz. O zaman serüven özelliğini, anların içinde ortaya çıkan olaylara veririz. Yani, biçimin malı olanı öze veririz. Şu durmadan sözü edilen zaman akışını pek gördüğümüz yoktur. Bir kadın görürüz, ihtiyarlayacağını düşünürüz, ama ihtiyarladığını görmeyiz. Ara sıra kadının ihtiyarladığını görüyoruz gibi gelir bize. İşte serüven duygusu budur.

Yanlış hatırlamıyorsam buna zamanın geri çevrilemezliği diyorlar. Öyleyse serüven duygusu, zamanın geri çevrilmezliğinden başka şey olmamalı. Peki öyleyse, bu duyguyu niçin her zaman yaşamıyoruz? Yoksa zamanın geri çevrilmez olduğu anlar mı var? Her istediğimizi yapabileceğimizi duyduğumuz anlar vardır. Önden gidebilir, geri dönebilirsiniz. Önemi yoktur bunların. Öte yandan, anların sıkıştığı, yeniden başlamanızın olanaksız olduğu ve atağımızın boşa gitmemesi gerektiği zamanlar da vardır. (sf. 82)

Bu Bir Pipo Değildir - Magritte


Yukarıda bir gerçek pipo aramayın sakın, bu bir pipo rüyası, ama tablodaki sağlam ve şaşmaz desen, evet apaçık bir hakikat olarak kabul edilmesi gereken işte bu desendir.

 Tablo, (karatahta ya da tuval olması önemli değil) üzerinde canlandırılmış pipo, evet bu “aşağıdaki” pipo, açıkça görülebilen sınırları olan bir mekâna sağlamca yerleştirilmiş; genişliği (yazılı metin, çerçevenin üst ve alt kenarları) yüksekliği (çerçevenin dikey kenarları, şövalenin dayanakları), derinliği (zeminin çizgileri) apaçık görülüyor. Yıkılmaz bir hapishane bu. Buna karşılık, yukardaki piponun koordinatları yok. Boyutlarının büyük olması onun bulunduğu yeri belirsizleştiriyor.  Yoksa bu aşırı boyutlu pipo, tabloyu geriye itmiş de onun önüne mi geçmiş? Ya da tablodan kopup gelen bir görünüş mü, bir duman mı, bir piponun şeklini ve toparlaklığını edinerek ona karşı çıkan ve benzeyen pipo dumanı mı?

Ve sonunda, piponun göründüğünden çok daha devasa olarak tablonun ve şövalenin arkasında olduğunu var sayamaz mıyız? Bu durumda pipo, onun sökülüp alınmış derinliğini, tuvali (ya da panoyu) patlatan ve kerterizsiz bir mekanda sonsuzca yayılan iç boyutu olacaktır.

Ama bu belirsizlikten emin değilim ben. Daha doğrusu, bana kuşkulu görünen yukardaki piponun belli bir yeri olmadan yüzüp durması ile aşağıdakinin durağanlığı arasındaki yalın karşıtlıktır. Daha yakından bakarsak tuvali tutan ve desenin de içine yerleştirilmiş olduğu çerçeveyi taşıyan şövalenin ayaklarının, kabalığıyla belirginlik ve sağlamlık edinmiş olan bir zemin üzerine dayandırılmış olan bu ayakların, aslında yivli olduklarını kolayca görürüz. Bunlar, hayli masif olan bütün bu şövale, çerçeve, desen vb.’ni, her tür dengeden yoksun kılan üç ufacık noktayla zemine değmektedirler ancak. Şövale, çerçeve, tuval ya da pano, desen ve metin devrilip gidecek mi acaba? Kırılmış tahtalar, paramparça şekiller, sözcüklerin belki de yeniden artık kurulamayacağı ölçüde birbirinden ayrılmış harfler; evet, yerde böyle bir yığıntı, ama yukarıda ölçü dışı ve kerterizsiz büyük pipo, ulaşılmaz balonsal hareketsizliğinde varlığını sürdürecek mi?    

Michel Foucault



Bulantı


 Aslında kalemi elimden bırakamıyorum. Bulantıya kapılacağım diye korkuyorum, yazarken onu geciktiriyorum gibime geliyor. Bu yüzden aklıma geleni yazıyorum.



Kalemi elime alıp yeniden bir şeyler yazmaya çabaladım. Geçmiş, şimdi ve dünya üzerine çeşitli düşüncelere dalmaktan bıkmıştım artık. Bir tek şey istiyordum yalnız. Kitabımı rahatça bitirmemi hiçbir şey engellemesin istiyordum.

Ama beyaz sayfalara bakar bakmaz durakladım. Kağıtların görünüşü duraklatmıştı beni. Kalemim elimde, bu göz kamaştırıcı kağıdı seyretmeye koyuldum. Öylesine sert ve uzağı görücü; öylesine burda bulunan bir şeydi ki! Şimdi'den başka bir şey yoktu onda. Üzerine biraz önce yazdığım  sözcükler kurumamıştı daha, ama artık benim olmaktan çıkmışlardı.

"En korkunç söylentilerin yayılmasını sağlamak için her şey yapılmıştı..."


Bu cümleyi ben düşünmüştüm; başlangıçta, benden bir parça gibiydi. Oysa şimdi kağıdın üzerinde yer almıştı, bana karşı duruyordu. Artık tanımıyordum onu. Onu yeniden düşünmek bile elimden gelmiyordu. Orada karşımdaydı; kaynağını gösteren bir belirtiyi aramam boşunaydı. Bir başkası yazmış olabilirdi onu. Ama ben, evet ben, onu yazmış olduğumdan emin değildim. Harfler artık parıldamıyordu, kurumuştu. Bu da kaybolmuştu. Geçici parlayışlarından bir şey kalmamıştı geriye.


Çevreme kaygılı gözlerle baktım, şimdi'den başka tek şey yoktu. Şimdi'leri içinde kabuk bağlamış, hafif ve sağlam mobilyalar; bir masa, bir yatak, bir aynalı dolap ve... ben. Şimdi'nin gerçek özü kendini açığa vuruyordu. Şimdi var olandı, şimdi olmayan hiçbir şey varoluşmuyordu. Geçmiş var olan bir şey değildi. Hem de hiç değildi. Ne eşyada, hatta ne de düşüncemde varoluşmuyordu. Kendi geçmişimin benden kaçmış olduğunu çoktan beri anlamıştım. Ama benim alanımın dışına kaçmış olduğuna inanmıştım. Benim gözümde geçmiş, bir çeşit emekliye çıkarma; bir başka varoluşma biçimi, bir tatil ve hareketsizlikti. İşi biten her olay, kendi kendine bir kutunun içine usulca giriyor ve bir fahri olay niteliği alıyordu. Hiçliği düşünmek bu kadar zordur işte. Ama şimdi anladım, eşyanın, görünüşü aşan bir varlığı yok. Onların ardında... hiçbir şey yok.



sf. 132

MAPPLETHORPE

1946 - 1989

Robert'ın stüdyosuna açılan kapıyı hızla açtım. Oval bir aynaya bakıyordu; aynanın yanında siyah bir kırbaç ve aylar önce sprey boyayla boyadığı bir şeytan maskesi duruyordu.


....deri kasık bağını üzerine giyişini seyrettim. O, şeytan olmaktan ziyade, özgürlüğün ve yüksek deneyimlerin peşinde olan bir dionysos'tu.


Esrarlı duyarlılığının merkezinde Jim morrison'a karşı hissettiği  tutku vardı. Onu mitolojik bir yere koymuş ve kendisine rol modeli olarak benimsemişti. Siyah deri bir gömlek ile gümüş bir kemerle tutturulmuş deri pantolonu, "kertenkele kral"ın alamet-i farikası olan giysilerdi.

Robert çalışırken Blow up filmindeki David Hemmings'e benzerdi. Saplantılı bir şekilde yoğunlaşması, duvara raptiyelenmiş görseller ve çalışmasına dedektif ihtiyatıyla yaklaşan bir sanatçı. Kan izi, ayak izleri ve onun işareti. Hemmings'in filmindeki replikleri bile Robert'ın mantrasına bir altyazı gibiydi: Keşke tonla param olsaydı / O zaman özgür olurdum / Ne yapmak için özgür olurdun? / Her şeyi.

Patti Smith









Roland Barthes'den Mapplethorpe

Mapplethorpe'un bir fotoğrafını görünce "benim" fotoğrafçımı bulduğumu sanmıştım, ama aslında bulmamıştım -Mapplethorpe'un her eserini beğenmiyorum. 


1975


Mapplethorpe'un bu fotoğrafında kolu yana uzanmış bu genç, ışık saçan gülüşü ile, güzelliği hiç de klasik ya da akademik olmasa da, ve çerçevenin en soluna kaymış, yarısı fotoğrafın dışına çıkmış da olsa, mutluluk dolu bir tür cinsellik canlandırıyor; bu fotoğraf pornografinin "ağır" tutkusu ile, cinselliğin "hafif" (iyi) tutkusunu birbirinden ayırmamı sağlıyor; hepsinden öte, belki de bu bir "şans" sorunu: fotoğrafçı, gencin elini (sanıyorum bu genç mapplethorpe'un kendisi) tamı tamına doğru bir açıklık derecesinde, tam doğru bir terk ediş yoğunluğunda yakalamış: birkaç milimetre daha az veya fazla olsaydı artık o tanrısal beden cömertlikle sunulmuş olmayacaktı (pornografik beden kendini gösterir, ama vermez; onda cömertlik yoktur): Fotoğrafçı burada doğru anı, tutkunun kairos'unu bulmuş.

Roland Barthes

Just Kids (smith & mapplethorpe)


 Öldüğünde uyuyordum. Bir kez daha iyi geceler dilemek için hastaneyi aramıştım, ancak morfinin üzerini örttüğü derin bir uykudaydı. Ahize elimde, telefondan ağır ağır soluk alıp verişini dinlerken, sesini bir daha duyamayacağımı biliyordum.

Sonra sessizce eşyalarımı topladım; defterimi, dolma kalemimi. Eskiden onun olan kobalt mavisi mürekkep hokkamı. İran kupamı, mor madalyamı ve bebek dişlerimi. Yavaşça merdivenlerden yukarı çıktım. Çıkarken basamakları saydım, on dördünü de, birer birer. Beşikte yatan kızımın battaniyesini üzerine örttüm, uyuyan oğlumu öptüm ve sonra kocamın yanına uzanıp dua ettim. Hala hayatta, diye fısıldadığımı anımsıyorum. Ardından uykuya daldım.

Erkenden uyandım, merdivenlerden inerken onun ölmüş olduğunu biliyordum. Gece açık kalan televizyonun gürültüsü hariç her şey suskundu. Sanat kanalı açıktı. Opera vardı. Tosca'nın tüm gücü ve hüznüyle ressam Cavaradossi için duyduğu ihtirası ilan edişi beni ekrana çekti. Soğuk bir mart sabahıydı ve üzerime kazağımı giydim.

Jaluzileri kaldırınca çalışma odasının içi ışıkla doldu. İskemlemin kalın keten kaplamasını elimle düzelttikten sonra Odilon Redon'un tablolarının yer aldığı bir kitabı seçtim, küçük bir denizde yüzen bir kadın başının resmedildiği tabloyu açtım. Kapalı gözlerle. Soluk gözkapaklarının ardında gizlenen, henüz çizilmemiş bir kainat. Telefon çaldı, cevap vermek üzere ayağa kalktım.

Arayan Robert'ın en küçük erkek kardeşi Edward'dı. Söz verdiği gibi Robert'ı son bir kez benim adıma öptüğünü söyledi. Öylece kalakaldım, donmuştum; sonra yavaşça, sanki bir rüyadaymışçasına iskemleme geri döndüm. Tam o anda Tosca'nın muhteşem aryası "Vissi d'arte" başladı. Ben aşk için yaşadım, ben sanat için yaşadım. Gözlerimi kapadım ve ellerimi kavuşturdum. Ona nasıl veda edeceğime takdir'i ilahi karar vermişti.








Self Polaroid (Mapplethorpe)


 Robert polaroidlerini sergileyeceği ilk solo gösterisine hazırlanıyordu. Davetiye krem rengi bir Tiffany zarfında geldi. Bir Otoportre; aynada çıplak gövdesinin orta kısmı ve kasıklarının hemen üzerine Land 360 makinesi. Bileğinin hemen üstünde görünen kabarık damarları, onu başkasıyla karıştırmaya imkan tanımıyordu. Önünde tuttuğu kocaman beyaz kağıttan bir benekle kamışını gizliyordu. Sağ alt köşeye de el damgasıyla ismini yazmıştı. Robert sergilerin davetiyeyle başladığına ve her davetiyenin baştan çıkarıcı bir hediye olması gerektiğine inanırdı. 

Patti Smith




Bulantı

 "Ben" deyince bir boşluk duygusuna kapılıyorum. Öyle unutulmuşum ki, kendimi iyice hissetmek elimden gelmiyor. Benden kalan bütün gerçeklik, var olduğunu hisseden varoluş sadece. Yavaş yavaş, uzun uzun esniyorum. Kimse hiç kimse için! Antoine Roquentin ne ki? Soyut bir şey o. Bilincimde kendimle ilgili ufacık, renksiz bir anı sallanıyor. Antoine Roquentin...Birden "ben" soluklaşıyor, işte söndü.


İrkilerek ayağa fırlıyorum. Düşünmemin önüne geçebilsem, hiç de fena olmayacak. Düşünceler her şeyden tatsızdır, yaşayan etten bile tatsız. Uzanıp dururlar, bitmez tükenmezler ve insanın ağzında acayip bir tat bırakırlar. Sonra düşüncelerin içinde kelimeler var; tamamlanmamış kelimeler, eksik kalmış cümleler. Durmadan geri gelirler. ""Bitirmem gere... Varolu... Ölüm... M. de Rollebon öldü. Değilim... Varolu..." Böyle sürüp gidiyor, bitmek bilmiyor bir türlü. Bu hepsinden kötü, çünkü kendimi bu işe katışmış ve sorumlu buluyorum. Sözgelimi şu çeşit acılı geviş getirmeye benzeyen varoluşmaktayım yok mu, işte onu sürdüren benim. Evet ben. Gövde bir kere yaşamaya başlayınca, bu işe kendi kendine devam edip gider. Ama düşünce öyle değil. Düşünceyi ben sürdürür, ben geliştiririm. Varoluşmaktayım. Varoluşmakta olduğumu düşünüyorum. Şu varoluşma duygusu ne kıvıl kıvıl bir şey! Onu ben sürdürüyorum yavaşça. Düşünmemi durdurabilseydim... Çabalıyorum buna, başarıyorum. Kafamın içi dumanla doluyor gibi... ama işte yeniden başladı. "Duman... düşünmemek... Düşünmemek istemiyorum. Düşünmek istemediğimi düşünüyorum. Düşünmek istemediğimi düşünmemem gerek."
Bitmek bilmeyecek mi bu?


Düşüncem ben'den başka bir şey değil. Bu yüzden duramıyorum. Düşündüğüm ile varoluşmaktayım. Oysa düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. Şu anda bile (korkunç bir şey) varoluşmaktaysam, bu, varoluşmaktan ürküntü duymamdan ötürüdür. Özlediğim hiçlikten kendimi çekip alan benim. Nefret ya da varoluşmak tiksintisi, kendini varoluşturma, varoluşun içine oturtma biçimlerinden başka bir şey değil. Düşünceler, büyük bir baş dönmesi gibi ardımda doğuyorlar, başımın arkasında doğduklarını duyuyorum... Karşı durmazsam Önüme geçiyorlar. Çoğu kere, karşı koyamıyorum, düşünce büyüyor, büyüyor ve birden sınırsızlaşarak, tepeden tırnağa dolduruyor beni, varoluşumu yeniliyor.


sf. 138   

S&M - Mapplethorpe



Robert röntgenci değildi. Her zaman söylediği şuydu; S&M merakından kaynaklanan işlerine bilfiil dahil olması gerekiyordu. Ve bu fotoğrafları çekme amacı ne sansasyondu, ne de S&M'in toplumca kabullenilmesine yardımcı olmaktı. Kabullenilmesi gerektiğini düşünüyordu.; ona göre, yeraltı dünyası herkese göre değildi

Tüm bunların cazibesine kapıldığına, hatta ihtiyaç duyduğuna hiç şüphe yoktu. "Sarhoş edici bir şey," derdi. "Edinebileceğin güç. Seni isteyen kuyruğa girmiş bir sürü erkek var ve ne kadar itici olurlarsa olsunlar, insanın kendisine yönelik kolektif bir arzu duyulduğunu bilmesi son derece güçlü bir his.


Robert'ın S&M dünyasına yaptığı gezintiler beni bazen şaşırtır, hatta korkuturdu. Bunları benimle paylaşamıyordu çünkü bizim dünyamızın çok dışındaydı. Belki isteseydim paylaşırdı ancak ben de gerçekten bilmek istemiyordum. İnkardan çok midemin kaldırmaması yüzündendi. Uğraşları bana göre fazlasıyla açık saçıktı ve sık sık beni dehşete düşüren işler çıkarıyordu: kıçına kırbaç soktuğu davetiye, şeritlerle birbirine bağlı cinsel organ fotoğrafları...

Onu böyle fotoğraflar çekmeye iten şeyin ne olduğunu sorduğumda, birinin bunu yapması gerektiğini söyledi; neden o olmasındı? Rızaya dayalı aşırı cinselliği izleyebileceği ayrıcalıklı bir konumdaydı ve  fotoğraflarında yer alan insanlar ona güveniyordu. Onun misyonu cinselliği ortaya dökmek değil, cinselliğin bir yönünü sanat çerçevesinde, daha önce kimsenin yapmadığı bir şekilde belgelemekti. Robert'ı bir sanatçı olarak en çok heyecanlandıran, daha önce kimsenin yapmadığını üretiyor olmaktı.    
 
Patti Smith


Bulantı

 Açıklamaların ve nedenlerin dünyası varoluşun dünyası değildir.


Hoşçakalın kodoşlar! İnekler!! 



Varoluş zorunluluk değildir demek istiyorum. Var olmak, burada olmaktır sadece, var olanlar ortaya çıkarlar, onlara rastlanabilir, ama hiçbir zaman çıkarsayamayız onları. Bunu anlamış kimselerin bulunduğunu sanıyorum. Ama onlar, kendi kendinin nedeni olan zorunlu bir varlık uydurarak olumsallığı aşmaya çalışmışlardı. Oysa hiçbir zorunlu varlık varoluşu açıklayamaz. Çünkü olumsallık sahte bir görünüş, ortadan kaldırılabilecek bir dış görünüş değildir; mutlak olanın kendisidir, bu yüzden yetkin bir temelsizliktir. Şu bahçe, şu kent, ben kendim, her şey temelsiz ve nedensizdir. Bunun farkına vardığınız zaman yüreğiniz bulanır; geçen akşam Rendez-vous des Cheminots'da olduğu gibi her şey salınmaya başlar. Bulantı budur işte. Kodoşların (Coteau-Vert'dekiler ve benzerleri), hak düşüncesi ile kendilerinden saklamak istedikleri işte budur.   


sf. 178